113- Yahudiler: “Hıristiyanlar hiçbir şeye dayanmıyorlar.” dediler. Hıristiyanlar da: “Yahudiler hiçbir şeye dayanmıyorlar.” dediler. Halbu­ki onlar kitabı okuyarlar. Hiçbir şey bilmeyenler de aynen onların sözleri­ni söylüyorlardı. Allah, kıyamet günü, ihtilaf ettikleri konuda aralarında hükmünü verecektir.

Yahudiler: Hıristiyanlar hiçbir şeye dayanmıyorlar, dinleri konusunda doğru yol üzerinde değildirler.” dediler. Hıristiyanlar da: “Yahudiler hiçbir şeye dayanmıyorlar, dinleri hususunda doğru yol üzerinde değiller.” dediler. Halbuki onlar, Tevratı ve İncili okuyorlar, yahudi ve Hıristiyanların birbirlerine söyle­dikleri bu sözlere benzer sözleri, Arapların ve diğer kavimlerin müşrik cahilleri de söylüyorlardı. Allah, kıyamet gününde, din hususunda ihtilaf eden bunlar arasında hükmünü verecektir. Ve onlardan kimin hak, kimin bâtıl üzere olduğu ortaya çıkacaktır.

İbrı-i Abbas(r.a) diyor ki: “Necran Hıristiyanları Resulullah (s.a.v.) e geldiler. Sonra Yahudi bilginleri de onların bulunduğu yere geldiler ve Resulul-lah’ın huzurunda münakaşaya başladılar. Yahudiler: “Siz hiçbir şeye drayanmı-yorsunuz.” dediler. Ve Meryemoğlu İsayı ve İncili inkâr ettiler? Hıristiyanlar da onlara: “Siz, hiçbir şeye dayanmıyorsunuz.” dediler ve Hz. Musa’nın Peygamberliği ve Tevratı inkar ettiler. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

Taberi diyor ki: “Allah tealanm müminlere, Yahudi ve Hıristiyanların birbirlerini tahkir etmelerini bildirmesinin sebebi, bu guruplardan herbirinin iman ettiklerini iddia ettikleri kendi kitaplarının hükümlerini dahi çiğnediklerini bildirmektir. Zira Hıristiyanların hak kitap kabul ettikleri İncil, Tevrattaki Hz. Musanın Peygamberliğini ve İsrailoğullanna farz kılınan hükümlerin hak oldu­ğunu zikretmektedir Buna rağmen Hıristiyanlar, kendi kitapları olan İncili tahrif etmiş, Hz. Musa’nın Peygamberliğini ve Tevratın hükümlerini reddetmişlerdir. Keza Yahudilerin hak kitap kabul ettikleri Tevrat, kendisinden sonra İncil’in geleceğini ve Hz. İsa’nın hak Peygamber olduğunu zikretmiştir. Buna rağmen Yahudiler bizzat kendi kitaplarını tahrif ederek Hz. isa’nın Peygamberliğini ve İncilin hak kitap olduğnu reddetmişlerdir. Her biri diğerini dini yönden hiçbir-şey olmamakla suçlamıştır. Aslında Hz. Muhammed (s.a.v.) Peygamber olarak gönderildiğinde Yahudi ve Hıristiyanlar, dinlerini tahrif ederek bir hiç mesabe­sine düşmüşlerdir. Âyet-i kerime, Yahudilerin ve Hıristiyanların Resulullah dö­neminde yaşayanlarını kastetmemiş, henüz dinlerini tahrif etmemiş olan i!k Ya­hudi ve ilk Hıristiyanlar! kastetmiştir. Onların birbirlerini suçlamaları birer ifti­radır. Yoksa Resulullah döneminde yaşayan Yahudi ve Hıristiyanlar dinlerini tahrif ettiklerinden bir hiç durumundadırlar.

Ayet-i kerimenin devamında “Hiçbir şey bilmeyenler de onların sözle­rini söylüyorlardı.” buyurulmaktadır. Burada zikredilen “Hiçbir şey bilme­yenler” den maksat, Rebi’ b. Enes ve Katadeye göre “Hıristiyanlar’dır. Buna göre âyetin mânâsı “Bir şey bilmeyen Hıristiyanlar da Yahudilerin sözlerini söylemişlerdir.” şeklindedir.

Atâ’ya göre ise “hiçbir şey bilmeyenlerden maksat, Yahudi ve Hıristi-yanlardan önce gönderilen ümmetlerdir. Bunlar da, Yahudi ve Hıristiyanlar gibi birbirlerini hiçbir şey olmamakla suçlamışlardır.

Süddiye göre ise buradaki “Hiçbir şey biimeyenler”den maksat, kendile­rine kitap verilmeyen Arap müşrikleridir. Bunlar da Yahudi ve Hıristiyanların birbirlerini suçladıkları gibi Resululiah’ı hiçbir şey olmamakla suçlamışlardır.

Taberi diyor ki: “Allah teala. âyetin bu bölümünde, ilimden nasibi olma­yan cahillerin de Yahudi ve Hıristiyanların söyledikleri gibi konuştuklarını zik­retmiş ve bu cahillerin kimler olduklarını belirtmemiştir. Bunlar, Yahudi ve Hi-ristiyanlardan önce geçmiş ümmetler de olabilir, Arap müşrikleri de olabilir.[1]

 

114- Allah’ın mescitlerinde onun isminin zikredilmesini yasaklayan ve onların yıklimasına çalışandan daha zalim kim olabilir? İşte onlara, bu mescitlere ancak korkarak girmeleri yaraşır. Onlar için dünyada bir rezil­lik, âhirette ise büyük bir azap vardır.

Allah’ın mescitlerinde, ona ibadet etmek isteyen kişiyi engelleyen ve ora­ların tahrip edilmesine çalışandan, Allah’a karşı zulüm ve düşmanlıkta daha şid­detli ve daha zalim olan kim vardır? Allah evleri olan mescitleri tahribe çalışan­ların, o mescitlere ancak korkarak ve gelecek cezadan ürkerek girmeleri yara­şır. Onlar için bu dünyada zillet, alçaklık, ölüm ve esaret vardır. Âhirette ise bunlara cehennem azabı vardır. Bu ise daha büyük bir azaptır.

Müfessirler, âyet-i kerimede zikredilen ve insanları Allah’ın mescitle­rinde Allah’ın adını anmaktan men eden ve onların tahribi için çalışan kişilerden kimlerin kestedildiği hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir.

Abdullah b. Abbas ve Mücahide göre bunlardan maksat, Hıristiyanlardir. Zira bunlar, Mescid-i Aksa’da insanların, Allah’ın adını anmalarına ve namaz kılmalarına engel olmuşlar ve oraya eziyet verici pis şeyler atmışlardır.

Katade ve Süddiye göre ise “Mescitlerde Allah’ın isminin anılmasına en­gel olan ve oraların tahrip edilmesine çalışan kişiler”den maksat, Babilde yaşa­yan ve mecusi olan Buhtunnasr, ordusu ve ona yardımcı olan Hıristi yani ardır. Yahudilerin Hz. Zekeriyya (a.s.)’ öldürmelerinden dolayı Hıristiyanlar onlara kızmışlar, Buhtunnasr’a, Kudüsün tahrib edilmesi hususunda yardım etmişlerdir. İbn-i Zeyd’e göre ise bunlardan maksat, Hudeybiye vak’asında Resuİullahın, Mekkeye girmesine engel olan Kureyş müşrikleridir. Zira, Kureyşlilerin örfleri­ne göre kişi babasının katilinin dahi Mekkeye girmesine engel olmazken, onlar, Resulullah’ı Kâbeye sokmamışlardır. Kureyş müşriklerinin Kâbeyi harap etme­leri ise, Allah11 zikrederek orayı tamir eden müminlere engel olmaları, Hac ve Umre için gelen kişileri oraya sokmamalarıdır. Taberi, Mescitlerde Allah’ın adı­nın anılmasına engel olan ve oraların tahrip edilmeleri için çalışan kişilerden maksadın Hıristiyanlar olduğunu söylemenin daha doğru olacağını ifade etmiş­tir. Zira Kudüsün Buhtunnasr tarafından tahrib edilmesine Hıristiyanlar yardım etmişler ve Buhtunnasr’dan sonra mümin olan Yahudilerin orada ibadet etmele­rine engel olmuşlardır,

Âyet-i kerimenin, Kureyş müşriklerine işaret ettiğini söylemek te doğru değildir. Zira, her ne kadar Kureyşliler, bazı zamanlarda Resulullah’ın ve Saha-bilerin Mescid-i Haramda ibadet etmelerine engel olmuşlarsa da hiçbir zaman onun tahribine çalışmamışlar bilakis orayı tamir etmişler ve bununla da övün-müşlerdir.

Diğer yandan, bu âyetten önce zikredilen âyet, Yahudi ve Hıristiyanların yaptıklarını kınamaktadır. Bu âyetin de Hıristiyanlara işaret ettiğini söylemek, âyetler arasında irtibat sağlama bakamından daha doğrudur.

Taberi sözlerine devamla diyor ki: “Her ne kadar âyet, özel bir şekilde, Kudüsün yıkılmasına yardım eden ve orada müminlerin ibadetlerine engel olan Hıristi yanlardan bahsediyorsa da âyetin genel ifadesi, Allah’ın mescitlerinde, farz olsun nafile olsun ibadet eden müminlere engel olanları ve oraları tahrip edenleri kapsamaktadır. Bu sıfatlan taşıyan herkes en büyük zalimlerdendir.

Âyet-i kerimenin devamında: “Onlara, bu mescitlere ancak korkarak girmeleri yaraşır.” buyurulmaktadır. Taberi diyor ki: “Allah teala mescitlerin­de kendi adının anılmasına engel olan zalimlerin ve oraların tahrip edilmesine çalışan müfsitlerin bu hallerine devam etmeleri durumunda o gibi mescitlere remeyeceklemi ve girdiklerinde de korku içinde olacaklarını beyan etmiş ve on­ları bu şekilde cezalandımııştır.

Katade ve Süddi bu âyeti izah ederken şöyle demişlerdir: “Bugün hiçbir Hıristiyan Beytül Makdise (Kudüse) güven içinde ginnemekte, korku içinde ve ürkerek girmektedir. Zira onlar, öldürüleceklerinden korkmaktadırlar. Veya kendilerinden cizya alınarak sindirilmiş durumdadırlar.

İbn-i Zeyd ise bu âyetin izahında şöyle demiştir: “Resulullah Veda Hac-cında “Artık bu yıldan sonra hiçbir müşrik Hac yapmayacak ve hiç kimse Kâbeyi çıplak olarak tavaf etmeyecektir.” diye ilan etmiş müşrikler de graya girmekten korkmuşlar ve kendi kendilerine: “Ey Allahim, biz oraya girmekten engellendik.” demişlerdir.

Âyet-i kerimenin sonunda: Onlar için dünyada bir rezillik âhirette ise bü­yük bir azap vardır.” buyurulmaktadır. Âyet-i kerimenin zikrettiği “Dünyada rezil olmak”tan maksat, onların öldürülmeleri, esir edilmeleri veya zelil bir şe­kilde cizye vemıeleridir. ,

Katade diyor ki: “Zalimlerin dünyada zelil olmaları, zelil bir şekilde biz­zat kendi elleriyle cizye vermeleridir.

Süddi ise diyor ki: “Zalimlerin dünyada zelil olmaları, Mehdi geldiğinde ve İstanbul fethedildiğinde cizye kabul edilemeyip öldürülmeleridir. Âhiretteki büyük azaptan maksat ise kendilerinden hafifletilmeyen ve ölümlerine hükme-ditmeyerek devamlı içinde kaldıkları cehennem azabıdır. [2]

 

115- Doğu da bat» da Allah’ındır. Her nereye yönclirsniz Allah’ın yü­zü (rızası) oradadır. Şüphesiz ki Allah, rahmeti bol olandır ve her şeyi çok iyi bilendir.

Doğunun ve batının ve her ikisi arasında bulunanların mülkiyeti Allah’a aittir. Ey Müminler, namaz esnasında nereye yönelirseniz Allah’ın rızası orada­dır. Şüphesiz ki Allah’ın lütfü ve tedbiri bütün yaratıkları kaplamıştır. Allah on­ların bütün yaptıklarım bilir. Yaptıkları hiçbir şey ondan gizli kalmaz.

Müfessirler, bütün yaratıklar Allah’a ait olduğu halde bu âyet-i kerime­de, özellikle doğunun ve batının Allah’a ait olduğunun zikredilmesinin sebebi hakkında çeşitli izahlarda bulunmuşlardır.

Abdullah b. Abbas ve Süddiye göre, özellikle doğunun ve batının Allah’a ait olduğunu zikretmenin sebebi, Resulullah’m Kudüsten dönüp Mekkeye yö­nelmesi, Yahudilerin de Resulullah’ı ayıplamalarıdır. Âyet-i kerime bu hususta Yahudilere cevap vermektedir.

Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki: “Kur’an-i Kerimin ilk neshedilen hükmü kıble meselesidir. Resulullah Medineye hicret ettiğnde Medine halkının çoğunluğunu Yahudiler oluşturuyordu. Aziz ve Celil olan Allah, Resulullah’a Beytül Makdise doğru yönelmesini emretti. Yahudiler buna sevindiler. Resulul­lah, on ay kadar bir zaman Kudüse yönelerek namaz kıldı. Fakat o, İbrahim (a.s.)ın kıblesi olan Kâbeye yönelmeyi istiyordu. Bu hususta Allah’a yalvarıyor ve göğe doğru bakıyordu. Bunun üzerine Allah teala: “Ey Muhammcd, yüzü­nü göğe çevirip durduğunu görüyoruz. Seni, sevdiğin kıbleye mutlaka çevi­receğiz. Hemen yüzünü Mcscid-i Haram tarafına çevir. Ey Müminler, siz de nerede olursanız olun yüzünüzü onun tarafına çevirin. Şüphesiz kendile­rine kitap virclcnler, kıblenin değişmesinin, rableri tarafından hak bir emir olduğunu bilirler. Allah onların yaptıklarından habersiz değil­dir.[3] âyetini indirdi. Yahudiler bundan tedirgin oldular ve “Bunları, daha önce yöneldikleri kıbleden çeviren nedir?” dediler. Bunun üzerine Allah teala “Doğu da batı da Allah’ındır. Her nereye yönelirseniz Allah’ın rızası ora­dadır. Şüphesiz ki Allah, rahmeti bol olandır ve her şeyi çok iyi bilendir.”âyetini indirdi.

Kataüe ve İbn-i Zeydden nakledilen diğer bir görüe göre ise bu âyetin nü­zul sebebi, Müslümanların Kâbeye doğru namaz kılmalarının farz kılınmasın­dan önce her tarata yönelerek namaz kılabileceklerinin beyan edilmesidir. Yani Allah teala müminlere, her tarafa yönelerek namaz kılabileceklerini bu âyetle serbest kılmıştır. Zira doğu da onundur batı da. Fakat daha sonra Resulullah’m ve müminlerin Kâbeye yönelmelerini emreden âyet inince bu âyet-i kerime nesh edilmiştir.

Said b. Cübeyrin, Abdullah b. Ömer’den naklettiğine göre âyetin nüzul sebebi, Resulullah’m, nafile namazlarını yolculuk esnasında dilediği yöne dura­rak kılabileceğini zikretmesidir. Ve farz namazlarını, düşmanla çarpışma anın­da, şiddetli korku esnasında ve düşmanın üzerine yürüme anında, dilediği tarafa yönelerek kılabileceğini zikretmesidir. Bu hususta Said b. Cübeyr diyor ki: “Ab­dullah b. Ömer, bineği ne tarafa doğru yönelirse oraya doğru namaz kılardı. Ve Resulullah’ın böyle yaptığını anlatırdı, -ve derdi ki: “Her nereye yönelirseniz Al­lah’ın nzası oradadır.” âyeti, yolculuk yaparken nafile namazlarını, bineğinin üzerinde dilediğin yöne doğru durarak kılman için nazil olmuştur. Zira Resulul­lah, Mekke’den dönerken nafile namazlarım bineğinin üzerinde Medine’ye doğru yönelik bir şekilde ima ile kılardı.

Âmir b. Rebîa’ya göre ise bu âyetin nüzul sebebi şu olaydır. Âmir diyor ki:

“Bir sefer sırasında çok karanlık bir gecede Resulullah ile beraberdik. Kıblenin ne tarafta olduğunu bilemedik, namazı kıldık. Herbirimiz olduğu yer­de, bulunduğu tarafa doğru kıldı. Sabah olunca hadiseyi Resulullah (s.a.v.) e an­lattık. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Ve herkesin kıldığı namazın sahih olduğu anlaşıldı. [4]

Katadeye göre ise bu âyetin nüzul sebebi, Habeş Kralı Necaşi’dir. Zira Resulullah’m sahabileri, kıbleye yönelerek namaz kılmayan Necaşinin cenaze namazının kılınması hususunda tereddüt etmişler, bunun üzerine bu âyet-i keri­me nazil olmuş ve doğunun da batının da Allah’a ait olduğunu, Necaşinin, Allah’ın rızası için doğuya yönelerek namaz kılmasının, onun mümin olmasına mani olmadığını beyan etmiştir. Bu hususta Katade diyor ki: “Rsülullah buyur­du ki: “Kardeşiniz Necaşi öldü onun cenaze namazını kılın.” Sahabiler: “Biz, Müslüman olmayan bir adamın cenaze namazını nasıl kılalım?” dediler. Bunun üzerine: “Kitap ehlinden, Allah’a boyun eğerek, Allah’a, size indirilene ve kendilerine indirilene iman edenler vardır. Onlar, Allah’ın âyetlerini az bir değere değişmezler. İşte onların, rableri katında tnükâfaatları vardır. Şüp­hesiz ki Allah, hesabı süratli olandır. [5]âyeti nazil oldu. Sahabiler: “O, kıbleye doğru namaz kılmıyordu.” dediler. Bunun üzerine, Aziz ve Celil olan Allah: “Doğu da batı da Allah’ındır. Her nereye yönelirseniz Allah’ın rızası oradadır…” âyetini indirdi.

Taberi diyor ki: “Bu hususta doğru olan görüş, âyette bir kısaltma olduğu görüşüdür. Şöyle ki: Bütün yaratıklar Allah’ın mülkü olduğu haîde özellikle do­ğunun ve batının Allah’ın mülkü olduğu zikredilmiştir. İşte burada bir kısaltma söz konusudur. Yani âyetin ifade ettiği mânâ şöyledir: “Allah,doğunun da batı­nın da ve ikisinin’arasında bulunan yaratiklann da sahibidir.” Buna göre âye’t şöyle açıklanır: Allah her şeyin mâlikidir. Onları dilediği şekilde kendisine kul­luk ettirir. Onlar hakkında dilediği hükmü verir. Onlara düşen görev ise Allah’a mutlak itaat etmektir. O halde ey müminler, yüzünüzü bana doğnryöneltin. Zira yüzünüzü nereye çevrirseniz ben orada bulunurum.

Taberi sözlerine devamla diyor ki: “Bu âyet nâsihtir, yahut mensuhtur, ya da her ikisi de değildir.11 diyen görüşlere gelince bu görüşlere verilecek doğru cevap şudur: Âyet umumi mahiyette ise de özel bir anlam taşımaktadır. Bu âyet nasih veya mensuh değildir. Çünkü âyetin, her nereye yönelirseniz Allah’ın yü­zü (rızası) oradadır.” bölümünün, şu mânâlardan birini ifade etmiş olması muh­temeldir:

a- Yolculukta yürürken nafile namazlarında ve düşmanla çarpışırken na­file ve farz namazlarınızda nereye yönelirseniz Allah’ın rızası oradadır. “Nite­kim Abdullah b. Ömer ve İbrahim en -Nehai, âyeti bu şekilde izah etmişlerdir.

b- Yeryüzünün neresinde bulunur ve bulunduğunuz yerden yüzünüzü kıbleye yöneltirseniz Allah’ın kıblesi oradır. Zira yeryüzünün her yerinde Kâbeye yönelmeniz mümkündür. “Mücahid ve Dahhak ta âyeti bu şekilde izah etmişlerdir.

c- Dualarınızda yüzünüzü nereye çevirirseniz Allanın rızası oradadır. O, duanızı kabul eder.”

Madem ki âyetin bu mânâların hepsine uygun olması muhtemeldir. Ohalde herhangi bir kesin delile dayanmaksızını âyetin nâsih veya mensuh oklu­ğuna dair tahmin yürütmeye kimsenin hakkı yoktur, zira her nâsihin bir mensu-hu ve her mensuhun da bir nasihi bulunmalıdır.

Âyetin nâsih olduğu ve Kudüse yönelerek namaz kılmayı neshettiği iddia edilemez. Zira bu âyetin mânâsının: “Namazınızda yüzünüzü nereye yönel­tirseniz işte kıbleniz orasıdır” şeklinde olduğuna dair kesin bir delil olmadığı gibi bu âyetin, Resulullah’ın ve sahabilerinin Kudüse yönelerek namaz kılmala­rından sonra indiğine ve Kâbeye yönelmelerini emrettiğine dair de bir delil yoktur. Zira Resulullah’ın sahabilerinden ve tabiilerin imamlarından ilim ehli olanlardan bazıları, âyetin bu mânâda indiğini reddetmişler ve âyetten neyin kastedildiği hakkında ihtilaf etmişlerdir. Bu hususta Resulullah’tan kesin bir ha­dis te yoktur. O halde âyete “Kudüse yönelmeyi nesneden âyet” demek doğru değildir.

Bu âyetin, mensuh okluğuna dair de herhangi bir delil yoktur. Zira daha önce de izah edildiği gibi, âyete çeşitli şekillerde mânâ vernıek mümkündür. Bu itibarla kıbleye yönelmeyi emreden âyetin bunu neshettiğini söylemek isabetli değildir. Zira âyete: “Nerede olursanız olun yüzünüzü Mescid-i Haram ta­rafına çevirin. [6] âyetine ters düşmeyecek şekilde mânâ vemıck mümkün­dür. Mesela, bunun mânâsının “Duada yüzünüzü nereye çevirirseniz çevirin Al­lah’ın rızası oradadır. O, duanızı kabul eder şeklinde olması muhtemeldir. Keza bunun mânâsının “Yolculukta yürürken nafile namazlarınızda düşmanla çarpı­şırken de nafile ve farz namazlarınızda yüzünüzü nereye çevirirseniz Allah’ın rı­zası oradadır.” şeklinde olması da muhtemeldir. O halde bu âyete “Mensuh” de­mek doğru değildir.

Taberi diyor ki: “Biz, Kitabül Beyan an-Usulil Ahkâm” adlı kitabımızda nâsih ve Mensuhu delillerle şu şekilde açıklamıştık.:”

NÂSİH: Gerek Kur’an-ı Kerimin âyetlerinden gerekse Resuluilah’ın ha­dislerinden nâsih şudur ki, sabit olan bir hükmü kaldırır kullara yeni bir hükmü gerekli kılar. Ne zahiri ne de bâtını başka bir şekilde yorumlanabilir. Şayet âyet veye hadis başka bir şekilde yorumlanabiliyorsa mesela bir istisna teşkil ediyor yahut umum-Husus üslubuna giriyor veya Mücmel-Müfesser kabul edilebiliyor-sa artık bu ifadeyi nâsih veya mensuh saymak mümkün değildir.

MENSUH: Daha önce kesin ve hükmü sabit iken, kesin bir şekilde kaldı­rılan metindir. İzahı yapılan bu âyette bu iki husus ta söz konusu değildir.

Ayet-i kerimede zikredilen ve “Allah’ın yüzü (rızası) diye tercüme edilen ifadesi, Mücahid tarafından “Allah’ın yönü ve kıblesi” diğer bir kısim âlimler tarafından “Allah’ın zatı” başka bir kısım âlimler tarafından “Al­lah’ın rızası” diğer bir kısım âlimler tarafından ise “Yüz sahibi olan Allah” şek­linde izah edilmiştir.

Taberi diyor ki: “Eğer denilecek olursa ki: “bu âyetin, bir önceki âyetle irtibatı nedir? “Cevaben denilir ki: “Bu âyet bir önceki âyetin tamalayıcısı ve devamıdır. İki âyetin birlikte izahı şöyledir: “Allah’ın kullanın, Mescitlerinde ismini anmalarından alıkoyan ve o mescitleri harabetmeye çalışan Hıristiyanlar-dan daha zalim kim vardır? Doğu da Allah’ındır batı da. Yüzünüzü nereye çevi­rirseniz Allah’ı orada anın. Çünkü Allah’ın rızası ve zatı oradadır. Onun lütfü, yarattığı yeryüzü ve size verdiği ülkesi sizi barındıracak mahiyettedir. Kudüsü tahrip etmeye kalkışanlar ve orada Allah’ı anmanıza engel olanlar sizin bulun­duğunuz yerde Allah’ı anmanıza engel olmasınlar. Allah’ın rızasını istemenize mâni olmasınlar.

Âyet-i kerimenin sonunda bulunan ve : “Allah, rahmeti bol olandır” şeklinde tercüme edilen ifadesinin lügat mânâsı, “Allah kuşa­tıcıdır, geniştir.” demektir. Bundan maksat. Allah’ın, yaratıklannı nimetleriyle, Iütuflanyla sevk ve idaresiyle ve yeterliliği ile kuşatmasidır. [7]

 

116- Onlar: “Allah, oğul edindi.” dcdiicr.O, bundan münezzehtir. Bilakis, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Hepsi ona boyun eğ­mektedir.

O Hıristiyanlar: “Allah oğul edindi. İsa Allah’ın oğludur” dediler. Halbu­ki Allah çocuk edinmekten münezzehtir, beridir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsini o yaratmıştır ve ona aittir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’a itaat edicidir. O halde nasıl olur da o çocuk edinir? Halbuki İsa da Allah’ın yarattığı kullardan biridir. Sıfatı bu olan Allah’ın nasıl olur da çocuğu olur?

Allah’ın kullarının, mescitlerde Allah’ın adını anmalanna engel olan Hı­ristiyanlar Allah’a karşı iftira ederek İsa’nın, Allah’ın oğlu olduğunu iddia etti­ler? Halbuki Allah, onların iddialarından beridir. Zira göklerin ve yerin ve orada bulunanların yaratılışı ve mülkiyeti Allah’a aittir? İsa da bu yaratıklardan biridir. O halde nasıl olur da Allah’ın oğlu olur?

Allah teala bu âyet-i kelimesiyle kendisine çocuk isnad eden Hıristiyan-lan yalanlamakta, onların bu sözleriyle sadece bir iftirada bulunduklannı ortaya koymaktadır.

Âyet-i kerimenin sonunda zikredilen ve (Boyun eğme) diye tercüme edilen kelimesi, müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir. Katade, Mücahid, Süddi, ikrime ve Abdullah b. Abbas tarafından “İtaat etmek­tedirler” şeklinde izah edilmiştir. Buna göre cümlenin mânâsı “Göklerde ve yer­de bulunan her şey Allah’a itaat etmektedir.” şeklindedir. Kâfirler, Allah’a itaat etmedikleri için Mücahid, “Onların gölgeleri secde ederek Allah’a itaat ederler.” şeklinde yorumlamıştır. Süddi ise “Kıyamet gününde ister istemez itaat ederler.” şeklinde izah etmiştir.

İkrimeye göre ise nun mânâsı “Kulluklarını itiraf ederler de­mektir.

Rebi’ b. Enese göre ise “Kıyamet gününde huzurunda ayağa kalkacaklar­dır.” şeklindedir.

Taberi Arapçada kelimesinin “İtaat etmek, ayağa kalkmak, ko­nuşmak, itina etmek” mânâlarına geldiğini, âyetteki kelimesinin mânâsının “İtaat etmektedirler ve Allah’a karşı kulluklarını itiraf etmektedirler.” şeklinde izah edilmesinin daha isabetli olduğunu söylemiştir. Zira bütün yara­tıklar kendilerinde mevcut olan Allah’ın üstün sanatının belirtileriyle Allah’ın varhğnı ve birliğini gösterirler. Onun, kendilerini yaratan olduğunu beyan eder­ler. Dilleriyle Allah’ın kullan olduklarını itiraf etmeyen kâfirlerin bizzat kendi vücutlarındaki organlan, onlan yalanlar ve Allah’ın yaratıcı dduğunu ilan ederler.

Taberi diyor ki: “Nasslan anlamayan bir kısım insanlar âyet-i kerimenin “Hepsi ona boyun eğmektedir.” bölümünden sadece itaat ehlinin kastedildiğini sanmışlardır. Halbuki genel anlamda olan bir âyeti, kabul edilir bir delil olma­dan Özel bir şekilde yorumlamak doğru değildir. Kâfirlerin, dilleriyle boyun eğ­memeleri, onların, vücutlanyla boyun eğmelerine engel değildir. Demek ki her­kes ve herşey netice itibariyle Allah’a boyun eğmektedir. Ve âyetin mânâsı ge­neldir.

Peygamber efendimiz, Allah tealanın, bir Hadis-i Kudside şöyle buyurdu­ğunu beyan etmektedir.

Âdemoğlu beni yalanladı. Halbuki bunu yapmak ona yakışmazdı. Âdemoğlu bana karşı çirkin şeyler söyledi. Bu da ona yakışmazdı. Onun beni yalanlaması, benim, Âdemoğlu öldükten sonra kendisini aynen diriltemeyeceği-mi zannetmesidir. Onun bana karşı çirkin sözler söylemesi ise, benim çocuğu­mun olduğunu söylemesidir. Ben, kendimi eş ve çocuk edinmekten tenzih ederim. [8]

 

117- O, gökleri ve yeri benzeri olmadan yaratandır. Bir şeyin olması­nı dilediği zaman ona sadece ol der o da hemen oluverir.

O, daha önce bir benzeri yaratılmamış ve bir örneği bilinmeyen göklerin ve yerin icad edeni ve yoktan var edicisidir. Bir işe hüküm verip onun olmasını isterse ona “Ol” der o şey de istediği şekilde oluverir. İşte İsayı var edişi de böy­ledir.

Bu âyetler: “İsa Allah’ın oğludur” diyen Hırsliyanlara cevap vermekte­dir. Bu hususta diğer âyetlerde de şöyle buyurulmaktadır. “O, gökleri ve yeri eşsiz bir şekilde var edendir. Onun eşi yokken çocuğu nasıl olabilir? Üstelik her şeyi yaratan da o’dur. O, her şeyi çok iyi bilendir. [9]İman etme­yen bazı kimseler: “Rahman olan Allah çocuk edindi.” dediler.” “Yemin olsun ki siz, ortaya çok çirkin bir şey getirip iftira attınız.” “Bu iftiranın korkunçluğundan n er deyse gökler çatlaycak, dağlar parçalanıp dağılacak­tı,” [10] “Çünkü onlar, Rahman olan Allah’a çocuk isnad ettiler” “Oysa Rah­man olan Allah’ın çocuk edinmesi asla şanına yakışmaz.” “Göklerde ve yerde bulunan hiçbir kimse yoktur ki, kıyamet günü Rahman olan Allah’ın huzuruna bir kul olarak çıkmasın.” “Şüphesiz ki Allah onları ilmiyle ku­şatmış, kendilerini ve yaptıklarını bir bir saymıştır.” “Kıyamet günü onla­rın her biri, Allah’ın huzuruna tek başına çıkacaktır. [11]

Âyet-i kerimede geçen ve “Olmasını dileme” diye tercüme edilen kelimesinin asıl mânâsı “Karar vennek ve bitirmek”tir.

Taberi diyor ki: “Eğer denilecek olursa ki “Allah teala bir şeyin olmasını dilediği zaman ona sadece “Ol”der O da oluverir.” buyuruyor. Allah tealanın bir şeye ol demesi, o şey hiç ortada yok iken mi gerçekleşir yoksa ortada var iken mi? Şayet yok iken olması emredilmişse ortada olmayan bir şeye emret­mek mümkün müdür? Yok eğer var olan bir şeyin olması emredilmişse bu, yer­siz bir emir olmaz mı? Çünkü var olması istenilen şey zaten mevcuttur?” CevaL ben denilir ki: “Bu hususta âlimler tartışmaya girişmişlerdir. Biz onların görüşlerini ve dayanaklarım şöylece zikredebiliriz:

Bir kısım âlimler, bu âyetin genel bîr mânâ değil Özel bir mânâ ifade etti­ğini benimsemişler ve âyetten maksadın şu olduğunu söylemişlerdir: “Allah te­ala bize bildirmek istemiştir ki, var olan bir yaratığı hakkında herhangi bir hü­küm veya emir verecek olursa o emir veya hüküm kesin olarak yerine gelir, hiç­bir aksama olmaz. Mesela var olan İsrailoğulları hakkında “Hakir maymunlar olmalarına hüküm vermiş” ve emri derhal yerine gelmiştir. Keza Karunun ve evinin, yerin dibine geçirilmesini emretmiş emir derhal yerine gelmiştir. Diri ttlan bir insanın ölümüne veya ölmüş olan bir insanın dirilmesine hüküm ver­mesi de bu nevidendir. Bunlara göre Allah tealanın, mevcut olmayan bir şey hakkında “Ol” demesiyle o şeyin derhal olması imkânsızdır. Çünkü mevcut ol­mayan bir şeye emir vermek beklenemez.

Diğer bir kısım âlimler ise âyetin genel bir ifade taşıdığını, hem mevcut olan varlıklara hem de mevcut olmayan varlıklara Allah’ın emretmesi halinde derhal meydana geleceklerini bildirdiğini söylemişlerdir. Zira Allah teala, henüz mevcut olmayanlara da emir verebilir, mevcut olanlara tU\. Her ikisine de verdi­ği emir derhal meydana gelir.

Diğer bir kısım âlimler ise âyetin genel bir ifade taşıdığını hem mevcut olan varlıklara hem de mevcut olmayan varlıklara Allah’ın emretmesi halinde derhal meydana geleceklerini bildirdiğini söylemişlerdir. Zira Allah teala, he­nüz mevcut olmayanlara da emir verebilir, mevcut olanlara da. Her ikisine de verdiği emir derhal meydana gelir.

Taberi, âyetin zahirinin genel ifadeli olması sebebiyle bu ikinci görüşü tercih etmiş, âyet-i kerimenin, hem yaratılmak istenenlere hem de yaratılmış olan şeylere Allah’ın emir vermesi halinde o şeylerin derhal meydana geleceğini bildirdiğini söylemiştir. [12]

 

118- Bilmeyenler: “Allah bizimle konuşsa veya bize bir mucize gclsc-ya.” dediler. Bunlardan öncekiler de aynen bunların sözlerini söylemişler­di. Hepsinin kalblcri birbirlerine benzedi. Biz âyetleri, kesinlikle bilen bir kavme açıkladık.

Allah ve onun yüceliği hakkında cahil olan Hıristiyanlar dediler ki; “Rabbimiz, Peygambcriylc konuştuğu,gibi bizimle de konuşsa yahut, üze­rinde bulunduğumuz yolun doğruluğunu anlamamız için bize bir mucize gelse ya.” Onlardan önceki Yahudiler de bu cahil Hıristiyanların söylediklerini söylemişlerdi. Öyle ki bunlar, Allah’ın, kendisini açıkça gösetrmesini ve onlara bir mucize göndermesini istediler. Böylece olmayacak şeyleri hayal ettiler. Söz­lerinin birbirine benzemesi gibi Alalh hakkındaki inatları, Peygamberleri hak­kındaki cüretleri hususunda da Yahudilerin ve Hıristiyanların kalblerı birbirine benzemektedir. Şüphesiz ki biz, her şeyin gerçeğini kesinlikle bilmek isteyen bir topluluk için âyetleri açıkladık.

* İşte bu âyetlerin en büyüğü de Allah tealanın, Yahudi ve Hıristiyanlara gazabıdır. Allah teala Yahudileri, maymun ve domuzlar şekline döndürdü. Hı-ristiyanlan ise rezil ve rüsvay elti.

Âyette zikredilen ve “Bilmeyenler” diye vasıflandırılan insanlardan kim­lerin kastedildiği hakkında farklı görüşler zikredilmiştir. Mücahide göre bunlar Hıristiyanlardır. Abdullah b. Abbas’a göre Yahudiler’dir. Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki: “Yahudi, Raf i’ b. Huveymile, Resululiah’a: “Şayet sen söyle­diğin gibi Allah katından gönderilen bir Peygamber isen,Aziz ve Celil olan Al­lah’a söyle de bizimle konuşsun. Biz de onun sözünü işitmiş olalım.” dedi. İşte bunun üzerine Aziz ve Celil olan Allah bu âyeti indirdi.

Katade, Rebi b. Enes ve Süddiye göre ise âyetteki “bilmeyenlerden mak­sat, Arap müşrikleridir.

Taberi, bu görüşlerden birinci görüşün daha doğru olduğunu, zira bu âyetin, Hıristiyanları anlatan âyetlerden sonra geldiğini, onların, Allah’a çocuk isnad ettiklerini ve Allah’ın, kendileriyle konuşmasını istediklerini, diğer görüş­lerin ise delillerinin bulunmadığını söylemiştir.

Ayette zikredilen ve “Bunlardan öncekiler” diye vasıflandırılan insanlar­dan kimin kastedildiği hususu da ihtilaflıdır. Mücahide göre bunlardan maksat, Yahudilerdir, Bu izaha göre âyetin mânâsı şöyle olur. “Bilgisiz olan Hıristiyan­lar: “Allah bizimle konuşsa ya veya bize bir mucize gelse ya.” demişler, onlar­dan önce gelen Yahudiler de aynen onların bu sözleri gibi sözler söylemişlerdir.

Katade, Süddi ve Rebi b. Enes’e göre ise “Bunlardan önceki”Ier den mak­sat, Yahudi ve Hıristiyanlardır. Bu izaha göre ise âyetin mânâsı şöyledir: “Arap müşrikleri” Allah bizimle konuşsa ya veya bize bir mucize gelse ya.” demişler, onlardan önce gelen Yahudiler ve Hıristiyanlar da aynen o müşriklerin sözleri gibi sözler söylemişlerdir.

Taberİ diyor ki: “Daha önce de beyan ettiğimiz gibi “Bİlmeyenler”den maksat, Hıristiyanlar, “Onlardan öncekiler”den maksat ies Yahudilerdir. Hiristi-

yanlar, Aüah’i bizzat gözleriyle görmeyi teklif etmişler, onlardan önce gelen Yahudiler de Hz. Musadan, Allah’ı kendilerine çıplak gözle görülecek şekilde göstermesini istemişlerdir. Her iki fırkanın da Allah’a karşı uydurdukları yatan ve iftiraları birbirinden farklı ise de sapıklık ve inkârda kalbleri birbirine benze­mektedir.

Âyet-i kerimede: “Hepsinin kalbleri birbirine benzedi.” buyurulmakîadır. Mücahide göre kalbleri birbirine benzeyenler, Hıristianlar ve Yahudilerdir. Ka­tade, Süddi ve Rebi’ b. Enese göre ise, Kalbleri birbirine benzeyelerden maksat Arap müşrikleri ile Yahudi ve Hıristiyanlardır

Âyet-i kerimenin sonunda: “Biz, âyetleri kesinlikle bilen bir kavme açıkladık.” buyurulmaktadır. Taberiye göre burada zikredilen “Âyetler” keli­mesinden maksat, “Sebepler” ve “Belli şeyleri gösteren alâmetler” uir. Bu açık­lamaya göre cümlenin mânâsı şöyledir: “Şüphesiz ki biz, Allah’ın, Yahudilere gazap etmesine ve onları maymunlara ve domuzlara çevirmesine ve onlar için âhirette hor ve hakir düşürücü bir azap hazırlamasına sebep olan vasıtaları açık­ladık. Keza biz, Allah’ın, dünyada iken Hıristiyanları rezil etmesine ve âhirette onları rüsvay edecek bir azap azırhiTîasüîa sebep olan vasıtaları açıkladık. Ve yine biz, Allah’ın kendisine teslim olan ve iyilikte bulunan cennet ehlini var et­mesine sebep olan vasıtaları açıkladık. O halde sizler herbir fırkanın, neden do­layı Allah’ın kendisine belli bir durumu layık gördüğünü bilin ve anlayın.

Allah teala, âyetlerini, kesinlikle bilen bir kavme açıkladığını, şek ve şüp­he içinde bulunanlara ve bilgisiz ve cahil olanlara açıklamadığını bildirmekte­dir. Zira işlerde sebat kılan ve eşyanın hakikatim kesin ve sıhhatli bir şekilde öğrenmek isteyenler, ancak yakin bir bilgi elde etmek isteyenlerdir. [13]

 

119- Ey Muhammcd, doğrusu biz seni, müjdeci ve uyarıcı olarak hak iîe gönderdik. Sen, cehennemliklerden sorumlu tutulmayacaksın.

Ey Muhamıîied, biz seni, Allah’ın, kendisinden başka din kabul etmediği, hak olan İslam dini ile gönderdik. Bİ? seni. sana itaat edeni dünyada zaferle, âhirette de devamh nimetlerle müjdeleyin olarak, sana isyan edeni ise, dünyada alçaklık ve zilletle, âhirette de hakir düşüren azapla uyarıcı olarak gönderdik. Ey Muhammed sen. kâfir olup cehennemlik olanlardan sorumlu tutulmayacak­sın

Âyet-i kerimenin sonundaki “Sorunlu tutulmayacaksın” şeklinde tercü­me edilen ifadesi iki şekilde okunmuştur. Kurralann çoğunluğu, Kur’an-ı Kerimde tesbit edildiği şekliyle bu kelimeyi olarak oku­muşlardır.

Âyetin mealdeki izahı, bu okunuş şekline göredir. Medine kurralarının bazıları ise âyetin bu bölümünü şeklinde okumuşlardır. Bu kıraata göre âyetin mânâsı: “Şüphesiz ki biz seni hak olan İslam ile bir nıüjdcleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Sen, cehennemlikler hakkında bir şey sor­ma.” şeklindedir. Bu hususta Muhammed b. Kâ’b el -Kurezi şu hadisi rivayet etmiştir: Bir gün Resulullah : “Keşke ben, babamın ve anamın ne durumda olduklarını bilmiş oîsam.” dedi. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu ve Resulul-lah’a: “Sen, cehennemliklerin ne olduklarını sorma.”   dendi.

Taberi, birinci kıraat şeklinin ve âyete ona göre mânâ vermenin daha doğru olduğunu söylemiş* Muhammed b. Kâ’bdan nakledilen bu haberin sahih olmadığım, zira Rasulullah’ın, cehennemde olan cehennemliklerin ne olacakla­rını sormasının doğru olmadığını belirtmiştir. [14]

 

120- Kendi dinlerine uymadıkça Yahudi ve Hıristiyanlar senden asla razı olmayacaklardır. De ki: “hidayet ancak Allah’ın hidayetidir.” Yemin ölsün ki sana ilim geldikten sonra şayet onların arzularına uyarsan Al­lah’tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.

Ey Muhammed, sen kendi dininden çıkıp Yahudi veya Hıristiyan olma­dıkça, Yahudi ve Hıristiyanlar senden asla razı olmayacaklardır. O halde onların rızasını ve muvafakatini istemeyi bırak ta, seni üzerinde gönderdiği hakta Al­lah’ın rızasını aramaya yönel ve onlara de ki: “Doğru yol, ancak Allah’ın yolu­dur. Aramızda hakkı batıldan ayıran da budur. O hakle şimdi siz, Allah’ın kita­bına ve açıklamalarına gelin. Bizden kimin hak kimin bâtıl üzere olduğu, hangi­mizin cennetlik hangimizin cehennemlik olduğu ortaya çıksın. Ey Muhammed, eğer sen, onlann hallerini açıklamam ve haberlerini sana anlatmamdan sonra bu Yahudi ve Hıristiyanların jıeva ve heveslerine uyarsan, Allah’a karşı seni onun azabından ve intikamından koruyup yardım edecek ne dost ne de bir yardımcı bulabilirsin.

Resulullah’ın, Yahudi ve Hıristiyanları birlikte razı etmesi mümkün değikli. Zira Yahudiler Hıristiyanlara karşı, Hıristiyanlar da Yahudilere karşıydı-lar.Resulullah Yahudileri tutsa Hıristiyanlar darılacak Hıristiyaları tutsa Yahu­diler danlacaktı. Bu iki zıt gurup bir arada da bulunamayacağına göre her ikisi­ni birden tutması da mümkün değildi. Bütün bunları birleştirecek ortak nokta, hepsinin Müslüman olmasıdır. Bu bakımdan hem Yahudi hem de Hıristiyanlar. Allah’ın doğru yolu olan ve kendilerine de birleştirecek olan İslam’a davet edil­mişler, orada birleşmeye çağırılmışlardır.

Yahudi ve Hıristiyanlardan her bir grup, sadece kendilerinin cennete gire­ceklerini iddia etmişlerdir. Allah teala da onlara cevaben: “Cennete girmek ki­şilerin isteklerine, heva ve heveslerine göre değil Allah’ın rızası ve iznine göredir.” buyurmuştur. Zira doğru yol, Yahudilik ve Hıristiyanlık değil, Al­lah’ın doğru olduğunu beyan ettiği yoldur. O yolu tutan cennete girebilir. O yol da İslamdır. [15]

 

121- Kendilerine verdiğimiz kitabı hakkıyla okuyanlar, işte onlar, ona iman ederler; Kim de onu inkâr ederse, hüsranda olanlar işte onlardır.

Kendilerine TevraU ve İncili indirdiğimiz kemselerden, Allah’a iman edip Peygamberini tasdik edenler ve Allah’ın: “Muhammede uyun” emriyle amel edenler, işte onlar, kendilerine verilen kitaba hakkıyla tabi olanlardır. Kim kita­bı ve o kitapta Allah’ın farz kıldıklarım ve Muhammed’in Peygamberliğini tas­dik etmeyi irkâr ederse, işte onlar, kendilerini, Allah’ın rahmetinden olan payla­rını almaktan mahrum edenler ve hüsrana uğrayanlardır.

Ayet-i kerimede zikredilen ve kendilerine kitap verildiği beyan edilen insanlardan maksat:

a- Katadeye göre, Resulullah’ın sahabileri ve müminlerdir. Bu görüşe göre âyetin mânâsı şöyledir: “Kendilerine kitap olarak Kur’anı vcı diğimiz müminler o Kur’ana hakkıyla uyarlar ve onu hakkıyla okurlar. İşte o Kur’ana hakkıyla iman edenler de onlardır. Kim de onu inkâr edecek our-sa işte onlar, hüsrana uğrayanların ta kendileridir.

b- İbn-i Zeyd’e göre ise kendilerine kitap verilenlerden maksat, hem Ya­hudiliğe hakkıyla iman eden hem de İslam geldikten sonra Müslüman olan İsra-iloğullarınm âlimleridir. Bu izaha göre ise âyetin mânâsı şöyledir: “Kendileri­ne verdiğimiz Tevrata hakkıyla uyan ve onu hakkıyla okuyan Yahudiler, işte onlar, Tcvrata hakkıyla iman etmiş olanlardır.

Taberi, İbn-i Zeydden nakledilen bu son görüşün daha isabetli olduğunu, zira bu âyetten Önce ve sonra gelen âyetlem ehl-i kitaptan bahsettiklerini, Resu-lullah’ın sahabilerinin ismi geçmediğini bu itibarla âyet-i kerimede zikredilen “kendilerine kitap verilenler” den maksadın Yahudiler olduğunu söylemenin daha doğru olacağını zikretmiştir.

Âyet-i kerimede zikredilen ve “Kendilerine verdiğimiz kitabı hakkıyla

okuyanlar” şeklinde tercüme edilen cümlesi, Abdullah b. Abbas, İkrime, Ebul Âliye, Abdullah b. Mes’ud, Ebu Rezin, Mücahid, Kays b. Sa’d, Hasan-ı Basri ve Katade tarafından “O kitaba hakkıyla uyarlar” şeklinde izah edilmiştir. Abdullah b. Mes’ud bu hususta şöyle demiştir: “Bu ifadeden maksat şudur: “Kendilerine kitap verilenler o kitaba hakkıyla uyarlar, yani onun helal kıldığını helal kabul ederler haram kıldığını da haram sayarlar. Onu, Al­lah’ın indirdiği gibi okurlar. Kelimeleri yerlerinden kaydırmazlar ve onu. müna­sip olmayan bir şekilde te’vil etmezler.” Abdullah b. Abbas’ın da bu cümleyi bu şeilde izah ettiği rivayet edilmektedir. Bunlara göre kelimesi “Okumak” mânâsına değil “Uymak ve tabi olmak” mânâsındadir.

Diğer bir kısım âlimler ise kelimesini “Okumak” mânâsına al­mışlar bu cümleyi “Kendilerine verdiğimiz kitabı hakkıyla okurlar.” şeklinde izah etmişlerdir.

Taberi, müfessirlerin birinci görüşte ittifak ettiklerini beyan ederek onu tercih etmiş ve âyete şu şekilde mânâ vermiştir: “Ey Muhammed, kendilerine kitap verdiğimiz Tevrat ehlinden sana ve benim kitabımdan sana gelenlere iman eden kimseler, benim Musaya indirdiğim kitabıma uyarlar. Ona iman eder ve onda bulunan senin sıfatlarını ve Peygamberliğini kabul ederler. Senin onlara helal kıldıklarını helal sayar ve aram kıldıklarından kaçınırlar. Tevratın âyet ve hükümlerini tahrif etmezler.

Allah teala, bu âyet-i kerimede, Tevrata hakkıyla uyanları övmüştür. Zi­ra, Tevrata hakkıyla uyanlar, Hz. Muhammed’e de iman ederek Müslüman ola­ma şerefine erişmişlerdir. Halbuki Tevrata hakkıyla uymayip onu tahrif ederler. Resulullah’ın Tevrattaki sıfatlarını gizlemişler ve onun hak Peygamber olduğu­nu yalanlamışlardır. Böylece âyetin de ifade ettiği gibi hüsrana uğramışlardır. [16]

 

122- Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi ve sizi, bir zaman âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.

Ey Israiloğullan, size verdiğim iyilikleri, size ve babalarınıza verdiğim sayılamayacak kadar çok nimetleri ve sizi, zamanınızın âlemine üstün kıldığımı hatırlayın.

Allah teala, İsrailoğüllarmi Firavunun zulmünden kurtarmış, denizi ya­rıp karşıya geçirmiş, çöllerde onlar için taşlardan sular fışkırtmış, gökten ye­mekler indirmiş, soylarından bir çok Pegy amberi er göndermiş, onlara Tevrat! vermiş ve böylece onları, kendi zamanlarında yaşayan diğer insanlardan üstün kılmıştır. Allah teala işte bu âyet-i kerimede onlann atalanna verdiği nimetleri hatırlatarak Resulullah’ın döneminde bulunan Yahudileri Müslüman olmaya teş­vik etmekte ve onlann kalblerini ısındırmak istemektedir. [17]

 

123- Kimsenin kimseye bir fayda sağlamayacağı, kimseden karşılık alınmayacağı, kimseye şefaatin fayda vermeyeceği ve onların yardım gör­meyeceği günden sakının.

Ey Israiloğullan, kimsenin, bir başka kimsenin ihtiyacını gideremeyeceği ve kimsenin kimseye bir faydasının dokunamayacağı, kimseden herhangi bir karşılık alınmayacağı, imansız olarak öldüğü takdirde kimseye hiçbir kimsenin şefaatinin fayda vermeyeceği ve imansız olarak ölenlerin Allah’ın azabından kurtaracak bir yardımcının da bulunmayacağı günün azabından sakının. [18]

 

124- Bir zaman rabbi İbrahimi, bir takım emirlerle imtihan etmiş o da bunları yerine getirmiştir. Allah ona “Ben seni insanlara imam yapaca­ğım.” ddi. O da “Neslimden de imam yap.” dedi. Allah da “Zalimler vaadi­me erişemezler.” dedi.

Hatırlayın bir zaman Allah. Peygamberi ve dostu îbrahimi bir kısım emirve yükümlülüklerle imtihan etmiş ve bunları yapmakla mükellef kılmıştı. İbra­him de bu emirleri mükemmel bir şekilde tam olarak yerine getirdi ve imtihanı başardı.

Bunun üzerine rabbİ ona §öye dedi: “Ey ibrahim, ben seni, hayırlarda insanlara öncü yapacağım, seni rehber edinecekler ve senin yaptıklarına uyacaklar. Sen, insanların önünden gideceksin, onlar, senin yolunu takibe-dccckler ve seni örnek alacaklar.” İbrahim de dedi ki: ” Ey rabim. benim so­yumdan da kendilerine uyulacak imamlar yap.” Rabbi de ona dedi ki: “Pey­gamberliğe ve hayırlarda önderliğe, soyundan zalim olanlar ve doğru yol­dan ayrılanlar erişemezler. Onlar için ilahi bir vaad söz konusu değildir.”

Âyet-i kerimede, Allah tealarun, Hz. İbrahim’i bir takım emirlerle imti­han ettiği zikredilmektedir. Müfessirler, İbrahimin imtihan edildiği bu emirlerin neler oldukları hakkında çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

a- İkrimenin Abdullah b. Abbastan naklettiğine göre Hz. İbrahimin imti­han edildiği emirler, İslamın temel esaslarından sayılan otuz husustur. Abdullah b. Abbas bu âyeti izah ederken şöyle demiştir: Bu dinde imtihan edilen hiçbir kimse bu dini hakkıyla ayakta tutamamıştır. Ancak Allah’ın Peygamberi ve dostu İbrahim (a.s.) tutabilmiş.tir. Allah onu bir takım emirlerle imtihan etmiş İbrahim de o emirleri hakkıyla yerine getirmiştir. Bu nedenle Allah, İbrahime bir İbraname yazmış ve onun hakkında: “Yine, vazifesini yerine getiren İb­rahimin sahifelcrindc olanlar bildirilmedi mi? [19]buyurmuştur. Abdullah b. Abbas, sözlerine devamla diyor ki: “Bu otuz temel esastan on tanesi Ahzab suresindedir ve şu âyette zikredilmektedir: “Müslüman erkeklerle müslüman kadınlara, mümin erkeklerle mümin kadınlara, ibadete devam eden erkek­lerle ibadete devam eden kadınlara, sadık erkeklerle sadık kadınlara, sa­bırlı erkeklerle sabırlı kadınlara, Allah’tan hakkıyla korkan erkeklerle Al­lah’tan hakkıyla korkan kadınlara, sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlara, oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlara, iffetlerini koruyan erkeklerle iffetlerini koruyan kadınlara, Allah’ı çokça zikreden erkeklerle Allah’ı çokça zikreden kadınlara, şüphesiz ki Allah, mağfiret ve büyük bir mükâfaat hazırlamıştır, [20] On esas da Tevbe suresinde ve şu âyette zik­redilmektedir. Bunlar: “Günahlarından tevbe edenler, Allah’a ibadet eden­ler, ona hamd edcnîer, onun yolunda seyahat edenler, rüku edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülüğü yasaklayanlar ve Allah’ın koyduğu sınır­ları koruyanlardır. Müminleri müjdclc[21] Diğer on tanesi de Müminûn ve Mearic suresinde ve şu âyetlerde zikredilmektedir: “Müminler muhakkak kurtuluşa ermişlerdir.” “Öyle müminler ki onlar namazlarında huşu için­dedirler.” “Onlar ki boş sözlerden yüz çevirirler. Onlar ki, zekatlarını ve­rirler.” “Onlar ki ırzlarını korurlar.” “Ancak eşleri ve sahip oldukları ca­riyeleri hariç. Bunlarla olan helal ilişkilerinden dolayı kınanmazlar.” “Kim bunun ötesine geçmek isterse işte onlar, haddi aşan mütecavizlerdir.” “Öy­le müminler ki onlar, emanetlerine ve vaadlerine riayet ederler. “”Onlar ki namazlarına devam ederler[22]Ancak namaz kılanlar.” “Namazlarına devam edenler,” “Servetlerinde isleyene ve yoksula hak tanıyanlar.” “He­sap gününe kesinlikle inananlar.” “Rablcrinin azabından korkanlar. -Şüp­hesiz rablcrinin azabından kimse emin olamaz.-” “Mahrem yerlerini, eşi eri ve cariyeleri dışında herkesten koruyanlar.- Çünkü onlar, eşleri ve cari­yeleri İle olan ilişkilerinden dolayı kınanmazlar,- Karıları ve cariyclcriylc yetinmeyip daha da ileri gidenler, işte onlar, Şcr’î sınırı aşanlardır.” “Emanetlerine ve sözlerine riayet edenler.” “Şahitliklerini dosdoğru ya­panlar.” “Namazlarını layıkıyla kılanlar müstesnadır. Evet işte onlar, cen­netlerde ağırlanacak kimsclcrdir. [23]

b- Tavus b. Kcysanın, Abdullah b. Abbastan naklettiğine. Katinle ve Ebul Huld’e.göre ise, Hz. İbrahim in imtihan edilip yerine getirdiği on emir, İsla-mm sünnetlerinden temizlikle ilgili on husustur. Abdullah b. Abbasın. bu âyeti izah etlerken şöyle dediği rivayet edilmiştir. “Allah İbrahimi temizlikle imtihan etti. Bu temizliğin beş tanesi insanın başıyla ilgili diğer beş tanesi de vücudunun diğer kısımlarıyla ilgilidir. Baş ile ilgili olanlar, bıyıklan kesmek, ağıza su ver­mek buruna su vermek, misvak kullanmak ve saçı taramaktır. Vücudun diğer kısımlarıyla ilgili olanlar ise, tırnakları kesmek, avret mahallerini traş etmek, sünnet olmak, koltuk altı kıllarını temizlemek, büyük ve küçük abdest bozma­larından sonra taharet almaktır.

c- Haneş’in Abdullah b. Abbastan naklettiğine göre Hz. İbrahinıin, imii-han edilerek yerine getirdiği emirler on husustur. Bunlardan altısı insan vücudu­nun temizlenmesiyle ilgilidir. Dördü ise Hac ibadetleriyle ilgilidir. İnsanın vü­cuduyla ilgili olanlar, avret mahallerini tras, etmek, sünnet olmak koltuk altı kıl­larım temizlemek, tırnaklan kesmek, bıyıklan kesmek ve Cuma günü boy ab-, desti almaktır. Hac ibadetiyle ilgili olan dört şey ise Kfıbeyi tavaf etmek safa ile Merve arasında sa’y etmek, şeytanı taşlamak ve Arafattan Müzdelifcye varmak­tır.

d- Eu Salih, Mücahid, İklime Rebi’ b. Enes’e göre ve Abdullah b. Abbas­tan nakledilen başka bir görüşe göre Hz. İbrahimin imtihan edildiği ve yerine getirdiği hususlar bu âyette zikredilen, insanlara imam olması ve bu âyetten sonra gelen yüz yirmi yedinci âyete kadar devam eden Hacla ilgili hususlardır.

Kâbenin bir sevap kazanma yeri ve bir güven yeri yapılması, İbrahimin de bun­lara uyması yine Kâbenin İbrahim iie oğlu İsmail tarafından temizlenmesinin emredilmesi, onların da bu emri yerine getirmeleri, yine Hz.İbrahim ile Hz. İs-mailin Kâbenin temellerini atarak onu yapmaları, İbrahimin yerine getirdiği emirlerdendir.

c- Katadeye ve Temimi’nin Abdullah b. Abbastan naklettiğine göre ise Hz. İbrahimin imtihan edildiği ve onlan yerine getirdiği emirlerden maksat, Hac ile ilgili ibadetlerdir.

f- Hasan-ı Basriye göre ise Hz. İbrahimin imtihan edilip başarduği husus­lar, yıldızlarla, ay ile, güneş ile, ateş ile imtihan edilip ve sünnet olma emrini yerine getirmesidir. Bu hususlar âyetlerde şöyle beyan edilmektedir. “Kendisi­ni gece bürüyünce, bir yıldız gördü. Ve “İşte benini rabbim budur” dedi. Yıldız kaybolunca da “Ben, kaybolup gidenleri sevmem” dedi.” “Ay’ı do­ğarken görünce “Benim rabbim budur” dedi. O da kaybolunca “Eğer rab­bim beni doğru yola scvkctmcscydi yemin olsun ki sapık kavimden olur­dum” dedi.” “Güneşi doğarken görünce “Benim rabbim budur” bu daha büyüktür.” dedi. O da kaybolunca dedi ki: “Ey kavmim, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağını. [24] “Kavmj; “Onu yakın da ilahlarınıza yardın edin, eğer bir şey yapacaksanız.” dediler. ” “Biz de ” Ey ateş İbrani-me karşı soğuk ve selamet ol.” dedik. [25]

Peygamber efendimiz bir Hadis-i Şerifinde buyurmuştur ki:

“İbrahim (a.s.) seksen yaşındayken keserler sünnet olmuştur[26] Hasan-ı Basri Hz. İbrahimin, oğlu İsmaili kesmekle imtihan edilmesini de bu imtihanlardan saymıştır. Bu hususta âyetlerde şöyle Duyurulmaktadır: “Biz de onu halim selim bir evlat ile müjdeledik.” “Çocuk, babası İbrahim’in ya­nında yürüyüp koşacak çağa gelince İbrahim ona: “Yavrucuğum ben rü­yamda seni boğazladığını görüyorum. Bak ne dersin?” dedi. Çokcuk ta: “Babacığım emrolunduğunu yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacak­sın.” dedi. “Her ikisi de Allanın emrine boyun eğip İbrahim, çocuğu alnı üzerine yatırınca, biz ona: “Ey İbrahim, rüyana sadakat gösterdin. İyilikte

bulunanları işte biz böyle mükâfaatlandırırız.” diye nida ettik.” “Şüphesiz bu apaçık bir imtihandı.” “Biz ona, büyük bir kurbanlığı, çocuğun yerine fidye olarak verdik. [27]

g- Süddiye göre ise Hz. İbrahimin, imtihan edildiği huuslardan maksat, bu âyetten sonra gelen ve yüz yirmi dokuzuncu âyete kadar devam eden ve Hz. İbrahimin, rabbinden istediği hususlardır. Mesela: “Ey rabbimiz, bunu bizden kabul et. Şüphesiz ki sen, çok iyi işiten ve çok iyi bilensin. [28] duası bun­lardandır.

Taberi diyor ki: “Allah teala, âyet-i kerimede, Hz. İbrahimi bir kısım emirlerle imtihan ettiğini Hz. İbrahimin de bu emirleri hakkıyla yerine getirdiği­ni beyan etmiştir. Olabilir ki bu âyette Hz. İbrahimin imtihan edildiği zikredilen emirler yukarıda sayılanların tümüdür. Zira aslında Hz. İbrahim bunların hep­siyle imtihan edilmiş ve başarmıştır. Yine olabilir ki âyette, İbrahimin imtihan edildiği zikredilen emirler, yukarıda sayılanların sadece bir kısmıdır. Bu neden­le, herhangi bir kimsenin, Resulullah’tan nakledilen bir hadise veya müfessirle-rin icmaı gibi herhangi bir delile dayanmaksızın, Hz. İbrahimin yukarıda sayı­lan hususların tümüyle veya belli bir kısmıyla imtihan edildiğini söylemesi doğ­ru değildir Ne Resulullahtan bu hususta kesin bir haber varid olmuştur ne de bir icma vardır. Bu hususta Resulullahtan şu iki hadis-i şerit” zikredilmiş ise de se­netleri tartışma konusu olduğundan hadislere güvenilmcmektedir. Bu itibarla Hz. İbrahimin, gerçekte hangi emirlerle imtihan edilip başardığını söylemek doğru değildir. O, bunların hepsiyle de imtihan edilmiş olabilir, sadece bir kıs­mıyla da. Bu iki hadisten biri, Muaz b. Enesten rivayet edilmektedir. Muaz, Re-sulullahın şöyle buyurduğnu söylemiştir. “Ben size, Allanın İbrahimi niçin vazi­fesini hakkıyla yapan dostu olarak isimlendirdiğini bildireyim mi? İbrahim her sabahladığında ve akşamladığında şunu söylerdi: “Akşama girerken de sabaha ererken de Allah’ı tenzih ederim. Göklerde ve yerde hamd ona mahsustur. Gü­nün sonunda ve öğle vaktine girince Allahi tenzih ederim.”

İkinci hadis ise şudur: Ebu Ümaıne Resulullah’ın şöyle buyurduğunu ri­vayet etmiştir: “Biliyor musunuz İbrahim hangi vazifesini yerine getirmiştir?” Sahabiler “Allah ve Resulü daha iyi bilir.” demişler Resulullah’da “İbrahim her gün dört rekat namaz kılardı.” buyurmuştur.

Âyet-i kerimenin devamında “Allah’da: “Zalimler vaadime erişemez­ler.” dedi.” buyurulmaktadır. Müfessirler, Allah tealanın, zalimlerin ulaşama­dığını bildirdiği vaadinden neyin kastedildiği hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir.

Süddiye göre bu vaadden maksat, Peygamberliktir. Zalim ve müşrikler buna ulaşamazlar.

Mücahid ve İkrimeye göre bu vaadden maksat, İmamlık ve önderliktir. Zalimler, mümin kullara önderlik edemez ve müminler onlara uyamazlar.

Abdullah b. Abbasa göre buradaki vaadden maksat, zalimlere itaat etme­me vaadidir. Yani zalime zulmünde itaat edilemez demektir, onlara itaat edil­meye dair söz verilemez. Verilirse bu sözün bozulması gerekir.

Katade ve İbrahim en-Nehaiye göre âyette zikredilen vaadden maksat, âhirette eman verme vaadidir. Zalimler, âhirette Allah’ın vereceği güven vaadi­ne erişemeyeceklerdir.

Rebi’ b. Enes ve Dehhaka göre ise bu âyette zikredilen vaadden maksat, Allah’ın dinidir. Zira zalimler. Allah’ın dinine bağlı kalmazlar bilakis Allah’a is­yan ederler,

Aynca bu âyette Allah teala, İbrahimin duasını kabul edip istediğini ya­pacağını ancak zalim olanların buna ulaşamayacaklarını haber vermektedir. Çünkü önderlik bir lüturtur. Allah bunu, düşmanlarına değil dostlarına bahşe­der.

İBRAHİM ALEYHİSSELAM: İbrahim Aleyhisselam, Âzer adında bir şahsın oğludur. Bâbil şehrinde dünyaya gelmiş, rivayete göre İki yüz sene yaşa­mıştır. Bâbil şehrinde yaşayan insanlar, putlara ay’a, güneşe ve yıldızlara tapı­yorlardı. Hükümdarları Nemrut itli. İbrahim aleyhisselam işte bu kavme pey­gamber olarak gönderildi. Allah teala kendisine on sahife verdi. İbrahim aley­hisselam, Allah’ın kendisine gönderdiği emir ve yasakları kavmine tebliğ etti. Fakat onlar kendisini dinlemediler. Nemrut büyük bir ateş yaktırarak, İbrahim aleyhisselamı mancınıkla o ateşin içine attırdı. Fakat ateş, Allah tealanın em­riyle onu yakmadı ve ateşin içine düştüğü yer güllük gülistanlık haline geldi. Bu .mucizeden sonra bir kısım insanlar kendisine iman ettiler fakat bir kısımları da inkârlarında ısrar ettiler.

İbrahim aleyhisselam, kendisine iman edenlerle birlikte Bâbilden çıkıp Şam taraflarına hicret etti. Sonra Mısıra gitti ve daha sonra Ken’an iline döndü ve Kudüs civarına yerleşti. Bir ara oradan Hicaza giderek, oğlu İsmail ile bir­likte Kâbeyi inşa etti.

Peygamber efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) de Hz. İbrahimin oğlu Hz. İsmailin soyundandır.

Hz İbrahim, “Ülül Azim” diye vasıflandırılan beş büyük Peygamberden biridir. Ülüi Azim Peygamberlerden diğerleri de Hz. Nuh, Hz. Musa Hz. İsa ve âhir zaman Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.) dir. [29]

 

125– Biz, Kâbcyi insanlar için bir toplantı ve emniyet eri yaptık. “İb­rahimin makamını namazgah edinin.” dedik. İbrahim ve İsmailc: “Evimi tavaf edenler, orada oturanlar, rüku ve secde edenler için temizleyin.” diye emrettik.

Hatırlayın biz, Beytül Hanım olan, içerisinde her türlü tartışmanın ve ça­tışmanın yasak olduğu Kâbeyi, insanlar için bir toplantı yeri kıldık. İnsanlar her yıl orada toplanıp tekrar dağıhrlar.Ona asla doymazlar. O Kâbeyi insanlar için bir güven yeri yaptık. İçine giren, hiçbir şeyden korkmaz olur. Ey insanlar, si­zin, ibadetinizi yerine getirmeniz için, benden de İbrahime bir taltif olarak, İbra-himin makamını namazgah edinip orada namaz kılın. Çünkü ben onu, kendisine uyulan ve izi takibedilen bir imam kıldım. Biz, İbrahim ve İsmaile, Beytullahı Aİİah’a ibardet maksadıyla tavaf edenler, çevresinde bulunup orada itikâfa gi­renler ve içinde namaz kılnalar için, şirkten, putlara tapınılmaktan temizleyin.” diye emir ve tavsiyede bulunduk.

* Âyet-i kerimede zikredilen ve “Toplantı yeri” olarak tercüme edilen ( L;ıü ) kelimesi, Katade tarafından “toplantı yeri” olarak izah edilmiş, Abdul­lah b. Abbas, Mücahid, Süddi, Atâ, Atiyye, Said b. Cübeyr ve İbn-i Zeyd tara­fında ise “Devamlı olarak dönülüp kendisine gidilen ve kendisine gitmekle do­yulmayan yer” olarak izah edilmiştir.

Âyet-i kerimede Kâbenin “Emniyet yeri” olduğu zikredilmiştir. Kurulu­şundan beri Kabe, içine girenler için bir emniyet yeri olmuştur. Öyle ki cahiliye döneminde bile insanlar babalarının katilini dahi Kâbede görmüş olsalar ona dokunmazlar ve birşey demezlerdi. Allah teala Kâbenin bu durumunu başka bir âyet-i kerimede şöyle beyan etmiştir: “Çevrelerinde insanlar kaçırılıp zulmedi-lirken bizim, Mekkeyi mukaddes ve emin bir belde yaptığımızı görmediler mi? Bâtıla inanıp ta Allah’ın nimetini inkâr mı e diyorlar? [30]

Âyet-i kerimede Hz. İbrahimin makamının namazgah edinilmesi emredil­miştir. Müfessirler, Hz. İbrahimin makamının neresi olduğu hakkında farkh gö­rüşler zikretmişlerdir.

Abdullah b. Abbas, Mücahid ve Atadan nakledilen bir görüşe göre Hz. îbrahimin makamından maksat, Arafat, Müzdelife ve Şeytan taşlama yerleridir.

Mücahidden nakledilen başka bir görüşe göre, İbrahimin makamından maksat. Harem böigesininin tümüdür.

Said b. Cübeyrin, Abdullah b. Abbastan naklettiğine göre İbrahimin ma­kamından, maksat, Kâbeyi yaparken iskele olarak kullandığı taştır.

Katade, Rebi’ b. Enes ve Süddiye göre Hz. İbrahimin makamından mak­sat, Mescid-i Haramda bulunan makamıdır, katade diyor ki: “Allah teala Hz. İb­rahimin makamında namaz kılınmasını emretmiş oraya el sürmeyi emretmemiş-tir. Fakat bu ümmet, geçmiş ümmetlerde olduğu gibi kendilerini zorluklara sü­rüklemişler ve oraya el sürmüşlerdir. Bir kısım insanlar bize, Hz. İbrahimin ma­kamında bulunan taşta Hz İbrahimin ayağının ökçesinin ve parmaklarının izini gördüklerini fakat bu ümmetin ona ellerini sürerek bu izlerin silindiğini söyle­mişlerdir.

Taberi, son görüşün daha doğru olduğunu zira bu hususta Hz. Ömer ve Cabir b. Abdullahtan iki sahih hadis zikredildiğini söylemiştir.

Hz. Ömer (r.a.) diyor ki:

“Uç husustaki düşüncelerim, rabbimin indirdiği vahye uygun düştü. De­miştim ki: “Ey Allah’ın Resulü, İbrahimin makamını namazgah edinsen (olmaz mı?) Bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Yine dedim ki: “Ey Allah’ın Resulü, sa­na takva sahibi de geliyor fâcir’de, (günahkâr da.) müminlerin annesi olan ha­nımlarının örtünmesini emretsen. (olmaz mı?) “Bunun üzerine örtünme âyeti nazil oldu. Yine Resulullah’in hanımlarından bazılarına sitem ettiğini duydum.

Kendilerine gittim ve dedim ki: “Ya bu davranışlarınızı terkedin yoksa Allah, Peygamberine sizden daha hayırlısını verir.” Derken onlardan birisinin yanına vardığımda bana dedi ki: “Ey Ömer, Resulullah’ın, hanımlarına öğütîeyeceği bir şey yok ta onlara sen mi öğüt veriyorsun?” Bunun üzerine: “Ey Peygamber ha­nımları, eğer Peygamber sizi boşarsa, yerinize rabbi ona, sizden daha ha­yırlı olan, rabbinin emirlerine boyun eğen, iman eden, itaatli, tevbekâr, ibadet eden, oruç tutan, dul ve bakire eşler verebilir.” [31] âyeti nazil ol­du[32]

Cabir b. Abdullah diyor ki:

“Biz, Resulullah ile beraber Kâbeye geldiğimizde o, Hacerül Esvedi se­lamladı. İlk üç şavtta remel yaptı (hızlı yürüdü) son dört şavtı ise normal yürü­yerek yaptı. Sonra insanlan yararak İbrahimin makamına vardı ve “…İbrahi-min makamını namazgah edinin…” âyetini okudu ve İbrahimin makamını kendisi ile Kâbenin araşma aldı.” (İbrahimin makamının arkasında durarak Kâbeye karşı namaz kildı. [33]

Taberi diyor ki: “İbrahimin makamından maksat, Hac yapılan bütün yer­lerdir.” diyener, “Namazgah” diye tercüme edilen kelimesini “Dua edilen yer” şeklinde izah etmişler ve âyete şu şekilde mânâ vermişlerdir. “Siz, Hacda ziyaret edilen ve İbrahimin makamı sayılan yerlerde dua edin, oraları dua makamı yapın.

Hz. İbrahimin makamının namazgah edinilmesinin emredilmesinin hik­meti, bir yandan kullan ibadete teşvik diğer yandan Hz. İbrahime bir ikram ve bir taltiftir.

Allah teala âyet-i kerimede Hz. İbrahime ve îsmaile, evi olan Kâbeyi te­mizlemelerini emretmiştir. Bu temizlemeden maksat, Kâbeyi putlardan, putlara tapmaktan ve Allah’a ortak koşmaktan temizlemektir.

Taberi diyor ki: “Burada şöyle bir soru sorulabilir: “Hz. İbrahim Kâbeyi yapmadan önce Harem bölgesinde başka bir mescit mi vardı ki Allah, İbrahim ve İsmaile orayı putlara tapmaktan ve kendisine ortak koşulmasından arındırıl­masını emretti? B« soruya müfessirler iki şekilde cevap vermişlerdir. Bunlardan biri şudur: “Allah teala İbrahim ve İsmaile: “Siz, benim evim olan Kâbeyi şirk ve putlardan arınmış bir şekilde yapın.” diye emretmiştir. Nitekim başka bir âyetinde, takva üzere yapılan Mescidi şöyle Övmüştür: “Binasının temelini al-lah’tan korkma ve rızasını kazanma esası üzerine kuran mı yoksa binasını bir uçurumun kenanna kurup ta onunla cehennemin ateşine göçen mi daha hayırlı­dır? Allah, zalimler güruhunu doğru yola sevketmez. [34] Süddi izahını bu şe­kilde yapmıştır.

Bu cevaplardan ikincisi ise şudur: Allah teala Hz. İbrahim ve İsmaile, Kâbeyi yapmadan Önce, yerini, müşriklerin edindikleri putlardan temizlemeleri­ni, yaptıktan sonra da putlardan, onlara tapmaktan ve Allah’a ortak koşmaktan temiz tutmalarını emretmiştir. Ta ki onlardan sonra gelenlere bir sünnet olarak kalsın ve insanlar İbrahime uymuş olsunlar.

Âyette zikredilen ve “Tavaf edenler” diye tercüme edilen ifadesinden maksat, Said b. Cübeyre göre “Kâbeye dışarıdan gelen yabancılar.” Atây göre ise “Orayı tavaf eden insanlar”dır. Taberi, Atanın görüşünü tercih et­miştir.

Yine âyet-i kerimede geçen ve “Orada oturanlar” diye tercüme edilen ifadesinden maksat, Beytül Haramın içinde, tavaf etmeksizin, namaz kümaksızın.oturanlardir.

Mücahide ve İkrimeye göre, Kâbenin içinde itikâfa giren ve onun komşu­su olan insanlardır.

Said b. Cübeyr ve Katadeye göre ise Mekke halkıdır. Abdullah b. Abbasa göre ise “Namaz kılanlardır.”

Taberi, birinci görüşü tercih etmiş, bu âyetteki den maksadın. Beytül Haramın içinde namaz kılmaksızın ve tavaf yapmaksızın oturanlar oldu-unu söylemiştir. [35]

 

126- İbrahim şöyle dedi: “Ey rabbim bu beldeyi emniyetli kıl. Halkından, Allah’a ve âhirct gününe iman edenleri mahsullerle miktarıdır. “Allah da: “Kim inkâr ederse, onu az bir müddet geçindirir sonra cehen­nem azabına uğramak zorunda bırakırız, orası ne kötü bir yerdir.” dedi.

İbrahim şöyle dedi: “Ey rabbim, bu beldeyi zorbaların saldırısından emin kıl. Bu beldeyi cezalandırma. Ey rabbim, kâfir olanların dışında, Mekke’de ya­şayan müminleri çeşitli mahsullerle rızıklandir.” Rabbi de İbrahime dedi ki: “kim inkâr ederse onu da nzıklandmnm. Çünkü ben, iyilerin de kötülerin de rı­zalarını veririm. Ecelleri gelinceye kadar onları, dünyadaki mahsullerle az bir zaman geçindiririm. Sonunda da onu yüzüstü süründürerek cehennem azabına sevkederim. Bu dünya nimetleriden sonra varılacak o cehennem ne kötü bir yer­dir.

* Âyet-i kerimede Hz. İbrahimin, Mekke’nin güvenli bir belde olması için Allah’a dua ettiği zikredilmektedir. Mekke’nin güvenli bir yer olması, hem zorba insanlara karşı hem de sel, zelzele ve benzeri âfetlere karşı talep edilmiş­tir. Ancak Mekke’nin güvenli bir bekle olması Hz. İbrahimin duasından Önce mi yoksa onun duasından sora mı olduğu hususu müfessirler arasında ihtilaf ko­nusu olmuştur.

a- Abdullah b. Abbas ve Ebu Şüreyh el-Huzaî gibi bir kısım müfesirlere göre Allah teala, Harem bölgesini, gökleri ve yeri yarattığı günden itibaren hem zorbaların saldırısına karşı hem de bir kısım maddi âfetlere karşı güvenli bir belde kılmıştır. Hz. İbrahimin, Harem bölgesinin güvenli bir bölge olmasını is­temesi, onun, zorbalara ve âfetlere karşı güvenli olmasını isteme değil aile efra­dını orada yerleştirdiği için oranın, kıtlık ve bitki eksikliğine karşı güvenli bir belde olmasını istemesidir. Zira Hz İbrahim, oğlu İsmail ve hanımı Haceri bu bölgeye yerleştirirken orada ne ekin vardı ne de canlı hayvan. O, rabbine niyaz eyledi ki oraya bıraktığı hanımı ve çocuğu korunsun, açlık ve susuzluktan öl­mesinler. Bu görüşte olan müfessirler, delil olarak Resulullah’m şu hadis-i şeri­fini zikretmişlerdir. Bu konuda Resulullah (s.a.v.) Mekke fethinde şöyle buyur­muştur:

“Şüphesiz ki Allah Mekkeyi, gökleri ve yeri yarattığı günden itibaren ha­ram (her türlü eziyet verici davranışın yasak olduğu yer) yaptı. Burası, Allah’ın haram kılmasıya,kıyamete kadar haram bir belde olarak kalacaktır. Burası ben­den önce hiçbir kimseye helal kıhnmadığ) gibi benden sonra da kimseye helal kılınmayacaktır. Burası bana da sadece bir an için helal kılındı. Buranın avı ko-valanamaz. Buranın dikeni kopanlamaz. Buranın otu biçilemez. Burada kaybo­lan şeyi toplamak ancak bu işle vazifeli kişiye (tellala) helaldir.” bunun üzerine Abdülmuttalibin oğlu Abbas dedi ki: “Ey Allah’ın Resulü, “İzhir” otunu hariç tut. Çünkü bu ot, yakıt olarak demirciler ve evler için gereklidir.” bunun üzeri­ne Resulullah sustu ve sonra “İzhir otu hariç. O helaldir, buyurdu. [36]

Henefi mezhebine göre bu beldede koparılması yasak olan bitkiler kendi­liğinden biten bitkilerdir. İnsanlar tarafından ekilen veya dikilen bitkiler bu ya­sağın kapsamına ginnemekîedir. Şafiilere göre ise her türlü bitkinin koparılması yasaktır.

b- Diğer bir kısım müfessirler ise, Harem bölgesinin, Hz. İbrahimin dua­sından önce diğer yerler gibi olduğunu, orada normai davranışların serbest oldu-unu ancak Hz İbrahimin duasından sonra kutsal bir belde haline geldiğini söyle­mişlerdir. Zira Hz. İbrahimin duasında, Harem bölgesinin, herşeye karşı güvenli bir bölge olması istenmiş, sadece kıtlık ve açlığa karşı güvenli olması istenme­miştir. Bu görüşte olan müfessirler, delil olarak, Cabir b. Abdullah, Ebu Hurey-re, Rafı’ b. Hadic, Abdullah b. Zeyd b. Âsim ve Enes b. Mâlikten rivayet edilen şu hadis-i şerifi zikretmişlerdir. Enes b. Mâ/ik diyor ki:

“Bir gün bir yolculuk esnasında Resulullah birden Uhud dağı ile karşı­laştı ve şöyle buyurdu: “Bu bizim, kendisini sevdiğimiz kendisinin de bizi sev­diği dağdır. Ey Allah’ım, İbrahim Mekke’yi harem bölge kıldı. Ben de iki tepe arasındaki Medineyi Harem bölge kıldım. [37]

Taberi diyor ki: “Doğru olan şudur ki, Allah teala, Mekkeyi yarattığı gün­den itibaren Harem bir bölge kılmıştır. Nitekim ResuluHah (s.a.v.) Hadis-i Şeri­finde bunu bildirmiştir. Allah tealanın, Mekkeyi yaratılışından itibaren Harem bölgesi kılması, orayı âfetlerden muhafaza etmesi ve oranın sakinlerini Tağutla-nn ve zorbaların saldırılarına karşı himaye etmesi şeklinde olmuştur Mekke’nin bu halini, Hz. İbrahimden önce herhangi bir Peygamberi vasıtasıyla belirtme­miştir. Hz. İbrahime kadar, bu durum böyle devam etmiştir. Nihayet Aîlah teala, Hz. İbrahim’e Kabe’nin yerini göstermiştir. Hz. İbrahim, hanımı Hacer ve oğlu İsmaili oraya yerleştirmiş ve o sırada rabbinden Kâbeyi ve bulunduğu bölgeyi, insanlar için Harem bölgesi kılmasını niyaz etmiştir. Ta ki kendisinden sonra gelen insanlar için uyulması gereken bir sünnet olsun. Zira Hz. İbrahim, insan­lara imam kılınmıştı. Allah teala Hz. İbrahimin duasını kabul etti. Onun diliyle, Harem bölgesinin, insanlara Haram olduğunu bildirdi. Böylece, daha önce Al­lah tarafından haram kılınan Harem bölgesi Hz. İbrahimin diliyle de haram kı­lınmış oldu ve Harem bölgesinde avlanmak ve bikilerini koparmak ta haram ol­du.

Taberi sözlerine devamla diyor ki: “Âyetin bu şekilde yorumlanması Re-sulullah’tan nakledilen ve birbiriyle çelişir gibi görünen iki ayn hadisin bağdaş­tırılması için en güzel yorumdur. Bu itibarla bu yorum tarzı tercihe şeyandır.

Âyeti kerimede, “Kim, inkar ederse onu az bir müddet geçindiri­rim”. Buyurulmaktadır. Burada ifade edilen, “Az bir müddet” geçindirilmek” ten maksat kâfir olanın, âhiret nimetleri karşılığında çok az sayılan dünyadaki nzıklarıdir. Diğer bir kısım âlimlere göre dünyadaki hayatıdır. Başka bir kısım âlimlere göre ise Hz. Muhammed (s.a.v.) gönderilinceye kadar müşriklerin Mekkede yaşamalarıdır. Zira Resulullah Peygamber olarak geldikten sonra kâfirler, ya iman etmişler veya öldürülmüş yok edilmişlerdir. [38]

 

127- İbrahim ve İsmail, Kabe’nin temcilerini yükseltirken rablcrinc şöyle dua ettiler: “Ey rabbimiz, bunu bizden kabul et. Şüphesiz kî sen, çok iyi işiten ve çok iyi bilensin.”

İbrahim ve İsmailin, Kabe’nin temellerini yükselttiklerini hatırla. Onlar Kâbeyi yapıyor ve şöyle diyorlardı: “Rabbimiz, amelimizi ve senin evini yap­makla sana olan itaatimizi kabul et. Çünkü sen, duamızı çok iyi işiten, kalbimizde olanı çok iyi bilensin.”

* Hz. İsmail sırtıyla taş taşıyor Hz. İbrahim de binayı yapıyordu. Binanın duvarları yükselince Hz. İsmail, şu anda “Makam-ı İbrahim” de bulunan taşı ge­tirdi. Ve Hz.İbrahim onun üzerine çıkararak yapıma devam etti.

Kabe’nin ilk defa kim tarafından yapıldığı hakkında farklı görüşler zikre­dilmektedir. Hz. Hüseyin’in torunu Muhammet! b. Ali el-Bûkir’dan nakledilen bir görüşe göre, Kâbeyi Hz. Âdem’den de evvel melekler yapmıştır. İbn-i Cü-reye, Ata ve Said b. el-Müseyyeb’den nakledilen diğer bir görüşe göre ise Kâbeyi ilk önce Hz. Âdem yapmıştır.

İbn-i*Abbas, Kâ’b b. el-Ahbar, Katade ve Velıb b. el-Munebbih’ten nakle­dilen diğer bir görüşe göre ise Kfıbeyi ilk önce Şit (a.s.) yapmıştır.

Kur’an-ı Kerim’de, Kâbenin temellerinin, Hz. İbrahim ve oğlu İsmail ta­rafından yükseltildiği zikredilmiş daha önceki durum beyan edilmemiştir.

Bu hususta Taberi özele şu görüşleri nakletmektedir:

a- İbn-i Cüreyc Atâ’dan ve Said b. Cübeyr de Abdullah b. Abbas’tan şu­nu nakletmişlerdir: Kâbenin asıl temellerini, Allah’ın emriyle Hz. Âdem yap­mıştır. Daha sonra bu temeller yıkılıp yeri kaybolmuştur. Sonunda Allah teala Hz. îbrahime, Kabe’nin yerini göstermiş ve onu yeniden yapmasını emretmiştir. İşte âyet-i kerime bu duruma işaret etmektedir.

Bu hususta Atadan şunlar nakledilmiştir: Hz. Âdem Allah’a dua ederek “Ey rabbim, ben artık meleklerin seslerini duyamıyonnu.” demiştir. Allah teala da “Bu senin hatan yüzündendir. Sen yeryüzüne in. Orada benim için bir Bey-tullah yap. Sonra Meleklerin gökteki Beytullah’i tavaf ettikleri gibi sen de orayı tavaf et.” buyurmuştur. İnsanlar, Hz. Âdemin, Beytullah’i şu beş dağdan yaptığı kanaatındadirlar. Bu dağlar da Hira, Zita. Sina, Lübnan ve Cûdî dağlarıdır. Kâbenin tabanı Hira dağındandı. İşte Âdem Kâbeyi böyle yapmıştı.Ondan sonra da İbrahim yaptı.

b- Abdullah b. Amr b. el-Ass’tan Sivar’ın, Atâ b. Ebi Rebahtan Katadenin naklettiklerine göre ve Ebandan nakledilen diğer bir görüşe göre Hz. İbrahinıin, temellerini yükselttiği Kâbenin önceki temelleri Allah tealanın, Hz. Âdemle bir­likte gökten indirdiği yakut veya İnciden oluaşan temellerdi. Hz. Âdem yeryü­züne inmemişken arşın etrafını tavaf ettiği gibi yeryüzüne indikten sonra ila Kâbenin etrafında tavaf ediyordu. Sonra Nuh tufanı olunca Allah teala Kâbeyi tekrar göğe kaklardı. Hz. İbrahim de bu temellerin yerine Kâbeyi tekrar inşa et­ti. Bu hususta Abdullah b. Amr’ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Allah tea­la Âdemi cennetten yeryüzüne indirince ona “Ben, seninle birlikte bir Beytullah indireceğim. Arşımın çevresinde tavaf edildiği gibi onun çevresinde tavaf edile­cek ve arşımın çevresinde namaz kılındığı gibi onun çevresinde de namaz kılınacaktır.” buyurdu. Nuh tufanı olunca Beytullah göğe çekildi’. Hz. Nuhtan son­ra gelen Peygamberler Kabe’nin bulunduğu yer kanaatiyla o civarda Mac yapı­yorlar. Fakat Kâbenin yerini tam olarak bilemiyorlardı. Nihayet Allah tcala Hz. İbrahime Kabe’nin yerini bildirdi. İbrahim de Kâbeyi beş dağdan yaptı. Bu dağ­lar, Hira, Zübeyr, Lübnan, Tur ve Hamr dağlandır.

o Mücahide, Amr b. Dinar, Abdullah b.Abbas ve diğer bir kısım âlimlere güre, Kabe’nin asıl temelleri, Allah teala henüz dünyayı yaratmadan önce, dün­ya su halindeyken yukarı doğru kubbe halinde yükselen kırmızı bir tepecikti. Sonra Allah teala, yeryüzünü düzgün bir şekilde yarattı. Kâbenin temelini teş­kil eden bu kırmızı tepe olduğu gibi kaldı. Nihayet Allah teala Hz. İbrahime, Cebrail vasıtasıyla bu tepenin yerini tanıttı. Hz. İbrahim de bunun üzerine Kâbeyi inşa etti. Başka bir rivayette, şiddetli esen bir rüzgâr vasıtasıyla Kâbenin bu temelini Hz. İbrahime tanıttı. O da bu temel üzerine Kâbeyi yaptı. İkrimenin Abdullah b. Abbastan naklettiğine göre, Kabe’nin temelleri, dünya yaratılmadan iki bin sene önce yaratılmıştır.

Taberi diyor ki: “Bize göre doğru olan görüş şudur: “Allah teala, Hz. İb­rahim ile oğlu İsmailin, Beytullahil Haram olan Kâbenin duvarlarını yükselttik­lerini zikretmiş bu temellerin ne zaman ve nasıl atıldıklarını beyan etmemiştir. Bu hususta Resulullahtan zikredilen sahih bir haber de yoktur. Bu itibarla Kâbenin temelleri Hz. Adem ile birlikte gökten indirilmiş te olabilir. Dünya su halindeyken kubbe şeklinde yükselen ve tepecik haline gelen bir temel de olabi­lir. Kâbeni, gökten indirilmiş bir inci veya yakut olmasıda, daha sonra Nuh tufa­nı sırasında bu inci ve yakutların göğe kaldırılmış olması da muhtemeldir. Yine Kabe’nin temellerinin Hz. Âdem tarafından atılarak yapılmış olması, daha sonra yıkılıp izlerinin kaybolmuş olması da muhtemeldir. Bunlardan herhani birini tercih ettirecek kesin bir delil yokîur.

Âyet-i kerimede “Ey Rabbimiz, bunu bizden kabul et” buyurulmakta-dır. Bir kısım müfessirler bu duanın hem Hz. İbrahim’e hem de oğlu İsmaile ait olduğunu söylemişler, diğer bazıları ise bu duamn sadece Hz. İsmaile ait oldu­ğunu söylemişlerdir. Bu son yoruma göre âyetin mânâsı şöyledir: “Ey Resu­lüm hatırla, bir zaman İbrahim. Kâbenin temellerini yükseltiyor İsmail de “Ey rabbimiz. sen bunu bizden kabul et.” Çünkü sen çok iyi işiten ve çok iyi bilen­sin.” diyordu.

Müfessirler, Kâbeyi yapan ustanın sadece Hz. İbrahim mi yoksa onunla birlikte oğlu İsmail de mi olduğu hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

Süddi ve Ubeyd b. Umeyr’e göre Kâbeyi Hz. İbrahim ve Hz. İsmail bera­berce yapmışlardır. Bu hususta, Süddi’nin şunları söylediği rivayet edilmiştir. “İbrahim ve İsmaile “İbadet edenler için Kâbeyi temizlemeleri emredilince İbra­him Mekke’ye gitti. Ve oğlu İsmail ile kazmaları ellerine aldılar. Fakat, Kâbeyi nereye yapacaklarını bilemediler. Allah onlara, iki kanadı bir de başı bulunan ve âdeta yılan şeklini alan bir rüzgar gönderdi. Bu rüzgara, “Dönerek şiddetle esen rüzgar” anlamına gelen denir. Rüzgâr, İbrahim ve İsmail için Kabe’nin etrafını süpürdü. Onlara temelleri yapacakları yeri gösterdi. Onlar da kazma ile, rüzgârın temizlediği yerleri takibederek kazdılar. Böylece Kâbenin temelini yeniden kurdular. Hacerül Esved köşesine ulaşınca İbrahim, oğlu İsma-ile “Ey oğlum, git güzel bir taş bul getir buraya koyayım.” dedi. İsmail “Baba­cığım, ben ağır hareket eden biriyim ve yorgunum.” dedi. İbrahim “Git onu ba­na getir.” dedi. Bunun üzerine İsmail gidip babasının istediği taşı aradı. Ona bulduğu bir taşı getirdi. İbrahim o taşı beğenmedi. îsmaile “Daha güzel bir taş getir.” dedi. İsmail tekrar taş aramaya gitti. Bu arad Cebrail Hacerül Esvedi Hindistan’dan getirdi. Bu taş, Hz. Âdem ile birlikte çenetten gelmişti. Rengi çok beyazdı. Beyaz bir yahut halindeydi. Fakat insanların günahları yüzünden si-yahlaştı. İsmail de başka bir taş getirdi. O sırada, İbrahimin yanında, köşeye ko­nulmuş olan Hacerül Esvedi görünce “Bunu kim getirdi?” dedi. İbrahim “Sen­den daha zinde olan getirdi.” dedi. Ve ikisi birlikte Kâbeyi yaptılar,

Sadi b. Cübeyrin, Abdullah b. Abbas’tan naklettiğine göre ise Kâbeyi ya­pan asıl usta Hz. İbrahimdir. İsmail ise babasına amelelik yapmış, taş ve malze­me taşımıştır. Bu hususta Abdullah b. Abbas’m, şunları söylediği rivayet edil­mektedir: “İsmail zemzem suyuna yakın bir yerde ok yaparken babası İbrahim çıkagelmiştir. İsmail babasını görünce ayağa kalkmış, buba-oğulun birbirerini karşılamaları gibi karşılamışlardır. Ondan sonra İbrahim, İsmaile “Ey İsmail, Allah bana bir şey emretti.” demiş, İsmail de babasına “Rabbinin sana emrettiği­ni yap.” demiştir. İbrahim, “Bana yardım eder misin?” diye sormuş İsmail “Evet yardım ederim.” diye cevap vermiştir. İbrahim, çevresinden daha yüksek olan Kâbenin yerini göstererek “Allah bana, burada BeytuUah yapmamı emretti.” demiştir. İşte bundan sonra İbrahim ve İsmail, Kâbenin temellerini yükseltmeye başlamışlardır.İsmail taş taşımış, İbrahim ise yapmıştır/Temeller yükselince İs­mail, “Makam-ı İbrahim” diye adlandırılan taşı getirmiş Hz. İbrahim’in ayakları­nın akına koymuş o da üzerine çıkarak Kâbeyi yapmaya devam etmiştir. Bu ara her ikisi de rablerip.e niyaz ederek “Ey rabbimiz bunu bizden kabul et. Şüphesiz ki sen. çok iyi işiten ve çok işi bilensin.” demişlerdir.

Hz. Ali’den nakledilen başka bir görüşe göre, Kâbeyi yapım, Hz. İbrahim­dir. Kâbenin yapımı sırasında Hz. İsmail küçük bir çocuktur. Hz. Ali den bu hu­susta şunlar nakledilmektedir: /tllah teala, İbrahime Kâbeyi yapmayı emredince İbrahim, hanımı Haceri ve ondan doğan küçük çocuğu İsmaili beraberine alarak Mekke’ye varmışlardır. Oraya varınca, Kabe’nin yerinde bulut şeklinde ve başı bulunan bir yaratık gördü. Onunla konuştu. O yaratık, İbrahim’e. “Ey İbrahim, benim gölgemin düştüğü yere veya benim kapladığım yere Beytullah’ı yap. Tam o kadar yap. Ne fazla olsun ne de eksik.” dedi. İbrahim Kâbeyi yaptıktan sonra. Haceri ve İsmaili oraya bırakıp geri dönmeye başlamıştır. Bunun üzerine Ha-cer, “Ey İbrahim, sen bizi kime bırakıyorsun?” demiş, Hz. İbrahim de “Siz Al­lah’a bırakıyorum.” demiştir. Hacer: “O halde git. Çünkü Allah bizi helak et­mez.” demiştir. İsmail son derece susamış, Hacer Safa tepesine çıkararak sağa sola bakmış fakat herhangi bir şey görememiştir. Sonra Merve tepesine çıkmış oradan da hiçbir şey görmemiştir. Sonra dönüp tekrar Safa tepesine gitmiş yine bir şey görememiştir. Bu iki tepe arsında yedi defa gidip gelmiştir. Sonra oğlu­nun yanına gelip “Ey İsmail öleceksin. Öl fakat gözümün önünde ölme.” demiş, oradan uzaklaşmış tekrar geri döndüğünde, İsmailin, susuzluktan dolayı ayak­larıyla debelenerek yeri eşelediğini görmüştür. Bunun üzerine Cebrail Hacere seslenerek “Sen kimsin?” diye sormuş Hacer de “Ben İbrahimin oğlunun anası olan Hacer’im.” demiştir. Cebrail “İbrahim sizi kime bıraktı?” demiş, Hacer de “Allah’a bıraktı.” demiştir. Cebrail “O sizi, size yararlı olan birine bırakmış,” de­miştir? Cebrail, parmağıyla yeri araştırmış ve oradan zemzem suyu çıkmıştır. Hacer suyım akmasını önlemeye çalışırken Cebrail ona: “Bırak onu, o içilir tatlı bir sudur.” demiştir

Taberi diyor ki: “Doğru olan görüş, Kâbeyi İbrahim ile İsmail’in birlikte yaptıklarını beyan eden görüştür. İkisinin tle usta yahut Hz. İbrahim’in usta Hz. İsmailin de ona yardım eden amele olması mümkündür. Zira âyet-i kerime, hem İbrahim’in hem de İsmailin, Kâbenin temellerini yükselttiklerini beyan etmekte­dir. [39]

 

128- Rabbimiz, ikimizi de sana teslim olan kıl. Soyumuzdan da sana teslim olan bîr ümmet meydana getir. Bize, ibadet yerlerimizi göster. Tcv-bemizi kabul et. Şüphesiz ki sen, tevbelerî çok kabul eden ve çok merhamt edensin.

Rabbimiz, ikimizi de emrine teslim olan, itaatine boyun eğen kıl da sana başka şeyleri eş koşmayayılm. Aynı şekilde soyumuzdan da, senin emirlerine teslim olan, senin itaatine boyun eğen bir ümmet meydana getir. Ey rabbimz, bize, Hacla ilgili ibadet yerlerimizi göster. Nasıl tavaf yapacağız, nasıl sa’y ya­pacağız, Arafatta nasıl vakfe yapacağız, şeytanı nasıl taşlayacağız? Bunları bize öğret. Geçmişte yaptıklarımızı affet. Çünkü sen, af ve mağfiretinle lütufla bulu­nan ve çok merhabet edensin.

* Âyet- kerimede geçen ve “Rabbimiz bize ibadet yerlerimizi göster.”

diye tercüme edilen cümlesi iki şekilde okunmuştur. Bir kıraat şekline göre bu cümlenin mânâsı: “Sen bizim gözümüze göster.” demektir. Âyet-i bu kıraat üzere okuyanlar, Hz. İbrahim ve İsmail’in, kendilerine gösteril­mesini istedikleri “Menasik”ten neyin kastedildiği hakkında farklı gö­rüşler zikretmişlerdir.

a- Katade ve Süddiye göre burada zikredilen “Menasik”ten maksat, Hac­da ibadet yapılan yerlerdir. Bu hususta Süddiden, şunları söylediği rivayet edil­mektedir: “İbrahimİe İsmail, Kâbenin yapımını bitirdikten sonra Allah teala İb-rahime: “Sen insanlara Haccın farz olduğunu ilan et.” diye emretti. İbrahim de Mekkenin iki dağının arasından şöyle seslendi, “Ey insanlar, Allah sizlere, bey­tini Haccetmenizi emretti.” Bu sesleniş her müminin kalbine girdi ve onu işiten herkes ve her şey “Emrine hazırım, emrine hazırım, emrine hazırım, emrine hazırım rabbim.” diye cevap verdi. Ve gidebi­lenler Ifacca gittiler. Ondan sonr Allah teala İbrahime Arafata çıkmasını em­retti ve Araf atı ona anlattı. İbrahim Arafata giderken Akabeye vardı. Orada, bi­rinci Cemrede karşısına şeytan çıktı. İbrahim Şeytana yedi taş attı. Attığı her taşla beraber tekbir getirdi. Şeytan oradan kaçıp ikinci Cemreye gitti. İbrahime orada da engel olmak istedi. İbrahim orada da tekbir getirerek şeytanı taşladı. Şeytan üçüncü Cemre yerine gitti. İbrahim orada da tekbir getirerek şeytanı taş­ladı. Şeytan İbrahime engel olamayacağını anlayınca önünden çekildi. İbrahim ise nereye gideceğini bilmiyordu. Yürümeye devam etti. “Geçiş yeri anlamına gelen { ju^Jı .’y )Zülmecaz’a vardı. Oraya baktı. Fakat oranın, kendisine vasfedi-len Arafat olmadığını gördü. Oradan geçip gitti. Bu sebeple oraya “Zülmecaz” adı verildi. İbrahim, devam edip Arafata vardı. Orayı görünce kendisine vasfe-dilen yer olduğunu anladı. “Burayı tamdım.” dedi. Bu nedenle bu yere “Tanı­mak” anlamına gelen “Arafat” adı verildi. İbrahim Arafatta akşama kadar vakfe yaptı. Akşam olunca da namazların birleştirildiği (Akşam ve yatsı namazlannm birlikte kılındığı) Müzdelifeye vardı. Orada da vakfe yaptı. Oranın adına “Birbi­rine yaklaştırma” anlamına gelen “Müzdelife” adı verildi. Sonra İbrahim devam edip, daha önce şeytanla ilk karşılaştığı yere vardı. Oraya yedi taş attı. Sonra Minaya geri döndü ve orada geceledi. Böylece Haccı bitirmiş oldu.

b- Ata ve Mücahide göre ise, bu kıraatta kurbanların kesildik­leri yer demektir. Bu görüş, Ubeyd b. Umeyr’den de nakledilmiştir.

Diğer bir kıraata göre, âyetin mânâsı: “Sen bize, Hacda ibadet edeceği­miz yerleri öğret” demektir.

Taberi diyor ki: “Her iki kıraatin da vardıkları neticeler aynıdır aralarında fark yoktur. “Menasik” kelimesinin lügat mânâsı “Allah için, içinde oturulan ve üzerinde, Aliahı razı edecek ve Allaha yaklaştıracak salih amel işlenen yerler.”

demektir. Bu salih ameller, kurban kesme, namaz kılma, tavaf etme, sa’y yapma ve diğer salih ameller olabilir. İşte bu nedenle Hacda, üzerlerinde ibadet edilen yerlere “Haccın menasiki” denmiştir. kelimesinin müfredi dür. Lügat mânâsı ise “Alışılan ve tekrar tekrar kendisine dönülen yer.” demek­tir. Haccın kutsal yerlerine bu ismin verilmesi, insanların oraya tekrar tekrar git-melerindendir. Ancak bir kısım âlimlere göre “Menasik” demek “İbadetler” de­mektir. Bunlara göre âyetin mânâsı “Ey rabbimiz, sen bize nasıl ve nerede iba­det yapacağımızı göster, biz de senin razı olacağın şekilde sana ibadet edelim.” demektir.

Âyet-i kerimede “Tevbemizi kabul et” Duyurulmaktadır. Tevbenin asıl mânâsı, “Sevilmeyen bir şeyi bırakıp sevilen bir şeye yönelmek”tir. Buna göre kulun, rabbine tevbe etmesi, Allahın sevmediği şeyleri yapmayı bırakıp bir daha ona dönmemeye kesin olarak karar vermesidir. Allah tealanın, kulun tevbesini kabul etmesi ise, onu cezalandırmaktan vazgeçip bir lütuf olarak affetmesidir.

Eğer denilecek olursa ki: “Hz. İbrahim ile İsmail, günah mı işlemişlerdi ki rabierinden tevbelerini kabul etmesini istemeye ihtiyaç duydular?” Cevaben denilir ki: “Allahın yarattığı hiçbir yaratık yoktur ki, Allah ile kendisi arasında, vazgeçip tevbe etmeyi gerektiren bir amel yapmış olmasın. Belki de Hz. İbra­him ve İsmail, kendilerinden sadır olan bir kusurdan dolayı, rablerine tevbe et­mişlerdir. Bu tevbelerini de Özellikle Kâbenin duvarlarım yaptıktan sonra beyan etmeleri tevbelerinin kabulü için Kâbenin daha uygun bir yer olmasındandır. Böylece kendilerinden sonra gelen insanlar da günahlarından arınmak için kut­sal yerlerde rablerine tevbe etsinler ve Hz. İbrahim ve İsmailin sünnetini devam ettirsinler. Belki de Hz. İbrahim ve İsmailin, rablerine tevbe etmeleri, bizzat kendi kusurlarından kaynaklanmayıp kendi soylarından gelecek olan günahkârların kusurlarının affedilmesi içindir. Çünkü Allah teala, Hz. İbrahime, soyundan zalimlerin geleceğini ve Allahın ahdine erişemeyeceklerini beyan et­miştir. Hz. İbrahim ve İsmail de soylarından gelecek insanların bağışlanmalarını rabierinden istemişlerdir. [40]

 

129- Rabbimiz, onlara, kendi içlerinden Peygamber gönder. Ayetlerini onlara okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları (kötülükler­den) temizlesin. Şüphesiz sen, her şeye galipsin, hüküm ve hikmet sahibisin. Rabbimiz, bizim soyumuza, Araplardan bir Peygamber gönder. Senin vahyettiğin kitabı onlara okusun. Onlara Kur’anı öğretsin. Onları şirkten ve put­lara tapmaktan temizlesin. Ey rabbimiz, şüphesiz ki sen, hiç kimsenin âciz bı­rakmayacağı bir güce sahipsin, hüküm ve hikmet sahibisin. Senin tedbirinde hiçbir eksiklik ve kusur yoktur.

Hz. İbrahim ve Hz. İsmailin: “Rabbimiz, bizim soyumuza kendilerin­den bir Peygamber gönder.” şeklindeki duaları, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in gelmesine dair olan dualarıdır. Bu dua hakkında, İrbad b. Sâriye, Re-sulullah efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“Ben, Âdem (a.s.) yerde balçık olarak yatarken, Allah katında Pey­gamberlerin sonuncusuydum. Ben bunun nasıl böyle olduğunu size bildire­yim. Ben, atam İbrahimin duası, İsanın müjdesi, annemin de rüyasıyım. Bütün Peygamberlerin anneleri de buna benzer rüyalar görmüşlerdir. [41]

Katade ve Süddi de, Hz. İbrahim ve İsmailin, gönderilmesini istedikleri Peygamberden maksadın, Hz. Muhammed olduğunu söylemişlerdir.

Âyette zikredilen “Kitap”tan maksat, Kur’an-ı Kerimdir. “Hikmef’ten maksat ise Katadeye göre “Sünnet1’tir. İbn-i Zeyd ve Malik’e göre ise “Hik­mef’ten maksat, dini bilmek ve onu anlamaktır. Zira insanlar dini ancak Peygamberin öğretmesi ve anlatmasıyla idrak edebilirler.

Taberi diyor ki: “Bize göre “Hikmef’ten maksat, “AİJahm hükümlerini bilmektir. “Bu hükümler ancak Peygamberlerin bildirmesiyle öğrenilmiş olur. “Hikmet” kelimesi “Hüküm” kelimesinden türetilmiştir. Bunun mânâsı ise “Hak ile bâtılın arasını ayıran Kur’an” demektir. Buna göre âyetin mânâsı şöyledir: “Ey Rabbimiz, sen onlara, içlerinden bir Peygamber gönder. Onlara âyetlerini okusun ve kendilerine gönderdiğin kitabı ve aralarında senin hükmünle hüküm vermeyi öğretsin.”

Âyet-i kerimede: “Onları (kötülüklerden) temizlesin.” buyurulmaktadtr. Burada ifade edilen temizlenmeden maksat, Allaha ortak koşmaktan ve putlara tapmaktan temizlenmeleridir. “Zekat” kelimesi, “Artmak” mânâsına da geldi­ğinden âyette “Onların itaat ve ibadetlerini artırsın.” mânâsı da mevcuttur. [42]

 

130- Kendini bilmez beyinsizlerden başka kim İbrabimin dininden yüzevirir? Şüphesiz ki biz onu dünyada (Peygamber olarak) seçtik. Mu­hakkak ki o, âhirette de salih kimselerdendir.

îbrahimin Hanif dininden, beyinsiz cahillerden başkası yüzçevirmez. Ve o dini terketmez. Şüphesiz ki biz, İbrahimi dünyada Peygamber seçtik ve onu-insanlara imam yaptık. Muhakkak ki o, âhirette de salih kullanmadandır. O, dünyada net ve samimi âhirette ve dost ve velidir. Zira o, dünyada ahdine vefa göstermiştir.

* HANİF DİNİ: Bâtılı terkedip hakka yönelik olan, tek Allah inancına dayanan ve Allah tarafından gönderilen gerçek din demektir. Burada “Hanif di­ninden yüzçevirenler”den maksat, Yahudi ve Hıristiyanlardır. Çünkü onlar, Ya­hudiliği ve Hıristiyanlığı İslama tercih eüııişlerdir.

Nitekim, Katade ve Rebi’ b. Enes, âyetin, Yahudi ve Hıristiyanları kastet­tiğini söylemişlerdir.

Âyet-i kerimeden de anlaşıldığı gibi Hz. İbrahimin, kendisinden sonra bı­raktığı sünnetine muhalefet eden kimse, Allah tealaya muhalefet etmiş sayılır. Keza, Hz. İbrahimin Hanif dinine davet eden Hz. Muhammede muhalefet eden de Hz. İbrahime muhalefet etmiş olur. Böylece Allanın emirlerine karşı çıkmış olur. Yahudi ve Hıristiyanlar bu duruma düşmüşlerdir. [43]

 

131- Bir zaman rabbi ona “Teslim ol” dediğinde İbrahim “Âlemlerin rabbi olan Allaha teslim oldum.” demişti.

Rabbi ona “Teslim ol” yani, ibadetlerinde ihlash ol, rabbine itaat ederek boyun eğ.” demiştir. İbrahim de “Bütün yaratı İmi şl an n sahibi ve onların sevk ve idare edeni olan Allaha boyun eğdim ve ona ibadeti ihlas ile yaptım.” demişti.

Taberi diyor ki: “Eğer denilecek olursa ki “Allah teala, Hz. İbrahimi İslama girmeye davet etmiş miydi?” Cevaben denilir ki: “Evet etmişti” Ne za-

man etmişti?” denilecek olursa denilir ki: “Allah teala İbrahimi ay, güneş ve yıl­dızla imtihan ettikten sonra İbrahimin şunları söylediği anda Ailah onu Müslü­man olmaya davet etmiş o da Müslüman olduğunu belirtmişti. İbrahim demişti ki: “… Ey kavmim, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.” “Şüphe­siz ki ben, hakka eğilerek yüzümü, gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ben, Allaha ortak koşanlardan değilim. [44]

 

132 İbrahim, âlemlerin rabbinc teslim »İmayı oğullarına da vasiyet etli. Yakup da, “Oğullarım, Allah sizin için bu dini seçti. O halde sizler an­cak Müslümanlar olarak can verin.” (dedi.)

İbrahim, oğullarına Müslüman olmayı tavsiye etti. Yani ibadette, tevhid inancında samimi olmalarını, kalb ve bütün uzuvlarını ona boyun eğdirmelerini tavsiye etti. İbrahim, oğullan İsmail ve İshaka böyle vasiyet ettiği gibi, İshakın oğlu olan Yakup ta kendi oğullarına aynı vasiyeti yaptı. İbrahim ve Yakup, oğullarına şöyle demişlerdi: “Ey oğullarım, Allah size vaadettiği bu dini seçti. Bu din de îslamdır. O halde Islama sanlın ve İslam dini üzere ölün. Hayatınızda bu dinden hiç ayrılmayın. Çünkü hiçbir kimse, ölümün kendisine ne zaman ge­leceğini bilemez. Her zaman gelebilecek ölüme karşı tedbirli olun ve İslamı bir an bile terkeîmeyin.” [45]

 

133- Yoksa siz, Yakuba ölüm geldiği sırada yanında mı bulunuyor­dunuz? O zaman o, oğullarına: “Benden sonra neye tapacaksınız?” demiş, oğulları da “Senin ve ataların İbrahim, İsmail ve İshakın ilahı olan tek ila­ha kulluk edeceğiz. Bizler ona teslim olduk.” demişlerdi.

Ey Yahudi ve Hıristiyan toplulukları, Yakuba ölüm geldiği zaman siz onun yanında bulunuyor da onun, çocuklarına, çocuklarının da ona ne dedikleri­ni biliyor muydunuz? O zaman o, oğullarına “Benim vefatımdan sonra hangi şe­ye ibadet edeceksiniz?” dediğinde oğullan demişlerdi ki: “Senin şu anda ibadet ettiğin, ataların İbrahim, İsmail ve İshakın da ibadet ettiği ilaha kulluk edeceğiz. İbadeti sadece ona yapacağız, ona hiçbir şeyi ortak koşmayacağız. Bizler, kul­lukta ve itaatta ona boyun eğenleriz.”

Bu âyet-i kerime, Hz. Yakubun soyundan gelen Yahudilerin ve Hz. İs-mailin soyundan gelen müşrik Arapların, tevhid inancından ayrıldıklarını, hal­buki tâbi olduklarını söyledikleri Peygamberlerin, tevhid inancı üzere oldukları­nı, bunların da o inanç üzere bulunmaları gerektiğini ifade etmektedir.

Yine bu âyet-i kerimeden anlaşılmaktadır ki, babalar çocuklarına çok dik­kat etmelidirler. Bilhassa onların dinlerine önem vermelidirler.

Yakup (a.s.)m yaptığı gibi, çocuklarını Allahm azabından kurtaracak hu­suslara titizlik göstermelidirler. [46]

 

134- Onlar bir ümmetti gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerine sizin kazandıklarınız da sizedir. Siz, onların yaptıklarından sorumlu tutul­mayacaksınız.

Ey Yahudi ve Hıristiyan toplulukları, siz, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve onların soyundan gelenleri bırakın. Onlar bir cemaat idiler, kendi yollarında yürüyüp gittiler. Onları ve çocuklarını ileri sürmeyin. Ey Yahudi ve Hıristiyan­lar, kendi kâfirliklerinizi onlara isnad ederek “Onlar da Yahudi veya Hıristiyan-dı.” demeyin.Onların yaptıkları hayır kendilerine, sizin kazandıklarınız da size­dir. Siz onların amellerinden hesaba çekilecek değilsiniz. Çünkü her nefsin ka­zandığı iyilik lehine, yaptığı kötülük te aleyhinedir. [47]

 

135- Kitap ehli “Yahudi veya Hıristiyan olun ki doğru yolu bulaşı­nız.” dediler. Ey Muhammed de ki: “Hayır, biz, dosdoğru olan İbrahimin dinine uyarız. O, Allaha ortak koşanlardan değildi.”

Yahudiler Müslümanlara “Yahudi olun ki doğru yolu bulaşınız.” dediler. Hıristiyanlar da “Hıristiyan olun ki doğru yolu bulaşınız ve hakka erişesiniz.” dediler. Ey Muhammed, onlara de ki: “Biz, Yahudi ve Hıristiyanlara tabi olma­yız. Onların dinine uymayız. Biz, İbrahimin, bâtılı bırakıp hakka yönelen Hanif dinine tabi oluruz. Onun izinden gideriz. O, hiçbir zaman putlara tapan müşrik­lerden olmadı. Yahudi ve Hıristiyan da değildi.”

O halde gelin hep beraber, Allahın seçtiği, razı olduğu ve hepimizin, Allanın dini olduğuna dair şahitlik ettiğimiz, İbrahimin dinine tabi olalım. Üze­rinde ihtilaf ettiğiniz diğer dinleri bırakalım. Çünkü İbrahimin dini, Hanif dini olan İslamdır. Ona ve onun dinine uyan ise Haniftir. Yani gerçek dine uymuş­tur.

Kur’an-ı Kerimde Hz. İbrahimin Hanif olduğu zikredilmiştir. Müfessirler, Hanifîikten neyin kastedildiğini hakkında çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

a- Hasan-ı Basri, Atiyye, Mücahid, Dehhak ve Abdullah b. Abbastan nakledilen bir görüşe göre “Hanif” kelimesinin asıl mânâsı, “Hac yapan” de­mektir. Hz. İbrahim, Hac ibadetlerinde kendisine uyulan bir imam olduğundan ve Hac ibadetini ilk eda eden kimse olduğundan ona “Hanif ve onun dinine de “Haniflik” denmiştir. Bu görüşte olanlara göre, Hz. İbrahimin dini olan İslama uyarak Hac ibadetini eda eden her kişi Müslüınandır vr haniftir. Hac ibadetini yapmak da Hanifliktir.

b- Mücahidden nakledilen başka bir görüşe göre, Hanif demek, “Uyan ve tâbi olan” demektir. Bu izaha göre, Hz. İbrahimin dinine uyanlara “Hanif de­nir.

c- Başka bir kısım âlimlere göre “Hanif demek, “Sünnet olan” demektir. Hz. İbrani’min dinine “Hanif dini” denmesi, Hz. İbrahimin ilk sünnet olan kişi olmasındandır. Bu izaha göre, “Hanif dini” demek “Sünnet olanların dini.” de­mektir.

d-Süddiye göre “Hanif” demek, “İhlaslı” demektir.

c– Diğer bir kısım âlimlere göre “Hanif demek, “İslam” demektir. Hz. İbrahimin dini İslam idi. Bu itibarla Hz. İbrahimin dinine tam uyan haniftir. Ya­ni Müslümandır.

Taberi diyor ki: “Bana göre, Haniflik, Hz. İbrahimin dininde dosdoğru ol­mak ve ona dininde uymaktır. Hanifliğin Hac yapmak olduğunu söylemek doğ­ru değildir. Aksi halde Hac yapan müşrikleri de Hanif saymak gerekir ki Allah teala, Hz. İbrahimin Hanif olduğunu ve müşriklerden olmadığını buyurmuş böylece bu görüşe imkân kalmamıştır. Keza, Hanifîiğin sünnet olmak mânâsına geldiğini söylemek te isabetli değildir. Aksi halde bütün sünnet olanların Hanif olduğu iddia edilmiş olur ki Allah teala, bu görüşe de mahal bırakmamış ve “İb­rahim ne Yahudi idi ne de Hıristiyandı fakat o, doğruya yönelmiş bir Müslü-mandı. Müşriklerden de değildi. buyurmuştur. O halde, Hanifİik Hz. İbra-hime dininde tam uymaktır. Ona dininde uymayanlar Haniflikle isimlendiril­mezler. Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi başka isimlerle isimlendirilirler. [48]

 

136- Ey müminler, onlara şöyle deyin: “Biz, Allaha, bize indirilene, İbrahime, İsmaile, İshaka, Yakuba ve torunlara indirilene, Musaya ve İsa-ya verilenlere ve rablcri tarafından bütün Peygamberlere verilenlere iman ettik. Onların arasında bir ayırım yapmayız. Biz, Allaha teslim olanlarız.

“Ey müminler, “Yahdudi olun ki hidayete eresiniz” diyen Yahudilere ve “Hıristiyan olun ki hidayete eresiniz.” diyen Hıristiyanlara deyin ki: “Biz, Al I ahi tasdik ettik, Muhammede indirilen kitabı tasdik ettik. Aynı şekilde Peygamber­lerden İbrahime, İsmaile, İshaka, Yakuba ve Yakubun soyundan gelen peygam­berlere indirilenleri tasdik ettik. Aynı şekilde Musaya indirilen Tevrata ve İsaya indirilen İncile de iman ettik. Bütün Peygamberlere indirilen kitaplara iman et­tik. Bütün Peygamberler hak ve hidayet üzeredirler. Tevhid inancı hususunda aynı yolu takip etmişlerdir. Bu itibarla Peygambererden bazılarına iman edip di­ğerlerini inkâr etmeyiz. Hepsinin, Allanın Peygamberi okluğuna, hak ve hida­yetle gönderildiklerine şihadet ederiz. Biz, Allaha itaatla boyun eğeriz, ona kul­luk ederiz.”

* Ebu Hureyre (r.a.) diyor ki:

“Ehl-i Kitap, Tervati İbraniceden okuyor ve Müslümanlara Arapça izah ediyorlardı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Siz, ehi-i kitabı ne tasdik edin ne de yalanlayın. Siz: “Biz, Ailaha ve bize indirilene iman eden­leriz.” deyin[49]

Abdullah b. Abbas diyor ki: “İçlerinde Ebu Yâsir b. Ahtab, Râfi’ b. Ebi Râfi’, Âzur, Halid, Zeyd, İzar b. Ebi İzar ve Eşya’ın bulunduğu bir Yahudi top­luluğu Resulullaha geldi ve ona: “Peygamberlerden kimlere iman ettiğini sordu­lar. Resulullah da onlara: “Ben, Ailaha, bize indirelene, İbrahime, İsmaile, İsha-ka, Yakuba ve torunlara indirelenlere, Musaya ve İsaya verilene ve bütün Pey­gamberlere rableri tarafından verilenlere iman ettim. Biz, onlardan herhangi bi­risinin arasında ayınm gözetmeyiz. Biz, Ailaha boyun eğenleriz.” dedi. Resulul­lah İsayi zikredince Yahudi topluluğu onun Peygamberliğini inkâr ettiler ve: “Biz, İsaya da iman etmeyiz ona iman edene de iman etmeyiz.” dediler. Bunun üzerine Allah teala: “Ey Muhammcd, de ki: “Ey kitap ehli, sadece Ailaha, bize indirilene ve daha önce indirilenlere iman ettiğimizden ve sizin de ço­ğunuzun fâstklar olduğunu/dan dolayı mı bize kızıyorsunuz?” [50] âyetini indirdi.

Âyet-i kerimede zikredilen “Torunlar”dan maksat, Hz. Yakubun oğullan olan on iki erkeğin soyundan gelen torunlardır. Süddi, Hz. Yakubun oğullan olan ve torunların babası olan bu kişilerin adının şunlar olduğunu rivayet etmiş­tir: Yusuf, Bünyamin, Rubil, Yehuda, Şem’un, Levi, Dan ve Kuhas. Görüldüğü gibi Süddi, sadece sekiz kişinin ismini rivayet etmiştir.

İbn-i İshak ise, Hz. Yakubun on iki oğlunun adlarının şunlar olduğunu zikretmiştir: Rubil. Şem’un, Levi, Yehuda, Reyalan, Yeşcür, Yusuf, Bünyamin, Dan, Nefsali, Ca’d ve Eşrüb. [51]

 

137- Eğer sizin iman ettiğiniz gibi onlar da iman ederlerse şüphesiz ki hidayete ermiş olurlar. Şayet yüzçevirirlerse, bilin ki onlar ancak bir ay­rılık içindedirler. Onlara karşı Allah sana yetecektir. O, her şeyi çok iyi işi­ten, çok iyi bilendir.

Ey müminler, eğer Yahudi ve Hıristiyanlar da sizin ikrar ve tasdik ettiği­niz gibi ikrar ve tasdik ederlerse şüphesiz ki hak yolu tutup hidayete ermeye muvaffak olmuşlardır. Eğer iman etmekten yüzçevirirlerse şüphesiz ki onlar, Allah ve Resulüne karşı bir isyan ve harp içindedirler. Ey Muhammed, bu suç­lulara karşı Allah sana yetecektir. Onları ya öldürecek veya sürgün edecektir. Allah onların söylediklerini çok iyi işiten, içlerinde gizledikleri haset ve kini çok iyi bilendir.

* Allah teala bu âyet-i kerimede vaadetüklerini yerine getirdi. Peygambe­rini onların şerrinden kurtardı. Peygamber onların bir kısmını öldürdü, bir kıs­mını sürgün etti, bir kısmını ise zımmi yapıp cizye ile vergiye bağlayarak zillete düşürdü.

Nitekim Resulullah (s.a.v.) Hendek savaşında, müşriklerle birleşerek Müslümanlara ihanet ettikleri için Kureyza Yahudilerinin savaşçılarını Öldürttü, kadın ve çocuklarını esir aldı. Nadr oğullarını ise Şam’a sürgün etti. Hayber Ya-hudilerini de Cizyeye bağlayarak Zımmi yaptı. [52]

 

138- Allanın boyası (ile boyandık) Allanın boyasından daha güzel bo­yası olan kimdir? Biz ancak sana kulluk ederiz.” deyin.

Deyin ki: “Yalnız Allaha ibadeti emreden Hanif dinine yani İslam dinine uyduk. Bu, Allahm boyasıdir. Allanın boyası da boyaların en güzelidir. Allaha ortak koşmayı bırakın. Allahm dininden daha güzel hiçbir din yoktur. Ve deyin ki: “Biz, onun yüceliğine boyun eğeriz. Ona ibadet etme hususunda kibirlenme­yiz.”

* Hıristiyanlar, gerek Hıristiyanlığı kabul eden insanları gerekse küçük çocukları, mukaddes kabul ettikleri suya batınp çıkararak vaktiz yaparlar. Böy­lece Hıristiyanlık boyası ile boyadıklarını zannederler. Allah teala bu âyet-i ke­rimesinde Hz. Muhammede ve ona iman eden ümmetine “Yahudi olun ki kurtu­luşa eresiniz.” diyen Yahudilere ve “Hıristiyan olun ki kurtuluşa eresiniz.” diyen Hıristi yani ara şöyle demelerini emretmiştir: “Biz, Hanif dini olan İslam dini üzereyiz. Allanın gerçek boyası işte bu dindir. Siz de gelip bu dine girerek bi­zim yaptığımız gibi, Allahm boyası ile boyanın.”

Âyette zikrediîen “Allanın boyası”ndan maksat, Katade, Ebııl Aliye,

Atiyye, Süddi, İbn-i Abbas ve İbn-i Zeyd’e göre “Allahm dinidir.” Mücahidden nakledilen başka bir görüşe göre ise “Allahın boyası”ndan maksat, Allahm, in-sanlan, üzerinde yarattığı fıtrattır. [53]

 

139- Onlara de ki: “Allah hakkında bizimle mücadele mi ediyorsu­nuz? Halbuki o, bizim de rabbimiz sizin de rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz sizedir. Biz, Alfana karşı samimi olanlarız.”

Ey Muhammet!, Yahudi ve Hıristiyanlar» de ki: “Allahın dini hakkında bizimle tartışıp mücadeleye mi girişiyorsunuz? Peygamberinizin, bizim Pey­gamberimizden, kitabınızın bizim kitabımızdan daha önce gelmesinden dolayı sizin, Allaha bizden daha yakın olduğunuzu mu zannediyorsunuz. Halbuki bi­zim de sizin de rabbimiz birdir. O, adaletlidir, asla zulmetmez. Bizlerden herbir cemaatin yapmış olduğu iyi veya kötü ameller kendisine aittir. Herkes ameline göre sevap kazanır, veya cezalandırılır. Yoksa dininin veya kitabının eski oluşu­na Yahut soyuna göre ceza veya mükât’aatlandırılacak değildir. Biz, ibadeti sa­dece Allaha yaparız. Sizler gibi, ona hiçbir şeyi ortak koşmayız.

Görüldüğü gibi bu «yet-i kerime, din hususumla müminlerle mücadele eden Yahudileri kınamaktadır. [54]

 

140- Yoksa siz, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunların, Yahudi veya Hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz. Onlara de ki: “Siz mi daha iyi biliyorsunuz yoksa Allah mı? Allahın indirdiği o yanındaki gerçeği giz­leyenden daha zalim kim vardır? Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.

Siz, bizimle, Allahın dini hakkında mücadele ediyor ve yolunuzun daha doğru olduğunu mu zannediyorsunuz? Yoksa sizler, İbrahim, İsmail, İshak ve Yakup Peygamberlerin ve torunlarının Yahudi veya Hıristiyan okluklarını mı sanıyorsunuz? Halbuki Yahudilik ve Hıristiyanlık bu Peygamberlerden sonra meydana çıkmıştır. Ey Muhammed, onlara de ki: “Bu Peygamberlerin ve üze­rinde bulundukları dinlerin ne olduğunu, sizler mi daha iyi biliyorsunuz? Yoksa Âlemlerin rabbi olan AUah mı? Bu peygamberlerin müslüman olduklarını bildi­ği halde bu gerçeği saklayıp gizleyen ve Peygamberlere. Yahudilik ve Hıristi­yanlık isnad eden kişiden daha zalim kim olabilir? Allah, hakkı gizleme davra­nışınızdan gafil değildir. Sizi cezalandırmayı unutacak da değildir.

Allah teala bu âyet-i kerime ile de, Resulullah ve sahabileri ile tartışma­ya girişen, dinlerinin eski olması hasebiyle daha üstün olduklarını iddia eden Yahudi ve Hıristiyanlan kınamakta, onlun, Müslüman olan İbrahim, İsmail, İs-hak, Yakup ve torunları, Yahudi veya Hıristiyan şeklinde vasıflandırmalarını reddetmektedir. Zira bu insanlar. Yahudilik ve Hıristiyanlıktan önce var olan kimselerdir.

Ayet-i kerimede “Yanımla bulunan gerçeği gizleyenden daha zalim kim­se olmadığı” ifade edilmektedir. Allahm gönderdiği gerçeği gizleyenlerden maksat, Mücahid, Hasan-ı Basri ve Rebi’ b. Enes’e göre, Yahudi ve Hıristiyan-İanlir. Zira bunların elinde Tevrat ve İncil bulunmaktadır. Bu iki kitap ta Hz. İrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunların Yahudi ve Hıristiyan olmadıklarını, Müslüman olduklarım zikretmektedir. Fakat Yahudi ve Hıristiyanlar, Allah ka­tından kentlilerine gönderilen kitaplarUakibu gerçeği gizleyerek adıgeçen Pey­gamberlerin Yahudi veya Hıristiyan olduklarını iddia etmişlerdir.

Katade ve İbn-i Zeyde göre ise, yanlarında Allah tarafından bir gerçek bulunan ve bu gerçeği saklayanlar, Yahudilerdir. Allah katından kendilerine bil­dirilen gerçek Hz. Muhammedin hak Peygamber oluşudur. Yahudiler bunu bile bile gizlemişlerdir. Ve Allah teala tarafından “Zalimler” olarak vasıflandırıl­mışlardır. [55]

 

141- Onlar bir ümmetti gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerine, si/in kazandıklarınız da sizedir. Siz, onların yaptıklarından sorumlu tutu­lacak değilsiniz.

İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunlar bir cemaatti, yollarına devam edip gittiler. Rablerine intikal ettiler. Ümit ve amellerini de beraberlerinde gö­türdüler. Onların kazandıkları hayır ve serler onlara,sizinkiler de size aittir. Siz onların amellerinden değil sadece kendi kazandığınız hayır ve serden hesaba çe­kileceksiniz. O halde ey Yahudi ve Hıristiyanlar, neden onları ileri sürüp duru­yorsunuz? Halbuki onların size, işlediğiniz kötü amellere karşı hiçbir faydalan olmayacaktır. O halde onlara güvenmeyi bırakın da iman edip salih ameller işle­yin. [56]

 

142- İnsanların içinden beyinsiz olanlar: “Yöneldikleri kıbleden on­ları çeviren nedir?” diyeceklerdir. Ey Muhammcd, de ki; “Doğu da Alla-hındır batı da. O, dilediğini doğru yola iletir.”

Yahudi ve münafıklardan cahil ve beyinsiz olanlar diyeceklerdir ki: “Na­mazlarında yönelmiş oldukları kıblelerinden onların yüzünü çeviren ve onları döndüren nedir? Ey Muhammed, onlara de ki: “Doğunun, batının ve o ikisinin arasındaki varlıkların mülkiyetleri ancak Allaha aittir. O, yarattıklarından dile­diğini hidayete kavuşturur ve doğru yola gitmelerine muvaffak kılar. Dilediğin­den ise yardımını keser ve doğru yoldan saptırır. O halde önemii olan doğruya veya batıya dönmek değil Ali ahin emrine göre hareket etmektir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Medineye hicret ettikten sonra Kudüse doğru yönelerek namaz kılmış fakat bir zaman sonra Aliah teaîa, namaz kılar­ken Kabe’ye yönelmesini emretmiştir. Bu emir üzerine Resulullah (s.a.v.) Kâbeye doğru yönelmiş fakat ehl-i kitap ve münafıkların eleştirilerine maruz kalmıştır.

Bu meseleyi anlatan Bera b. Âzib diyor ki:

“Resulullah (s.a.v.) Medineye ilk geldiğinde Ensar’dan anne tarafından olan ecdadına veya dayılarına misafir oldu. Medinede on altı veya on yedi ay Kudiise doğru yönelerek namaz kıldı. Kudüse doğru namaz kılıyor fakat gön­lünden kıblesinin Kabe olmasını arzu ediyordu.

Resulullahın Medinedeyken, Kâbeye doğru kıldığı ilk namaz bir ikindi namazıydı. Kendisiyle beraber başka insanlar da namaz kılmışlardı. Bu namazı kılanlardan bir tanesi, diğer bir mescide gitti. Orada namaz kılmakta olan cema­at rüku halindeydi. Oraya giden kişi: “Allah şahidim olsun ki ben, Resulullah ile birlikte Mekkeye (Kâbeye) yönelerek namaz kıldım.” dedi. Bunun üzerine ce­maat, durumlarını değiştirmeden aynı vaziyette Kâbeye doğru döndü.

Resulullahın, Kudüse doğru namaz kılması Yahudiler ve diğer ehl-i kita­bın hoşuna gidiyordu. Resulullah, Kâbeye doğru yönelince bunu hoş karşılama­dılar.

Ayrıca, Kıble Kâbeye doğru çevirilmeden Önce Kudüse doğru namaz kı­lan fakat o günden evvel ölmüş olan sahabiler vardı. Bunlar hakkında ne diye­ceğimizi bilemez olduk. Bunun üzerine Allah teala: “… Allah sizin imanınızı (namazınızı) zayi edecek değildir.. [57]âyetini indirdi. [58] Yani bu âyet gel­meden önce Kudüse doğru namaz kılan ve bu âyet gelmeden evvel vefat eden Müslümanların namazları da sahihtir. Allah onların namazlarını kabul etmiştir.

Kıblenin sonradan değişmesi onların namazlarını iptal etmez.

Abdullah b. Abbas diyor ki: “Kıble Kudüsîeıı kâbeye çevrilince Yahudi­ler dediler ki:”Ey Muhammed, daha önce yöneldiğin kıbleye dön sana uyalım ve seni tasdik edelim.” Bu sözleriyle Resulullahı dininde bocalatmaya çalışıyor­lardı. İşte bunun üzerine “İnsanlar içinden beyinsiz olanlar diyeceklerdir ki:” âyet-i kerimesi nazil oldu.

Bu âyetin izahında Taberi diyor ki: “Âyet-i kerimede zikredilen “Beyin­siz insanlar”dan maksat, Mücahid, Bera b. Azib ve Abdullah b. Abbasa göre Yahudiler, Süddiye göre ise münafıklardır.

Resuİullahın, Kudüse yönelerek ne kadar bir zaman namaz kıldığı ihtilaf­lıdır. Said b. Cübeyr veya İkrimenin Abdullah b. Abbastan naklettiklerine ve Ebubekir b. Ayyaş’ın da, Bera b. Âzibdcn rivayet ettiğine göre, Resulullah Ku­düse doğru on yedi ay namaz kılmıştır. Ebu İshakın Bera b. Azibden rivayet et­tiğine ve Said b. el-Müseyyebe göre Resulullah Kudüse doğru on altı ay namaz kılmıştır.

Enes b. Mâlikten rivayet edildiğine göre, Resulullah Kudüse doğru dokuz veya on ay namaz kılmıştır.

Muaz b. Cebelden rivayet edildiğine göre on üç ay Kudüse doğru namaz kılmıştır.

Resuİullahın Kudüse doğru namaz kılması, ehl-i kitabı İslama kazandır­mak için kendi içtihadıyla mı olmuştur? Yoksa Allah-tealamn ona emretmesiylc mi olmuştur? Bu hususta iki görüş zikredilmektedir.

Hasan-i Basri, İkrime ve Ebul Âliyeye göre Resulullah, kendi isteğiyle Kudüse doğru namaz kılmıştır. Ta ki Kudüse doğru yönelen Yahudileri İslama çeksin ve onların İman etmelerine vesile olsun.

Abdullah b. Abbas ve İbn-i Cüreyc’e göre ise, Allah teala, Resulullaha, Önce Kudüse doğru namaz kılmasını emretmişti. Resulullah ve s:\habileri Allah tealamn emri gereği Kudüse doğru namaz kılıyorlardı. Fakat Resulullah Uz. İb-ruhimin kıblesi olan Kâbeye doğru namaz kılmak istiyor, yüzünü göğe doğru çevirip Allaha niyazda bulunuyordu. Bunun üzerine Allah teala Resulullahm, Kâbeye doğru yönelmesini emreden âyetleri indirdi.

Yahudi veya münafıkların, Resulullaha ve müminlere “Onları, üzerinde bulundukları kıbleden çeviren netlir*?” demelerinin sebebi, Abdullah b. Abbas tarafından şöyle izah edilmektedir: “Kıble Kudüsten Kâbeye çevirilince Resu­lullaha, Yahudilerden bir topluluk geldi ve ona: “Ey Muhammed, sen, İbıahimin dini üzere olduğunu iddia ettiğin halde bulunduğun kıbleden seni çeviren nedir? Tekrar eski kıblene dön ki sana tabi olalım ve seni tasdik edelim.” dediler. Yahudiler bu sözleriyle Resulullahı dininde bocalatmak istiyorlardı. İşte bunun üzerine Allah teala bu âyet-i kerimeyi indirdi.

Abdullah b. Abbastan nakledilen başka bir görüşe göre, Allah tealanın ResuluUaha, Kâbeye doğru yönelmesini emretmesi üzerine Resulullah Kâbeye doğru namaz kılmaya başladı. Bunun üzerine bir kısım insanlar: “Bunları, üze­rinde bulundukları kıbleden çeviren nedir? Şüphesiz ki bu adam, doğduğu yeri özledi.” dediler. Bunun üzerine Allah teala bu âyeti indirdi. Süddi de bu âyetin münafıkların dedi kodulan üzerine nazil olduğunu söylemiştir. [59]

 

143- Böylece biz sizin, insanlara karşı şahit olmanız, Peygamberin de size karşı şahit olması için sizi, orta yolu tutan bir ümmet kıldık. Önceden üzerinde bulunmuş olduğun kıbleyi, sadece peygambere uyan kimseyi geri­singeri dönenden ayırdctmck için çevirdik. Bu, AUahın hidayet ettiklerinin dışındakilere ağır gelir. Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir. Şüphesiz Allah, insanlara çok şefkatli ve çok merhametlidir.

Ey müminler, biz sizleri hidayete erdirdiğimiz ve İbrahimin kıblesine dönmeyi nasibettiğimiz gibi sizi başkalarından üstün de kıldık. Sizi, seçkin ve adil bir ümmet yaptık. Sizlerin, öcneki Peygamberlerin, Allahın verdiği Pey­gamberliklerini ümmetlerine tebliğ ettiklerine dair o ümmetlere karşı kıyamet gününde şahit olmanız, Allahın Peygamberi Muhammedin de iman ettiğinize dair size şahit olması için, orta yolu tutan bir ümmet kıldık. Ey Muhammetl, bi­zim seni, daha önce kıble edindiğin Kudüsten çevirip Kâbeye yöneltmemiz, ke­sin olarak iman edenlerle şirk ve şüphe içinde olanları birbirinden ayırdetmemiz için ve kimin sana tabi olup senin kıblene yöneleceğini, kimin de dininden dö­nerek münafık ve kâfir olacağını açığa çıkarmamız içindir. KIbleyi çevirme bü­yük bir hadisedir. Bunu ancak, Allahın sana tabi olmaya ve sana indirdiklerini tasdik etmeye muvaffak kıldığı kişiler kabullenirler. Aİlah, daha önce Kudüse doğru yönelerek kıldığınız namazları zayi edecek değildir. Onlar da sahih ve geçerlidir. Şüphesiz ki Allah, kullarına karşı çok şefkatli ve çok merhametlidir.

Âyette geçen ve “Orta yolu tutan” diye tercüme edilen “Vasat” kelimesi hakkında Taberi şöyle diyor: “Buradaki “Orta yol”dan maksat, iki uç tarafın or­tası demektir. Müslümanlar dinlerinde orta yolu tutmuşlardır. Onlar ne Hıristi­yanlar gibi ruhbanlıkta aşın gitmişler ve Hz. İsa hakkında, Hanlık derecesine çı­karacak sözler söylemişler ne de Yahudiler gibi Allah tealanın kitabım değişti­rerek kendilerine gönderilen Peygamberleri Öldürerek ve rablerini yalancı çıka­rarak isyana düşmüşlerdir. Bilakis müslümanlar, itidali muhafaza etmişler, ifrat ve tefritten kaçınmışlardır.

Ebu Said el-Hudri, Resulullahm, âyette zikredilen “Sizi orta yoiu tutan bir ümmet kıldık.” ifadesini, “Biz sizi, adaletli bir ümmet kıldık.” şeklinde izah ettiğini rivayet etmiştir. [60]

Ebu Hureyre de Resulullahın, bu ifadeyi bu şekilde izah ettiğini rivayet etmiştir.

Mücahid, Katade, Rebi1 b. Enes, Abdullah b. Abbas, Ata ve Abdullah b. Kesir de âyette zikredilen ve “Orta yolu tutan” şeklinde tercüme edilen kelimesini “Adaletli davranan” diye izah etmişlerdir. Taberi buradaki adaletten maksadın “Seçkinlik” olduğunu söylemiş bu İfadenin mânâsının, “Biz sizi seç­kin bir ümmet kıldık” demek olduğunu beyan etmiştir.

İbn-i Zeyd ise buradaki “vasat” kelimesinden maksadın “İki şe­yin arasında bulunan” demek olduğunu, müminlerin, Hz. Muhammed (s.a.v.) ile diğer ümmetlerin arasında bulunduklarının ifade edilmesi için onlara bu sıfatm verildiğini söylemiştir.

Âyet-i kerimede: “Sizin, insanlara karşı şahit olmanız, Peygamberin de size şahit olması için sizi adaletli bir ümmet kıldık” buyuru İm aktadır. Ebu Said el-Hudri, Resulullahtan, âyetin bu bölümünü izah eden şu hadisi rivayet etmiş­tir. Resulullah buyurdu ki: “(Kıyamet gününde) Nuh çağrılacak ve ona “Sen (kavmine) tebliğ ettin mi?” denecektir. Nuh da “Evet” diyecektir. Bunun üzerine kavmi çağırılacak ve onlara: “Nuh size tebliğ etti mi?” diye sorulacak kavmi ise: “Bize herhangi bir uyarıcı gelmedi. Bize hiçbir kimse gelmedi.” diyecekler­dir. Bunun üzerine Allah teala Nuh’a: “Senin şahitlerin kimdir?” diye soracak Nuh da: “Muhammed ümmetidir.” diyecektir. Bunun üzerine sizler getirilecek­siniz. Onun tebliğ ettiğine dair şahitlik edeceksiniz. İşte Allah teala şu kelamıy-la bunu ifade etmektedir.” Böylece biz sizin, insanlara karşı şahit olmanız. Pey­gamberin de size karşı şahit olması için sizi, orta yolu tutan bir ümmet kıldık.”

Cabir b. Abdullah da Resulullahtan bunun benzeri bir hadisi rivayet etmistir. Hibban b. Ebi Cebele de Resulullahm şunları buyurduğunu rivayet et­miştir. “Allah teala kıyamet gününde kullarım bir araya topladığı zaman ilk ça­ğırılacak olan İsrafildir. Rabbi İsrafile “Sana verdiğim emri ne yaptın? Tebliğ ettin mi?” diye soracak İsrafil de: “Evet rabbim ben onu Cebraile tebliğ ettim.” diyecektir. Bunun üzerine Cebrail çağırılacak ve ona: “İsrafil emrimi sana tebliğ etti mi? denecek o da: “Evet rabbim o bana tebliğ etti” diyecektir. Bunun üzeri­ne İsrafil serbest bırakılacak ve Cebraile: “Sen emrimi tebliğ ettin mi? denecek­tir. Bunun üzerine Cebrail: “Evet, Peygamberlere tebliğ ettim.” diyecek ve Pey­gamberler çağmiıp bu defa onlara: “Cebrail benim emrimi size tebliğ etti mi?” denecek onlar da: “Evet rabbimiz, tebliğ etti.” diyeceklerdir. Cebrail de serbest bırakılacaktır. Sonra Peygamberlere: “Siz emrimi ne yaptınız?” denecek Pey­gamberler de: “Biz ümmetlerimize tebliğ ettik,” diyeceklerdir. Bunun üzerine ümmetler çağırılacak ve onlara: “Peygamberler size emrimi tebliğ etti mi?” de­necek. Bazıları yalanlayacak bazıları da doğrulayacaktır. Bu defa Peygamberler: “Ey Rabbimiz, senin şahit olman yanında bizim onlara, emrini tebliğ ettiğimize dair şahitlik edecek şahitlerimiz mevcuttur.” diyeceklerdir. Allah teala: “Kim si­ze şahitlik edecektir?” diyecek, Peygamberler de: “Muhamed ümmeti şahitlik edecek” diyeceklerdir. Bunun üzerine Muhammed ümmeti çağırılacak ve onla­ra: “Şu Peygamberlerimin benim emrimi, kendilerine gönderildikleri ümmetlere tebliğ ettiklerine dair şahitlik eder misiniz?” denecek Muhammed ümmeti de: “Evet rabbimiz, o peygamberlerin tebliğ ettiklerine dair biz şahidiz.” diyecekler. Bunun üzerine o ümmetler: “Bize kavuşmayan insanlar bizim hakkımızda nasıl şahitlik ediyorlar?” diyeceklerdir. Allah teala da Muhammet ümmetine “Sizler, kendilerine, yetişemediğiniz insanlar hakkında nasıl şahitlik ediyorsunuz?” di­yecek Muhammed ümmeti de: “Ey rabbimiz, sen bize Peygamber gönderdin. Bize emrini ve kitabını indirdin ve bize, Peygamberlerin, ümmetlerine tebliğ et­tiklerini kıssalarla anlattın. Biz de senin bize anlatmanla şahitlik ediyoruz.” di­yeceklerdir. Bunun üzerine Ailah teala: “Doğru söylediler” diyecektir. İşte Al­lah tealanın şu kelamı bu anlatılanları ifade etmektedir.” Böylece biz sizin, in­sanlara karşı şahit olmanız Peygamberlerin de size karşı şahit olması için sizi, orta yolu tutan bir ümmet kıldık.”

Enes b. Mâlik, Ebul Esved, Ebu Hüreyre ve Seleme b. Ekva’dan, ölen ki­şiler hakkında, insanların şahitliklerinin etkisi olacağı hususunda Resulullahtan şu hadisi rivayet ettikleri zikredilmektedir. Enes b. Mâlik diyor ki:

“Onlar bir cenazenin yanından geçip onu hayırla anmışlar bunun üzerine Rcsulullah : “Vacip oldu” demiştir. Sonra başka bir cenazenin ya­nından geçmiş onun ise kötülüğünü anlatmışlar. Rcsulullah onun için de: “Vacip oldu.” demiştir. Bunun üzerine Ömer b. cl-Hattab: “Ne vacip ol­du?” diye sormuş. Rcsuluilah da: “Şunu hayırla andınız onun için cennet vacip oldu. Şunu da kötülükle andınız onun için de cehennem vacip oldu. Sizler yeryüzünde Allahın şahitlerisiniz.” buyurdu[61]

Mücahid, Katade, Zeyd b. Eşlem, Dehhiik, Rebi’ b. Enes, Abdullah b. Abbas, Ata b. Ebi Rebah da âyet-i kerimenin bu bölümünü bu şekilde izah et­mişlerdir.

Ayet-i kerimede, Resulullahın daha önce yöneldiği kıblenin belli bir hik­mete göre çevirildiği zikredilmektedir.

Resulullahın önce yöneldiği kıbleden maksat, Kudüstür. Resulullahm Kudüsü bırakıp Kâbeye yönelmesi üzerine bir kısım Müslümanlar imtihan ge­çirmiş, Yahudiler, münafıklar ve müşrikler de aleyhte dedikoduya girişmişlerdir. Bu hususta Katade diyor ki: “Kıble olayı bir imtihan ve safları netleştirme oklu. Ensar, Resulullahın hicretinden Önce iki yıl Kudüse doğru namaz kılmıştı. Resulullahın Medineye gelişinden sonra da on yedi ay yine Kudüse doğru na­maz kıldılar. Daha sonra Allah teala kıbleyi Beytullahil Haram olan Kabe tarafı­na çevirdi. Bunun üzerine bir kısım insanlar: “Bunları daha önce bulundukları kıbleden çeviren nedir?” Bu adam mutlaka doğduğu yeri özledi.” dediler. Bu­nun üzerine Allah teala: “Ey Muhammed, de ki: “Doğu da Alfanındır batı da. Allah, dilediğini hidayete erdirir.” âyetini indirdi. Yine bir kısım insanlar, “Bi­zim, önceki kıbleye yönelerek yaptığımız ibadetler ne olacak?” dediler. Allah teala da: “Allah sizin imanınızı (ibadetlerinizi) zayi edecek değildir.” âyetini in­dirdi.

Allah teala kullarını, dilediği emirlerle imtihan eder ki itaat edeni, karşı gelenden ayırdetmiş olsun.

Süddi de bu âyetin izahında şöyle demiştir: “Resulullah daha önce Kudü­se doğru yönelerek namaz kılıyordu. Kâbeye yönelmeyi emreden âyet Kıulüsün kıble olmasını neshetti. Resulullah Mescid-i Harama yönelince insanlar ihtilal ettiler. Ve bu hususta gruplara ayrıldılar. Münafıklar şöyle demeye başladılar: “Bunlara ne oluyor? Bir zaman bir kıbleye doğru yönetiyorlardı şimdi orayı bırakip başka yere yönelmeye başladılar?” Müslümanlar da şöyle dediler: “Hayat­tayken Kudüse doğru namaz kıldıkları süre içinde ölen kardeşlerimizin halini bir bilsek. Allah, bizim ve onların namazlarını kabul etti mi etmedi mi?” Yahu­diler ise şöyle dediler: “Muhammed, babasının vatanını ve doğduğu yeri özledi. Şayet bizim kıblemize yönelmeye devam etseydi onun, bizim, gelmesini bekle­diğimiz adamımız olacağım ümit ederdik.” Mekkeli müşrikler ise şöyle dediler: “Muhammet!, dini hususunda şaşırdı. Ey insanlar, o şimdi size yöneldi ve sizin bulunduğunuz yeri kıble edindi. O sizin daha doğru yolda olduğunuzu anladı. Yakında sizin dininize ginnesi beklenir. “İşte Allah teala bunun üzerine, müna­fıklar hakkında bu âyeti indirdi. Ve diğer insanlar hakkında da diğer âyetleri in­dirdi.

Ayet-i kerimede geçen ve “ayırdetmck için” diye tercüme edilen ifadesinin asıl mânâsı, “Bilmemiz için” dernektir. Allah tealanın, gelecekte ola­cak şeyleri daha önceden bildiği kesin olduğundan bu âyette zikredilen “Bilme­miz için” ifadesi, müfesirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir:

a- Taberiye göre buradaki “Bilmemiz için” ifadesinden maksat, “Benim Peygamberimin ve dostlarımın bilmesi için” demektir. Bu izaha göre âyetin mânâsı şöyledir: “Seni, daha önce üzerinde bulunduğun Kudüsten çevirip Kâbeyi kıble yapmamızın sebebi, Peygambere uyanları ve uymayanları. Pey­gamberimizin ve dostlarımızın bilmeleri ve tanımaları içindir. Taberi diyor ki: “Arapçada, sebep olanın, işi yapan gibi ifade edildiği çoktur. Mesela “Irakı Ömer b. el-Hattab fethetti.” denir. Aslında Irakı fetheden Hz. Ömerin bizzat kendisi değil ordusudur. O, bu işe sebep olduğu için fethetme işi ona isnad edil­miştir. Buradra da Resulullahın ve sahabilerin, gerçek müminlerle mümin olma­yanları ayırdetmeleri Allah tealanın açıklamasıyla olduğundan bu iş Allah tealaya isnad edilmiş ve “Bilmemiz için” ifadesi kullanılmıştır.

b- Diğer bir kısım âlimler ise, buradaki “Bilmek” fiilinden maksat, “Gör-mek”tir demişler ve bu cümlenin mânâsının “Görelim” şeklinde olduğunu söy­lemişlerdir.

Taberi diyor ki: “Bu görüş doğru değildir. Zira Arapçada “Görme” fiili “Bilme” yerine kullanılır. Çünkü bir şeyi yapan kişi aynı zamanda onu bilmiş olur. fakat “Bilme” fiilinin “Görme” yerine kullanıldığı vaki değildir. Zira nice insanlar vardır ki birçok şeyleri bilirler fakat o şeyleri görmemişlerdir.

c- Diğer bir kısım âlimlere göre ise buradaki “Bilmemiz için” ifadesinden maksat, “Bildiğimizi size açıklayalım diye” demektir. Zira münafıklar, Yahudi­ler ve kâfirler, Allah tealanın herhangi bir şeyi henüz meydana gelmeden önce bilebileceğini inkâr edyorlardi. Onlar: “Bunun böyle olacağını kim nasıl bile­cektir? Böyle bir şey olmaz.” demişlerdir. Allah teala kıbleyi Kudüsten Kâbeye çevirince ve bir kısım insanlar da dinden dönünce Allah teala onlara dedi ki:

“Biz kıbleyi böyle çevirdik ki, bizim, kimin Peygambere tabi olacağını kimin de dinden döneceğini bildiğimizi size bildirmiş olalım.”

d- Diğer bir kısım âlimlere göre ise, buradaki “Bilmemiz için” ifadesi, Allah tealamn, kullarının kalbini İslama karşı yumuşatma maksadıyla kullandığı bir nezaket ifadesidir. Bu ifadeden asıl maksat ise “Sizîerin biîmeniz için” de­mektir. Allah teala Kur’an-ı Kerimin bazı yerlerinde bu gibi ifadelrei zikretmiş­tir. Mesela bir âyet-i kerimede: “… O halde bir hidayet ve apaçık bir sapıklık üzerinde olan ya biziz yahut sizsiniz.. [62] buyurulmaktadır. Resulullahın hidayet üzere olduğu, müşriklerin de sapıklık üzere oldukları muhakkaktır. Bu­nunla birlikte sırf müşriklerin kalbini yumuşatmak için böyle bir ifade kullanıl­mıştır. İzahını yaptığımız âyette de durum böyledir.

Âyet-i kerimede zikredilen “Gerisin geri dönen”den maksat, “Dinden dö­nüp mürted olan, nifaka düşen, kâfir olan veya Hz. Muhammed (s.a.v.)’e karşı gelen” demektir.

Âyeti kerimede “Bu, Allanın hidayet ettiklerinin dışındakilere elbette ağır gelir.” buyurulmaktadır. Allanın hidayete erdirdiği kimselerin dışındakile­re ağır gelen şeyden maksat, Abdullah b. Abbas, Mücahid ve Katadeye göre, kıblenin Kudüsten çevirilip Mescidi Harama doğru dönmesidir. Zira daha önce de zikredildiği gibi,kıblenin değiştirilmesi bir çok insanları fitneye düşürmüştür.

Ebul Âliyeye göre ise, hidayette olanların dışındakilere ağır gelen şeyden maksat ise Kudüsün kıble olmasıdır.

İbn-i Zeyd’e göre ise, hidayette oJnalann dışındakiîere ağır geîen şey’den maksat, daha önce Kudüse doğru yönelerek kılınmış olan namazlardır.

Taberi, hidayette olanların dışındakilere ağır gelen şeyin, kıblenin çeviril-mesi hadisesi olduğunu söyleyen görüşün daha doğru olduğunu söylemiştir, zira insanları fitneye düşüren, belli bir kıblenin seçilmesi veya ona doğru yapılan ibadet değil, kıblenin değiştirilmesi olayıdır. Zira bu, insanlara güvensizlik ver­miş, imanı zayıf olanları tereddüde düşürmüş ve münafıkların dedikodularına yol açmıştır.

Allanın hidayete eriştirdiklerinden maksat, Allanın, iman etmeye muvaf­fak kıldığı, Peygamberlerine indirdiklerini tasdik etmeye ve Peygamberlere uy­maya nail kıldığı kimselerdir.

Âyet-i kerimede, “Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir.” buyu­rulmaktadır. Abdullah b. Abbas, Bera b. Âzib, Katade, Süddi, Rebi’ b. Enes Da-vud b. Ebi Âsim ve İbn-i Zeyd’e göre âyette zikredilen “İmanınız” ifadesinden maksat, “Namazınız” demektir. Buna göre âyetin mânâsı: “Allah sizin, Kudüse doğru kıldığınız namazı zayi edecek değildir.” demektir.

Taberi diyor ki: “İman kelimesinin mânâsı, “Tasdik etmek” demektir. Tasdik bazan dil ile bazan amel ile bazan da her ikisiyle olur. Namaz kıimak, Resulullahj amel ile tasdik etmektir. Bu itibarla namaza “İman” denilmiştir. Ni­tekim rivayet edilen görüşler de bunu ifade etmektedir. Âyet-i Kerimede, herne kadar: “Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir.” Duyurularak yaşayan insan­lara hitabedUmişse de bu hitab, Kudüse doğru namaz kılıp ta, kıble değiştirilme­den ölenleri de kapsamaktadır. Zira, dirilerin bu tur amellerinin zayi edilmediği bildirilirken, hayattayken aynı amelleri işleyen ölülerin amellerinin de zayi ol­madığı ifade edilmiş olmaktadır.

Âyet-i kerimenin sonunda: “Şüphesiz ki Allah, müminlere çok şefkatli ve çok merhametlidir.” buyurulmaktadır. “Çok şefkatli” diye tercüme edilen kelimesinin mânâsı, “Merhametin en üst derecesi” demektir. Allah te-alanm, böyle bir merhameti, dünyada bütün yaratıklarına şamildir. Âhirette ise yaratıklarının sadece bir kısmına ait olacaktır. “Merhametli” diye tercüme edi­len kelimesinin mânâsı, “Merhamet sahibi” demektir. Allah tealanın bu gibi merhameti ise hem dünyada hem de âhirette sadece müminlere aittir. Al­lah teala, âyet-i kerimenin sonunda bu iki sıfatını zikrederek şunu beyan etmeyi murad etmiştir: Allah, ibadet eden kullarının amellerini boşa çıkarmaz, onların sevaplarını verir. Çünkü o, bütün yaratıklarına karşı şefkatli, müminlere karşı ise özellikle merhametlidir. O halde o, yapılan amelleri boşa çıkarmaz. [63]

 

144- Ey Muhammcd, yüzünü göğe çevirip durduğunu görüyoruz. Se­ni, sevdiğin kıbleye mutlaka çevireceğiz. Hemen yüzünü Mcscid-i Haram tarafına çevir. (Ey müminler) siz de nerede olursanız olun, yüzünüzü onun tarafına çevirin. Şüphesiz, kendilerine kitap verilenler, kıblenin değişmesi­nin, rabicrı tarafından hak bir emir olduğunu bilirler. Allah onların yap­tıklarından habersiz değildir.

Ey Muhammed, kıbleyi Kabe tarafına çevirme emrini bekleyerek yüzünü göğe doğru çevirdiğini görüyoruz. Seni mutlaka Kudüsten çevirip, sevdiğin kıbleye yönelteceğiz. Hemen Mescid-i Haram tarafına doğru dön ve yüzünü o tara­fa çevir. Ey müminler, siz de nerede olursanız olun, namazda yüzünüzü Mescid-i Haram tarafına çevirin. Şüphesiz ki Yahudi ve Hıristiyan âlimleri, Mescid-i Harama doğru dönmenin, Allahın, kullarına farz kıldığı bir gerçek olduğunu bi­lirler. Zira onların kitaplarında bu gerçekler mevcuttur. Allah, kullarının amelle­rinden gafil değildir. Onlan karşılıksız bırakmaz.

* Resulullah (s.a.v.) Medineye hicret etmeden önce, namaz kılarken, Kâbeyi önüne alarak, muhtemelen rükn-i Şâmî ile Rükn-i Yemanî arasında du­ruyor böylece hem Kâbeye hem de Kudüste bulunan Hacer-i Muallak’a doğru yönelmiş oluyordu. Medineye hicret edince, bu şekilde iki kıbleyi birden önüne alma imkanı kalmadı. Bu sefer sadece Kudüse doğru yöneldi. Fakat içinde, Kâbeye yönelmenin hasreti vardı. Bu durum on küsur ay devam ettikten sonra bu âyet nazil oldu ve namaz ki lavken Kâbeye dönülmesi emredildi.

Resulullahın, Kâbeyi kıble edinmeyi istemesinin sebebi, Mücahid ve İbn-i Zeyd’e göre, Yahudilerin, “Sen bizim kıblemize tabi oluyor fakat dinimize mu­halefet ediyorsun.” demeleriydi. Bu hususta İbn-i Zeyd diyor ki: “Allah teala “Nereye yönelirseniz Allahın yüzü (Rızası) oradadır.” âyetini indirdi. Bu sebep­le Resulullah: “Bunlar, Allahın evlerinden biri olan Kudüse doğru yönelen bir kavimdir. Biz de oraya yönelsck nasıl olur?” demiş ye on altı veya on yedi ay oraya doğru yönelerek namaz kılmıştı. Yahudiler ise: “Vallahi Muhammed ve arkadaşlan kıblelerinin neresi olduğunu bilemediler. Onlara kıblelerini biz gös­terdik.” demeye başlamışlardı. İşte bunun üzerine Resulullah Kudüse doğru yö­nelmeyi hoş görmüyor, yüzünü göğe doğru çevirip kıblenin Kabe tarafına çevi-rilmesini istiyordu. İşte bunun üzerine Allah teala da bu âyeti indirdi.

Abdullah b. Abbasa göre ise Resulullahın, Kâbeyi kıble edinmeyi arzula­masının sebebi, oranın, atası İbrahim (a.s.)’ın kıblesi olmasıdır.

ResuluHahın, yüzünü Mescid-i Haramın hangi tarafına doğru çevirmesi­nin emredildiği hususu ise farklı şekillerde izah edilmiştir.

Abdullah b. Amr’a göre Resulullaha, yüzünü Kâbenin oluğuna doğru çe­virmesi emredilmişti ve Resulullah da yüzünü oraya doğru çevimıeyi istiyordu.

Abdullah b. Abbasa göre ise. BeytuUahil Hanımın tümüne çevirmesi em­redilmişti. Bu itibarla Beytullahın tümü kıbledir. Beytullahın bizzat kendisinin kıblesi ise Kâbenin kapısıdır.

Taberi diyor ki: “Bana göre doğru olan görüş, Allah tealanın da buyurdu­ğu gibi Mescid-i Harama doğru yönelmektir. Oraya yönelen kıbleye yönelmiş olur. Bu sebeple namaza duran kişinin kalbiyle Mescid-i Hanıma yönelmiş ol­duğuna niyet etmesi icabetler. Her ne kadar vücuduyla kıbleye tam isabet etme­se de niyetiyle oraya yönelmesi yeterlidir. [64]

 

145- Yemin olsun ki sen, kendilerine kitap verilenlere bütün delilleri getirsen de yine senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar birbirlerinin kıblesine de uymazlar. Yemin olsun ki eğer sa­na bilgi geldikten sonra onların arzularına uyarsan o zaman şüphesiz Ta­limlerden olursun.

Ey Muhammed, yemin olsun ki sen, Yahudi ve Hıristiyanlara, kıblenin Mescid-i Harama doğru değiştirilmesinin farzı yetine dair bütün delilleri getirsen de yine seni tasdik etmez, senin sevdiğin kıbleye uymazlar. Sen de onların kıb­lesine tabi oîacak değilsin. Yahudiler Hıristiyanların, Hıristiyanlar da Yahudile­rin kıblesine tabi olmazlar. O hakle onları razı etmeyi bekleme. Bu elinde kıble, İbrahim ve ondan sonra gelen Peygamberlerin kıblesidir. Eğer sen bu Yahudi ve Hıristiyanların rızasını kazanmak ister de bunların, inatçı oldukları ve bâtıl üze­re bulunduklarına dair bilgi geldikten sonra, onların da seni çevirdiğimiz kıble­nin, İbrahim ve diğer peygamberlerin kıblesi okluğunu bilmelerinden sonra bunların kıblesine döner, onların sapıklıklarına göz yumarsan. Allanın enirine karşı gelmen sebebiyle kendi kendine zulmedenlerden olursun.

Süddi diyor ki: “Bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi şudur: Kıblenin Ku-düşten Kâbeye çevirilmesi üzerine Yahudiler: “Muhammed babasının memleke­tini ve doğduğu yeri özledi. Şayet bizim kıblemize yönelmeye devam edecek ol­saydı biz onun, gelmesini beklediğimiz adamımız olduğunu ümit ederdik.” de­mişlerdi. İşte bunun üzerine Allah teala bu âyet-i kerimeyi indirdi. [65]

 

146- Kendilerine kitap verdiğimi/, kimseler onu (Peygamberi) kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Yine de onlardan bir cemaat, bile bile gerçeği gizlerler.

Yahudi ve Hıristiyan bilginleri, Muhammedin Allanın Peygamberi oldu­ğunu, kendi çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar. Veya Kâbenin, Peygamberin kıblesi olduğunu bilirlerdi. Onlardan bir grup, ellerindeki Tevrat ve încilde ya­zılı olarak buldukları halde Muhammedin Peygamberliğini veya kıble meselesi­ni bile bile gizlerler. Yaptıklarını bile bile yaparlar. Böylece Allaha kasıtlı ola­rak isyan etmiş olurlar.

Ayet-i kerimede, ehl-i kitabın, oğullarını tanıdıkları gibi belli bir şeyi tanıdıktan zikredilmektedir. Katade, Rebi’ b. Enes, Abdullah b. Abbas, Süddi, İbn-i Zeyd ve İbn-i Cüreyc’e güre ehl-i kitabın, oğullarını tanıdıkları gibi tanı­dıkları şeyden maksat, Beytullahil Haramın, Hz. İbrahimin ve Resulullahtan ön­ce gelen diğer Peygamberlerin kıble olduğunu bilmeleridir. Yahudi ve Hıristi­yanlar, Mescid-i Haramın kıble olduğunu, kendilerine inen kitaplardan bilmele­rine rağmen onu gizlemişler, Yahudiler Kudiise doğru Hıristiyanlar da doğuya doğru yönelmişlerdir. Allah teala bu hususta Hz. Muhammed (s.a.v.)’i aydınlatı­yor ve Yahudilerin, bile bile hakkı gizlediklerini beyan ediyor. [66]

 

147- Hak, rabbindcn gelendir. Sakın şüphe edenlerden olma.

Gerçek, Yahudi ve Hıristiyanların dediği gibi değil, rabbinin sana öğretti­ğidir. Ey Muhammed, sakın yöneldiğin kıblenin, İbrahimin kıblesi olduğu husu­sunda şüphe edenlerden olma.

* Burada hitap her ne kadar Resulullaha ise de, Resulullah, gerçek husu­sunda şüpheye düşmeyeceğine göre asıl maksat, bu hususta onun ümmetinin dikkatini çekmektir.

Arapçada, insanlann önde gelenlerine hitap edilerek onların arkasından gidenlerin kastedildiği geçerli bir usuldür. Âyet-i kerimede de bu usul görül­mektedir. Ayette zikredilen “Hak”tan maksat, Kâbenin kıble olmasıdır. [67]

 

148- Herkesin yölediği bir yön vardır. Siz, hayır işlerde yarışın. Ne­rede olursanız olun Allah hepinizi bir araya toplayacaktır. Şüphesiz ki Al­lah, her şeye kadirdir.

Her ümmetin yöneldiği bir kıblesi vardır. Yüzünü o tarafa doğru çevirir.

Siz, rabbinize şükretmek için salih amellere koşuşun. Dünyada âhiretiniz için azık hazırlayın. Kıblenizi muhafaza edin. Sizden evvelki ümmetler gibi onu kaybetmeyin. Sonra siz de onlar gibi sapıklığa düşersiniz. Nerede Ölürseniz Ölün, Alİah hepinizi kıyamet gününde bir araya toplayacaktır. Şüphesiz ki Al­lah, ölümünüzden sonra sizi kabirlerinizden çıkarıp bir araya toplamaya gücü yetendir. [68]

 

149- Her nereye çıkıp gidersen git, yüzünü Mcscid-i Haram tarafına çevir. Bu, elbette rabbinden gelen bir gerçektir. Allah, sizin yaptıklarınız­dan habersiz değildir.

Ey Muhammed, hangi yere gidersen git, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Kıbleye doğru yönelmek, rabbinin katından gelen ve şüphe götürmeyen bir gerçektir. O halde bu emri tut. Kıbleye yönelerek Allaha itaat et. Allah, sizin yaptıklarınızdan gafil değildir. Yaptıklarınızın karşılığını size vermesi için onla­rı zaptetmektedir. [69]

 

150- Her nereye çıkıp gidersen git, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey müminler) siz de nerede olursanız olun, yüzünüzü onun tarafına çevirin ki insanların, aleyhinize bir delili olmasın. Onlardan zalim olanlar müstesnadır. Onlardan korkmayın benden korkun. Ben de üzerinizdeki ni­metimi tamamlıyayım. Böylece hidayete ermiş olasınız.

Ey Muhammed, hangi yere gidersen git, yüzünü Mescid-i Haram tarafına döndür. Ey müminler, siz de Allahın yeryüzünün ne tarafında bulunursanız bu­lunun, namaz kılarken yüzünüzü Mescid-i Haram tarafına çevirin ki ehl-i kitap: “Muhammed bizim dinimize karşı çıkıyor fakat kıblemize tabi oluyor.” Diyerek aleyhinize delil yapmasınlar. Ancak Kureyş müşrikleri müstesnadır. Çünkü on­ların size karşı bâtıl bir iddiaları ve husumetleri vardır. “Muhammed kıblemiz olan kâbeye döndü daha sonra da dinimize dönecektir.” derler. O zalimlerin de­lillerinden ve mücadelelerinden korkmayın. Benim emrime karşı gelerek ceza­ma çarpılmaktan korkun. Sizi İbrahimin kıblesine döndürmek ve böylece Hanif dini olan îslamın hükümlerini tamamlamakla size olan nimetimi kemale erdire-yim. Böylece kıble meselesinde doğruyu bulaşınız.

Âyette zikredilen insanlardan maksat, ehl-i kitaptır. Taberi diyor ki: Eğer denilecek olursa ki: “Ehl-i Kitabın, Resulullaha ve sahabilerine karşı ileri sürebilecekleri ne gibi bir delilleri bulunabilir ki Allah teala: “İnsanların, aleyhi­nize bir delili olmasın.” buyuruyor? Bu soruya cevaben denilir ki: “Resulullah Kudüse doğru namaz kıldığında,ehl-i kitap onun hakkında şöyle diyorlardı: “Muhammed ve arkadaşları, kıblelerinin neresi olacağını bilemediler. Onlara, kıblelerini biz gösterdik.” “Muhammed dinimize karşı çıkıyor fakat kıblemize uyuyor.” İşte bu sözlerini delil olarak ileri sürüyorlardı. Allah teala, Resululla-hın, kâbeye doğru yönelmesini emredince artık ehl-i kitabın ileri sürecekleri de­lilleri kalmadı.

Âyet-i kerimede: “Onlardan zalim olanlar müstesnadır.” Duyurulmakta­dır. Buradaki “Zalim olanlar”dan maksat, Mücahid, Süddi, Rebi’ b. Enes, Kata-de ve Ataya göre, Arap müşrikleridir. Âyette, Arap müşriklerinin, Resulullahın, kâbeye yönelmesini emreden âyete rağmen yine de Resulullaha karşı bir kısım bâtıl iddialar ileri sürebilecekleri, ancak bunların bâtıl iddialarından korkulma-ması gerektiği bilakis Allah tealadan korkulması gerektiği zikredilmektedir.

Eğer denilecek olursa ki: “Resulullahın, namaz kılarken Kâbeye yönel­mesini emreden âyete karşılık Kureyş müşriklerinin, Resulullaha ve müminlere karşı ne gibi bir delili bulunabilir ki Allah teala onların delillerinin olabileceği­ne işaret ediyor ve fakat o delilin çürük olacağı sebebiyle müşriklerden korkut­mamasını emrediyor?” Cevaben denilir ki: “Zalimlikle vasıflandırılan Kureyş müşriklerinin, müminlere karşı ileri sürecekleri delilden maksat, bir kısım tartış­maları ve bâtıl iddialarıdır. Çünkü onlar, “Artık Muhammed kıblemize döndü, yakında dinimize de dönecektir.” şeklinde sözler söylemişlerdir. Bunun için Al­lah teala: “İnsanlardan zalim olanlar müstesnadır.” Yani, “Onlar, aleyhinize bir kısım delilleri ileri sürmeye devam edeceklerdir.” buyunnuş arkasından da “Bu gibi bâtıl iddialarda bulunacak olan müşriklerden korkmayın, benden korkun.” buyurmuştur.

Bu surenin yüz kırk dört ve yüz ellinci âyetlerinde, kıbleye dönülmesinin üç kere emredilmesinin hikmeti hakkında bir çok görüşler beyan edilmiştir. Bunlardan birinde şöyle deniyor: “Birinci âyet, Kâbeyi görmekte olan kimsele­rin Kâbeye yönelmelerini, ikinci âyet, Mekkede bulunduğu halde Kâbeyi göremeyenlerin oraya yönelmelerini, üçüncü âyet ise Mekke haricinde yaşayan in­sanların Kâbeye yönelmelerini emretmektedir. Yahut birinci âyet, Mekkede bu­lunanlara, ikinci âyet diğer şehirlerde bulunanlara, üçüncü âyet ise yolculuk ya­panlara Kâbeye yönelmelerini emretmektedir.

Diğer bir görüşe göre ise, birinci âyet, Resulullahın arzusunun yerine ge­tirildiğini bildirmekte, ikinci âyet, bu arzunun yerine getirilmesinin Allah tara­fından bir hak olduğunu ve AH ahin rızasına da uygun düştüğünü beyan etmekte, üçüncü âyet ise, Müslümanlara: “Bizim dinimize tabi olmuyor fakat bizim kıb­lemize dönerek namaz kılıyorsunuz.” diyen Yahudilere bir cevap teşkil ettiği zikredilmektedir. [70]

 

151- Nitekim size, içinizden, âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size kitap ve hikmeti öğreten ve size daha bilmediğiniz nice şey­leri de öğreten bir Peygamber gönderdik.

Sizi, dostum İbrahimin dinine erdirdiğim ve Hanif dini İslamı açıklamak­la size olan nimetimi tamamladığım gibi size, içinizden, Kur’an âyetlerini oku­yan, Araplardan bir peygamber gönderdim. O Peygamber sizi, günahların kirle­rinden temizliyor. Size Kur1 anın hükümlerini, sünnetlerini ve dinin hükümlerini öğretiyor. Ayrıca size, bilmediğiniz geçmiş ümmetlerin kıssalarını. Peygamber­lerin haberlerini ve meydana gelecek hadiseler gibi şeyleri öğretiyor. [71]

 

152- Öyleyse beni anın ki ben de rahmetim ve bağışlamamla sizi ana­yım. Bana şükredin ve bana nankörlük etmeyin.

Öyleyse bana itaat ederek beni anınki ben de rahmetim ve bağışlamamla sizi anayım. Ey müminler, sizi İslam ile nimetlendirtliğim, hak din ile doğru yo­la erdirdiğim için bana şükredin. Size olan iyiliklerime karşı nankörlük etmeyin. Yoksa nimetimi sizden geri alırım.

Allah teala,kullarına şah damarlarından daha yakın ve anne ve babala­rından daha merhametlidir. Kul rabbini tanıyıp ona yaklaştığı sürece rabbi de ona lütfü ve rahmet’iyle yaklaşır. Bu hususta bir Hadis-i Kudside şöyle buyurul-maktadır:

“Ben kulumun, beni zannettiği gibiyim. O, beni andığı sürece ben onunla beraberim. O beni yalnız başına anarsa ben de onu öylece ananm. Eğer beni bir topluluk içinde anarsa ben de onu o topluluktan daha hayırlı olan bir toplulukta anarım. Kulum bana bir kanş yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım. Kulum bana bir arşın yaklaşacak olrusa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kulum bana yü­rüyerek gelirse ben ona koşarak giderim. [72]

 

153- Ey iman edenler, sabırla ve na mayla yardım dileyin. Şüphesiz kî Allah, sabredenlerle beraberdir.

Ey iman edenler, Allanın rızasını kazanmak için sabırla ve namazla yar­dım dileyin. Çünkü siz, hoşlanmadığınız şeylere sabretmek sonra da hemen na­maza davranmakla ihtiyaçlarınızı gidermiş ve benim rızamı kazanmış olacaksı­nız. Şüphesiz ki ben, sabredenlerle beraberim. Onlara yardım ederim. Onlan gö­zetir, yedirir, içiririm.

Burada, ibadetler içinde Özellikle namaz zikredilmiştir. Çünkü onda AI-lahm kitabını okuma, dünya zevklerini terketme, âhireti ve orada insanlar için Allah tealanm hazırlamış olduğu nimetleri hatırlatma vardır. İşte bu sebeplerdir ki

Resulullah (s.a.v.) bir sıkıntıyla karşılaştığı zaman hemen namaz kılmaya başlardı. [73]

 

154- Allah yolunda öldürülenlere “Ölüler” demeyin. Bilakis onlar di­ridirler. Fakat siz farkında değilsiniz.

Allah yolunda Öldürülenlere “Onlar ölüdürler” demeyin. Zira ölü, lezzet almaz, nimetleri idrak edemez. Halbuki Allah yolunda öldürülen kimse hayatta ve nimetler içerisindedir, güzel bir hayat sürdürmektedir. Cennet yiyeceklerin­den nzıklandırılmaktadır. Onlar berzah âlemindedirler ve orada nimeti endi ril-mektedirler. Fakat siz onları göremezsiniz ki diri olduklarını bilesiniz.

Bu hususta diğer bir âyet-i kerimede de şöyle Duyurulmaktadır: “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanmayın. Bilakis onlar diridirler. Rab-Icri katından rızıklandırılmaktadirlar. Allanın, kendilerine lütfundan ver­diği şeylerle sevinç içindedirler. Geride kalıp kendilerine erişemeyenlere, onlar için bir korku ve üzüntü olmadığını müjdelerler. Aiiahın nimetini, lütfunu ve Allanın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceğini müjdelerler. [74]

Peygamber efendimiz (s.a.v.) de Allah yolunda cihad ederek şehit olma­nın yüce bir mertebe olduğunu beyan ederek buyuruyor ki:

“Şehitlerin ruhları, yeşil renkli kuşlar şeklindeki yaratıkların içinde bulu­nacaktır. O ruhlar için arştan asılan kandiller vardır. Ruhlar, cennetin diledikleri yerinde gezip dolaşırlar. Sonra o kandillerin çevresinde konaklarlar. Allah teala onlara bakarak: “Bir arzunuz var mı?” diye sorar. Onlar: “Bizim başka ne arzumuz olabilir ki? Biz, cennetin istediğimiz yerinde gezip dolaşıyoruz.” derler. Allah teala bu soruyu onlara üç kere sorar. Onlar, soruların devam edeceğini an­layınca şöyle derler: “Ey Rabbimiz, biz, tekrar senin yolunda öldürülmek için ruhlarımızı bedenlerimize iade etmeni istiyoruz.” Allah teala onların hiçbir ihti­yaçları olmadığını görünce artık kendi hallerine bırakılırlar. [75]Diğer bir Ha-dis-i Şerifte şöyle buyuruluyor:

“Allah yolunda öldürülmek borç hariç (kul hakkı hariç) her şeyi af-fcttirir. [76] Başka bir Hadis-i Şerifte de:

“Şehidin, öldürülürken hissettiği acı, sizden birinizin çimdiklcnmck-ten hissettiği acı kadardır. [77]Duyurulmaktadır.

Cihadın ve şehidin yüceliğine işaretle başka bir Hadis-i Şerifte şöyle bu­yuruluyor:

“İyi bilin ki cennet, kılıçların gölgesi altındadır. [78]

Ebu Said el-Hudri diyor ki:

“Bir adam Resulullah (s.a.v.)’e geldi ve ona: “İnsanlann hangisi daha üs­tündür?” diye sordu. Resulullah da ona: “Allah yolunda malıyla, canıyla cihad eden kişidir.” cevabını verdi. [79]

Abdullah b. Ömer (r.a.) Resulullah (s.a.v.)’in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor; “Rızkım mızrağımın gölgesinde verildi (Rızkım mızrağımın gölgesinde-dir) Zillet ve aşağılık ise emrime karşı gelenlere verildi. [80]

Bi’ri Maûne hadisesinde, Resulullahın emirlerini müşriklere tebliğ eden Haram b. Milhan’m kamından ok girip sırtından çıktığında Haram, kanları alıp yüzüne sürerek şöyle demiştir:

“Allahuckbcr. Kâbcnin rabbinc yemin olsun ki ben kurtuldum. [81]

Hadis-i Şeriflerin de işaret buyurduğu şehitlik, dünyanın zorluk ve kül­fetlerinden kurtulma ve âhiretin sonsuz nimetlerine ermedir. Yok olup gitme de­ğildir.

Taberi diyor ki: “Eğer denilecek olursa ki: “Resulullahtan nakledilen çe­şitli Hadis-i Şeriflerde, müminler, öldükten sonra kabirlerinden cennete bir kapı açılacağı, ölen kişi cennet nimetlerini görünce rabbinden, kıyameti hemen ko­parmasını isteyeceği, kâfirlerin ise cehennem ateşine bir kapı açılacağı oradan cehennem ateşini görerek Allaha sığınacakları ve kıyametin kopmasının ertelen­mesini isteyecekleri zikredilmiştir. Bütün müminler kabirlerindeyken cennet ni­metlerini müşahade ettiklerinden dolayı sevinç içinde olacaklarına göre âyet-i kerimede Özellikle, Alalı yolunda Öldürülenlerin ölüler olmadığının bildirilmesi­nin ne gibi bir özelliği olabilir? Çünkü onlar da diğer müminler gibidirler.” Ce­vaben denilir ki: “Kabirde müminlerle şehitlerin durumu farklıdır. Müminler, cennet nimetlerini sadece görürler ve ona kavuşmak için acele ederler. Şehitler ise, âyet-i kerimenin de beyan ettiği gibi, kabir hayatindayken bile bizzat cennet nimetlerinden yer içer istifade ederler.” [82]

 

155- Şüphesiz ki sizi, biraz korku, açlık, mal, can ve ürün eksikliği ile imtihan edeceğiz. Ey Muhammet), sabredenleri müjdele.

Sizi, düşmanlarınızdan size ulaşacak bir korkuyla ve bir kıtlıktan dolayı gelecek açlıkla, mal, evlat ve ürün eksikliği ile imtihan edeceğiz. Bunlar, ima­nında sadık olanlarla münafıkları ortaya çıkarmak içindir. Ey Muhammed, bela­larıma karşı sabredenleri, tayin ettiğim kaza ve kadere boyun eğenleri, kendile­rini sevindirecek af ve merhametimle müjdele.

* Taberi diyor ki: “Allah teala bu âyet-i kerimesiyle, Resulullaha tabi olan müminlere, kendilerinden önceki Peygamberleri ve ümmetleri imtihan etti­ği gibi onları da imtihan edeceğini, böylece gerçekten mümin olanı, gerisin geri gidip dinden çıkacak olandan ayırdedeceğini beyan etmektedir. Bu hususta baş­ka bir âyet-i kerimede de şöyle buyuru İm aktadır: “Sizden öncekilerin başına gelenlerin benzeri sizin de başınıza gelmeden, cennete gireceğinizi mi zan­nediyorsunuz? Onlara yoksulluk ve sıkıntılar dokunmuştu. Ve şiddetle sar­sılmışlardı. Öyle ki Peygamber ve onunla beraber iman edenler: “Allanın

yardımı ne zaman gelecek?” demişlerdi. Bilinki Allanın yardımı pek yakındir[83]

Allah teala müminleri dünyada çeşitli imtihanlara tabi tutabilir. Müminler bunlara karşı sabretmelidirler. Zira sabretmeleri sebebiyle mutlaka bir mükâfaat alacaklardır.

Sa’d b. Ebi Vakkas diyor ki:

“Dedim ki “Ey Allah’ın Resulü, insanların en şiddetli belaya uğrayanları kimlerdir? Resulullah buyurdu ki: “Peygamberlerdir. Onlardan sonra! dereceleri üstün olanlara göre sıralanırlar. Kişi, dindarlığına göre imtihan edilir. Eğer dininde sağlam ise belası da şiddetli olur. Şayet dininde gevşek ise ona göre imti­han geçirir. Kulun başına devamlı felaketler gelir. Öyle ki o felaketler kulu arın­dırıp yeryüzünde günahsız olarak yürümesini sağlar.[84]

Ancak sabretmek, bela veya felaketlerin geldiği anda gerçekleşmelidir. Önce sızlanıp daha sonra ise sabreden, sabrın sevabını kaybeder. Bu hususta Resulullah (s.a.v.) den şu hadis-i şerif rivayet edilmektedir. Enes b. Mâlik diyor ki:

“Resulullah (s.a.v.) b ir gün, kabir başında ağlayan bir kadının yanından geçti ve ona: “Allah’tan kork sabret.” dedi. Kadın: “Benden uzak ol. Benim mu­sibetim senin başına gelmedi.” dedi. Kadın, Resulullah’ı tanımamıştı. Ona: “Bu zat, Allah’ın Resulü.” dediler. Bunun üzerine kadın, Resulullah’ın kapısının Önü­ne geldi. Orada kapıcı görmedi ve Resulullah’a dedi ki: “Ben seni tanımadım. “Resulullah da ona dedi ki: “Sabır, felaketin ilk anındadır.[85]

 

156 – Onlara bir musibet dokunduğu zaman: “Şüphesiz ki biz, Allah içiniz ve mutlaka ona döneceğiz.” derler. [86]

 

157- İşte rablcrinin mağfiret ve rahmeti onların üzerinedir. Doğru yolda bulunanlar da onlardır.

Ey Muhammed, Sen, sabreden kullarımı müjdele. Onlar, içinde bulundukîan bütün nimetlerin bana ait olduğunu idrak eder, bana kulluğu kabul eder, beni birlerler. Öldükten sonra tekrar dirileceklerini, huzuruma çıkarılacaklarını tasdik ederler. Benim hükümlerime boyun eğer, sevaplarımı umarlar. Cezalan­dırmamdan korkarlar. Benim, kendilerini herhangi bir şeyle imtihan etmem ha­linde de sabrederler.

Biz, hayatımızda da, Allah’ın âciz bir kuluyuz. Ölümümüzden sonra da ona döndürüleceğiz.” derler. Günahlarından dolayı bağışlanma, işte böyle deyip te sabredenleredir. Onlara Allah’ın rahmeti ve acıması da vardır. Hak yolu bu­lanlar, rüşde ve doğruya erdirilenler de onlardır.

* Abdullah b. Abbas diyor ki:

“Allah teala bildirdi ki, mümin işi Allah’a bırakır. Bir musibet ânında “Şüphesiz biz, Allah içiniz ve mutlaka ona döneceğiz” derse onun için üç hayırlı şey yazılır; Allah’tan af, merhamet ve hidayet yolunu bulma.

Ebu Seleme, başına bir felaket gelen kişinin demesi halinde mükâfaatlandırılacağını beyan eden şu hadis-i şerifi rivayet et­miştir:

“Herhangi bir müslümana bir musibet dokunur da o da Allah’ın emrettiği gibi Allah’a sığınır der ve : “Ey Allah’ım, başıma gelen musibetin mükâfaatını ancak senden isterim, sen onun mükâfaatını bana ver ondan gördüğüm zaran gider.” diye dua edecek olursa Allah o musibete karşılık o kişiye sevabını verir ve karşılığında, musibetten dolayı kaybettiğinden daha hayırlısını verir. [87]Hadisi-i Şerifin diğer bir rivayetinde Resuhıllah şöyle bu­yurmuştur.”Ey Allah’ım, başıma gelen musibetin mükâfaatını ancak senden bekle­rim. Sen o musibetten dolayı bana sevap ver ve karşılığında, ondan dolayı uğra­dığım zarardan daha hayırlısını ver.” diye dua etsin. [88]

Hz. Hüseyin, Resulullah’ın şöyle buyurduğunu söylemiştir:

“Kimin başına bir musibet gelir de sonra o musibeti hatırlar ve “Şüphesiz ki biz Allah içiniz ve mutlaka ona döneceğiz.-” diyecek olursa o musibetin zamanı geçmiş bile olsa Allah o kimse için, musibetin geldi­ği gündeki mükâfaatını verir. [89]

 

158- Şüphesiz ki Safa îic Mcrve, Allah’ın alâmctlcrindcndir. Kim, Hac için Kâbeyi ziyaret eder veya Umre yaparsa, Safa ile Mcrvcyi tavaf et­mesinde bir mahzur yoktur. Bir kimse kendi isteğiyle, fazladan hayır ya­parsa, muhakka ki Allah, şükrün karşılığını veren ve herşeyi bilendir.

Şüphesiz ki Safa ve Merve tepeleri, Allah’ın kullan için kıldığı alamet ve işaretlerdendir. Kullar, onların yanında dua zikir ve sa’y yaparak Allah’a ibadet ederi er. Kim, Beytül atik olan K&beye Hac veya umre ziyareti yapmak için ge­lirse. Safa ile Merve tepelerini tavaf etmesinde bir zorluk ve günah yoktur. Bir kimse, farz olanı yerine getirdikten sonra fazladan Hac ve Umre yaparsa mu­hakkak ki Allah, kendi nzası için fazladan ibadet yapana, şükrünün karşılığını verir. Onun kast ve niyetini de çok iyi bilir.

* SAFA ile MERVE: Safa ve Merve, Kâbe-i Muazzamanın hemen ya­nında bulunan iki tepedir. Bunlar bir cadde ile birbirlerine bağlanmışlardır. Hac veya umre sırasında dört defa Safa’dan Merve’ye üç defa da Merve’den Safa’ya gidip gelmek vaciptir. Buna ‘Sa’y” denir. Bu sa’y, Kâbeyi tavaf ettikten sonra yapılın

Bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında iki görüş zikredilmiştir: On­lardan birisi şöyledir:

a- Cahiliye döneminde Safa ve Merve’de birer put bulunuyormuş. Sa-fa’dakinin ismi “İs’af’ Merve’dekinin ismi de “Naile” imiş Müşrikler bu putları ziyaret ederlermiş. İslamiyet hakim olunca bu putlar kırılmış ve o mübarek yer­ler bunlardan temizlenmiştir. Fakat daha önce burada putların bulunmasından dolay bazı Müslümanlar, burada sa’y yapmanın mahzurlu olup olmayacağı hu­susunda tereddüt geçirmişler ve bunun üzerine bu âyet nazil olmuş ve bu iki te­pe arasında sa’y yapmanın mahzurlu olmayacağını beyan etmiştir.

Bu görüş, Şa*bî, Enes b. Mâlik, Abdullah b. Abbas, Süddî, Mücahid ve İbn-i Zeydelen rivayet edilmiştir.

b- Diğer bir görüşe göre bu âyet-i Kerimenin nüzul sebebi şudur: Cahili­ye döneminde bir kısım insanlar. Safa ile Merve arasında sa’y yapmıyorlardı. Bunlar, İslam geldikten sonra da Safa ile Merve arasında sa’y yapmaktan çekini-yorlardı. Bunun üzerine Allah teala bu âyet-i kerimeyi indirdi. Safa ile Mer-ve’nin, Allah’ın nişanelerinden olduğunu, onlar arasında sa’y yapmanın herhan­gi bir mahzuru bulunmadığını, bilakis onlar arasında sa’y yapmanın gerekliliğini beyan etti. Bu görüş ise Katade, Urve b. Zübeyr ve Hz. Aişeden rivayet edilmiş­tir. Bu hususta Urve b. Zübeyr diyor ki: “Ben bu âyeti okudum ve Aişe’ye de­dim ki: “Vallahi Safa ile Merve arasında sa’y yapmayan için de bir mahzur yok­tur.” Bunun üzerine Aişe şöyle dedi: “Bacımın oğlu ne kötü bir söz söyledin. Eğer bu âyet, senin yorumladığın gibi olsaydı: “Safa ile Merve’yi tavaf etme­mekte bir mahzur yoktur.” şeklinde olması icabederdi. Halbuki âyet, “Safa ile Merve’yi tavaf etmekte bir mahzur yoktur.” şeklindedir.

Bu âyet, Müslüman olmadan önce Müşellelde bulunan “Menat” putunu Hac yapmaya girişen Ensar hakkında nazil olmuştur. Zira, Menat putunu Hac­cetmeye giriştikten sonra Safa ile Merve arasında sa’y yapmayı mahzurlu gör­müyorlardı. Ensar Müslüman olduktan sonra Resululiah’tan bunu sordular ve dediler ki: “Ey Allah’ın Resulü, biz. Safa ile Merve arasında sa’y yapmayı saka-ıncalı görüyorduk. Bu hususta ne dersin?” İşte bunun üzerine allan teala: “Şüp­hesiz ki Safa ile Merve, Allah’ın alâmetlerindendir…” Kim Hac için Kâbeyi zi­yaret eder veya Umre yaparsa Safa ile Merve’yi tavaf etmesinde bir mahzur yoktur…” âyetini indirdi. Aişe devamla dedi ki: “Sonra Resulullah bu ikisinin arasında bizzat tavaf yaptı. Artık o ikisinin arasında tavafı terketmeye kimsenin hakkı yoktur. [90]

Taberi diyor ki: “Âyet-i kerimenin nüzul sebebi, bu görüşlerden herhangi biri olabilir. Hangi görüş alınırsa alınsın Safa ile Merve arasında sa’y yapmak gereklidir. Âyetin ifadesinden : “Tavaf edip etmemek serbesttir.” mânâsı çı­karılmamalıdır. Zira onların arasını tavaf etmek, önce yasaklanıp daha sonra da serbest bırakılmış değildir. Ancak ilim adamları, bu iki tepe arasında tavaf et­menin (Sa’y etmenin) hükmü hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Hz. Aişe ve Enes b. Mâlike göre Safa ile Merve arasında sa’y etmek farzdır. Terkedilmesi halinde herhangi bir keffaret veya fidye geçerli değildir. Bu görüş İmam Şafiiden nakledilmiştir. Bunlara göre Allah teafa, Kâbeyi tavaf etmeyi emrettiği gibi Safa ile Merve arasında tavaf etmeyi de emretmiştir. Bun­ların birbirlerinden farklı olduklarını söylemek isabetli değildir.

b-Ebuzzerka, Ebu Hanİfe, ebu Yusuf ve İmam Muhammed’e göre ise Safa ile Merve arasında tavafın terkedilmesi halinde, kaza edilmesi daha evla­dır. Ancak mutlaka kaza edilmesi gerekmez. Sa’y etmeyi terkeden kimsenin ce­za olarak kurban kesmesi de yeterlidir. Bunlara göre Safa ile Merve arasında sa’y etme, Şeytan taşlamaya, Müzdelifede vakfe yapmaya ve Kâbeye varış tava­fı yapmaya benzer.

c- Atâ, Abdullah b. Mes’ud, Âsim, Mücahid ve Abdullah b. Zübeyr’e gö­re, Safa iel merve arasında sa’y etmek ne farzdır ne de vaciptir. O, bir nafile iba­dettir. Hac yapan kimse Sa’y yapacak olursa güzel bir iş yapmış olur. Yapmaya­cak olursa hiçbir şey gerekmez. Zira Abdullah b. Mes’ud ve Adullah b. Abbas bu âyet-i kerimeyi: “Kim Kâbeyi Hacceder veya Umre yapacak olursa onun, Safa ile Mcrvc arasında tavaf yapmamasında bir mahzur yoktur.” şeklinde okumuşlardır. Bu da Safa ile Merve arasında tavaf yapmamanın serbest olduğunu gösterir.

Taberi diyor ki: “Doğru olan görüşe göre “Safa ile Merve arasında tavaf etmek farzdır. Onu terkedenin veya unutanın tekrar orayı tavaf etmekten başka hiçbir çaresi oyktur.” diyen görüştür. Zira Resulullah, sahabilerine Hac ibadeti­nin yapılacağı yerleri öğretirken Safa ile Merve arasında sa’y yapmayı da öğret­miştir. Bu hususta Cabir b. Abdullah diyor ki:

“Resulullah, Kabe’nin kapısından Safa tepesine doğru çıktı. Oraya yakla­şınca: “Şüphesiz ki Safa ile Mcrvc Allah’ın alâmctlcrindcndir….” âyetini okudu sonra “Biz de Allah’ın sıraladığı gibi başlayalım.” dedi. Safa’dan baş­ladı. Tepenin üzerine çıktı, Kâbeyi görünce tekbir getirdi ve:

“Allah, kendisinden başka hiçbir ilah olmayandır. Onun hiç bir orta­ğı yoktur. Mülk ancak onundur, övülme de ona aittir. O, diriltir ve öldü­rür, o, her şeye kadirdir. O, kendisinden başka hiç bir ilah bulunmayan bir Allah’tır. Kuluna verdiği vaadini yerine getirmiş, ona yardım etmiş ve tek başına bütün gurupları mağlup etmiştir.” diyerek dua etti [91]

Abdullah b. Abbas diyor ki:

“Resulullah (s.a.v.)’in, Kâbeyi tavaf ederken ve Safa ile Merve arasında

sa’y yaparken koşmasının sebebi, müşriklere gücünü göstermek İstemesiy­di. [92]

Taberi diyor ki: “Resulullah, Safa ile Merve arasında sa’y yapmıştır. Onun, sa’y ve diğer Hac menasikini bizzat eda etmesi, aynı zamanda ümmetine Hac menasikini öğretmesi içindir. Ve Resulullah’ın amelleri, Allah tealimin, ki­tabında farz kıldı» hükümleri ümmetine açıklaması mahiyetindedir. O hakle ümmetinin de bu gibi amellere uyması gerekir. Ümmet, Resulullah’ın Kâbeyi ta­vaf ettiği hususunda nasıl icma etmişse Safa iic Merve arasında sa’y yaptığı hu­susunda da icma etmiştir. Yine ümmet, Kabe’yi tavaf etmeyenin, herhangi bir fidye veya keffaretle onu eda etmiş sayılamayacağın, ancak onu tavaf etmekle Hac farizasını eda etmiş olacağı üzerinde icma etmiştir. Safa ile Merve arasında sa’y etmek te Kâbeyi tavaf etmek gibidir. Onu terkeden de ancak sa’y yapmakla onu eda etmiş sayılır. Bu ikisi arasında fark gözetenden, görüşüne delil istenir. Şayet Abdullah b. Mes’uddan nakledilen: “Onları tavaf etmemenin bir mahzuru yoktur.” şeklindeki kıraat delil gösterilecek olursa bunun, şaz (istisnai) bir kıra­at olduğu ve bunun, Kur’anda tesbit edilmediği söylenir. Nitekim, Hz. Aişe (r.a.) Urve b. Zübeyre karşı çıkmış ve yukarıda zikredilen izahatlarda bulunmuş ve bu kıraat üzere okuyanların görüşlerini reddetmiştir.

Âyet-i kerimenin sonunda: “Bir kimse kendi isteğiyle fazladan hayır yaparsa, muhakkak ki Allah, şükrün karşılığını veren ve her şeyi bilinder.” Duyurulmaktadır. “Fazladan yapılan hayır”dan maksat, “Farz olan Haccını yaptıktan sonr nafile olarak Hac ve Umre yapmaktır.” Yoksa Hac yaptık­tan sonra Safa ile Merve arasında sa’y yapmak değildir. Zira bu ikisi arasında sa’y yapmak, daha önce de belirtildiği gibi nafile değil farzdır. Ancak nafile olan bir Hacda veya Umrede bunlar arasında sa’y yapmak nafile olur.

Safa ile Merve arasında sa’y yapan Hacılar bugün, yeşil direklerle işaret­lenmiş kısma gelince, erkekler, hızlı ve gösterişli bir şekilde yürürler. Buna “Hervele” denir. Hanefılere göre Hervele yapmak vaciptir.

HAC: Lüfatte, saygı gösterilecek makamları ve yerleri ziyaret kastında bulunmaktır. Şeriatta ise: Arafatta belli bir zamanda bir miktar durduktan sonra gidip Kâbeyi tavaf etmektir. Şeriatın tesbit etmiş olduğu ölçüde zengin olan ve diğer şartlan da haiz olan bir Müslümana ömründe bir kere hac yapmak farzdır.

UMRE: Lügatte, ziyaret etmek mânâsına gelir. Şeriatta ise, belli bir za­mana bağlı olmaksızın Kâbeyi tavaf etmek ve Safa ile Merve arasını sa’y etmek­ten ibarettir, umrede, Arafatta vakfe yapmak yoktur. [93]

 

159- İndirdiğimiz apaçık delilleri ve hidayeti, biz, insanlara kitapta açıkladıktan sonra gizlcycnclcrc, işte onlara Allah lanet eder. Hem de bü­tün lanet edenler lanet eder.

İndirdiğimiz delilleri ve hidayeti. Tevrat ve İncil’de insanlara açıklayıp izah ettikten sonra, Muhamed’i ve getirdiği dini hakkındaki bilgileri gizleyenleri Allah rahmetinden uzaklaştırır. Melekler ve müminler da onlara lanet eder.

* Bu gerçeği gizleyenler’den maksat, Yahudi ve Hıristiyan âlimleridir.

Çünkü bu kişiler, Allah tealamn, tevrat ve İncil’de açıkladığı, Hz. Muham-med’in geleceği, Peygamberliğini ve diğer sıfatlarını gizlemişler ve ona iman et­memişlerdi. Bu yüzden Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılmışlar ve lanete uğra­tılmışlardır.

Taberi diyor ki: “Âyet, her ne kadar bu özel kişilere işaret etmekte ise de hükmü, Allah’ın insanlara açıklanmasını farz kıldığı bilgileri saklayan herkesi içine almaktadır.”

İslam dini, Allah’ın insanlara gönderdiği bilgileri onlardan gizlemeyi ya­saklamış ve bunu yapanların lanetleneceklerini beyan etmiştir. Bu hususta Re-sulullah (s.a.v.) efendimiz de bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyuruyor:

“Kimden bir ilim sorulur da o da ilmi gizleyecek olursa Allah o gizle­yen kişiye kıyamet gününde ateşten gem vuracaktır. [94]

Yine bu hususta Ebu Hureyre (r.a.) şöyle demiştir:

“İnsanlar “Ebu Hureyre çok hadis rivayet ediyor” diyorlar. Şayet, Allah tealamn kitabındaki şu iki âyet olmasaydı hiçbir hadis rivayet etmezdim. “Ebu Hureyre bu âyeti ve bundan sonra gelen âyeti okumuş ve devamla şöyle demiş­tir: “Muhacir kardeşlerimizi çarşilardaki alış veriş meşgul ediyordu. Ensardan olan kardeşlerimizi ise mallan üzerindeki çalışmaları meşgul ediyordu. Ebu Hu­reyre ise karın tokluğuna Resulullah’tan ayrılmıyordu. O, onların hazır bulunmadiği yerlerde hazır bulunuyor ve onların ezberlemediklerini ezberliyor-du[95]

Âyeti kerimenin sonunda “İşte onlara Allah lanet eder, hem de bütün lanet edenler lanet eder.” bu yurul m aktadır. Bundan maksat, Allah’ın indirdi­ğini gizleyenleri Allah rahmetinden uzaklaştırır ve lanet edenler de onun, Al­lah’ın rahmetinden uzaklaştırılmasını Allah’tan dilerler. Zira lanetin lügat mânâsı “Uzaklaştırmak ve kovmak” demektir.

Âyette zikredilen “Lanet edenler” den maksat, Mücahid ve İkrimeye gö­re, yeryüzündeki canlılar ve haşerattır. Zira bu yaratıklar: “Âdcmoğlunun gü­nahları yüzünden, bizden yağmur kesildi.” derler, ve günah işleyenlere, Al­lah’ın lanet etmesini dilerler. Bu hususta İkrime diyor ki: “Bütün lanet edenler lanet eder. Hatta gübre böcekleri ve akrepler dahi. Onlar, “Âdemoğiunun gü­nahları yüzünden biz yağmurdan mahrum olduk.” derler.

Katade ve Rebi’ b. Enes’e göre ise “Lanet edenler” den maksat. Melekler ve müminlerdir. Süddi ve Dehhak’a göre ise “Lanet edenler”den maksat, Kabir­de azap gören “kafirlerin seslerini işiten ve insan ve cinlerin de dışındaki bütün yaratıklardır. Bu hususta Bera b. Âzibin şöyle dediği rivayet edilir: “Kâfir kabi-re konulduğu zaman yanına bir yaratık gelir. Onun gözleri sanki bakırdan iki kazandır. Elinde demirden bir direk bulunmaktadır. Onunla kâfirin iki omuzu arasına Öyle bir vurur ki kâfir çığlık koparır. Onun sesini işiten her yaratık ona lanet okur. Onun sesini işitmeyen hiçbir kimse kalmaz. Ancak cinler ve insanlar işitmezler.

Taberi diyor ki: “Bu görüşlerden doğru olanı, lanet edenlerin, melekler ve müminler olduğunu söyleyen görüştür. Zira Allah teala, başka bir âyet-i keri­mede, kâfirlere lanet okuyanları saymış ve buyurmuştur ki: “İnkâr edenler ve kâfir olarak ölenler var ya. Şüphesiz ki Allah’ın, meleklerin ve bütün in­sanların laneti işte bunların

üzerinedir. [96]

 

160- Ancak tevbe edip kendilerini düzelten ve (Allah’ın indirdiğini) açıklayanlar müstesna. İşte onların tcvbelcrini kabul ederim. Ben, tevbeleri çok kabul eden ve çok merhamet edenim.

Ancak gerçeği gizlemekten vazgeçip tevbe edenler, salih amellerle nefis­lerini ıslah edenler ve Allah’ın, Peygamberlerine indirdiği vahyi açıklayanlar müstesna. İşte bunların tevbelerini kabul eder ve onlan, bana itaat eden ve rıza­mı kazananlardan eylerim. Zira ben, kullarımın tevbeierini kabul eden, affımla onların kusurlarını örten, rahmetimle o kusurları cezalandırmaktan vazgeçen on­lardan, tevbe edip kendisini düzelten ve Hz. Muhammed hakkında gizlediklerini açıklayan Abdullah b. Selam vb. müminlerdir. Ayet-i kerime, Yahudilerden olup iman eden bu kişilere işaret etmektedir.

Yukarıda da zikredildiği gibi Ebu Hureyre diyor ki: “Benim hakkımda “Ne kadar çok hadis rivayet ediyor.” diyorlar. Eğer Allah tealanın kitabında, il­mi gizlemeyi yasaklayan bu iki âyet olmasaydı hiçbir hadis rivayet etmez­dim.” [97]

 

161- İnkâr edenler ve kâfir olarak ölenler var ya, şüphesiz ki, Al­lah’ın meleklerin ve bütün insanların laneti işte bunların üzerinedir.

Yahudi, Hıristiyan ve müşriklerden, Muhammed’in Peygamberliğini inkâr eden ve bu inkârlarıyla kâfir olarak ölenler var ya, Allah’ın meleklerin ve bütün insanların laneti işte bunların üzerinedir. Allah onları rahmetinden kovar. Melekler ve bütün insanlar da, Allah’tan, onlan rahmetinden uzaklaştırmasını dilerler.

Taberi diyor ki: “Eğer denilecek olursa ki: “Âyet-i kerimede, kâfir ola­rak ölene bütün insanların lanet okudukları zikredilmektedir. Halbuki insanların çoğu kâfirdir. Kâfirler, kâfir olarak ölenlere nasıl lanet edeceklerdir?” Cevaben denilir ki:”Mesele öyle değil. Mesele hakkında çeşitli görüşler zikredilmiştir:

Katade ve Rebi’ b. Enes’e göre burada ifade edilen “Bütün insanlar” dan maksat, müminlerdir.

Ebu Aliyeye göre ise bu lanetleme işi âhirette olacaktır. Öyle ki kâfirler teşhir edilecek ve böylece bütün insanlar onlara lanet edeceklerdir.

Süddiye göre ise buradaki ifadeden şu kastedilmektedir: “Her insan, “Allah’ın laneti zalimlerin üzerine olsun.” der. Böylece kâfir olarak ölen de “Zalim­ler” ifadesine dahil olduğundan o da lanetlenmiş olur.

Taberi bu son görüşü tercih etmiş Ebul Âİiye’den nakledilen görüşün de bununla bağdaştığım söylemiştir. Zira Allah teala kıyamet gününde, kâfir olarak ölenleri gören herkesin onlara lanet edeceklerini zikretmiş ve buyurmuştur ki: “Yalanlar uydurup Allah’a nisbet edenden daha zalim kim olabilir? İşte onlar, rablerimn huzuruna çıkarılacaklardır. Şahitler: “Bunlar, rablerine yalan nisbet ettiler.” diyeceklerdir, İyi bilinmelidir ki, Allah’ın laneti zalimeredir. [98]

 

162- O lanet içinde ebedi kalacaklardır, onların azabı hafilctilmez, onlara mühlet de verilmez.

Onlar, kendilerini cehenneme sokacak o lanetin içinde ebedi olarak kıla­caklardır. Azaplan daimi ve ebedidir. Hafifletilmez ve hiç kesintiye uğratılma. Onlara, ileri sürecekleri bir mazeretten dolayı mühlet de Verilmez.

* devamlı kalacakları ve azaplarının da hafifle-tilmeyeceği zikredilmektedir. Bu hususta başka âyetlerde de şöyle buyurulmak­tadır: “İnkâr edenlere ise cehennem ateşi vardır. Onların ölümlerine hük­medilmez ki ölsünler. Onların cehnnem azabı da hafifletilmez. Biz, her kâfiri işte böyle cezalandırırız[99]Ayetlerimizi inkâr eden’cri, ilerde ce­hennem ateşine atacağız. Derileri yandıkça, azabı (alsınlar diye onları baş­ka derilerle değiştireceğiz. Şüphesiz ki Allah, her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir. [100]buyurulmaktadır: İzahı yapılan bu âyette: “Onlara mühlet te verilmez” buyurulmaktadır. Bu ifadeden kâfir olarak ölüp lanete uğra­yanların mazeretlerinin dinlenilmiyeceği ve mazeretleri dinlenene kadar dahi mühlet verilmeyeceği anlaşılmaktadır. Nitekim bu hususta başka âyeti kerime­lerde de şöyle buyurulmaktadır. “O gün onlar konuşamazlar.” “O gün, ya-İaniayanların vay haline. [101]

 

163- Sizin ilahınız tek bir ilahtır, ondan başka ilah yoktur. O, çok merhamet edendir ve çok bağışlayandır.

Ey insanlar, ibadet edilmeye layık olan ilahınız tek bir ilahtır. Ondan baş­ka ilah yoktur. Ondan gayrısına ibadet etmeyin. Ona bir başka şeyi eş koşma­yın. Çünkü onun misli ve benzeri yoktur. O, çok merhamet edendir ve çok ba­ğışlayandır.

*Bir kısım âlimler, Allah tealanın birliğini şöyle izah etmişlerdir: “Al-lah’m benzeri ve emsali yoktur. Yani, Allah teala, aynı cinsten olan şeylerin biri değildir. Çünkü onun için cins söz konusu değildir. Yine Allah teala herhangi bir bütünün bölünen parçalarından biri değildir. Çünkü o, herhangibir şeyin parçası değildir. Yine Allah tealanın bir ‘ligi, birbirine benzeyen iki şeyin aynı oluşu anlamında bir birlik değildir. Zira onun benzeri ve emsali yoktur.

Diğer bir kısım âlimler ise Allah tealanın birliğini şöyle izah etmişlerdir: aiisîî îeala bütün yaratıklardan ayndır. Yaratıklardan hiçbir şey onun varlığı içi­ne girmez. Allah teala da yaratıklardan herhangi birine hulul etmez. O, ayrıdır, yalnızdır, tektir.

Âyet-i kerimede Allah tealadan başka hiçbir ilah olmadığı zikredilmekte­dir. Bunun anlamı” Âlemlerin, AUahtan başka hiçbir rableri yoktur.” Kullarının, Allah’tan başka ibadet etmeye layık görecekleri hiçbir ilah yoktur. Allah teala­nın dışındaki tüm varlıklar, onun yaratıklarıdır. Bu itibarla bunların hepsinin Al­lah’a itaat etmeleri, emrine boyun eğmeleri, onun dışındaki ilah, put ve tağutlara ibadet etmeyi bırakmaları gerekir. Çünkü bunların hepsi Allah’ın yaratıklarıdır. Bu itibarla Allah’ın Hanlığını kabul etmek ve onun bir’liğini ikrar etmek zorun­dadırlar. Ayrıca dünyada, içinde bulundukları bütün nimetler ve âhirette erişe­cekleri bütün mükâfaatlar, Allah’a ortak koşulan putlara ait değil sadece Allah’a aittir. Diğer yandan Allah’a ortak koşulan şeyler, dünyada da âhirette de ne her­hangi bir zarar verme gücüne sahiptirler ne de fayda sağlamaya. O halde bütün yaratıklar, Allah’tan başka ilah olmadığını kabul etmeli ve onun emir ve yasak­larına boyun eğmelidirer.” demektir.

Görüldüğü gibi âyet-i kerime, müşrikleri, sapıklıklarından dolayı uyar­makta, onları, inkarcılıktan vazgeçip tevhid inancına dönmeye çağırmaktadır. Bu âyetten sonra gelen âyette ise, Allah’ın birliğini gösteren delilleri, aklını kul­lanacak olan müşriklere ğOsiennekte ve Onları uyararak şöyle buyurmaktadır: [102]

 

164- Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanların faydasına olan şeylerle, denizde yüzün gemilerde, Allah’ın, gökten su indirip onunla, yeryüzünü ölümünden sonra diriltme­sinde, yeryüzünde her türlü canlıyı yaymasında, rüzgârı ve yerle gök ara­sında emre hazır olan bulutları çeşitli yönlere çevirmesinde, aklını kulla­nan bir topluluk için çeşitli ibretler vardır.

Şüphesiz göklerin ve yerin yoktan var edilmesinde, daha önce yapılmış bir benzeri olmaksızın meydana getirilmesinde, birbirinin zıddı olan gece ve gündüzün birbirlerini takibetmelerinde, gece gidince gündüzün, gündüz gidince de gecenin gelmesinde, insanlığın faydasına olan şeylerle denizlerde yüzen ağır yüklü gemilerde, yeryüzü kuraklaştıktan sonra, Allah’ın, gökten yağmur indirip onunla insanlar için yiyecek, hayvanlar için de yem olmak üzere yerden ibtkiler çıkarmasında, insan ve hayvanlardan her canlıyı yeryüzünde muhtelif yerlere dağıtmasında, rüzgarı bazen aşılayıcı, bazen bulutları sürükleyici, bazan da her şeyi alt üst eden bir rüzgâr olarak çeşitli yönlere çevrimesinde, sizin ve hayvan­larınızın hayat kaynağı olan yağmuru taşıyan bulutlan, çeşitli yönlere sevketme-sinde, bütün bunlarda, aklını kullananlar ve Allah’ın birliğini gösteren delilleri anlayanlar için, bunları yaratanın tek bir ilah olduğuna dâir alâmet ve deliller vardır.

Allah Teala bu âyette insanlara, ilahlarının, tapmış oldukları put ve Ta-ğutlar değil, kendilerine bu nimetleri veren Allah olduğunu haber vermekte ve her türlü ibadet ve taata ancak kendisinin layık olduğunu beyan etmektedir.

Taberi diyor ki: “Bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında iki görüş et­mektedir.

Ata b. Ebu Rebaha göre Ayet-i kerimenin nüzul sebebi şudur: Resulullah, müşriklere, Allahtan başka hiçbir ilah olmadığını ve Allah’ın tek bir ilah oldu­ğunu bildirince onlar: “Allah’ın bir olduğuna dair delil nedir? Biz bunu inkâr ediyoruz. Biz, bir’den çok ilahımız olduğunu söylüyoruz.” dediler. Bunun üze­rine Allah teala bu âyeti, putlara tapan müşriklere karşı Resulullah’a bir delil ol­ması için indirdi. Zira âyet, Allah’tan başka tapılan putların hiçbir şey yapama­dıklarını, Allah tealaınn ise âyette zikredilen her şeyi yaptığnı beyan ediyor ve böylece müşrikleri susturuyor,

Ebudtlerda ve Said b. Cübeyr’e göre ise âyet-i kerimenin nüzul sebebi, müşriklerin, Resulullah’tan bir mucize istemeleridir. Allah teala onlara, gelip geçici olan bir mucizeyi gönderme yerine devamlı kalan ve akl-ı selimlere hita-bedip ikna eden bu âyet-i kerimeyi göndermiştir ki düşünsünler ve şirklerinden vaz geçsinler. Bu hususta Said b. Cübeyr diyor ki: “Kureyş müşrikleri, Yahudi­lere “Bize Musa’nın getirdiği mucizeleri anlatır mısınız?” dediler.Yahudiler de onlara Hz. Musanın asasını ve beyaz el mucizesini Anlattılar.Kureyş müşrikle­ri,Hıristiyanlara da, Hz. İsa’nın getirdiği mucizeleri sorduhır.Hıristiyanlar da onlara, Hz. İsa’nın, körleri ve alaca hastalığını yakalananları iyileştirdiğini, Alah’ın izniyle ölüleri dirilttiğini anlattılar.Kureyş müşrikleri bu defa da Resu-lullah’a: “Allah’a dua et de Safa tepesini bizim için altın yapsın ve düşmanlara karşı güçlenmiş olalım.” dediler.Bunun üzerine Resulullah da rabbinden bunu istedi. Allah teala da ona:”Ren onlara istediklerini verir Safa tepesini alhn yaparım fakat artık ondan sonra da yalanlamalarına devam edecek olur­larsa ben onları, âlemlerden kimseyi uğratmadığını bir azaba uğratırım” buyurdu. Resulullah da: “Kavmimi bana bağışla da ben onları gün be gün davet edeyim.” dedi. İşte bunun üzerine Allah teala bu hayet-i kerimeyi indirdi. Bu âyette zikredilen hususlar, Resulullah’a güveni sağlama bakımından. Sata tepesinin altına dönüşmesinden daha büyük ve daha etkilidir.

Taberi diyor ki: “Doğru olan görüş şudur ki: “Allah teala bu âyet-i keri­meyle kullanın, birliğine ve ilahhkta tek oluşuna dair uyarmıştır. Âyetin asıl nü­zul sebebi budur. Atâ’mn da dediği gibi bu âyet-, Resulullah’a müşriklere karşı bir delil de olabilir. Said b. Cübeyr ve Ebudderda’nın dediği gibi, müşriklerin. Resulullah’tan istediklerini bir mucizenin yerine inmiş te olabilir.

Taberi diyor ki: “Eğer denilecek olursa ki: “Bir kısım kâfirler, göklerin ve yerin yaratılmasının ve âyette zikredilen diğer şeylerin, Allah tarafından meyda­na getirildiklerini inkâr ederler. Allah’ın yaratıcılığını inkâr edenlere karşı Al­lah’ın bunları yarattığnı söylemek, onun varlığını ve birliğini gösteren bir delil olur mu? “Cevaben denilir ki: Allah’ın varlığını ve birliğini inkâr eden mülhid-lere doğrudan delil olmasa da, Allah’ın yaratıcılığın kabul eden fakat ona bir la­kım putları ortak koşan müşriklere karşı, Allah’ın birliğini ispat eden kesin bir delildir. Zira Allah teala onlara: “Ben bu şeyleri yaratıyorum, sizin bana ortak koştuğunuz şeyler ne yapıyor? Hiçbir şey yapmıyor.” diyerek onları sustunmıştur. [103]

 

165- İnsanlardan bazıları, Allah’tan başka varlıkları ona eş koşarlar. Onları, Allah’ı sevdikleri gibi severler .Müminler ise en çok Allah’ı severler. O zalimler azabı gördükleri zaman, bütün kuvvetin Allah’a ait olduğnu ve onun azabının çok şiddetli okluğunu bir bilselerdi.

İnsanlardan bazıları, Allah’tan başka varlıkları ona eş ve benzerler koşar­lar. Onlar putlarını, müminlerin Allah’ı sevdiği gibi severler. Müminler ise onla­rın, putlarını sevmelerinden çok daha kuvvetli bir sevgi ile Allah’ı severler. O zalimler, Allah’ın, cehenmede kendileri için hazırlamış olduğu azabı görselerdi, bütün kuvvetin, kendilerine hiçbir fayda sağlamayan, o Allaha eş koştukları şeylere değil Allah’a alt olduğnu ve kendisini inkâr edenlere, Allah’ın azabının çok şiddetli olduğunu kesin olarak bilirlerdi.

Âyette zikredilen ve “Eşler” diye tercüme edilen ( bijtf ) kelimesin­den maksat, Katade, Mücahid, rebi’ b. enes ve ibn-i Zeyd’e göre müşriklerin, Al­lah’ın dışında taptıkları çeşitli tanrılarıdır. Onlar bu putlarını Allah kadar sever­ler ve o putlarla övünüp iftihar ederlerdi.

Süddiye göre ise buradaki “Eşler”den maksat, Allah’a ortak koşanların ileri gelenleri ve efendileridir. Zira bunlar, Allah’a isyan ederek ileri gelenlerine itaat ederler. Onları Allah’ın derecesine yükselterek onuh kadar severler.

Âyet-i kerimenin son kısmında: “O zalimler, azabı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allaha ait olduğunu ve onun azabının çok şiddetli olduğu­nu bîr bilselerdi.” buyurulmaktadır.

Âyet-i kerimenin bu bölümündeki “Görme” fiili, iki şekilde okunmuştur. Biri ( uf ) şeklidir. Mânâsı, “Bir görsen” demektir. Bu kıraat şekline göre âyet-i kerimeye şu çeşitli mânâlar verilmiştir.

a- Ey Muhammed, zalimlerin, Allah’ın azabını gördükleri zamanı bir gö­recek olsan. Onlar azabı gördükleri zaman, kuvvetin yalnızca Allaha ait olduğu­nu ve Allanın, azabı şiddetli olan rab olduğunu ikrar etmiş olacaklardır.

b- Ey Muhammed, bütün kuvvet Allaha ait olduğundan ve Allah, azabı şiddetli olan rab olduğundan, zalimlerin, Allanın azabım gördüklerini görecek olsan. İşte o zaman Allanın azabının derecesini bilmiş olursun.

c- Ey Muhammed, zalimlerin, Allanın azabını gözleriyle gördüklerini bir görecek olsan, onların hallerinin ne olduğunu bilmiş olursun. Şüphesiz ki dünyada da âhirette de bütün kuvvet yalnızca Allah’a aittir. Yine şüphesiz ki Allah, kendisine ortak koşanlara karşı azabı şiddetli olandır.

d- Ey Muhammed, zalimlerin, azabı gördüklerini bir görecek olsan, onlar o zaman şöyle diyeceklerdir: Şüphesiz ki bütün kuvvet Allah’a aittir. Yine şüp­hesiz ki Allah, azabı çok şiddetli olandır.

“Görmek” fiilinin ikinci kıraati ise ( ısj’ı ) şeklindedir. Buna göre ise âyete şu şekilde mânâ verilmiştir: “Zalimler, Allah’ın, kendileri için cehennem­de hazırladığı azabı bir görecek olsalar. O zaman gözleriyle görmüş olacaklar ki, bütün kuvvet yalnızca Alfana aittir ve Allah, azabı şiddtli olandır.

Taberi, birinci kıraat şeklini tercih etmiş ve kitabın Resulullaha olduğunu söylemiş bu âyetin mânâsının şöyle olduğunu zikretmiştir: “Ey Muhammed, sen zalimlerin, azabı gördüklerini bir görmüş olsaydın. O zaman bütün kuvvetin yalnız Alîaha ait olduğunu ve Allanın, azabı şiddetli olan rab olduğunu görmüş olurdun. Taberi sözlerine devamla diyorki: “Burada hitap her ne kadar Resulul­laha ise 6e asıl kastedilen, onun dışındaki insanlardır. Zira Resulullahm, bütün kuvvetin Allaha ait olduğunu ve Allanın, azabı şiddetli olan rab olduğunu bildi­ğinde şüphe yoktur. Bu âyete, şu âyete benzemektedir? “Bilmez misin ki, gökle­rin ve yerin mülkü Allah’a aittir? [104]

Taberi diyor ki: “Bu kıraati tercih etmemizin sebebi, zalimler azabı gör­düklerinde, bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allanın, azabı şiddetli olan rab olduğunu yakinen bilmiş olacaklardır. Bilinen bir şeyi söylemenin anlamı yoktur. Bu itibarla hitabın Resulullaha olduğunu gösteren kıraat daha tercihe şa­yandır.

Allaha ortak koşmaktan daha büyük bir günah olmadığı muhakkaktır. Bu hususta Abdullah b. Mes’uddan şu hadis rivayet edilmektedir: Abdullah b. Mes’ud diyor ki:

“Resulullahtan, “Allah katında en büyük günah nedir?” diye sordum. Re-sulullah: “Kendini yaratan Allaha ortak koşmandır.” buyurdu. Dedim ki: “Şüp­hesiz ki bu, büyük bir günahtır. Peki ondan sonra hangisidir? dedim. Buyurdu ki: “Seninle birlikte yemek yiyeceğinden korkarak çocuğunu öUlürmendir.” “Sonra hangisidir?” diye sordum. Resulullah: “Komşunun karısıyla zina etmen­dir.” diye cevap verdi[105]

 

166- İşte o zaman, tâbi olunanlar, kendilerine tabî olanlardan uzak­laşacaklar, azabı görecekler ve aralarındaki bağlar kopacaktır.

İşte o zaman, kendilerine tabi olunan önderler, dünyada kendilerine sa­pıklıkta tabi olanlardan uzaklaşacaklar, âhirette, azabı bizzat gözleriyle görecek­ler, bunların, dünyada tabi olduklarîyla aralarındaki bağlar ve her türlü alaka ke­silecektir. Dostluk, sevgi, akrabalık ve şeftat onlara âhirette hiçbir fayüa sağla­mayacaktır.

Bu dünyadayken, Allahı bırakıp ta çeşitli varlıklara tapanlar veya onlan Allaha ortak koşanlar, âhirete yalnız başlarına kalacaklar, Allanın dışında, tap­tıkları veya ortak koştukları şeyler onlardan uzaklaşacaklardır. Bu hususta diğer bir âyet-i kerimede şöyle buyuru im aktadır: “O gün aleyhlerinde hüküm ke­sinleşen kimseler “Rabbimiz, işte azdırdıklarımiz. Kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık. Onlardan uzaklaşıp sana geldik. Zaten onlar bize tap­mıyorlardı.” [106] Bir diğer âyette de şöyle buyurulmaktadır: ” Allahın emri yerine gelince, şeytan şöyle der: “Şüphesiz Allah size gerçek bir vaad-dc bulunmuştu. Ben de size vaadde bulunmuştum. Fakat vaadimi bozdum. Benim, sizin üzerinizde bir nüfuzum yoktur. Fakat sizi sapıklığa çağırdım. Siz de bana uydunuz. O halde beni kınamayın, nefsinizi kınayın. Artık ne ben sizi kurtarabilirim ne de siz beni. Daha önce beni Allah’a ortak koşma­nızı reddediyorum.” Elbette zalimlere can yakıcı bir azap vardır. [107] Ayette zikredilen: “Kendilerine tabi olunanlar” d an maksat, Katade, Rebi b. Enes ve Atâ’ya göre “İnsanların, Allah’a ortak koşmakta liderleri, ileri gelen­leri ve zorbalarıdır.” Süddiye göre ise “Şeytanlar”dır. Onlara tabi olanlar da in­sanlardır.

Taberi birinci görüşü tercih etmiştir. Yani, Allaha ortak koşanların önderleri, Allah’ın azabını gördükleri zaman kendilerine tabi olanlardan uzaklaşacak­lardır.

Âyet-i kerimede: “Aralarındaki bağlar kopacaktır.” buyurulmaktadir. Mücahid, Abdullah b. Abbas, Katade ve Rebi’ b. Enese göre âyette zikredilen “Bağlar”dan maksat, dünyadaki ilişkileri ve dostluklarıdır. Zira kâfirler âhirette, şu âyetlerde zikredildiği gibi birbirlerine lanet okuyacaklar ve birbirlerine düş­man kesileceklerdir. “… Sonra kıyamet günü birbirinizi tanımayacaksı-nız. [108]“O gün dostlar birbirlerine düşman kesilirler. Ancak takva sa­hipleri böyle değildir. [109]

Abdullah b. Abbas ve Rebi’ b. Enesten nakledilen diğer bir görüşe göre âyette zikredilen “Bağlar”dan maksat, “Onların, insanlar nezdindeki itibarları­dır.” Artık âhirette müşriklerin, insanlar arasında bu tür itibarları kalmayacaktır.

İbn-i Cüreyc’in, Abdullah b. Abbastaıı naklettiğine göre ise, âyette zikre­dilen “Bağlar”dan maksat, “Akrabalık bağlarıdır.” Âhirette kişi, kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve oğullarından kaçacaktır.

Süddi ve İbn-i Zeyd’e göre âyette zikrediln “Bağlar”dan maksat, müşrik­lerin, dünyadayken yaptıkları amellerdir. Âhirette müşriklerin kendilerini kurta­racak hiçbir amelleri olmayacağından, amel leri yle bağlan kopmuş olacak ve la­yık oldukları cezaya sürükleneceklerdir.

İbn-i Zeyd diyor ki: “Âhirette takva ehline, amellerinin karşılığında bir belge verilecek, onu göstererek kendilerini kurtaracaklardır. Mümin olmayanla­ra ise kötü olan amellerinin karşılığında bir belge verilecek, o belge parçalana­cak ve onlar cehennem ateşine sevkedileceklerdir.

Taberi diyor ki: “Doğru olan görüş, kâfirlerin ve müşriklerin, âhirette va­sıta yapabilecekleri bütün sebep ve bağların kopacağını söyleyen görüştür. Zira âyet-i kerimeler, kâfirlerin, azabı gözleriyle görünce ileri gelenlerin kendilerin­den uzaklaşacaklarını, birbirlerine lanet okuyacaklarını, müminler dışındaki dostların da birbirlerine düşman olacaklarını, şeytanın, kendisine uyanlardan be­ri olduğunu bildireceğini, kâfire. Allanın dostu olan akrabasının dahi yardımcı olmayacağını ve kâfirlerin dünyada işledikleri amellerin kendileri için üzüntü kaynağı olacağını beyan etmektedirler. Bu zikredilen şeyler, dünyada başvuru­lan vasıta ve sebeplerdir. Âhirette bütün bu sebepler ortadan kalkacaktır. Ayeti bu sebeplerden sadece birine tahsis etmenin mânâsı yoktur. Böyle yapanlardan bu görüşlerini doğrulayacak delil istenir.” [110]

 

167- Tâbi olanlar şöyle derler: “Keşke bizim için (dünyaya) tekrar dönüş olsa da, onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaş-sak.” İşte böyelce Allah, amellerini bir pişmanlık kaynağı olarak kendileri­ne gösterecektir. Ve onlar, cehennemin ateşinden çıkacak da değillerdir.

Allah’a isyan hususunda başkalarına tabi olanlar derler ki: “Keşke bizim için dünyaya geri dönüş olsa da, bizi saptıran reislerimizden, onların burada biz­den uzaklaştıkları gibi uzaklaşsak. “İşte böylece Allah, dünyadayken yalanla­dıktan azabı kendilerine gösterdiği gibi, onların çirkin amellerini de kentlilerine gösterecektir. Onun cezasını gördükleri zaman pişman olacaklardır. Cehennem azabından çıkarılmayacaklar, orada ebedi olarak kalacaklardır.

* Taberi diyor ki: “Âyeti kerimede: “Allah onlara amellerini, bir pişman­lık kaynağı olarak gösterecektir.” buyurulmuştur. Eğer denilecek olursa ki “Piş­manlık, iyi ve hayırlı şeylerin terkedilmişinden duyulur. Onların amelleri, kötü ameller olduğu hakle kendilerine amelleri gösterilince nasıl pişmanlık duyacak­lardır? Cevaben denir ki: “Müfessirler bunu şu şekillerde izah etmişlerdir:

a- Süddi ve Abdullah b. Mes’ud’un, âyetin bu bölümünü şu şekilde izah ettikleri rivayet edilmektedir: Allah, ileri gelenlerine uyan müşrik ve kâfirlere, dünyada kendilerine farz kıldığı, onların da, yapmayarak Allanın cezalandırma­sına layık oldukları amellerini ve o amellerin, yapılması halinde, kendileri için hazırlanan nimetleri gösterecektir. Onlar da cennetteki bu nimetleri görünce üzülecekler, pişman olacaklardır. Bu hususta Süddi diyor ki: “İleri gelenlerine uyan kâfirlere, âhirette cennetler ve cennetteki yerleri gösterilecek ve onlara de­necek ki: “Şayet sizler Allaha iman etmiş olsaydınız bu meskenler sizin olacak­tı.” İşte o zaman bunlar, dünyada iken Allanın emir ve yasaklarına uymamaktan dolayı pişmanlık duyacaklar ve onların bu yerleri müminlere fazladan dağıtıla­caktır.” Bu izaha göre âyetin bu bölümü şu mânâyı ifade etmektedir: Kâfirler azabı gördükleri gibi Allah onlara, dünyada iken yapmaları icabeden amelleri de gösterecek, onlar da yapmadıktan, bu amellerinden dolayı üzüleceklerdir.

Rebi’ b. Enes ve İbn-i Zeyd ise âyetin: “Allah, amellerini bir pişmanlık kaynağı olarak kendilerine gösterecektir.” kısmını şu şekilde izah etmişlerdir: “Allahy.kâfirlere, kendileri için bir pişmanlık vasıtası olsun diye kötü amellerini gösterecektir. Onlar, niçin bu gibi amelleri işleyip te Allahı razı edecek amelleri işlemediklerinden dolayı p;işman olacaklardır.” Taberi de bu izah tarzını tercih etmiştir.

Âyet-i kerimenin sonunda: “Onlar, cehennem ateşinden çıkacak ta değil­lerdir.” buyurulmaktadir. Yani kâfirler, Allah’ın azabını gözleriyle gördüklerin­de pişman olsalar da, kendilerine, çirkin olan amelleri gösterildiğinde pişman­lıkları artsa da, tekrar dünyaya döndürülüp kendilerini saptıranlardan uzaklaş­mayı isterlerse de onlar, dünyadaki inkârları yüzünden, içine atıldıkları cehen­nem ateşinden çıkacak değillerdir. Bilakis onlar, orada ebediyyen kalacaklardır.

Taberi diyor ki: “Bu âyet-i kerime: “Allanın, kâfirlere olan azabı belli bir zaman sonra bitecek, yok olacaktır.” şeklinde iddiada bulunanları yalanlamakta­dır. [111]

 

168- Ey insanlar, yeryüzünde bulunan helal ve temiz şeylerden yeyin. Şeytanın adımlarını takibetmeyin. Çünkü o sizin için apaçık bir düşman­dır.

Ey insanlar, size haram kıldığım, ölmüş hayvan, kan, domuz eti gibi mur­dar yiyeceklerin dışında, helal kıldığım temiz ve güzel şeylerden yeyin. Şeyta­nın takibettiği yol ve işlerde ve sizi davet ettiği, Allaha itaat etmeme hususunda onun yolunu takibetmeyin. Çünkü onun düşmanlığı açıktır. O, atanız Âdemi al­datarak, yasaklanmış ağaçtan yedirdi, hata işleterek ayağını kaydırdı ve onu cennetten çıkarttı.

* Şeytan, insanoğlunun apaçık düşmanıdır. Bu hususa çeşitli âyet-i keri­melerde işaret buyurulmaktadır. “Şüphesiz ki şeytan sizin düşmanınızdır. Siz de onu düşman edinin. O, kendi taraftarlarını ancak cehennemliklerden olmaya ça-ğinr[112] £y Muhaınmed, sen insanlara Âdemle İblisin kıssasını hatırlat, hani bir zaman meleklere: “Âdeme ihtiram secdesinde bulunun.” demiştik de İblisin dışında bütün melekler secde etmişlerdi. Cinlerden olan İblis ise ıabbinin em­rinden çıkmıştı. Beni bırakıp İblisi ve soyunu dostlar mı ediniyorsunuz? Halbu­ki onlar sizin düşmanınızdır. Zalimlerin, Aİlahı bırakıp şeytanı dost edinmeleri ne kötü bir mübadeledir. [113]

Âyette zikredilen “Şeytanın adimlarTndan maksat, Abdullah b. Abbasa göre “Şeytanın ameli “Mücahid, Katade ve Dehhaka göre “Şeytanın aldatmalan” Süddiye göre “Şeytana itaat” Ebu Miclez’e göre ise “Günah işlemeye dair adakta bulunmak”tır.

Taberi diyor ki: “Bu zikredilen görüşlerin hepsi birbirine yakındır. Bu izahların hepsi de Şeytana uyulmama konusunda dikkatli olmaya dair dikkatleri çekmektedir. [114]

 

169- O, size sadece kötülük ve hayasızlığı ve Allaha karşı, bilmediği­niz şeyleri söylemenizi emreder.

Şeytan size, sahibine kötülük getirecek olan, Allaha isyan etmeyi ve zina gibi her çeşit çirkin ve hayasız işi yapmayı emreder. Aliah’ıı karşı bilmediğiniz şeyi söylemenizi de emreder.

Âyette zikredilen “Kötülük”tan maksat, “Günah işlemek”tir. “Hayasız­lık” ise “Her söylenilmesi, işitilmesi çirkin örülen şey”dir. Süddi, hayasızlıktan maksatm “Zina etmek” olduğunu söylemiştir.

Âyette zikredilen: “Allaha karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi em­reder.” ifadesindeki “İnsanların bilmeyerek söylediklerinden maksat, şu âyet-i kerimede zikredilen ve helal olduğu halde kendilerine haram kıldıkları şeyler­dir: “Allah,, “Bahire”, “Şaibe”, “Vasile”, ve “Hânı” diye bir şey yapmamıştır. Fakat kâfirler, Allaha yalan iftira etmektedirler. Çöklan da akıllanın kullanmaz­lar. [115]

Bahire: İsİâmdan önce cahilîye döneminde Arapların bazı âdetleri vardı. Mesela bir deve, beşinci defa doğrmasmcia da dişi doğurursa onun kulağı çenti-lip serbest bırakılırdı. Onun sütü sağılmaz ve binek olarak ta kullanılmazdı.

Sâibc: Dileği yerine gelen bir kimse putlara deve adardı. Bu deveye de binilmez ve sütü sağiimazdı. İşte böyle bir deveye de Şaibe denirdi.

Vasile: Bir deve, birisi erkek diğeri dişi olmak üzere ikiz doğurursa, ikizi olan dişinin hatırına erkek de kesilmez ve binilmezdi. Buna da Vasile adı veri­lirdi.

Ham: Bir erkek devenin soyundan on döl alınırsa artık onun sırtı haram sayılır, ona binilmez ve yük tışitılmazdı. Böyle bir deve otlatkta şerbet bırakı­lırdı ve buna da Ham adı verilirdi.

İşte bu durumlarda bu develere binilmez, yük taşıtılmaz, sütleri sağılıp onlardan istifade edilmezdi. Halbuki onlardan istifade etmeyi Allah teala biz insanlara helal kılmıştır. İşte AHahın helal kıldığı bir şeyi müşrikler kendi kafala­rından uydurdukları bazı gerekçelerle kendilerine haram kılmışlardı. Âyet-i ke­rime bu gibi davranışları yasaklamakta ve Alîah tealanın böyle bir şeyi emret­mediğini beyan etmektedir. [116]

 

170- O müşriklere: “Allanın indirdiğine tabi olun.” denildiğinde, “Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye tabi oluruz.” derler. Şa­yet ataları, hiçbir şey bilmiyor ve doğru yolu bulamıyorlarsa da mı?

O kâfirlere: “Allahm, kitabında Resulüne indirdiği şeye tabi olun. Onun helal kıldiğm helal kabul edin, haram kıldığını haram kabul edin.” denildiğinde “Biz, haram ve helal mevzuunda, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye tabi oluruz.” derler. Şayet ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yolu bulamıyorlarsa da mı? Onlar, Allah’ın dini ve farzları hakkında hiç bir şey bilmeyen ve doğru yolu da bulamayan kâfir atalarına mı uyacaklar? Onlara nasıl tâbi oluyor da rab-lerinin emrettiği şeyi terkediyorlar? Bu cahillere ancak akit ve iyiyi kötüden seçme yeteneği bulunmayan kişiler tabi olurlar.

* Bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında Abdullah b. Abbas’ın şun­ları söylediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.v.) ehl-i kitaptan Yahudileri İslama davet etti. Onlara İslam’ı övdü ve onları Allah’ın azabından sakındırdı. Bunun üzerine Râfi’ b .Harise ve Mâlik b. Avf şöyle dediler: “Bilakis biz atala­rımız üzerinde bulduğumuz dine tâbi oluruz. Çünkü onlar daha iyi biliyorlardı ve onlar bizden daha hayırlı idiler.” İşte bunun üzerine Allah teala bu âyet-i kerimeyi indirdi. [117]

 

171- Kâfirlerin durumu: Ancak çobanın bağırıp çağırmasını duyabi-len ve mânâsını anlamayan hayvanların durumu gibidir. Bu kâfirler, sağır, dilsiz ve kördürler. Bu yüzden hakkı idrak edemezler.

Allah’ın bir olduğunu kabule ve ona itaat etmeye çağmlmayı kötü karşı­lamaları ve anlayışlarının kıt oluşu bakımından kâfirlerindurumu, sesleri duyan fakat o seslerin ne mânâya geldiğini anlamayan hayvanların durumu gibidir. Bu kâfirler sağırdırlar hakkı duymazlar. Dilsizdirler hakkı söylemezler. Kördürler doğru yolu göremezler.

İbn-i Abbas diyor ki: “Âyet-i kerimenin izahı: Hidayeti duymaz, onu görmez ve onu düşünmezler.” demektir.

Müfessirler bu âyet-i kerimyi iki şekilde izah etmişlerdir.

İkrime, Abdullah b. Abbas. Mücahid, Katade, Rebi’ b. Enes, Atâ ve Süd-diye göre bu âyet-i kerimenin izahı şöyledir: Kâfirlere öğütte bulunna kimse, çobana, kâfirler ise çobnın seslendiği hayvanlara benzerler. Nasılki bu hayvan­lar,, sadece çobanın sesini duyup bir şey anlamazlarsa kâfirler de kendilerine, Allah’ın âyetlerini okuyan kimsenin sadece sesini duyar fakat ne demek istedi­ğini anlamazlar. Kendilerine okunan Allah tealanın âyetlerini kabul etme istida­dı göstemıezler. Abdullah b. Abbas bu kâfirlerin âdeta develer, merkepler ve koyunlar gibi olduklarını söylemiştir.

İbn-i Zeyd ise bu âyet-i kerimeyi şöyle izah etmiştir: “Bir şey işitmeyen ve bir şey anlamayan putlara seslenen ve onlara tapan, kâfirlerin durumu, cansız varlıklara karşı bağırıp çağıran ve sesinin yankısından başka bir şey işitmeyen kimsenin durumuna benzer. Nasılki cansız varlıklara konuşan kimse onlardan hiçbir fayda görmezse, kâfirlerde o putlardan hiçbir faydagörmezler. Taberi di­yor ki: “Bu izah tarzına göre âyete şu şekilde mânâ vermek de mümkündrür. “Bir şey işitmeyen ve bir şey anlamayan putlara seslenen kâfirlerin durumu, hayvanlara seslenen çobanın durumuna benzer.Hayvanlar da bir şey anlamazlar putlarda.

Taberi, âyette hakka davet edenin çobana, kâfirlerin de hayvana benzetil-diğini söyleyen görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiş buna delil olarak ta âyet-i kerimenin Yahudiler hakkında indiğini, Yahudilerin de putlara tapmadık­larından dolayı onların çobana benzetilmesinin doğru olmayacağım göstermiş­tir.”

Mücahid diyor ki: “Kâfirler, sesi işiten fakat onu düşünemeyen hayvanla­ra benzerler.” İbn-i Abbas ta yine diyor ki: “Onlar, deve ve eşekler gibidirler. Onlara “Ye” desen ancak sesini işitirler başka bir şey anlamazlar. İşte kâfirler de böyledir. Sen onlara hayırı emredip kötülükten sakındırdığında sesini duymak­tan başka bir şey anlamazlar. [118]

 

172- Ey İman edenler, size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yeyin. Şayet sadece Allah’a ibadet ediyorsanız ona şükredin.

Ey, Allah’ı ve Resulünü tasdik edenler, Allah’a itaatla boyun eğenler, size helal kıldığımız nzıklardan yeyin. Eğer Allah’ın emrine boyun eğiyor, ona itaat ederek onu dinliyorsanız size verdiği nzıklar için ona şükredin.

* Peygamber efendimiz (s.a.v.) helal ve temiz şeyleri yiyerek beslenme­nin önemine işaretle buyuruyor ki:

“Ey insanlar, Allah temizdir ve ancak temiz olanları kabul eder. Al­lah bu hususta Peygamberlere neyi emretmişse müminlere de aynı şeyi em­retmiştir. Peygamberleri için şöyle büyümüştür: “Ey Peygamberler, temiz ve helal nzıklardan yeyin, salih ameller işleyin. Şüphesiz ki ben, sizin yap­tıklarınızı çok iyi bilirim. [119]

Bu konuda müminler için de, görüldüğü gibi bu âyette: “Ey îman eden­ler, size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yeyin.” Duyurulmaktadır.

Resulullah (s.a.v.) uzun bir yolculuk yapan ve saçı başı birbirine kansan ve ayaklarını tozlar bürüyen bir kişinin yaptığı duayı zikrederek buyurmuştur ki: “Bu adam ellerini göğe yukarı kaldırır “Ey rabbim, ey rabbim,” diye yalvarır. Halbuki bunun yediği haram içtiği haram giydiği haramdır ve kendisi haramla beslenmiştir. Bunun duası nasıl kabul edilecektir?” [120]

 

173- Şüphesiz ki Allah size leşi, kanı, domuz etini bir de Allah’tan başkası adına kesilenleri haram kıldı. Bir kimse mecbur kalır, zaruret had­dini aşmadan ve başkalarının hakkına tecavüz etmeden bunlardan yerse ona günah yoktur. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

Şüphesiz ki Allah size, leşi, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına yani putlar ve uydurma tanrılar gibi varlıkların adına kesilenleri haram kıldı

Kim bu haram kılınanları yemeye mecbur kalır da,kendisi gibi zaruret halinde bulunanın elindekini zorla almadan, onun hakkına tecavüz etmeksizin ve kendi­si için de zaruret miktarını aşmadan bu haram kılınan şeylerden yese onun için bir mahzur ve günah yoktur. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan ve çok merha­met edendir.

“Allah’tan başkası adına kesilen” şeklinde tercüme edilen cümlesi müfessirler tarafından iki şekilde izah edilmiştir:

a- Katade, Mücahid, Dahhak, Atâ ve Abdullah b. Abbasa göre bu ifade­nin mânâsı, “Allah’tan başkası adına kesilenler” demektir. Allah’tan başkası bir tağut, bir put vb. şeylerdir.

b- Rebi’ b. Enes ve İbn-i Zeyd’e göre ise bu ifadeden maksat, “Üzerine Allah’tan başkasının adı anılarak kesilen hayvanlardır.”

Ayet-i kerimenin metninde geçenifadesinin ne mânâya geldiği hakkında müfessirler çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazı­larına göre bu ifadenin mânâsı “Müslüman idareciye baş kaldıran veya savaşan biri olmaksızın.” demektir. Binaenaleyh böyle birinin, zaruret halinde böyle bir ruhsattan istifade etmesi caiz değildir. Said b. Cübeyr ve Mücahid bu görüşte­dirler. “Yol kesici olmaksızın, müslümanlann cemaatinden aynlmaksızin ve Al­lah’a isyan için yola çıkmaksızın” demektir.

Katade, Hasan-ı basri, Mücahid, İkrime, Rebi’ b. Enes ve İbn-i Zeydden nakledilen diğer bir görüşe göre ( fö ) ifadesinden maksat, “Haram yemeyi istemeksizin.”ifadesinden maksat ise “Kendisine mubah kılınan, ihti­yacından fazla yemeksizin.” demektir.

Başka bir kısım âlimlere göre ise bunun mânâsı: “Haramı iştahla yemek­sizin, mubah olan şeyde zaruret miktarını aşmaksızın” demektir. Bu hususta Süddi diyor ki: “Bâği” demek, “Arzusuna uyan” demektir. ise yeme­sinde zaruret miktanım aşarak doyuncaya kadar yiyen” demektir. Taberi diyor ki: “Âyetin yorumunda doğru olan görüş şudur: “Kendisine haram kılınanı ye­me arzusunda olmaksızın helal yiyecek mevcut olduğu halde onu bırakıp hara­ma d almaksızın” Zira, âdil bir idareciye karşı çıkana ve yol kesene yakışan bu hallerinden vazg eçip Allah’a ve Ulül Emre itaat etmesidir. Böylelerinin, açlık­tan kendilerini öldürüreke günahlarına başka bir günahı eklemeleri doğru değil­dir. O halde bunlar ruhsatlardan istifade ederler.

Ayet-i kerimede ifade buyurulan “Leş, kan, domuz eti ve Allah’tan baş­kası adına kesilenler” kısa olarak şöylece izah edilmektedir:

Leş: Bundan maksat, kara hayvanlarının dini usullere riayet edilmeden kesilenleridir. Veya kendiliklerinden ölenleridir. Deniz hayvanlarının ölülürenin ise kesilmeden yenmeleri helaldir. Peygamber efendimiz (s.a.v.)den denizin suyu sorulmuş o da şöyle buyurmuştur: [121]

“Denizin suyu temiz, ölüsü helaldir.

Kan: Bundan maksat, akıtılmış kandır. Nitekim En’am suresinin yüz kırk beşinci âyetinde de bu husus açıklanmakta ve şöyle buyurulmaktadır: “Ey Muhammed, de ki: “Bana vahyolunanlardan, yiyen bir kişinin yediği herhangi bir şeyin haram olduğuna dair bir hülyüm bulamıyorum, ancak leş, veya akıtıl­mış kan yahut domuz eti…” haramdır[122] Peygam efendimiz de bir Hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır:

“Bize, öicn hayvanlardan iki cins, kanlardan da iki çeşidi helal kılın­mıştır. Hayvanlar balık ve çekirgedir. Kanlar ise karaciğer ve dalaktır. [123]

Domuz Eti: Domuzun ehlisi de vahşi olanı da eti de yağı ve diğer par­çalarının hepsi de haramdır.

Allah’tan başkası adına kesilen hayvan: Allah teala, yarattığı hayvan­ların kesilmeleri halinde kendi adının anılarak kesilmelerini emretmiştir. Kendi adından başka herhangi bir isim anılarak kesilen hayvanların etlerinin yenmesi­ni ise haram kılmıştır. Bu hususta âlimler ittifak etmişlerdir. Allah’tan başka şeyler, put tağıt ve diğer bütün varlıklardır. Allah’ın dışında herhang ibir şeyin adının anılmasıyla beraber Allah’ın ismi de anılmaksizın kesilen hayvnaların elinin yenmesinde ise âlimler arasında çeşitli görüşler vardır.

Bu konuda âyet-i kerimelerde şöyle Duyurulmaktadır: “Eğer Allah’ın âyetlerine iman ediyorsanız, Allah’ın adı anılarak kesilen hayvanlardan yc-yin.” “Size ne oluyor da Allah’ın adı zikredilerek kesilen hayvanlardan iniyorsunuz? [124]“Kesilirken üzerine Allah’ın adı zikredilmeyen hayvan­ları yemeyin. Bunu yapmak, allah’ın yolundan çıkmaktır. [125]

Bu âyet-i kerimelerin de ifade ve hükümlerini gözönüne alan bazı âlimler demişlerdir ki: “Hayvanı kesen kimse Müslüman dahi olsa, keserken Allanın adını anmazsa kestiği hayvan yenmez. İsterse Allah’ın adını anmayı kasten ter-ketsin isterse unutsun.” Bu görüş, Abdullah b. Ömerden, onun kölesi Nâfi’Uen, Şa’bî ve İbn-i Şîrin den nakledilmiştir. Aynı görüş İmam Mâlikten ve Ahmed b. Hanbelden de nakledilmektedir. Dâvud-ı Zahirî de aynı görüştedir. Bunlar, gö­rüşleri ne delil olarak En’am suresinin yüz yirmi birinci âyetini göstermişler, ay­rıca Maide suresinin dördüncü âyetinin şu ifadesini de zikretmişlerdir:”… avcı hayvanları ava salarken üzerlerine Allah’ın adını anın…” Peygamber efendimiz de bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurmaktadır:

“Kanı akıtacak bir aletle kesilen ve üzerine Allah’ın ismi anılarak kesilen hayvanı yeyin. Tırnak ve diş hariç. [126]

Bazı âlimler de, hayvanı kesen müslümanın, unutarak besmele çekmeden kestiği hayvanın yenileceğini fakat kasten besmeleyi terketmesi halinde kestiği­nin yenmeyeceğini söylemişlerdir. Bu görüş, Hz. Ali, Abdullah b. Abbas, Said b. el- Müseyyeb, atâ, Tâvûs ve Hasan-ı Basriden nakledilmekte, Ebu Hanife de aynı görüşü benimsemektedir. İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel’in mezheple­rinde meşhur olan görüş te budur. Bunların delilleri, Peygamber efendimiz (s.â.v.) şu hadis-i Şerifidir.

“Şüphesiz ki Allah ümmetinden, hata, unutma ve zorla yaptırılan şe­yin sorumluluğunu kaldırmiştır, [127]

Diğer bir kısım ise, hayvanı kesen Müslümanm besmele çekmesinin şart olmadığını, besmele çekmenin müstehap olduğunu, kesen kimsenin, kasıtlı ola­rak besmeleyi terketmesi halinde dahi kesilen hayvanın etinin yenilebileceğini söylemişlerdir.Bu görüş te Abdullah b. abbas Ebu Hureyre ve atâ b. ebu Re-bah’an nakledilmektedir. İmam Şafii de bu görüştedir. Aynı görüş İmam Mâlik ve imam Ahmed b. Hanbeldne de nakledilmiştir.Bu görüşte olanlar, “Kesilir­ken üzerlerine Allah’ın adı anılmayan hayvanları yemeyin. [128] âyet-i kerime­sinin, Allah’ın dışındaki varlıkann adı zikredilerek kesilenleri kastettiğini söyle-mişlerdir.Delil olarak ta Dârekutnî nin rivayet ettiği şu hadisi zikretmişlerdir: “Müslüman bir kimse hayvanı keser de Allah’ın ismini anmazsa sen o kesileni ye.Çünkü Müslümanda Allah’ın isimlerinden biri mutlaka mevcuttur. [129]

Hz. Aişe (r.a.) diyor ki:

“Bir kısım insanlar Resuluîlah’an şunu sordular: “Ey Allah’ın Resulü, müşriklikten yeni dönmüş olan bazı insanlar bize et getiriyorlar. Bilmiyoruz on­ları keserken üzerelirne Allah’ın adını andılar mı anmadılar mı? Resulullah bu­yurdu ki: “Siz o ctc besmele çekin ve ycyin. [130]

 

174- Şüphesiz Allah’ın indirdiği kitaptan bazı şeyleri gizleyenler ve onu az bir değere değişenler, işte onlar, karınlarına sadece ateş doldurur­lar. Allah, kıyamet günü onlarla konuşmayacak ve onları, günahlarından temizlemeyecektir. Onlar için can yakıcı bir azap vardır.

Şüphesiz Allahın indirdiği Tevratta yazılı olarak buldukları, Muhamme-din Peygamberliğini gizleyen, onun Peygamberliğini gizlemekle dünyanın az bir malını tercih eden ve Allahın âyetlerini tahrif edip mânâlarını değiştiren Ya­hudi bilginleri, kendilerini ateşe sürükleyecek şeyleri yeyip karınlarına doldu­rurlar ve cehennemin ateşini boylarlar. Allah onlarla, kıyamet gününde mümin­lerle konuştuğu gibi, onların istediği ve sevdiği şekilde konuşmayacaktır. Onla­rı, günahların ve inkârın kirlerinden temizlemeyecektir. Onlara acı veren bir azap vardır. O da cehennem azabıdır.

* Âyette geçen “Onlar karınlarına sadece ateş doldururlar.” ifadesi meca­zi bir ifadedir. Çünkü ateş yenmez. Bunun mânâsı şudur: “Onlar, cehenneme atılmalarına sebep olacak murdar şeyleri yerler.”

Allah teala kıyamette kâfirlere, arzuladıkları şekilde konuşmayacaktır. Fakat onlara, arzulamadıkları şekilde konuşup cevap verecektir. Nitekim bu hu­susta diğer ayetlerde şöyle Duyurulmaktadır: “O cehennemlikler şöyle derler: “Rabbimiz, bizi buradan çıkar. Eğer tekrar inkâra dönersek, gerçekten zalimler oluruz. “Allah onlara şöyle der. “Kesin sesi” (Oturun yerinizde) benimle konuş­mayın. [131]

 

175- Bunlar, hidayet karşılığında sapıklığı, mağfiret karşılığında aza­bı satın alanlardır. Bunlar, ateşe karşı acaba nasıl sabrcdcccklerdîr?

Bunlar, sapıklığı alıp hidayeti bırakan, allah’ın azamim gerektiren şeyleri alıp bağışlamasını ve rızasını gerektiren şeyleri terkedenlerdir. Bunlar, ateşe acaba nasıl sabredeceklerdir? Bunların, cehnnem ateşine karış cür’etli olmaları ne tuhaftır.

Ayet-i kerimenin sonunda: “Bunlar ateşe karşı nasıl sabrcdeccklcr-, elir? buyuru İm aktadır.

Katade, Hasan-I Basri, Mücahid, Said b. Cübeyr ve Rebi1 b. enes bu ifa­deyi “Onlar, kendilerini ateşe sürükleyecek ameli işlemeye nasıl cesaret eder­ler?” şeklinde izah etmişlerdir. Taberi de bu görüştedir.

Mücahidden nakledilen başka bir görüşe göre, o bu âyeti şöyle izah et­miştir: “Onlara cehennemlik amellerini işleten şey nedir?”

Allah teala bu âyet-i kelimesiyle, Hz. Muhammed’in sıfatlarını Tevratta gizleyen ve bunun karşılığında faiz, rüşvet gibi şeyleri yiyen Yahudilerin du­rumlarına dikkatleri çekmekte ve bunların yaptıklarına şaşılması gerektiğini be­yan etmektedir. [132]

 

176- Bu (azap) Allah’ın, kitabı hak olarak indirmcsindcndir. Allah’ın kitabı hakkında ihtilafa düşenler, derin bir ayrılık içerisindedirler.

Yahudi bilginlerine bu azap, kitabın hak olarak İnmesi, onların ise inkâr etmeleri ve o kitap hakkında ihtilafa düşmelerindendir. Ey Muhammed. sana in­dirdiğim kitap hakkında ihtilafa düşen bu Yahudi ve Hıristiyanlar, hak mevzu­unda bir çekişme ayrılık içerisindedirler. Olgunluktan ve doğrudan uzaktırlar. O halde onlara aldırış etme.

Ayet-i kerimenin başında geçen “Bu” işaret zamirinden neyin kastedildiği hakkında Müfessirler çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

Bazılarına göre “Bu” zamirinin mânâsı şudur: “Yahudilerin, Allah’ın emirlerine karşı gelerek Hz. Muhammed hakkındaki sıfatlan gizleyip cehennem ateşine girmeye cesaret etmelerinin sebebi, Allah tealanın hak olarak indirdiği kitabında, onların iman etmeyeceklerini, şu vb. âyetlerde bildirmiş olmasıdır: “Şüphe yok ki kâfirleri uyarsan da uyarmasan da birdir. Onlar iman ct-mczlcr. [133] Evet, Allah teala bu gibi kâfirlerin, iman etmeyeceklerini kesin olarak bildiğinden, bunların, hidayetin karşıhğnda sapıklığı, affedilme karşilığn-da da azabı tercih etmekten başka bir seçenekleri yoktur.

Diğer bir kısım âlimler ise buradaki zamirini şöyle izah etmiş­lerdir: Onlara vaadedilen bu azabın onlar için olduğu muhakkaktır. Zira. Allah teala hak olarak indirdiği kitabında azabın onlar için hak olduğunu beyan etmiş­tir. Onun beyanları kesindir.

Başka bir kısım âlimlere göre zamirinin izahı şöyledir: Kâfirlere cehennem azabı vermemizin sebebi, bizim, kitabı hak olarak indirmemiz, onların da bunu yalanlamalarıdır.

Taberi diyor ki: “Buradaki zamiri, bundan önce zikredilen âyetin tümüne işarettir Allah teala: “Ben, şöyle şöyle yapan Yahudileri cehen­nem azabıyla cezalandırdım. Çünkü ben, kitabı hak olarak indirdim Onlar da bunu yalanladılar vç bu azaba layık oldular.” buyurmaktadır.

Âyet-i kerimede zikredilen ve Allah’ın kitabı hakkında ihtilafa düştükleri beyan edilen kişilerden maksat, Yahudi ve Hıristiyanlardır. Yahudiler, Hz. İsa ve annesi hakkında, zikredilen hususlarda ihtilafa düşmüşler Hıristiyanlar da bu hususlardan bir kısmım inkâr etmislerdİr.Fakat hem Yahudi hem de Hnistiyan-lar, Hz. Muhammed hakkındaki bütün hükümleri inkâr etmişlerdir. Bu bakım­dan Allah tealanın indirdiği kitap hakkında büyük bir ihtilafa düşmüşlerdir. [134]

 

177- İyilik, yüzünü/ü doğuya ve batıya çevirmeniz değildir. Fakat iyilik, Allah’a âhiret gününe, meleklere, kitaba , peygamberlere iman ede­nin, sevdiği mallardan akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalana, di­lencilere ve köle azad etmeye verenin, namazı kılanın, zekatı verenin, söz verdiklerinde sözlerin iyerine getirenlerin, sıkıntı, hastalık ve şiddet zama­nında da sabredenlerin yaptıklarıdır. Bunlar, imanlarında sadık olanlar­dır. Müttakilcr de işte bunlardır.

Ey, Yahudi ve Hıristiyan topluluğu, iyilik, bazısının yüzünü doğuya bazı­nızın da batıya çevirmesi değildir. İyilik, Allah’ı ve âhireti tasdik edenin, melek­leri, kitaplara ve Peygamberlere iman edenin yaptığıdır. İyilik, kendisinin çok sevdiği ve biriktirmeye hırslı olduğu, harcamada ise çok cimri davrandığı ma­lını, akrabalanna, babası ölmüş yetimlere, ihtiyaç sahiplerine, yolculuğu sırasın­da fakir düşmüş olana, yardım isteyen dilencilere, efendileriyle belli bir para karşılığında kölelikten kurtulma anlaşması yapan kölelere verenin yaptığı iştir. İyilik, namazı bütün tadil-i erkâmyla kılanın, zekâtı, Allah’ın üzerine farz kıldı­ğı şekilde verenin, Allah ile ahitleştikten sonra o ahdi bozmayanlann, sıkıntı ve zorîuk sırasında ve harp esnasında çatışma şiddetlendiği anda sabredenlerin yaptıklarıdır. Bunlar, imanlarında sadık olanlardır. Bunlar, Allah i tasdik eden­ler, sözlerini yaptıkarıyla ispat edenlerdir. Allah’ın cezasından korkup farzlarını yerine getirerek ona isyan etmekten kaçınanlar da işte bunlardır.

“İyilik, yüzünüzü doğuya ve batıya çevirmeniz değildir.” ifadesinden maksat, Abdullah b.Abbas, Mücahid ve Dehhaka göre şu demektir: “Ey Mü­minler, iyilik yapmak, kıblenin çevirilmesinden önce Kudüse, çevirilmesinden sonra da Kâbeye doğru namaz kılmak değildir. İyilik şunlardır:….” Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki: “Bu âyet- Resulullah’ın Mekke’den Medineye hicret etmesinden, bütün farzların ve cezaların inmesinden sonra nazil olmuştur. Bu bakımdan Allah teala, sadece namazın değil bütün farzların eda edilmesini em­retmiştir.

Katade ve rebi’ b. Enese göre ise: “İyilik, yüzünüzü doğuya ve batıya çe­virmeniz değldir.” ifadesinden maksat: “Ey Yahudiler ve Hıristiyanlar iyilik, yüzünüzü doğuya ve batıya çevirmeniz değildir. Bilakis iyilik şunlardır…” de­mektir.

Yahudiler batıya , Hıristiyanlar da doğuya doğru namaz kılıyorlardı. Bu âyet nazil oldu ve Allah teala, iyilik ve hayınn, sadece yüzün doğuya ve batıya çevrilmesiyle olmadığını, iyiliğin, Allah tealanin beyan ettiği, imanı gösteren şu özelliklerde olacağını açıkladı. O özellikler de: Allah’a, kitaplara, Peygam-ber’ine iman etmek, Allah yolunda harcamak, onun yolunda cihad etmek ve di-: ğer amellerdir. Taberi de, bundan önceki âyetlerin de Yahudiler hakkında olma­sı hasabiyle bu görüşü tercih etmiştir.

Ayet-i kerimede “Sevdiği mallardan veren kimse “zikredilmektedir. Ab­dullah b. Mes’uda göre bu ifadeden maksat, “Mala çok düşkün ve cimri olduğu, zengin olacağını ümit edip fakirlikten korkar olduğu bir halde onu harcayan” demektir.

Şa’bi bu âyet-i kerimeye dayanarak Müsümanın mallarında zekatın da dı­şında hak olduğunu söylemiştir.

Süddi de bu âyette zikredilen “İnfak”m, mal sahibinin, malı üzerinde bir-hak olduğunu söylemiştir. “Mal sahibi zekatın dışında bunu da vermekle yü­kümlüdür.” demiştir.

Bu hususta Âmir eş-Şa’bi, Fatıma binti Kaysın, Resulullah’tan şu hadisi rivayet ettiğini söylemiştir. Fatıma diyor ki: “Resulullah şöyle buyurdu: “Şüpe-siz ki malda zekatın dışında hak vardır.” Sonra Resuİulha: “İyilik, yüzünü doğuya ve batıya çevirmeniz değildir. ” âyetini okudu.” Diğer bir kısım âlimler ise âyetin bu bölümünden Uer zekat vermenin kastedildiğini ve kişinin, malından, zekatın dışında bırşey vermekle yükümlü olmadığnı söylemişlerdir.

Âyet-i kerimede, kişinin, düşkün olduğu malından Allah yolunda verme­si takvadan sayılırken kendilerine mal verilecek kimselerin ilki olarak akrabalar zikredilmiştir. Zira bunlara verilen sadaka, diğerlerine verilenler den daha üs­tündür. Bu hususta Resulullah (s.a.v.)’e “Sadakaların hangisi daha cfdaldir?” diye sorulduğunda şoylc buyurmuştur: “Kişinin malı az olduğu olduğu halde son çabasını harcayarak kendisine kin besleyen akrabasına verdiği şey sadakadır. [135]

Bu âyet-i kerimede bir çok sıfat birlikte zikredilmektedir. Arapçada cüm­lede çokça sıfat bulununca, sıfatların bazıları özellik arzetsin diye dilbilgisi kai­delerine göre bulunduktan halden ayrılarak başka bir halde kullanılırlar. İşte bu­rada “Sabredenler” kelimesi, diğer sıfatların bulundukları “Ya­lın” halden ayrılıp ismin “İ” halinde kullanılmıştır, Arapçada buna “Mensub” denilir. Buna göre mânâ şöyledir: “İyilik Allah’a, âhiret gününe , meleklere, ki­taba ve Peygamberlere iman edenin, .sevdiği mallardan akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kal an a, d ilendi ere ve köle azad etmeye verenin, namazı kıla­nın, zekatı verenin, söz verdiklerinde sözlerini yerine getirenlerin yaptıklarıdır. Sıkıntı, hastalık ve şiddet zamanında sabredenlerin sabretmelerin üe netice iti­bariyle bir iyilik ise de ben, özellikle bu sabredenleri daha çok takdir ederim.”

Âyet-i kerime, iyilikte bulunan takva sahibi kimselerin sıfatlarını veciz bir şekilde özetlemiştir. Bunlar, iman etmek, malını Allah yolunda intak etmek, namaz kılmak, zekat vermek, verdiği sözü yerine getirmek ve sıkıntılara karşı sabretmektir. Bu sıfatları kısa olarak şu şekilde izah etmek mümkündür.

a- İman etmek: İmanın, herşeyin başında geldiği muhakkaktır. Kâfirlere dini vazifeler yüklemek söz konusu değildir. Kur’an-ı Kerim tek bir yerde kâfirlere hitabetmekte ve onları uyararak: “Ey kâfirler, bugün mazeret gös­termeyin. Sizler ancak dünyada yaptıklarınızla cezalandırılıyorsu­nuz? [136]demektedir. İmanı olmayandan iyilik beklemek boştur.

b- Allah yolunda infak etmek: Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifin­de, cimri ile, malını Allah yolunda harcayan kimseyi karşılaştırarak buyuruyor ki:

“Cimri insan ile malını Allah yolunda harcayan insan, üzerlerinde , göğüslerinde köprücük kemiklerine kadar uzanan demir yelek bulunan iki kişiye benzerler. Malını Allah yolunda harcayan kişi, her harcadığında bu demir yelek genişler ve bütün vücudunu kaplar. Öyle ki parmak uçlarını dahi örtüp ayak izlerini yok eder hale gelir. Cimri ise harcamak istemediği her an, demir yelekte bulunan halkalar, bulundukları yerlere yapışıp kalır­lar. Cimri bu yeleği genişletmeye çalışır fakat yelek genişlemez. [137]

Âyet-i kerime, müminin, malını Allah yolunda harcarken özellikle şu kimselere harcanması lazım geldiğini beyan etmektedir. Bunlar, akrabalar, ye­timler, yoksulllar, yolda kalanlar, dilenciler ve azad olacak kölelerdir. Peygam­ber efendimiz, sadakadan akrabaya yapılan harcamanın önemine işaret ederek uyuruyor ki:

“Herhangi bir yoksula verilen sadaka sadece sadaka sayılırken akra­baya verilen sadaka iki şeydir. O, hem sadakadır hem de akrabalık bağını gözetmektir. [138] Resulullah (s.a.v.) efendimiz, yetimi himaye etmenin öne­mini beyan ederken de şehadet parmağıyla orta parmığım hafifçe birbirinden ayırarak işaret etmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Benimle, bir yetimi gözetip koruyan kişi cennette işte şu iki parmak gibi birbirimize yakın olacağız. [139] Resulullah (s.a.v.) yoksulun kim oldu­ğunu beyan edip ona yardımda bulunmanın önemine işaret ederek te buyuruyor

“Aslında yoksul, insanları gezip dolaşan, kendisine verilen bir lok­ma veya iki lokma yahut bir hurma veya iki hurmanın geri çevirdiği kişi değil dir. Yoksul, kendisine yetecek kadar bîr şey bulamayan ve bu hali an-laşılamadığı için kendisine sadaka verilmeyen ve kalkıp ta insanlardan bir şey istemeye girişmeyen kimsedir. [140]

Âyet-i kerimede zikredilen “Yolda kalanlar” dan maksat, Katadeye göre “misafır”dir. Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde:

“Kim, Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsa misafirine ikramda bulunsun. [141] buyurmuştur. Resulullah:

“Misafirlik üç gündür. Bunun ötesinde olan, ona verilen bir sadaka­dır. [142]buyurmuştur. Ebu Cafer ve Mücahide göre ise “yolda kalanlardan maksat, kişinin yanından geçip giden yolcudur.

Dilenen kimselere gelince, bunlar da azarlanıp boş çevrili meni el i az veya çok bir şeyler verilmelidir. Bu hususta âyet-i kerimede buyuruluyor ki: “”Di­lenciyi azarlama. [143]Bu konuda Hz. Hüseyin (r.a.) Peygamber efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

“Dilencinin hakkı vardır, ata binerek gelse dahi. [144]

Peygamber efendimiz azad olacak köleler için de şöyle buyurmaktadır:

“Allah’ın, üç işiyc yardım etmesi, üzerine aldığı bir haktır. Allah yo­lunda cihda eden kişiye, borcunu ödemek isteyen köleye, iffetini muhafaza etmek için evlenmek isteyene.” [145]

c- Namaz kılmak: Namaz dinin direğidir. Müslüman kişi bu ibadetiyle tanınır. Resulullah (s.a.v.) ibadetlerimiz arasında namazın büyük önemine işa­retle buyuruyor ki:

“Kişi ile müşriklik arasındaki fark, namazı tcrkctmcktir. [146]

d- Zekat vermek: Zekat, mali ibadetlerin başında gelir. Müslüman, tam bir hesap yapmak suretiyle zekatını vermek zorundadır. İslam Devleti, zekatını vermek istemeyen müslümandan bu zekatı zorla alır. Nitekim Hz. Ebube-kir(r.a.v) Resulullah’ın vefatından sonra zekatı vermek istemeyenlerin üstüne gitmiş onlarla savaşmış ve onlar hakkında şöyle demiştir:

“Allah’a yemin olsun ki namazla zekatı birbirinden ayıranlara karşı mutlaka savaşacağım. Zira zekât, malın üzerinde bir haktır. Allah’a yemin olsun ki Rcsukillah’a vermiş oldukları bir yuları dahi bana vermekten ka­çınırlarsa bundan dolayı onlarla savaşırım. [147]

e- Verdiği sözü yerine getirmek: İslamda çok önemli ve Müslümanın mutlaka yerine getirmesi icabeden hususlardan bir tanesi de, verilen sözün yeri­ne getirilmesidir.Bu hususta Allah teala şöyle buyuruyor: “Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen sözde mcs’uliyct vardır. [148] Peygamber efen­dimiz de, münafıkların sıfatlarını sayarken, verdiği sözden dönmeyi de bunlar­dan saymıştır: “Münafıkın alâmeti üçtür, konuştuğunda yalan söyler, ver diği sözden cayar, kendsine emanet edilen şeye hıyanet cder. [149]

f- Sıkıntılara karşı sabretmek: Sabır, müminin sığındığı iki kaleden bi­ridir. Bu hususta Allah teala şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler, sabırla ve namazla yardım dileyin. Şüphesiz ki Allah, sabredenlerle beraberdir. [150]“Şüphesiz ki sizi biraz korku, açlık, mal, can ve ürün eksikliği ile imtihan edeceğiz. Ey Muhammcd, sabredenleri müjdele. [151]

Âyet-i kerimede zikredilen “Sıkıntı”dan maksat, “Fakirlik” demektir. “Şiddet zamanından” maksat ise “Savaş âm”dır. Özellikle bu hallerde sabretme­nin büyük bir iş olduğu muhakkaktır. Görüldüğü gibi âyet-i kerime, kulun yapa­cağı bir çok ibadet ve itaati kapsamaktadır. Bu nedenle Allah teala bunları ya­panları “Sadık” ve “Muttaki” olarak vasıfliindırmıştır: [152]

 

178- Ey iman edenler, öldürülenler hakkında kısas size farz kılındı. Hür’e hür, köleye köle, kadına kadın kısas yapılır. Fakat kim (Katil) din kardeşi tarafından (ölenin velisi tarafından) affedilirse, örfe uymak ve di­yeti güzellikle ona ödemek gerekir. Bu, rabbinizden size bir kolaylık ve rahmettir. Artık bu hükümden sonra kim haddi aşarsa, onun için can yakı­cı bir azap vardır.

Ey iman edenler, öldürülenler hakkında, bizzat cinayeti işlemiş olan kati­le kısasın tatbik edilmesi size farz kılındı. Hür bir insanın, yine hür bir insanla, kölenin köle» kadının da kadın ile kısas yapılması hükme bağlandı. Öldüren kimse, ölenin velisi olan din kardeşi tarafından, diyet mukabilinde affedilir, kı­sası istenmezse diyete razı olan, öldürülenin velisi, yüz deve tutarında olan di­yeti istemesinde bilinen örfe uymalıdır. Bundan fazla istememelidir. Katilin de, Ödemekle mükellef olduğu diyeti, hak sahibine güzellikle ödemesi, onu isteme zorunda bırakmaması gerekir. Diyet kabul edilerek kısasın düşürülebileceği hükmünü koyması, rabbinizden size bir kolaylıktır. Sizden önceki ümmetlere yasakladığı halde, diyet almayı ve yemeyi size heîal kılması da ondan size bir rahmettir. Artık kim, diyeti aldıktan sonra ileri gider ve katilin kanını dökerse ona canyakıcı bir azap vardır.

*Tabari diyor ki: “Âyette, hür bir insanın karşıhğnda yine hür bir insanın, kadının karşılığında kadının kısas yapılacağı beyan ediliyor. Buradan, kadının karşılığında erkeğin, kölenin karşılığında ise hür’ün kısas yapılamayacağı nekti-cesi çıkmaz mı?” diye sorulacak olursa Cevaben denir ki: “Biz, köleye karşı hür’ü, kadına karşı erkeği, şu âyetin genel ifadesine dayanarak ve Resulullah’ın, müslümanlann kanlarının eşit olduklarını beyan etmesini gözönünde mulundu-rarak kısas yaparız. Ayette buyuruluyorki: “Allanın, öldürülmesini haram kh-dığı bir cana, haklı bir sebep olmadıkça, sakın kıymayın. Biz, haksız yere öldürülenin velisine bir yetki vermişizdir. O da öldürmede haddi aşmasın. Çünkü ona, yeterince yardım olunmuştur. [153] Resulullah efendimiz de ha-dis-i şerifinde buyuruyor ki:

“Müslümanların kanı eşittir…, [154]

Taberi diyor ki: “Eğer denilecek olursa ki: “Bu izaha göre âyet nasıl açık­lanır? “Cevaben denilir ki: Bu âyeti müfessirlerçeşiöi şekillerde açklamışlartir.

Şa’bî, Katade, Mücahid ve Atâ, bu âyetin izahında özetle şunları söyle­mişlerdir:

a- Arap kabileleri arasında kin ve düşmanlık vardı. Bu sebeple onlardan bir kadın öldürüldüğünde, onun mukabilinde: “Öldürenin kabilesinden bir erkek öldüreceğiz.”, bir köle öldürüldüğünde ise “öldürenin kabilesinden hür bir kim­seyi Öldüreceğiz.” derlerdi. Bunu, güçlü olanlar zayıflara karşı yaparlardı. İşte bü sakat anlayışın uygulanamayacağını bildiren bu âyet nazil oldu ve ancak ka­tilin öldürülebileceğini, bunun dışında, cinayetle ilgisi olmayan kişilere dokunu-lamayacağını hükme bağladı. Sonra Allah teala, insanların tam olarak eşit ol­duklarını beyan eden şu âyeti indirdi: “Biz Tcvratta onlara şu hükümleri farz kılmıştık. Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ile kısas yapılır. Yaralarda da kısas vardır. Fakat kim hakkından vaz geçerse bu onun günahlarının affına bir sebeptir. Kim, Allah’ın indirdiği ile hük­metmezse, işte onlar, zalimlerin ta kendileridir[155]

b- Süddi, Ebu Mâlik ve Şa’bi ise bu âyetin nüzul sebebi hakkında şunları söylemişlerdir: Resulullah’ın döneminde iki gurup insan, erkekli kadınlı olarak birbirleriyle savaştılar. Resuhillah bunlann kadınların üiyeterini birbirleriyle, er­keklerin diyetlerin biribirleriyle kölelerin diyetlerini de birbirleriyle takas yap­mak suretiyle barışmalarım emretti. İşte âyet-i kerime, ResuUillah’m teklif etmiş olduğu bu banşa işaret etmektedir.

c- Hz. Ali, Rebi1 b. Enes, Hasan-ı Basri ve Şa’bi den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime, Allah tealanm, kasıtlı cinayetlerde, hür’ün, köle­nin, kadının ve erkeğin diyetlerinin karşılaştırılıp takas edilmelerini emrettiğini, bu itibarla diyeti daha fazla olan kişi (mesela hür bir kişi) diyeti daha az olan bir kişiyi (mesela bir köleyi) öldürecek olur da kölenin velisi tarafından, hür olan katilin, kısas olarak öldürülmesi istenecek olursa, kölenin velisi kısası uygulatır. Bununla birlikte hür kişinin diyetinin, kölenin diyetinden fazla olan kısmını, kı­sas oiarak öldürülen hür kişinin velisine öder. Bu hususta Rebi’ b. Enes, Ilz. Ali’nin şunları söylediğini rivayet etmiştir. “Herhangi bir hür kişi, bir köleyi öl­dürecek olursa o kişi köle karşılığında kısasa tabi tutulur. Kölenin velileri diler­lerse hür’e kısas tatbik ettirirler ve hürün diyetinden kölenin diyetini düşerek ge­riye kalan farkı hürün velisine öderler.Şayet bir köle hür’ü Öldürecek olursa, kö­le hür’ün karşılığında kısasa tabidir. Hür’ün velileri dilerlerse köleye kısas uygu­latırlar ve onun diyet miktarını hür’ün diyetinden düştükten sonra geriye kalan farkı kölenin velilerinden alırlar. Dilerlerse köleye kısas tatbik ettirmekten vaz geçip bir hür’ün diyetinin tamamını alırlar. Herhangi bir hür erkek te hür bir ka­dını öldürecek olursa o erkek, öldürdüğü kadına karşılık kısasa tabidir. Eğer öl­dürülen kadının velileri dilerlerse erkeğe kısas uygulatırlar. Bu durumda hür bir kişinin diyetinin yansını erkeğin velilerine öderler. Yine herhangi bir hür katim hür bir erkeği öldürecek olursa o kadın o erkek karşılığında kısasa tabidir. Eğer öldürülen hür erkeğin velileri dilerlerse kadına kısas uygulatırlar. Bu durumda erkeğin diyetinin yansım da kadının velilerinden alırlar. Dilerlerse erkeğin diye­tinin tamamını kadının velilerinden alır ve kadını serbest bırakırlar. Dilerlerse hiçbir şey almadan da onu affedebilirler.

Şa’bi diyor ik: “Hz. Ali’ye, kasıtlı olarak karısının öldüren bir adam geti­rildi. Hz. Ali kadının velilerine dedi ki: “Dilerseniz bunu öldürün ve erkeğin ka­dından fazla olan diyetini ödeyin.”

d- Ali b. Ebu Talha’nın, Abdullah b. Abbastan naklettiğine göre ise o, bu âyetin izahında şöyle demiştir: “Önce insanlar kadının karşılığında erkeği öl­dürmüyorlardı, ancak erkeğin karşılığında erkeği kadının karşılığında da kadını öldürüyorlardı. Daha sonra ise Allah teala, Maide suresinin kırk beşinci âyetini indirerek kadınla erkeği kısasta eşit kıldı.

Taberi diyor ki: “Görüldüğü gibi âyetin nüzul sebebi hakkında ihtilaf vardır. Bu sebeple bizlerin, âyeti, kesin delillerin gösterdiğ mânâda anlamamız gerekmektedir. Resulullah’tan, hür erkeğin hür kadın karşılığında kısas yapıla­cağına dair birbirini destekleyen bir çok hadis rivayet edilmiştir. Ancak İslam ümmeti, hür kadına karşılık hür erkeğin kısas yapılması halinde erkeğin fazla olan diyetinin kadının velilerinden alınıp alınmayacağı hususunda ihtilaf etmiş­lerdir. Bu sebeple kadına karşı erkeğe kısas tatbik edileceği ve tatbik edildikten sonra da erkeğin arta kalan diyetinin erkeğin velilerine verileceği hususunda ic-ma olduğunu iddia etmek fasit bir görüştür.

Şu husus ta bilinmektedir ki: Bir insan belli bir bedel karşılığında bir or­ganını telef edip vücudunun diğer kısmını sağ bırakamaz. Bunu yapması haram­dır. Keza, bir başkasınınbelli bir bedel karşılığında diğe bir insanın herhangi bir organını telef edemez bu da haramdır. (Bu da gösteriyor ki, kadının karşılığın da erkeğin sadece bir bölümünün kısas yapıldığını söylemek doğru değildir) Er­kek, kadının karşılığında “Cana can” kaidesine göre kısasa tabi tutulmuştur. Bü­tün brdn anlaşılıyor ki âyet-i kerimede zikredilen: “Hür”chür, köleye köle, ka­dına kadın” kısas yapılır ifadesinden maksat, hür’e karşılık köle, erkeğe karşılık kadın, kadına karşılık ta erkek kısas yapılamaz” demek değildir. Âyetin ifade et­tiği mânâ hakkında geriye iki ihtimal kalmıştır. Bunlardan biri, bizim de izah ettiğimiz gibi, kısasta cinayeti işleyenin dışına taşmamaktır. Yani, kısas ancak katile tatbik ediür. Katilin, erkek, kadın, köle veya hür olması durumu değiştir­mediği gibi öldürülenin bunlardan biri olması da durumu değiştirmez. İşte âyet-e kerime bunları beyan etmektedir.

Âyetin ifade ettiği muhtemel ikinci mânâ ise şöyledir: Bu âyet, belli in­sanlar hakkında nazil olmuştur. Onlar birbirleriyle savaşarak birbirlerinden ka­dın, erkek, köle öldürmüşlerdir. Resulullah da bunların, karşılıklı olarak diyet ödemek suretiyle barışmalarını emretmiştir. Diyetler de hür erkeğin diyeti hür

erkeğe göre, hür kadının diyeti ür kadına göre, kölenin diyeti de köleye göre takdir edilecek ve taraflar karşılıklı olarak takas yaptıktan sonra fazlalıkları öde­yeceklerdir

Âyet-i kerimede geçen ve kim (katil) mümin kardeşi tarafından (ölenin velisi tarafındın) affedilirse, örfe uymak ve diyeti güzellikle ona ödemek gere­kir.” şeklinde tercüme edilen cümlesi müfessirler tarafından iki şekilde izah edilmiştir:

a- Abdullah b. Abbas. Mücahid, Hasan-ı Basri, Şa’bi, Katade, Rebi” b. Enes, Atâ ve İbn-i Zeyd, âyet-i kerimenin bu bölümünü mealde zikredildiği şek­liyle izah etmişlerdir. Yani bir kimse haksız ve kasıtlı olarak başka bir insanı öl­dürecek olursa onun karşılığında öldürülmeyi hak eder.Bununla birlikte öldürü­lenin velisi dilerse katile kısas yaptırmaktan vazgeçer, onu affeder ve katilden diyet alır. Fakat böyle bir affa muhatap olan katil, öldürdüğü kişinin diyetini güzellikle vermeli diyet alacak olan veli de örfe uymalıdır. Âyet-i kerimenin bu bölümü işte bunu ifade etmektedir.

Taberi de âyet-i kerimenin, cana kıyan, herhangi bir organı kesen, yarala­yan ve kıran kişileri hakkında nazil olduğunu beyan ederek bu görüşte olanlara katılmıştır. Zira âyet, kısası beyan ettiğine göre affedilme meselesi de kısas ko­nusundadır.

b- Süddi ve benzeri âlimler, âyetin bu bölümünü şöyle izah etmişlerdir: “Kimin kardeşinin diyetinden bir şey geri kalmış olursa o kimse örfe uyarak ge­ri kalanı istesin. Diyeti vermekle yükümlü olan da iyilikle diyeti Ödesin.” Bu gö­rüşte olanlar kelimesini “Affedilme” mânâsına değil “Arta kalma” mânâsına almışlardır. Taberi bu görüşün, “Âyet-i kerimenin nüzul sebebi, Resulullah’m birbiriyle savaşan iki topluluğu uzlaştınnasıdır.” diyenlerin görüşü olduğunu söylemiştir.

Âyette geçen “Örfe uymak gerekir.” ifadesinden maksat, öldürülenin ve­lisinin kısası affedip diyeti kabul etmesi halinde, diyeti alırken Allah’ın kendisi­ne tanıdığı hakkı alması ve bu hususta ileri gitmemesidir.

Âyet-i kerimede zikredilen: “Güzellikle ona ödemek gerekir.” ifadesin­den maksat, katilin. Öldürülenin velisine ödemekle yükümlü olduğu diyeti ek-siltmeksizin ve veliyi mahkemeye başvurmaya mecbur etmeksizin Ödemesidir.

Âyet-i kerimede geçen :”Bıı rabbinizdcn size bir kolaylık ve rahmet­tir.” ifadesinden maksat şudur: “Öldürülenin velisine, kısası affetmesi halinde onun yerine “Diyet alabilir” şeklinde yetki verilmesi, rabbiniz tarafından sizin için bir kolaylık ve rahmettir.”

Abdullah b. Abbas ve Katadenin de izah ettikleri gibi, geçmiş ümmetler de öldürülenin velisi ya kısası uygulatırdı veya katili tamamen affederdi. Affetmesi halinde katilden diyet alma hakkına sahip değildi. Lshım ümmetine böyle bir hakkın tanınması, katilin affedilmesi için bir kolaylık ve bir rahmettir. İşte âyet-i kerime bunu izah etmektedir.

Âyet-i kerimenin sonunda: “Artık bu hükümden sonra kim haddi aşarsa onun için can yakıcı bir azap vardır.” buyuru I m aktadır. Burada geçen “Haddi aşma” ifadesinden maksat, Mücahid, katade, Rebi’ b. Enes, Hasan-ı Bas-ri, Süddi, Abdullah b. Abbas ve İbn-i Zeyde göre katilden kısası affedip diyeti aldıktan sonra katili öldürmektir. Bu hususta Hasan-i Basri diyor ki: “Cahiliye döneminde bir adam başka birini öldürecek oiursa kaçıp kendi kavmine sığınır­dı. Kavmi de öldürülen tarafa giderek diyet ödemek suretiyle barışırlardi. Bu­nun üzerine kaçan katil kendisini güven içinde hissederek evine dönerdi. Fakat öldürülen kişinin velileri, barıştıkları halde katili öldürüp diyeti geri verirlerdi. İşte âyet-i kerme böyle bir hileyi yasaklamaktadır.

Âyet-i kerimede zikredilen “Onun için can yakıcı bir azap vardır.”

İfadesinden maksat, Dehhak ve Said b. Cübeyre göre, diyeti aldıktan sonra kati­li öldüren kişiyi öldürmektir. Yani bir insan başka birini öldürür, öldürülenin velisi de diyeti kabul ederek öldüreni affeder daha sonrada öldüreni öldürecek olursa bu kişiye de kısas tatbik edilerek öldürülür. Zira o kişi diyeti aldığı halde haddi aşmış ve hakkı olmadığı halde katili öldürmüştür.

Leys’den nakledilen diğer bir görüşe göre buradaki “Can yakıcı azap” tan maksat, diyet alarak katili affettiği halde onu öldüren veliye Devlet başkanının, kendi takdime göre vereceği cezadır. Ancak Hasan-ı Basri bu kişiden diyetin alınacağını ve fakat öldürülmeyeceğini zikretmiştir.

Taberi, birinci görüşü tercih etmiş , katilden diyet alıp onu affettikten sonra Öldürene kısas UUbik edileceğini söylemiştir. Zira diyeti aldıktan sonra ka­tili öldüren veli, haddi aşarak zaim durumuna düşmüştür. Öldürdüğü kimse ise mazlum durumundadır. Bu husuta Allah teala şöyle yryünnuştur: “Allah’ın, öl­dürülmesini haram kıldığı bir cana, haklı bir sebep olmadıkça sakın kıy­mayın. Biz, haksız yere öldürülenin velisine bir yetki vermişizdir. O da öl­dürmede haddi aşmasın. Çünkü ona yeterince yardım olunmuştur[156] Bu âyetten de.anlaşılıyor ki diyeti aldığı halde kaü|i:(dücenin cezası, o öldürü­len katilin velisine bırakılmıştır. Dilerse kısas uygulatır dilerse affeder ve di­yeti alır. Buradaki cezanın Devlet başkanına bırıkıldığını söylemek, öldürüle­nin velisine yetki veren âyetin gelen ifadesine ters düşen bir iddiadır. Bu iddia­ya dair kesin bir deli) yoktur. [157]

 

179- Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır. Gerekir ki Al­lah’tan korkarsınız.

Ey akıl sahipleri, birbirinizi haksız yere öldürmeyi önleyen kısasın size farz kılınmasında sizin için hayat vardır. Böylece kısas sayesinde haksız Öldür­me ve intikamlardan vazgeçersiniz.

Âyet-i kerimede: “Kısasta sizin için hayat vardır,” buyurulmaktadır. Müfessirler bu ifadeyi iki şekilde izah etmişlerdir:

a- Mücahid, Katade, rebi’ b. Enes, İbn-i Cüreyc ve îbn-i Zeyd bu ifadeyi “Kısas yapmak, cinayet işlemeyi önler. Öldürme niyetinde olanların cesaretini kırar.” şeklinde izah etmişlerdir. Bu hususta Katade diyor ki: “Allah teaia, kısa­sı, insanların beyinsizleri ve cahilleri için bir ibret, bir öğüt ve bir haya* kılmış­tır. Nice insanlar vardır ki içlerinde ad um öldürme niyetini taşırlar. I-ger kısas yapılma korkusu olmasa bu niyetlerini yerine getirir insan öldürürler. Allah tea-la kısası farz kılarak insanların birbirini öldürmelerine set çekmiştir. Allah tea-la, insanlara neyi emretmişse o şey onlar için hem dünyada hem de âhirette fay­dalıdır. Neyi de yasaklamışsa o şey onlar için hem dünyada hem de âhirette za­rarlıdır. Yaratıklarına neyin uygun olduğunu elbetteki Allah daha iyi bilir. Ta-beri de bu görüşü tercih etmiştir.

b- Süddiye göre ise “Kısasta sizin için hayat vardır.” ifadesinden maksat. “Kısas, birbirinizden intikam almanızı önler.” demektir. Zira kısas yoluyla öl­düren katil öldürülür. Böylece masum insanların Öldürülmesi önlenmiş olur. Ni­tekim, cahiliye döneminde kuvvetli bir kabileden bir kadın öldürülecek olsa asıl katili bırakıp karşı taraftan mutlaka bir erkek öldürürlerdi. Kölenin karşılığında da mutlaka hür bir kimse öldürürlerdi. Böylece karşılıklı intikam alma savaşları devam edip giderdi. Kısas hükmü gelince artık bizzat katil öldürülür oklu ve in tikam almalar sona erdi. Böylece insanlar için kısasta hayat olduğu anlaşıldı.

Burada Allah teala, Özellikle selim akıl sahiplerine hitabediyor. Çünkü Allah’ın emirlerini ve yasaklanın, akillarıyla düşünenler, delillerine gözönünde bulunduranlar ancak bunlardır.

Kısas konusunda Araplar arasında meşhur olan bir ata sözü vardı. O ata sözünde deniyordu ki: “Öldürmeyi en güzel şekilde (inleyen yine öldürmedir.” tslamın gelmesinden sonra Kur’an-ı Kerim bu hususu dahaz beliğ bir şekilde ifade etti ve “Kısasta sizin için hayvat vardır.” buyurdu. Görüldüğü gibi bu âyet-i kerime, belagat ve icaz bakımından o sözle kıyaslanamaz. Zira âyette, bizzat katilin öldürülmesiyle insanuğa hatat.bahşedi!eeceği ve masum canların konnacağı beyan edilmektedir. Bu sözde ise öldürmeye karşı Öldürmenin gerektiği ifade edilmekte fakat kimin hangi sebeple nasıl öldürülmesiyle diğer (Hunilere engel olunacağı açıklanmamaktadır. [158]

 

180- Sizden birine ölüm geldiği /aman, eğer geride mal bırakıyorsa, ana babaya ve akrabalara uygun bir şekilde vasiyette bulunmanız size farz kılındı. Bu, müttakiler üzerine bir borçtur.

Ey müminler, sizden birine Ölüm geldiği vakit, eğer o kimse geride mal bırakıyorsa, işte bu durumda ana baba ve arkabalara uygun bir şekilde vasiyette bulunması ona gereklidir. Bu, Allah’tan korkan ve ona itaat edenlerin üzerine bir borçtur.

Taberi bu âyet-i kerimeyi şu şekilde izah etmiştir: “Ey iman edenler, sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman şayet o kimse geride mal bıraka­cak durumda ise onun, anne ve babasına ve kendisine mirasçı olmayan ak­rabalarına, dinen tayin edilmiş olan üçte bir sınırını aşmamak üzere vasi­yet etmesi farz kılınmıştır. Bu, Allah’tan korkan müminler üzerine bir haktır.”

Görüldüğü gibi Taberi, anneye babaya ve mirasçı olmayan akrabalara vasiyette bulnmanm farz olduğu ve vasiyet edilecek malın miktarının da tereke­nin üçte birini aşmaması gerektiği kanatindedir.

Taberi âyeti bu şekilde izah ettikten sonra müfessirierin bu âyet hakkında üç görüş zikrettiklerini özetle şu şekilde nakletmektedir:

a- Bir kısım müfessirlere göre bu âyet-i kerime, Nisa suresinde, mirasçı­ların paylarını belirten 11. 12. ve 176. âyetlerle neshedilmemişlir. Bu âyetin ge­nel hükmü her anne ve baba için geçerli, akrabalar için is^sadece mirasçı olma­yanlar için geçerlidir. Yani ölen kişi, geriye mal bıraktığı takdirde anne ve ba­bası için ve mirasçı olmayan akrabaları için vasiyet etmek mecburiyetindedir. Bu, onun üzerine bir farzdır. Bunun yapmadığı takdirde günahkâr olur. Bu gö­rüş Cabirb. Zeyd, Ebu Miclez, Abdullah b. Ma’mer, Dehhak. Lâhik b. Humeyd ve Mesruk’tan nakledilmiştir. Taberi de bu görüşü tercih etmiştir.

b- Diğer bir kısım müfessirlere göre bu âyet-i kerime, daha önce kendi­siyle amel edilmesi farz iken daha sonra onun, anne babaya ve mirasçı olan ak­rabalara vasiyet etme ile ilgili olan hükmü, miras hükümlerini belirten âyetlerle neshedilmiş ancak bu âyetin, mirasçı olmayan akrabalara vasiyette bulunulmasıni ifade eden hükmü baki kalmıştır. Buna göre, ölen bir kişi geriye mal bıraka­cak olursa anne ve babasına ve mirasçı olan akrabalarına vasiyette bulunmaya­cak fakat mirasçı olmayan akrabalarına vasiyet etmek mecburiyetinde olacaktır. Bunu yapmadığı takdirde ise günah işlemiş olacaktır. Bu görüş te Katade, Ab­dullah b. Abbas, Tavus, H asan-ı Basri, Rebi1 b. Enes, Müslim b. Yesar ve A’lâ b. Zeydden nakledilmiştir.

c- Başka bir kısım müfessirlere göre bu âyet-i kerime, miras hükümlerini açıklayan âyetlerle, tamamen neshedilmiştir. Artık hiçbir kimse mirasçı olma­yan akrabasına dahi vasiyet etme mecburiyetinde değildir. Bu görüş ise, İbn-i Zeyd, İbn-i Abbas, Şüreyh, Katade, Mücahid, Süddi, Abdullah b. Ömer ve İb­rahim en-Nehaiden nakledilmiştir.

Âyet-i kerimede, ölen kişinin vasiyet edebilmesi için, ölümünden sonra geride mal bırakacak durumda olması zikrediliyor. Bırakacağı malın ne kadar olması halinde vasiyet etmesi gerekir hususu, müfessirler arasında ihtilaf konu­sudur.

Katadeden nakledilen bir görüşe göre geriye bırakacağı malın en az bin rirhem miktarıda olması gerekir. Aksi halde vasiyette bulunması farz değildir. Nitekim Hz. Ali, yedi yüz ile dokuz yüz dirhem arasında mal bırakan kişiye va­siyet etmesinin gerekli olmadığını söylemiştir.

İbrahim en-Nehaiye göre ise, ölenin geride bırakacağı malın en az beş yüz ile bin dirhem arasında olması gerekir.

Zühriye göre ise, ölenin malının azlığına veya çokluğuna bakılmaz. Mut­laka vasiyette bulunması gerekir.

Taberi de bu görüşü tercih etmiş, âyette malın “Hayır” kelimesiyle ifade edildiğini, hayınn ise malın hem azına hem de çoğuna söylendiğini belirtmiştir. [159]

 

181- Vasiyeti işittikten sonra onu kim değiştirrise, günahı ancak de­ğiştirenlere aittir. Şüphesiz ki Allah, herşeyi çok iyi işitendir ve çok iyi bi­lendir.

Kim, vasiyet edenin vasiyetini duyduktan sonra onu olduğu gibi söyle­mez de değiştirise, değiştirmenin günahı, vasiyeti değiştiren kimseye aittir. Şüphesiz ki Allah, yaptığınız vasiyeti işitendir, içinizde gizlediğiniz şeyleri bilendir. [160]

 

182- Kim, vasiyet edenin bir haksızlık edeceğinden veya günah işle­yeceğinden endişe eder de (vasiyet edenle vasiyet edilenin) aralarını bu­lursa ona bir günah yoktur. Şüphesi/ ki Allah, çok bağışlayandır ve çok merhamet edendir.

Kim vasiyet yapının haksızlık yapacağından ve haktan ayrılacağından ya­hut malının üçte birinden fazlasını vasiyet ederek yaptığı bu vasiyetle günah iş­leyeceğinden korkar da miras bırakanla mirasçının arasını düzeltirse ona bir gü­nah yoktur. Şüphesiz ki Allah, düzelme yoluna girdikleri takdirde kullarının gü­nahlarını affeden ve onlara acıyandır.

Müfessirler bu âyeti çeşitli şekillerde izah etmişlerdir.

a- Mücahid bu âyet-i kerimeyi şu şekilde izah etmiştir: “Kim, (Menin ya­nında bulunur da onun, vasiyeti hususunda bir haksızlık yapacağından veya bir hata işleyeceğinden korkarsa o kimsenin, vasiyet edenle mirasçılarının arasını bulmasında bir mahzur yoktur. Vasiyet edene adaletli davranmasını telkin eder, mirasçılara da vasiyete engel olmamalarını söyler.

b- Abdullah b. Abbas, Katade, Rebi’ b. Enes ve İbrahim en-Nehai ise bu âyeti şöyie izah etmişlerdir: Vasiyet eden ölünün velileri veya müslümanların idarecisi, vasiyet eden ölünün vasiyetinde yanlış bir iş yaptığını veya tarafgir davrandığını hissederlerse vasiyet edilen kimselerle mirasçıların aralanın bul­malarında bir mahzur yoktur. Bu,da vasiyeti meşru hale getirmeleriyle mümkün olur. Mesela, bir kişi vasiyet eder fakat haksız davranır ve yine mesela malının üçte birinden fazlasını vasiyet ederse Müslümanların idarecisi bu vasiyeti meşru hale sokar. Yani bu vasiyetin, terekenin üçte biri için geçerli okluğunu söyler. Böylece kendilerine vasiyet edilenlerle mirasçıların arasını bulmuş olur.” Bu izaha göre ıslah edicinin müdahalesi, miras bırakan kişinin ölümünden sonradır.

c- Ata ise bu âyeti şu şekilde izah etmiştir: “Kim, ölüm halinde vasiyet edenin mirasçılarından bir kısmını diğerlerinden üstün tuttuğunu görürse o kim­senin, mirasçıların arasını bulmasında bir mahzur yoktur. Yani, mirasçıların te­rekede belirlenen haklarını kendilerine verilmesini sağlar. Böylece aralarını bul­muş olur.

d- Tâvûs ise bu âyeti şöyle izah etmiştir: Kim, ölüm, halinde vasiyet ede­nin, mirasçı olmayan akrabalarına vasiyet ederek mirasçı olan akrabalarına bir fayda sağlayıp haksızlığa düşeceğinden korkacak olursa o kimse için bir mahzur yoktur. Mesela: Kişi, sağ olan oğullarından birinin çocuklarına mal vasiyet eder de aslında babalarına fazladan mal vermeyi kastedecek olursa haksızlığa düş­müş olur. Bunu görenin müdahale edip mirasçıların arasını bulmasında bir mah­zur yoktur.

c- Süddi ise bu âyeti şöyle izah etmiştir: Kim, anne babasına ve akrabala­rına vasiyette bulunanın yanlışlık yapacağından veya günah işleyeceğinden kor­kacak olursa o kimsenin, kendilerine vasiyet edilen anne baba ile diğer akraba­larının aralarını bulmasında bir mahzur yoktur. Aralarını bulmakta hakkaniyet Ölçülerine uymalıdır.

Taberi diyor ki: Bu âyetin izahında zikredilen görüşlerden doğru olanı şu­dur: Kim, vasiyet edenin, yanlışlıkla veya kasıtlı bir şekilde haktan ayrılacağın­dan korkarsa o kimsenin, kendilerine vasiyet edilenlerle mirasçılar ve ölmekte olan kişinin aralarını bulmasında bir mahzur yoktur. Mesela: Vasiyet edenin malının üçte birinden daha fazlasını anne baba ve mirasçı olmayan akrabalarına vasiyet etmesi yahut malı az, mirasçıları çok olduğu halde malının üçte birini vasiyet etmesi bu cümledendir. Böyle bir vasiyet yapanın yanında bulunan kim­se ölmekte olan kişiye, itidali muhafaza etmesini, malının sadece üçte birini va­siyet etmesini veya, malı az, mirasçıları çoksa malının üçte birinden daha azını vasiyet etmesini söyler. Yine malı çok mirasçıları az olduğu halde malının üçte birinden daha azını, anne babası veya mirasçı olmayan akrabalarına vasiyet et­mesi halinde ölmekte olana vasiyetini artırmasını mirasçılara da bunu kabul et­melerini telkin eder. Bu faraziyede de arayı bulan kişinin müdahalesi, miras bı­rakanın ölümünden öncedir.Taberi diyor ki: “Vasiyet edenin hata edeceğinden veya günah işleyece­ğinden korkmak, onun, hayatta olması durumunda söz konusudur. Artık öldük­ten sonra mesele kalmamıştır. Çünkü o kişinin hata etmesi veya günah işlemesi mümkün değildir. İşte bu sebeple biz bu görüşü tercih ettik. [161]

 

183-184- Ey iman edenler, sizden öncekilere farz kılındığı gibi sizin üzerinize de, Allaha karşı gelmekten sak mas m iz diye, sayılı günler olarak oruç farz kılındı. O günlerde sizden kim hasta veya yolcu olur da oruç tuta-£ «azsa, başka günlerde iade eder. Oruç tutmaya takati yetmeyenlere ise, her gün için bir yoksulu doyuracak kadar fidye vermek gerekir. Kim, ken­di isteğiyle fazladan hayır yaparsa bu, kendisi için daha hayırlıdır. Eğer bi­lirseniz oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.

Ey, AHahı ve Resulünü tasdik edenler, sizden önceki kitap ehline farz kı­lındığı gibi, sayılı günler olun Ramazan ayında, yemekten, içmekten ve’cinsi münasebetten kendinizi alıkoymanız suretiyle oruç sizin üzerinize farz kılındı. O günlerde oruç tutmakla mükellef olanlardan kim hasta olur veya yolculukta bulunursa, hastalığı veya yolculuğu sırasında, tutamadığı günler sayısınca Ra­mazan ayının dışında başka günlerde oruç tutar. Oruç tutmaya takati yetmeyen­lere ise. her gün için bir yoksulu doyuracak kadar fidye vermek gerekir. Kim, kendi isteğiyle fazladan hayır yapar da fakiri doyurmanın üzerine bir şey ilave ederse yahut hem oruç tutar hem de fidye verirse bu, onun için daha hayırlıdır. Eğer orucun faziletini bilirseniz, yolculuk ve hastalık hallerinde.ruhsatlı olduğu­nuz halde Ramazanda oruç tutmanız, yemenizden, mazeret halinde de oruç tut­manız fidye vermenizden daha hayırlıdır.

* Âyet-i kerimede: “Sizden öncekilere farz kılındığı gibi sizin üzerini­ze de oruç farz kılındı.” buyurulmaktadır. Bizden önce geçen ve kendilerine oruç farz kılınan insanlardan maksat, H i risti yani ardır. Onlara farz kılınan oruç ise sayı ve zaman bakımından bizimki gibiydi. Bu hususta Şa’bi diyor ki: “Bü­tün bir yılı oruçla geçirmiş olsam dahi, Ramazan mı yoksa Şaban mı? diye şüp­he edilen günde oruç tutmam. Zira Hiristiyanlara da, bize farz kılındığı gibi Ra­mazan ayında oruç tutmaları farz kılınmıştı. Fakat onlar, orucu, sıcak olmayan mevsimlere kaydırdılar. Onlardan sonra gelen nesiller, kendilerine güven sağla­mak için otuz günün bir gün öncesinden bir gün de sonrasından oruç tutar oldu­lar. Daha sonra gelen nesiller de kendilerinden önce gelen nesillerin yolunu tut­tular. Böylece oruçları elli güne kadar çıktı.

Süddiye göre de bizden önce geçen ve kendilerine oruç farz kılman üm­metlerden maksat, Hıristiyanlardır. Onların oruçları ise günde bir defa ve yatsı­dan sonra iftar edilmek suretiyle tutulan oruç şeklindeydi. Bu oruç şekli, müslümanlara önceleri farz kılınan oruç şekliydi. Bu bakımdan onların oruçlun da bi­zim ki gibiydi. Süddi diyor ki: “Hıristiyaniara da Ramazan orucu tutmak farz kı­lınmıştı. Onların, uyuduktan sonra yeyip içmeleri ve kadınlarına yaklaşmaları da yasaklanmıştı. Bu bakımdan Ramazan ayında oruç tutmak Hıristiyaniara ağır gelmişti. Ay’a göre oruç tutmalarından bugün bizim tuttuğumuz gibi yaz ve kış mevsimleri arasında dolaşıyordu. Hıristiyanlar bu duruma katlanamadılar ve oruçlarını yaz ve kış arasındaki bir mevsime denk getirdiler. Ve dediler ki: “Orucu yirmi gün artıralım da yaptığımız bu hatayı affettirelim.” Bunun üzerine oruç günlerini elliye çıkardılar. Önceleri Müslümanlar da oruçlarını günde sade­ce bir kere yemek yiyerek tutuyorlardı. Bu duruma dayanamayan bazı sahabiler tarafından bazı olaylar yaşandı. Bunun üzerine Allah teala, sabahleyin tan yeri ağarıncaya kadar yemeyi içmeyi ve cinsi yaklaşımda bulunmayı helal kıldı.

Mücahide göre ise “Bizden önce kendilerine oruç farz kılınanlardan” maksat, ehl-i kitaptır. Katadeye göre ise bunlardan maksat, Müslümanlardır. Ra­mazan orucu farz kılınmadan önce her aydan üç gün oruç tutmak bunlara farz kılınmıştır. Daha sonra Ramazan orucu farz kılınınca bu oruçlar kaldırıldı.

Taberi diyor ki: “Doğru olan görüşe göre, bizden önce kendilerine oruç farz kılınan insanlardan maksat, ehl-i kitaptır. “Sayılı günler”dan maksat da Ra­mazan ayıdır. Bizim orucumuzun onlara benzeme yönü ise Ramazan ayında tu­tulmasıdır. Zira Hz. İbrahimden sonra gelen Peygamberler, onun imam olması sebebiyle ona uymak zorundadırlar. Onun dini olan Hanif dini İslam dini oldu­ğundan bizim orucumuz da onunkinin aynısı olmak-durumundadır.

Âyet-i kerimede “Sayılı günler olarak oruç size farz kilindi.” buyurul-maktadır. Sayılı günlerden maksat,

a- Abdullah b. Abbas ve Katadeye göre, her aydan üç gündür. Daha önce Müslümanlara bu günlerde oruç tutmaları farz kılınmıştı. Daha sonra ise Rama­zan orucu farz kılınarak bu günlerde oruç tutmanın farziyeli kaldırıldı. Bu hu­susta Muaz b. Cebel diyor ki; “Resulullah Medineye geldiğinde Aşure gününde ve her ayın üç gününde oruç tutuyordu. Sonra Allah teala. Ramazan ayında oruç tutmanın farz olduğunu bildiren Ayeti indirdi.

b- İbn-i Ebi Leyla’ya göre ise bu âyet-i kerimede zikredilen “Sayılı gün­lerden maksat. Ramazan günleridir. Daha önce oruç tutulan her ayın üç günü değildir. Zira bu günlerde oruç tutmak sünnetti. Âyet ise farz olan orucu bildir­mektedir. Ramazan ayı dışında herhangi bir orucun farz kılınıp sonra da neshe-dikliğine dair herhangi bir delil yoktur. Taberi de bu görüşü tercih etmiştir.

Âyet-i kerimenin: “Oruç tutmaya takati yetmeyenlere ise her gün için bir yoksulu doyuracak kadar fidye vermek gerekir.” bölümünden geçen ve “Takati yetmeyenler” şeklinde tercüme edilen cümlesi, ınüfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir.

a- Bir kısım müfessirlere göre bu ifadenin mânâsı, “Mukim olduğu halde oruç tutmaya güç yetirenler, dilerlerse oruçlarını tutarlar dilerlerse her gün bir fakiri doyurarak oruçlarını yerler.” demektir. Ancak âyetin bu ifadesi “Sizden kim Ramazan ayma erişecek olursa onu oruçla geçirsin, kim hasta olur veya yolculukta bulunur da oruç tutamazsa tutamadığı günler sayısında başka günler­de oruç tutsun’**’ âyetiyle neshedilmiş artık oruç tutmaya güç yeti renin fidye vererek orucu yemesine ruhsat kalmamıştır. Bu ruhsat sadece hasta ve yolcuya verilmiştir. Bu görüş, Alkame, İkrime, Hasan-ı Basri, A’meş, Abdullah b. Ömer, Şa’bî, îbn.i Ebi Leyla, îbn-i Şihab ez-Zührî, Abdullah b. Abbas, İbrahim es-Nehaî, Ubeyde, Dehhak, Muaz b. Cebel ve Seleme b. el-Ekva’dan nakledilmiş­tir. Bu hususta Seleme b. el-Ekva’nın şu hadisi naklettiği rivayet edilmektedir.

“Biz, Resulullahın ilk dönemlerinde bulunduğumuz zaman dileyen oruç tutuyor dileyen ise bir fakiri doyurma fidyesi vererek oruç tutmuyordu. Nihayet, “Sizden kim Ramazan ayına erişecek olursa onu oruçla geçirsin.” [162]âyeti nazil oldu ve bu âyeti neshelii. [163] Bu hususta Muaz b. Cebel de şunları zik­retmiştir. “Resulullah Medineye geldiğimle Aşûrc gününde ve her ayın üç gü­nünde oruç tutmaya başladı. Sonra Aziz ve Celil olan Allah, Ramazan ayında oruç tutmayı farz kılarak “Ey iman edenler, oruç size farz kılındı.” buyurdu. Bu dönemde oruç tutmaya gücü yeten bir insan, dilerse oruç tutuyor dilerse bir fa­kiri doyurarak orucu yiyordu.Sonra Aziz ve Celil olan Allah “Sizden kim Ra­mazan ayma erişirse onu oruçla geçirsin. Kim de hasta olur veya yolculukta bu­lunur da oruç tutamazsa, tutamadığı günler sayısında başka günlerde oruç tut­sun.” âyetini indirdi. Ve sağlıklı ve mukim olan kimseye oruç tutmayı farz kıldı. Ancak oruç tutmaya gücü yetmeyen yaşlılar için fidye verip orucu yiyebilecek­lerine ruhsat verdi.

b- Diğer bir kısım müfessirler de “Onu tutmaya takati yetmeyenler” ifa­desini “Oruç tutmaya takati yetenler” orucu yeyip yerine bir fakiri doyuracak kadar fidye verirler.” şeklinde izah etmişler, âyet-i kerimenin bu bölümünün daha önceleri, oruç tutmaya gücü yeten ihtiyar erkek ve kadınlara ait olduğunu, onların, dilerlerse oruçlarım tutabileceklerini, dilerlerse oruçlarını yeyip yerine fidye verebileceklerini emrettiğini, daha sonra ise “Sizden kim Ramazan ayına erişirse onu oruçla geçirsin” âyetiyle neshcdildiğini, bu itibarla gücü yeten yaş­lıların da gençler gibi oruç tutmaları gerektiğini ancak oruç tutmaktan âciz ol-malan halinde, daha önce kendilerine serbest bırakılmış olan oruç yeme ruhsa­tından istifade edebileceklerini söylemişlerdir. Bu görüş Abdullah b. Abbas, îk-rime. Katade ve Rebi’ b. Enesten nakledilmiştir.

c- Diğer bir kısım müfessirler ise âyet-i kerimenin “Oruç tutmaya takati yetmeyenler” bölümüne “Oruç tutmaya takati yetenler” şeklinde mânâ vermişler ve demişlerdir ki: “Bu âyet-i kerime neshedilmemiştir. Bu âyet-i kerimenin hük­mü, indiği günden itibaren kıyamete kadar yürürlüktedir. Ancak bu âyetin izahı şöyledir; “Gençliğinde sıhhatli ve güçlü, kuvvetli olma durumunda oruç lutma-ya güç yelirenler. ihtiyarlamalarından dolayı oruç tutmaktan âciz kalırlarsa işte onlar oruçlarını yiyebilirler ve karşılığında her gün için bir fakiri doyuracak ka­dar fidye verirler.

Görüldüğü gibi, âyet-i kerime, önceleri oruç tutmaya güç yet irip te sonra yeti remey enleri kastetmektedir. Yoksa oruç tutmaya güç yelkenlerin fidye vere­rek oruçlarım bozabileceklerini bildirmemektedirki âyetin nesheclikliğini söyle­meye gerek olsun.

Bu görüş, Süddi, Abdullah b. Abbas ve Saki b. el-Müseyyebden nakledil­miştir.

Bu hususta Süddi de şunları söylemiştir: Kişi daha önce oruç tutmaya güç yetirdiği için orucunu tutmuştur. Sonra o kişiye, amansız bir ağrı gelir veya uzun bir hastalık yakalar yahut o kişi, çocuğunu emziren bir kadın olduğu için güç yetiremez hale gelecek olursa işte bunlar,.tutamadıklan her gün için bir fa­kiri doyurma fidyesi verirler.

Abdullah b. Abbas ta şöyle demiştir: Ramazanda, hamile olan kadın ken­di canından, çocuk emziren kadın üa çocuğunun ölümünden korkacak olursa orucunu yer ve her günün karşılığında bir fakiri doyurur ve orucunu da kaza et­mez.”

d- Diğer bir kısım âlimler, âyet-i kerimenin, “Oruç tutmaya takati yetme­yenler” bölümünü “Oruç tutmaya zorlukla güç yetirenler” şeklinde izah etmişler ve âyeti şu şekilde açıklamışlardır: “Oruç tutmaya zorlukla güç yetiren yaşlı er­kek ve kadınlar, oruçlarını yeyip karşılığında her gün için bir fakiri doyurma fidyesi verirler. Bunlara göre de âyet-i kerime neshedilmenıişfir, hükmü geçerli­dir. Bu görüş te Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr gibi âlimlerden rivayet edil­miştir.

Taberi diyor ki: “Tercihe şayan olan görüş, bu âyet-i kerimenin: “Sizden kim Ramazan ayına erişecek olursa onu oruçla geçirsin.” âyetiyle neshcdildiğini söyleyen görüştür. Zira bütün Müslümanlar, oruç tutmaya gücü yeten ve mukim olan bir müslümanın Ramazan orucunu yeyip yerine fidye vermesinin caiz ol­madığı hususunda ittifak etmişlerdir. Bu da gösteriyor ki bu âyet mensuhtur. Di­ğer yandan, Seleme b. el-Ekva, Muaz b. Cebel ve Abdullah b. Ömer gibi saha-bilerden nakledilen rivayetlere göre bu âyet-i kerime daha önce yürürlükte iken daha sonra gelen âyetle neshedilmiştir. Artık oruç tatmaya gücü yetenin, oruç tutmakta veya orucu yeyip yerine fidye vermekte serbest bırakılması sona erdi­rilmiştir. Ancak müslümanlann bu icmaına, çocuklarının hayatından korkan ha­mile kadınlar ve çocuk emziren kadınlar dahil değildir. Zira onların, oruçlarını yiyebileceklerine dair hadisler rivayet edilmiştir. Bu itibarla bunlar, âciz duruma düştükleri takdirde orucu yeyip sonra da kaza ederler.

Âyet-i kerimede: “Bir yoksulu doyuracakkadar fidye vermek gere­kir.”buyurulmaktadır. Müfessirler, yenen oruç karşılığında verilen fidyenin miktarı hakkında çeşitli görüşler zikretmişlerdir. Bazılarına göre bu fidye, yanm sa’ ölçüsü buğdaydır. Bazılarına göre buğday ve diğer yiyeceklerden bir müd Öl-çüsündedir. Bazılarına göre bu fidye yanm sa1 buğday veya bir sa’ hunna yahut bir sa’ kuru üzümdür. Diğer bazılarına göre bu fidye, orucunu yiyen kimsenin, oruç yediği günde yediği şeylerin miktarıdır. Başka bir kısım müfessirlere göre bu fidye, fakire yedirilecek sahur ve akşam yemeğidir.

Ayet-İ kerimede: “Kim kendi isteğiyle fazladan hayır yaparsa” buyu­rulmaktadır. Fazladan hayır yapmaktan maksat, bazı müfessirlere göre. fakire, belirlenen fidyeden daha fazlasını vermektir.

Mücahid, Süddi ve Tâvûs bu ifadeyi bu şekilde izah etmişlerdir. Müca-hid: “Bir fakire yanm sa’ yerine bir sa’ buğday verirse.” Tavus: “Bir gün oruç yeme karşılığında bir fakirin yerine daha çok fakiri doyurursa.” Süddi: “Bir fa­kirin yerine iki fakiri doyurursa” fazladan hayır yapmış olur.” demişlerdir.

Diğer bir kısım âlimler, “Fazladan hayır yapmak”tanmaksadın, fidye ver­mekle birlikte oruç tutma olduğunu söylemişlerdir. İbivi Şihab ez-Zührî bu gö­rüştedir. Mücahid ise “Fazladan hayır yapmak”tan maksadın, yoksula, yiyeceği yemekten daha fazlasını vermek” olduğunu söylemiştir.

Taberi, âyet-i kerimenin genel ifadesinin bütün bu görüşleri kapsadığını, âyeti bunlardan sadece birine tahsis etmenin doğru olmadığını söylemiştir.

Ayeti kerimenin sonunda; “Eğer bilirseniz, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.” buyurulmaktadır. Bundan maksat, oruç tutma ile fidye verip orucu bozma arasında serbest bırakıldığı zaman fidye vermeyi bırakıp oruç tut­manız sizin için daha hayırlıdır.” demektir.

Âyeti kerimede geçen: “Allaha karşı gelmekten sakınasınız diye”

cümlesini Taberi: “Orucunuzu bozan yemekten içmekten ve cinsi münasebette bulunmaktan kaçınmanız için.” şeklinde tefsir etmiştir. Diğer bazı müfessirler ise bu cümlenin mânâsının: “Allah’tan korkmanız için, yani, dindarlığı ve saade­ti bir arada toplayan ve Allah’ın rızasına ulaştıran takva mertebesini elde edebil­meniz için farz kılındı.” anlamına geldiğini söylemişlerdir. Buna göre Ramazan orucunu tutan kimse takva sahibi müminlerden olur. [164]

 

185- O sayılı günler Ramazan ayıdır ki, insanlara doğru yolu göste­ren hidayeti ve hakkı batıldan ayırmayı açıklayan Kur’an bu ayda indiril­di. Sizden kim o aya erişirse, onu oruçla geçirsin. Kim hasta olur veya yol­culukta bulunur da oruç tutamazsa, tutamadığı günler sayısınca, başka günlerde oruç tutsun, Allah sİ7,c kolaylık diler, zorluk dilemez ki böylece sayıyı tamamlayasınız. Sizi doğru yola ilettiği için Allah’ı yüccltcsiniz ve şükredesiniz.

O sayılı günler, insanları doğru yola ileten, helal ve haramı açıklayan, hakkı ve bâtılı ayıran Kur’anın inmeye başladığı Ramazan ayıdır. Kim, mukim olduğu halde Ramazan ayına erişirse o ayı sonuna kadar oruçla geçirsin. Kim de hasta olur veya yolculukta bulunur da orucu yerse, yediği günler sayısınca Ra­mazan dışındaki günlerde oruç tutsun. Allah, bu hükmü size göndermekle sizin için hafiflik ve kolaylık diler. Zorluk ve meşakkat dilemez ki böylece yolculuk ve hastalıkla tutamadığınız günlerin sayısını tamamlayasımz ve size vermiş ol­duğu hidayet ve başarıdan dolayı, bayram günü tekbirlerle onu yüceltesiniz ve bu nimetlerinden dolayı ona şükredesiniz.

Allah teala bu âyet-i kerimede, îslamın temel ibadetlerinden biri olan orucun farziyetini beyan etmektedir. Orucun farz kılınışının hikmetleri pek çok­tur. Bu konuda Resuluilah efendimizten varid olan şu hadis-i şerifleri zikretmek mümkündür.

Resuluilah (s.a.v.) efendimiz buyuruyor ki:

“Sizden kimin evlenmeye gücü yeterse evlensin. Çünkü evlenmek, gözü zinaya karşı daha iyi kapatır ve namusu daha iyi muhafaza eder. Ki­min de evlenmeye gücü yetmezse oruç tutsun. Çünkü oruç, onun için bîr bağdır. Cinsi arzuları frenler) [165]

Peygamber efendimiz bu hususta diğer bir hadis-i şerifinde de şöyle bu­yuruyor;

“Oruç bir kalkandır. Oruçlu insan hayasızlık yapmaz, cahilce dav­ranmaz, bir kimse onunla dövüşmek veya sövüşmek isterse oruçlu, o kişiye “Ben oruçluyum, ben oruçluyum.” desin. Hayatım, kudret elinde olan Al-laha yemin olsun ki oruçlunun ağız kokusu, Allah katında misk kokusun­dan daha güzeldir. Oruçlu, yemeyi, içmeyi ve cinsi arzularını, benim için terkeder. (Allah teala buyuruyor ki:) Oruç benim içindir onu mükâfatlandıracak ta ben’im. İyiliğin karşılığı bir’c on’dur. [166]

Peygamber efendimiz (s.a.v.) diğer hadis-i şeriflerinde de şöyle buyuru­yor:

“Kim, Ramazan orucunu, inanarak ve sevabını Allahtan bekleyerek tutarsa onun geçmiş günahları affedilir. [167]

“Ramazan geldiğinde gök kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar zincire vurulur. [168]

Taberi diyor ki: “Arap dilini bilen bir kısım insanlar, “Ramazan” kelime­sinin kökünden geldiğini, mânâsının da “Yakan” “Kızdıran” demek ol­duğunu. Ramazan ayına bu adın verilmesinin, kendisinde şiddetli sıcak olma­sından kaynaklandığını, öyleki bu sıcağın şiddetinden deve yavrularının bile yandığını söylemişlerdir.

Mücahid ise “Ramazan” kelimesini tek olarak kullanmaktan kaçınarak “Bu belki de Allahın isimlerinden biridir, biz onu, Allah tealanm kullandığı gibi kullanıp ona “Ramazan ayı” diyelim.” demiştir.

Âyet-i kerimede. Ramazan ayının içinde, Kur’anm indirildiği zikredil­mektedir. Bundan maksat, Kur’anın kadir gecesinde bir bütün olarak levh-i mahfuzdan dünya semasına, diğer bir adıyla “Beytül Mu’mura yahut Beytül İz-ze’ye indirilmesidir. Daha sonra da peyder pey çeşitli münasebetlerle Hz. Mu-hammed (s.a.v.)’e indirilmiştir. Nitekim Abdullah b. Abb.ıs, Said b. Cübeyr ve Şa’bî bu âyeti bu şekilde izah etmişlerdir. Bu hususta Abduli.ıh b. Abbasın özet­le şunları söylediği rivayet edilmektedir: “Kur’an bir bütün olarak Ramazan ayı­nın içinde bulunan ve “Mübarek” adıyla vasıflandırılan “Kadir” gecesinde”, ya­zılmış sahifelerden alınıp “Beytül Ma’mur” denen yere indirilmiştir. Beytül Ma’mur da dünya semasındaki yıldızların mevkileridir. Kur’an daha sonra da oradan peyder pey Hz. Muhammed (s.a.v.)’e indirilmiştir. Bu inişler, bir kısma emirler, yasaklar ve savaşlara ait hükümler gerektikçe devam etmiştir.

Vasile ise, Resulullahm şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“İbrahimc inen sahifeler, Ramazanın ilk gecesinde indirilmiştir. Tev­rat Ramazanın altıncı gününde İncil ise on üçüncü gününde Ktır’an da yir­mi dördüncü gününde indirilmiştir.” [169]

Ayet-İ kerimede: “Sizden kim o aya erişirse onu oruçla geçirsin.” buyurulmaktadır. Müfessirler bu âyet-i kerimenin bu bölümünü çeşitli şekillerde izah etmişlerdir.

a- Her kim evinde mukim olarak bulunduğu halde Ramazan ayına erişe­cek olursa o kimsenin, bütün Ramazan ayını oruçla geçirmesi gerekir. Öyle ki Ramazan ayında yolculuğa çıksa bile orucunu tutmak zorundadır. Zira önemli olan, kişinin Ramazan ayının başındaki durumudur. Ramazan başladığında kişi mukim ise sonuna kadar mukimdir. Ramazan İçinde yolculuğa çıksa bile durum aynıdır. Kişi şayet Ramazan başladığında yolcu ise oruç tutup tutmamakta ser­besttir.

Bu görüş, Ubeyde es-Selmani, Süddi, Hammad, İbrahim en-Nehai, Ab­dullah b. Abbas ve Hz. Aliden rivayet edilmiştir.

b- Diğer bir kısım müfessirler ise, âyet-i kerimenin bu bölümünün mânâsının, “Sizden kim. Ramazan ayının ne kadarında hazır bulunacak olursa o kadarını oruçla geçirsin.” yani, “mukim olduğu kadarının orucunu tutsun. Yol­culuğa çıkınca orucunu yeyip daha sonra tekrar tutmasında mahzur yoktur.” de­mek olduğunu söylemişlerdir.

Bu görüş. Ebu Mey sere, Hz. Ali, Şa’bî, Hakem, Hammad, Hasan-ı Basri ve Said b. el-Müseyyeb’den rivayet edilmiş, Ebu Meysere ve Hz. Alinin Rama­zanda yolculuk yaptıklarında oruç tutmadıkları nakledilmiştir.

c- Başka bir kısım âlimler de âyetin bu bölümünü şöyle izah etmişlerdir. “Sizden kim, akıllı, buluğ çağına ermiş ve mükellef olduğu halde Ramazan ayı­na erişecek olursa onu oruçla geçirsin.” Bunlara göre, deli bir kimse, Ramazan ayının bitmesine bir gün kala akıllanacak olsa. Ramazan ayına mükellef olarak yetişmiş olduğundan Ramazan orucunun tümünden sonumludur. Son bir günün orucunu tuttuğu gibi diğerlerini de kaza eder. Fakat Ramazan bittikten soma akıllanacak olsa, Ramazan ayma mükellef olarak yetişmediğinden Ramazan orucunu kaza etmesi gerekmez.” Bu görüş, Ebu Hanife ve arkadaş!arından nak­ledilmiştir.

Taberi, Ebu Hanife ve arkadaşlarından nakledildiğini söylediği bu görü­şün anlamsız olduğunu söylemiştir. Çünkü Ramazan ayını deli olduğu halde ge­çirenin, Ramazan orucunu tutmakla yükümlü olmadığım söylemek, Ramazan ayını baygın halde geçirenin de bu ayın orucunu tutmak zorunda olmadığım söylemeyi gerektirir. Halbuki bütün âlimler, Ramazanın tümünü baygın halde geçirip te Ramazandan sonra ayılan kişinin Ramazan orucunu kaza etmesi ge­rektiği hususunda ittifak etmişlerdir. O halde Ramazan boyunca aklı başında ol­mayan herkes te baygın kişinin durumuna tabi olur. Durum böyle olunca âyeti yukarıdan zikredildiği şekilde izah etmeleri batıldır,” Taberi sözlerine devamla diyor ki: “Âyeti bu şekilde izah etmek batıl olduğuna göre onu: “Kim Ramazan ayında mukim olarak erişirse onun tümünü oruç tutarak geçirmek zorundadır. Yolculuk yapsa dahi orucunu bozmamalıdır.” şeklindeki te’vil daha batıl ve da­ha fasittir. Çünkü Resulullahın, Mekkenin fethi yılında Ramazan ayının bir kı­sım günlerini oruçla geçirdikten sonra yola çıkınca hem kendisinin orucunu bozduğuna hem de sahabilerine, oruçlarını bozmaları için emir verdiğine dair, birbirini destekleyen hadis-i şerifler nakledilmiştir. Bu hususta Abdullah b. Ab-bas diyor ki:

“Resulullah (s.a.v.) Ramazan ayında yola çıktı. Oruca başlamış du­rumdaydı. “Usfan” denen yere varınca bir kap ile su istedi ve onu gündü­zün İçti. İnsanlar onu görüyorlardı. Sonra Resulullah yemek yedi[170] Başka bir rivayette, Abdullah b. Abbas şöyle demiştir:

“Resulullah Ramazan ayında oruç tutarken yolculuğa çıktı. “Ku-deyt” denen yere varınca ona bir kapla süt getirildi. Resulullah onu içti, orucunu bozdu, sahabilcri de bozdular. [171]

Hamza b. Amr diyor ki:

“Ben, Resulullaha, yolculukta oruç tutmanın hükmünü sordum o da bu­yurdu ki: “Oruç tutmak istersen tut. Orucu yemek istersen ye. [172]

Ebu Said el-Ffudri diyor ki:

“Biz,Ramazan ayındaRcsulullahücyokulukyapıyorduk. İçimizden bazılarımız oruçlu oluyor bazılarımız da oruçlarını yiyorlardı. Ne oruç tu­tanlarımız oruç yiyenleri ayıplıyor ne de oruçlarını yiyenler oruç tutanları ayıplıyorlardı.n[173]

Cabirb. Abdullah diyor ki:

“Biz, Rcsulullah ile beraber yolculuk yaptık. Bazılarımız oruç tutu­yor bazılarımız yiyorlardı.

Taberi diyor ki: “Zikredilen bu deliller, yukarıda beyan edilen iki görüşün fasit olduklarını ortaya koyduklarına güre “Kim Ramazan ayını mukim olarak geçirecek olursa onun tümünü oruç tutmakla yükümlüdür. Kim de o ayda hasta olur veya yolculuğa çıkacak olursa orucunu yiyebilir. Yediği günler sayısınca başka günlerde oruç tutar.” şeklindeki izahın doğru olduğu ortaya çıkmış olur.

Âyet-i kerimede: “Kim hasta olur veya yolculukta bulunur da oruç tutamazsa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutar.”

Tutmaktadır. Burada zikredilen ve oruç tutmamaya imkân veren hastalığın ne derecede bir hastalık olacağı hususunda farklı görüşler zikredilmiştir.

Hasan-i Basri ve İbrahim en-Nehaiye göre orucu yemeye imkân veren hastalık, kişinin, ayakta namaz kılmasına engel olacak kadar bir hastalıktır. Eğer kişi, hastalığından dolayı ayakta namaz kilarmyorsa işte bu kişinin Ramazan orucunu yeyip sıhhata kavuştuktan sonra, tutamadığı günler sayısınca kaza et­mesi gerekir.

İmam Şafiiye göre ise Ramazanda oruç tutmamaya imkân veren hastalık, oruç tutanın durumunu beklenmedik bir çekikle değiştirecek olan bir hastalıktır.

Muhammed b. Şîrîne göre ise, lif*rhaiic”’ bir lm>t:ıhk. Ramazanda oruç tut­mamaya ruhsat sağlar.

Taberi diyor ki: “Bize göre doğru olan görüş, halinde orucun tutulmaması na ruhsat verdiği hastalık, oruç bir şekilde sarsan hastalıktır.” diyen görüştür. Böyle bir durumda uıa;. Vr Iıa^ih. Ramazanda oruç tutmayıp sonra kaza edebilir. Böyle bir kimseyi, oıuç tutma) ı zorlamak, kişiyi zor işle mükellef tutmak olur ki, Allah îealanın: “Allah size kolaylık diler zorluk dilemez,” beyanına ters düşer.

Müfessirler, yolcu olan insanın Ramazanda orucunu yemesinin şart mı yoksa bir ruhsat mı olduğu hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Bazılarına göre, Ramazan ayında yolculuk yapanın orucunu yemesi şarttır. Zira bu, yolculuk yapan kimseye Allah teala tarafından verilen bir ziya-fetir. Bu ziyafeti kabul etmek gerekir. Bunlara göre Ramazan ayında yolculuk yapan kişi ve oruç tutacak olursa bu orucu Ramazan orucu yerine geçmez, mu­kim olduktan sonra yolculuk anında oruçlu veya oruçsuz olarak geçirdiği günle­rin hepsi için orucunu kaza eder. Bunlara göre mukim ve sağlam olan kişiye Ra­mazan ayında oruç tutmak gerekli olduğu gibi misafir olana da Ramazan geçtik­ten sonra yolculuk yaptığı günler kadar oruç tutması gereklidir. Bu görüş. Ab­dullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Dehhak, Hz. Ömer, Ebu Hureyre ve Urve b, Zübeyrden nakledilmiş ve bu hususta Abdurrahman b. Avf in da Resulullahın şöyle buyurduğunu rivayet ettiği nakledilmiştir. “Yolculuk halinde oruç tutan kimse, mukim iken orucunu yiyen kimse gibidir. [174]

b- Diğer bir kısım müfessirler ise, Ramazanda yolculuk yapan kimsenin orucunu yemesi, Allah tarafından ona tanınmış olan bir ruhsattır. Yolcu, Rama­zan ayında orucunu tutacak olursa borcunu ifa etmiş olur. Orucunu yiyecek olursa Ramazanın dışındaki günlerde onları kaza eder.” demişlerdir.

Bu görüş, Ömer b. Abdülaziz, Urve b. Zübeyr, Ömer b. el-Hattab, Enes b. Mâlik, Osman b. Ebil As, Aîâ, Said b. Cübeyr, Hasan-i Basri, Mücahid ve Kasım b. Muhammed gibi sahabi, tabiin ve mtifessirlerden rivayet edilmektedir.

Taberi de bu görüşü tercih etmiş ve özetle şunları söylemiştir: Âyet-i ke­rimede ruhsat, yolcu ile hastaya birlikte tanınmıştır. Şayet hasta Ramazanda kendisini zorlayarak oruç tutacak olursa orucunun sahih olacağı, iyileştikten sonra Ramazanın dışındaki günlerde, hasta iken tuttuğu oruçları kaza etmeyece­ği hakkında icma vardır. Hasta ile yolcu aynı âyette zikredilirken. “Ramazanda hastanın oruç tutmaması bir ruhsat, yolcunun tutmaması ise bir şarttır.” demek nasıl doğru olabilir? Durum hasta için ne ise yolcu için de odur. Diğer yandan Allah tealanın, âyetteki şu ifadesi, buna başka bir delil getirmeye ihtiyaç bırak­mamaktadır. “Allah sizin için kolaylık diler zorluk dilemez.” Ramazan’da yol­culuk yaparken orucunu tutan kimsenin, orucunu tutmamış kabul edilmesi ve mukim olduğu zaman, oruç tuttuğu halde onu kaza etmesi gerektiğini söyle­mekten daha zor bir şey var mıdır? Yolcu kendisi için zor olanı seçmiş ve oruç tutmuştur. Buna rağmen onun, orucunu kaza etmesi gerektiğini söylemek onu büyük bir zora koşmaktır. Yine Ramazan’da yolculuk yapan kimsenin, orucunu tutup tutmamakta serbest okluğuna dair Resulullah’tan. birbirini destekleyen bir çok hadis rivayet edilmiştir. Bu hadisler başka delile ihtiyaç bırakmamışlardır. Bu hususta daha Önce zikredilen hadislere ilaveten, yıl boyunca oruç tutan Hamza b. Amr’in rivayet ettiği şu hadisi de görelim. Hamza diyor ki: “Dedim ki:

“Ey Allanın Resulü, ben yolculuk sırasında oruca devam ediyorum buna ne dersiniz?” Resuİuîlah da “Dilersen tut dilersen tutma.” buyurdu[175]Hamza diğer bir rivayette şöyle demiştir:

“Dedim ki: “Ben, yolcu iken oruç tutmaya güç yetirebilecek biriyim. Be­nim, oruç tutmamda bir mahzur var mı?” Resulullah buyurdu ki: “Bu, Allah ta­rafından bir ruhsattır. Kim bu ruhsatı kullanacak olursa güzel bir şeydir. Kim de oruç tutmayı severse onun için bir mahzur yoktur. [176]

Taberi diyor ki: “Şayet, Cabirden rivayet edilen şu hadis-i şerif delil gös­terilerek bu görüşe karşı çıkılmaya çalışılacak olursa cevaben denilir ki: “Hadis-i Şerifte, yolculuk esnasında oruç tutan kimsenin takatsiz hale gelerek yere düş­tüğü, bu yüzden oruç tutmasındansa tutmamasının daha evlâ olduğu muhakkak­tır. Zira Allah teala bir kimsenin kendisini bizzat tehlikeye-atmasıni yasaklamış­tır.

Cabir b. Abdullah diyor ki:

“Resulullah, bir ağacın gölgesinde bulunan ve üzerine su serpilen bir ada­mın yanından geçti ve “Bu arkadaşınızın neyi var?” diye sordu. Dediler ki: “Ey Ailahin Resuiü, o oruçludur.” Resulullah: “Yolculuk yaparken oruç tutmanız takva değildir. Sizler, Allanın size vermiş olduğu ruhsatı alın ve kabul edin.” dedi[177]

Taberi sözlerine devamla diyor ki: “Resulullahtan,

“Yolcu iken oruç tutan, mukim iken oruç yiyen gibidir. [178] şeklinde ri­vayet edilen haberlere gelince, bu haberler doğruysa belki de bunlar, yukarıda zikredilen, ağacın gölgesinde alınıp üzerine su serpilen adamın durumuna öüşm kimseler için söylenmiştir. Aslında bu gibi haberlerin Resuluiiaha isnad edilme­si doğru değildir. Çünkü senetleri pek zayıftır. Bu gibi haberleri diîîi delil olarak göstermek caiz değildir.

Âyet-i kerimede: “Allah size kolaylık diler zorluk dilemez.” buyurul-maktadır. Abdullah b. Abbas, Mücahid ve Dehhaka göre burada zikredilen “Ko-laylık”tan maksat, “Yolcu iken oruç tutmamaktır.” “Zorluk”tan maksat ise “Yol­cu iken oruç tutmaktır.” Bu hususta Abdullah b. Abbasın şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Ramazan ayında yolculuğa çıkan kimse kendisim oruç tutmaya da zorlamaz tutmamaya da. Çünkü Allah teala: “Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez.” buyurmuştur. [179]

 

186- Ey Muhammcd, cğbeni senden sorarlarsa, şüphesiz ki. ben çok yakınım. Bana dua edenin duasını, dua etliğinde kabul ederim. O halde be­nim davetimi kabul etsinler ki doğru yolu bulalar.

Ey Muhammed, kullarım, benim nerede olduğumu sorarlarsa, bilsinler ki ben onlara çok yakınım. Onların dualarını işitir ve onlardan, dua edenin duasına dua ettiği anda cevap veririm. Öyleyse bana iman etsinler ve bana itaat etsinler ki onlara sevap ve ikramlarımı bol bol vereyim. Böylece doğru yolu bulmuş ol­sunlar.

Müfessirler bu âyet-i kerimenin nüzul sebebinde farklı görüşler zikret­mişlerdir:

Hasan-ı Basriye göre bu âyetin nüzul sebebi, Resuluîlahm sahabilerinin bazılarının “Rabbimiz nerededir?” şeklinde soru sonr.aiandir. Diğer bazılarına göre ise, bir kişinin, “Ey Muhammed, rabbimiz bize yakın mıdır? Ona gizlice yalvarahm. Yoksa uzak mıdır ona yüksek sesle dua edelim?” diye sorması üze­rine nazil olmuştur. Ataya göre ise: “Rabbiniz dedi ki: “Bana dua edin duanızı kabul edeyim. [180] âyeti inince bir kısım insanlar: “Rabbimize ne zaman dua edelim?” demişler ve âyet-i kerime bunun üzerine nazil olmuştur. Yani “Kulum bana ne zaman du=> ederse ben ona yakınımdır, duasını kabul ederim, her zaman davetine icab&t ederim.” demektir.

Mücahide göre ise bu âyetin nüzul sebebi: “Bana dua edin duanızı kabul edeyim.” âyeti inince bir kısım insanlar “nerede dua edelim?” demişler bunun üzerine: “Nereye yönelirseniz rabbinizin yüzü (rızası) oradadır. [181] âyet-i kerimesi nazil olmuş ve bu âyetin nüzul sebebi de insanların bu sorulan olmuştur.

Katadeye göre ise bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi, bir kısım insanların “Bana dua edin duanızı kabul edeyim.” âyetinin inmesi üzerine: “Ey Allanın Peygamberi, biz, rabbimize ne şekilde dua edelim?” diye sormaları üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuştur.

Allah teala, kullarına şah damarından daha yakındır. Yalvarmalarım ve dualarını işetmektedir. Kullar ona ihlasla dua ettikleri surete Allanın o duaları , kabul edeceği ümidi kuvvetlidir. Dua ederken bağırıp çağırmak şart değildir. Zi­ra o, duaların gizlisini de işitendir.

Ebu Musa el-Eş’ari diyor ki:

“Bir sefer sırasında Resulullah ile beraber bulunuyorduk. Her bir vadiye geldiğimizde bağırarak tehlil ve tekbir getiriyorduk. Bu durumumuzu gören Re-sulullah şöyle buyurdu: “Ey insanlar kendinize acıyın. Çünkü sizler, sağırı ve gaip olanı çağırmıyorsunuz. Şüphesiz ki o sizinle beraberdir. O, çok iyi işiten ve çok yakın olandır. [182] Bu hususta Resulullah (s’.a.v.) diğer bir ha-dis-i şerifinde de şöyle buyurmaktadır:

“Bir müslüman, Allaha karşı içinde günah bulunmayan ve akrabalık bağını kesmeyen bir duada bulunursa, Allah o müslümana bu duasının karşılığında üç mükâfattan birisini mutlaka verecektir. Ya istediğini derhal verir veya onu âhirete bırakır yahut ta bu duası karşılığında ondan bir kötülüğü uzaklaştırır. [183]

Taberi diyor ki: “Eğer denilecek olursa ki: “Allah teala bu âyet-i kerime­de: “Bana dua edenin duasını dua ettiğinde kabul ederim.” buyurmaktadır. Halbuki dua eden bir çok insanın duasının kabul edilmediği görülmektedir.” Buna cevaben denilir ki: “Bunun iki izah şekli vardır:

a- Bu âyette zikredilen “Kulun duası”‘ndan maksat, onun, Allanın emirleri doğrultusunda amel işlemesidir. Böylece kulun, rabbinin rızası doğrultusunda amel işlemesi halinde rabbi onun amellerini kabul eder ve vaadettiği karşılıkla­rını verir. Nitekim Resulullanın, bu âyet-i kerime hakkında bir hadis-i şerifte:

“Dua ibadettir” buyurduğu, bundan sonra da “Rabbiniz şöyle dedi: “Bana dua edin ki duanızı kabul edeyim. Şüphesiz ki bana ibadet etmeyi kibirlerine yediremeyenler rezil ve perişan olarak cehenneme girecekler­dir. [184] âyetini okuduğu rivayet edilmiştir. [185]

Nitekim, Hasan-ı Basrinin de bu âyetteki duayı “İbadet ve amel” mânâsına yorumladığı rivayet edilmektedir.

b- Bu sorunun diğer bir cevabı da şudur: Allah teala bu âyet-i kerimesin­de: “Ben, bana dua edenin duasını, dua ettiği zaman dilersem kabul ederim.” demektir. Bu izaha göre, âyet genel bir ifade taşımakta ise de Allah tealanm dile-? mesi ile kayıtlıdır. [186]

 

187- Oruç tuttuğunu/ günlerin gecelerinde hanımlarınıza yaklaşma­nız size helal kılındı. Onlar sizin elbisenîzdir. Siz de onların elbisesiniz. Al­lah sizin, nefislerinize zulmettiğinizi bildi. Bunun üzerine tevbenizi kabul edip sizi bağışladı. Şimdi artık onlara yaklaşın. Allanın size farz kıldığını talep edin. Fecirde beyaz iplik siyah iplikten ayırdcdilinccyc kadar yeyin için. Sonra orucunuzu geceye kadar devam ettirin. Mescitlerde itikâfta iken de hanımlarınıza yaklaşmayın. Bunlar Allanın koyduğu sınırlardır. Bunlara yaklaşmayın. Allah, insanlara âyetleri işte böyle açıklar ki ondan korksunlar.

Ey müminler, oruç tuttuğunuz Ramazan günlerinin gecelerinde hanımla­rınızla cinsi münasebette bulunmanız daha önce yasak iken şimdi size helal kı­lındı. Kadınlarınız sizin elbiseniz siz de onların elbisesiniz. Her biriniz diğerine perde olur. Siz, gece uyuyup uyandıktan sonra yemek içmek veya cinsi münase­bette bulunmak suretiyle sevabınızın azalmasına ve Allanın sizi kınamasına se­bep oluyor böylece de kendi kendinize zulmetmiş oluyordunuz. İşte Allah bunu bildiği için iftardan sonra artık bir daha yememek ve hanımlarınıza yaklaşma­mak hükmünü kaldırdı ve önceki yaptıklarınızdan dolayı pişman olup tevbe edince de tevbenizi kabul edip sizi affetti. Şimdi artık Ramazan gecelerinde im­sak vaktine kadar hanımlarınıza yaklaşabilirsiniz. Allanın, hakkınızda takdir et­miş olduğu çocuk ve nesilin üremesini isteyiniz. Fecrin doğusuyla gece karanlı­ğının gidip gündüz aydınlığının görünmeye başlaması anına kadar (Yani imsak vaktine kadar) yeyin için. Sonra orucunuzu güneşin batmasına kadar (yani iftar vaktine kadar) devam ettirin. Allaha ibadet maksadıyla camilerde itikâfta bulun­duğunuz zamanlarda da hanımlarınızla cinsi münasebette bulunmayın. Bu açık­lanan şeyler. Allanın haram kıldığı şeylerdir. Onlardan kaçının, onlara yaklaş­mayın. Yoksa cezayı hak edersiniz. Allah insanlara âyetlerini, haram ve helali işte böyle açıklar. Umulur ki insanlar haramlardan kaçınır, Allanın .azabından korunurlar.

* Âyet-i kerimede geçen ve “Şimdi artık onlara (kadınlara) yaklaşın.” cümlesinde geçen ve “Yaklaşın” diye tercüme edilen kelimesi, Ab­dullah b. Abbas, Katade, Mücahid, Salim b. Abdullah ve Süddiye göre “Cinsi münasebette bulunmak” demektir. Bu hususta İbn-i Abbas diyor ki: “Onun mânâsı cinsi münasebette bulunmaktır. Fakat Allah teala, yüceliğinin gereği olarak bu hususu üstü kapalı bir şekilde ifade buyurmuştur.”

Âyet-i kerimede geçen “Onlar sizin elbisenizdir siz de onlann elbisesisi-niz.” ifadesi ne güzel, ne edepli bir ifadedir. Burada hayallerüstü güzellikte keli­meler seçilmiş, erkeğin kadın için, onu örtme ve güzelleştirme bakımından ade­ta bir elbise olduğu, kadının da, ayıplanın örtüp onu süsleme ve şahsiyetini ko­ruma bakımından erkek için bir elbise olduğu ifade edilmiştir. Bu ifade müfes-sirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir:

Rebi’ b. Enese göre bu ifadeden şunlar kastetilmektedir: Kadın ve erkek bir yatakta yatarlarken birbirlerine çok yaklaştıkları için adeta birbirlerinin elbi­seleri gibi olurlar. Bu nedenle erkek kadının kadın da erkeğin elbisesidir.” denil­miştir. Yani bunlar birbirlerinin yorganları gibidir.” demektir.

Mücahid, Katade, Süddi ve İbn-i Abbasa göre ise bu ifadeden maksat, ka­dın ve erkekten herbirinin, diğeri için huzur kaynağı olması ve birbirleriyle sü­kunete kavuşmalarıdır. Nitekim başka bir âyette de: “Sizi bir tek insandan ya­ratan ve onunla gönlü huzura kavuşsun diye eşini de kendisinden var eden Allah’tır [187]buyurulmaktadır.     .

Taberi diyor ki: “Kadınlar sizin elbisenizdir siz de onlann elbisesiniz.” ifadesinden, kadınla erkekten herbirinin, aralarında geçen ilişkileri insanlardan saklamaları bakımından birbirleri için bir örtü ve bir perde olduklarını söylemek mümkündür. Nitekim Abdurrahman b. Zeyd: “Karı koca, cinsi ilişkide bulun­duklarında birbirlerinin perdesidirler.” demiştir.

Âyet-i kerimede: “Allah sizin, nefislerinize zulmettiğinizi bildi.” bu­yurmaktadır. Taberi diyor ki: “Âyette zikredilen, kendi nefislerine zulmetmek­ten iki şey kastedilmektedir. Bunlardan biri cinsi münasebette bulunmak diğeri ise yeyip içmektir. Zira orucun ilk farz kılındığı zaman oruç tutan kişi, iftar et­tikten sonra uyursa uyandıktan sonra gece dahi olsa hanımına yaklaşamaz ve bir şey yeyip içemezdi. Bir gün Hz. Ömer, uyuduktan sonra uyanıp hanımına yak­laşmış, başka bir sahabi de uyuyup uyandıktan sonra yemek yemek istemiş fa­kat kendisine yemek verilmemişti. İşte bu hadiseler üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuştur.

Bu hususta Katade diyor ki: “Başlangıçta Ramazan gecelerinde iftardan sonra uyumadan yemek içmek ve cinsi münasebette bulunmak helal fakat bir süre uyuduktan sonra uyanınca bunları yapmak haramdı. Daha sonra Allah tea-la, imsaka kadar yeme içme ve cinsi münasebette bulunmayı helal kıldı.

Orucun farz kılındığı’ilk zamanlarda, günde bir defa yemek yenip uyu­duktan sonra tekrar ka.lkıp yemek yemenin meşru olmadığı bir zamanda yemek yenerek bu âyet-i kerimenin inmesine sebep olan bir olay, Bera b. Âzib tarafın­dan şu şekilde nakledilmektedir. Bera b. Âzib diyor ki;

“Resulullahın s ah ab ilerinden biri oruç tuttuğu zaman iftar vakti gelince iftar etmekten önce uyuyacak olursa artık o gece de ertesi gün akşama kadar da bir şey yiyemezdi. Bir gün, Kays b. Sırme 1-Ensari oruç tutuyordu. İftar vakti gelince hanımının yanına geldi ve ona: “Yemeğin var mı?” diye sordu. Hanımı hayır fakat gidip senin için yemek isteyeyim.” dedi. O gün Kays çalışıp yorgun-düşmüştü. Gözlerini uyku bastı. Hanımı gelince onu uyur halde buldu ve “Vay haline” dedi. (Onu uykudan uyandımıadı. Böylece iftar zamanı geldiği halde ye­mek yiyemedi) Ertesi gün, günün tam ortasında Kays bayılıp düştü. Bu durum Resulullaha anlatıldı. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu ve bundan dolayı sahabiler çok sevindiler. [188]

O dönemde iftan müteakip uyuduktan sonra uyanıp hanımı ile cinsi iliş­kide bulunan kimseler hakkında da Kâ’b b. Mâlik diyor ki: “Önceleri insanlar Ramazanda oruç tuttuklarında akşam olur da uyuyacak olurlarsa ertesi gün ak­şama kadar onlara yeme içme ve hanımına yaklaşma haram kılınmıştı. Bir gün

Resulullahm yanında gece sohbetinde bulunduktan sonra evine gelen Hz. Ömer hanımının uyuduğunu gördü. Onunla İlişki kurmak istedi. Hanımı da: “Ben uyu­dum.” dedi. Ömer: “Sen uyumadın.” dedi. Ve onunla ilişki kurdu. O gece Kâ’b b. Mâlik te aynı şeyi yapmıştı. Sabahleyin Hz. Ömer Resulullaha gitti ve duru­mu ona anlattı. İşte bunun üzerine Allah teala: “zin nefislerinize zulmettiğinizi bildi. Bunun üzerine tevbenizi kabul edip sizi bağışladı. Şimdi artık onlara yaklaşın.” âyetini indirdi.

Bu olay, Abdullah b. Abbas, Mücahid, İkrime ve diğer müfessirlerden bazılarından da nakledilmiştir.

Âyeî-i kerimede geçen “Şimdi artık onlara yaklaşın” ifadesinden maksat, Abdullah b. Abbas, İbn-i Cüreyc, Süddi ve Mücahide göre “Hanımlarınızla ci­ma edebilirsiniz.” demektir.

Âyet-i kerimede geçen: “Allah’ın size farz kıldıklarını talep edin.” ifade­sinden maksat, Mücahid, Hakem, İkrime, Hasan-ı Basri, Süddi, Abdullah b. Ab­bas ve Rebi’ b. Enes’e göre: “Allanın sizin çin yazdığı çocukları talep edin.” de­mektir.

İbn-i Zeyde göre ise:. “Hanımlarınızla cima etmeyi talep edin.” demektir. Abdulah b. Abbastan nakledilen başka bir görüşe göre bu ifadeden maksat, Al­lanın sizin için yazdığı kadir gecesini talep edin.” demektir.

Katade ve Abdullah b. Abbastan nakledilen başka bir görüşe göre ise bu ifadeden maksat: “Allanın sizin için helal kıldığı ve yapmanıza ruhsat verdiği şeyler talep edin.” demektir.

Taberi, bu görüşlerden doğru olan görüşün: “Allanın, levh-i mahfuzda si­zin için yazdığı şeyi talep edin.” şeklindeki görüşü olduğunu söylemiştir. Zira bu görüşe, çocuk talep etme de, kadir gecesini araştırma da, Allanın verdiği ruh­satlan isteme de girmekte ve âyet, genel bir şekilde izah edilmiş olmaktadır.

Âyeti kerimede: “Fecirde beyaz iplik siyah iplikten ayıredilinceye ka­dar yeyin için.” buyurulmaktadır. Burada zikredilen “Beyaz iplik”ten maksat:

a- Hasan-ı Basri, Süddi, Katade, Abdullah b. Abbas ve diğer bazı müfes-sirlere göre “Gündüz aydınlığının başlaması” siyah iplikten maksat da: “Gece­nin karanlığıdır.” Bu hususta Adiy b. Hatim diyor ki:

“Dedim ki: Ey Aİlahm Resulü, “Beyaz iplik siyah iplikten ayıredilinceye kadar” ifadesinden maksat nedir?” Bunlar gerçekten iki iplik midir?” Peygam­ber efendimiz şu cevabı verdi: Şayet sen, o iki ipliği gönnüş olsaydın, kafanın çok geniş olması gerekirdi. Ve sonra da şöyle dedi. “Hayır, o gecenin karanlığı ve gündüzün aydınlığıdır.” Diğer bir rivayette şöyle anlatılıyor: “Adiy, yastığı­nın altına bir beyaz ip bir de siyah ip koymuş, gece ilerleyince onları birbirinden ayıramaz olmuş, sabahleyin Resulullaha: “Ey Allanın Resulü, ipleri yastığımın altına koydum.” demiş Resulullah da ona demiştir ki: “Şayet o beyaz iplik ve si­yah iplik senin yastığının altına girebiliyorsa senin yastığın ne kadar büyük müş!” (Yani, senin yastığın ne kadar büyükmüş ki ufukları altına alabliyor de­mek istemişti r.) [189]

Bu hususta Sehl b. Sa’ü diyor ki:

Âyet-i kerimenin: “Beyaz iplik siyah iplikten ayınledilinceye kadar yeyin için.” bölümü nazil olmuş fakat “Fecirde” kelimesi henüz nazil olmamıştı. İn­sanlar oruç tutmak istediklerinde ayaklarına beyaz ve siyah iplik bağlıyorlardı. Bu iplikleri birbirinden ayırdedecek derecede aydınlık oluncaya kadar yeyip içi­yorlardı. Daha sonra Allah teala “Fecirde” ifadesini indirdi. Bunun üzerine in­sanlar, âyette zikredilen “Beyaz iplik” ve “Siyah iplik”ten, gündüzün aydınlığı ve gecenin karanlığının kastedildiğini anlamış oldular. [190]

Taberi diyor ki: “Burada zikredilen beyaz iplikten maksat, gökte beliren aydınlık değil, gökte her tarafa yayılan ve yollan aydınlatan beyazlıktır. Nite­kim Ebu Miclez: “Gökte beliren beyazlık sabah değildir. Bu, yalancı sabahtır. Asıl sabah, ufukta yayılan beyazlıktır.” demiştir. Abdullah b. Abbas ta: “Fecir ikidir. Birincisi gökle parlayan fecirdir. Bu, bir şeyi ne helal kılar ne ile haram. Fakat dağların başında görülen ikinci bir fecir vardır ki işte yemeyi içmeyi ha­ram kılan budur.” demiştir.

Abdurrahman b. Sevban demiştir ki: “Fecir ikidir. Gökte, kurdun kuyru­ğu gibi görünen fecir bir şeyi haram kılmaz. Fakat ufukta yayılan fecir namazı helal, yeme içmeye devam etmeyi haram kılar. Böylece oruç başlamış olur.”

Peygamber efendimiz de bir hadis-i şerifinde şöyle buyumıuştur:

“Sahurda yemek yemeye devam etmenizde BÜalin ezanı sizi aldat­masın. Ufukta görülen şu şekildeki uzunca bir beyazlık ta sizi aldatmasın. Ta ki etrafa şu şekilde yayılmadıkça, [191]Başka bir rivayette hadisin sonu şöyledir:

“… Ta ki fecir görülmedikçe veya fecir fışkırnıadıkça. [192]

b- Huzeyfetül Yeman, Hz. Ali, Bera b. Âzib, Abdullah b. Mes’ud gibi sa-habilerden nakledilen başka bir görüşe göre âyette zikredilen “Beyaz iplik”ten maksat, güneşin ışığı, “Siyah iplik”ten maksat ise “Gecenin karanlıdır.” Bunlara göre oruç gündüzün tutulduğuna göre ve gündüzün başlangıcı güneşin doğma­sıyla, sona ermesi de güneşin batmasıyla olduğuna göre orucun başlangıcı da güneşin doğmasıyla bitişi de güneşin batmasıyla olur. Bunlar demişlerdir ki: “Orucun bitişinin güneşin batmasıyla olduğu hususunda icma bulunması onun başlamasının da güneşin doğmasıyla olduğuna bir delildir.” Aynca bu hususta Resulullahtan rivayet edilen şu hadisleri de delil göstermişlerdir.

Zirr b. Hubeyş diyor ki:

“Biz Huzeyfeye dedik ki: “Sen, Resulullah ile hangi vakitte sahur yap­tın?” Huzeyfe dedi ki: “Gündüzleyin. Ancak güneş henüz doğmamıştı. [193] Zirr b. Hubeyş sözlerine devamla diyor ki:

“Ben bir gün Huzeyfe ile birlikte sahur yaptım. Sonra çıkıp namaza git­tik. Mescide vannca iki rekat namaz kıldık ve farz namazı için kamet getirildi. Bu iki namaz arasında çok kısa bir zaman geçti. [194]Ebu Hüreyre de Resulul-lahın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“Sizden biriniz ezanı işittiğinde yiecek kabı elinde bulunuyorsa ona olan ihtiyacını gidermeden onu yere koymasın. [195]

Ebu Ümame diyor ki: “Namaz için kamet getirildi. Ömerin elinde su kabı bulunuyordu. O: “Ey Allanın Resulü, bunu içeyim mi?” dedi. Resulullah: “Evet” dedi. Ömer de onu içti.”

Hz. Bilal-i Habeşi diyor ki: “Ben Resululiaha vardım. Ona sabah namazı­nın vaktinin geldiğini bildiriyordum. O da oruç tutmak istiyordu. Bir kap ile su istedi, onu içti. Sonra bana verdi ben de içtim. Sonra beraberce namaza gittik.”

Taberi diyor ki; “Tercihe şayan olan görüş, “Beyaz iplikten maksat, gün­düzün beyazlığı, siyah iplikten maksat ise gecenin karanlığıdır.” diyen görüştür. Zira Arap dilinde bu kelimelerin bilinen mânâları bunlardır. Bu hususta Resululiahtan rivayet edilen hadislere gelince “Beyaz iplikten maksat, güneşin ışığı­dır” diyenlerin dayandıkları hadisler bizim, doğru olduğunu söylediğimiz görü­şü bertaraf etmemektedir. Zira Resulullahin, fecirden Önce yeyip içtikten sonra namaza çıkmış olması garipsenecek bir şey değildir. Çünkü Resulullahın döne­minde sabah namazı fecrin doğumundan hemen sonra kılınırdı. Hatta fecrin doğmasından önce ezan okunurdu. Huzeyfenin, Resulullahtan gördüğünü söyle­diği: “Resulullah, ben okların atıldığı yeri görebildiğim bir vakitte sahur yapar­dı.” şeklindeki sözü kendisine sorulmuş Huzeyfe bu hususta kesin bir tavır al­mamıştır. Mesela kendisine: “Resulullahın böyle yapması sabah olduktan sonra mı oldu?” diye sorulunca tam net bir cevap vererek: “Evet, sabahtan sonra ol­du.” dememiş fakat o, “O vakit sabahtı” diye cevap vermiştir. Bu cevabı: “Ne­redeyse sabah olmuştu.” şeklinde yorumlamak ta mümkündür.

Âyetteki: “Fecirde beyaz iplik siyah iplikten ayırdedilinceye kadar yeyin için.” ifadesinde geçen “Fecirde” kelimesinden maksat, fecirin bir bölümünde, gecenin devamından kalan siyahlıkla gecenin bitimini gösteren beyazlık birbi­rinden farkedilinceye kadar.” demektir. Âyet-i kerimenin bu ifadesi de, beyaz iplikten maksadın fecrin beyazlığı, siyah iplikten maksadın da geçinin seyahhği olduğunu açıkça ortaya koymakta, “Beyaz iplikten maksat, güneşin ışığıdır.” di­yen görüşün yanlış olduğunu ortaya koymaktadır. Zira ifadede “Sabahta” veya “Güneşin doğuşunda” denilmemiş “Fecirde” denilmiştir. Artık bundan sonra ümmete muhalefet ederek “Oruç güneşin doğusuyla başlar, batışıyla biter” de­mek delilsiz bir iddiadır.

Âyet-i kerimede: “Sonra orucunuzu geceye kadar devam ettirin” buyuru I-maktadır. Bu ifade, gecenin başlamasıyla orucun bittiğini, gece olmasına rağ­men orucu açmayıp geceli gündüzlü oruç tutanın, kendisini aç ve susuz bırak­maktan başka bir şey yapmadığını göstermektedir.

Ayrıca gecenin başlamasıyla orucun bittiğine dair Resulullahtan şu hadis-i şerifler rivayet edilmiştir. Hz. Ömer diyor ki:

“Resulullah şöyle buyurdu: “Gece şuradan yöneldiği gündüz de şuradan arkasını dönüp gittiği ve güneşin battığı zaman artık oruçlu olan kimse iftar etiniş olur. [196]

Abdullah b. Ebi Evfa diyor ki:

“Biz, bir yolculukta Resulullah ile beraberdik. 0 oruç tutuyordu. Güneş batınca insanlardan birine: “Ey falan kalk ta bize kavut çorbası yap.” dedi. O da: “Ey Allahm Resulü, akşamlasanız ya., dedi. Resulullah: “İn de bize kavut çor­bası yap.” dedi. Adam yine: “Ey Allahın Resulü, akşamlasanız ya,” dedi. Resu-İullah tekrar: “İn de bize kavut çorbası yap.” dedi. Adam “Henüz gündüz bitme­di.” dedi. Resulullah: “İn de bize kavut çorbası yap.” dedi. Adam indi ve onlara çorba yaptı. Resulullah çorbayı içti sonra şöyle buyurdu: “Gecenin şuradan yöneldiğini gördüğünüz zaman şüphesiz ki oruçlu olan iftar etmiş n1ur.tt[197]

Ebul Âliyenin, iftar etmeden oruç tutma, yani akşam olduğu halde yeyip içmeksizin oruç tutma hakkında şöyle dediği rivayet edilmektedir. “Allah teala “orucunuzu geceye kadar devam ettirin” buyurmuştur. Oruç tutan kimse gece olunca orucunu bozmuş sayılır. İster bir şey yesin isterse yemesin.”

Katade de Hz. Aişenin, iftar etmeksizin oruç tutmayı kerih gördüğünü ri­vayet etmiştir.

Taberi diyor ki: “Eğer itirazen denilecek olursa ki: “Orucu açmamak ve gece gündüz oruç tutmak doğru değilse bunu yapanların gerekçeleri nelerdir? Nitekim Hişam b. Urve, Abdullah b. Zübeyrin genç iken geceleri de yemek ye­meden peşpeşe yedi gün oruç tuttuğunu, yaşı ilerleyince bu şekilde beş gün oruç tuttuğunu yaşı iyice ilerleyince de bu şekilde üç gün oruç tuttuğunu rivayet etmistir. İmam Mâlik te Abdullah b. Zübeyrin oğlu Âmirin Ramazanın on altıncı günü ile on yedinci gününde geceleri de yemeksizin peşpeşe oruç tuttuğunu ri­vayet etmiş ve onunla şunları konuştuğunu nakletmiştir. Dedim ki: “Ey Ebul Haris, hiç yemek yemeden peşpeşe oruç tutman için sana güç veren ne oluyor? Dedi ki: “Ben yağ içiyorum. O benim damarlarımı yumuşatıyor, su ihtiyacım ise vücudumun içinden karşılanıyor.”

Taberi diyor ki: “Bunu soranlara cevaben denir ki: “Bu şekilde oruç tu­tanlar, kendilerim aç bırakarak terbiye etmek istemişler, Allah lealamn rızası doğrultusunda amel işlerken kendilerini bir kısım çilelere katlanmaya alıştırmak istemişler ve bu tür amelleriyle de sevap kazanacaklarını arzu etmişlerdir. Bun­ların bu davranışları Hz. Ömerin emrettiği şu işlere benzemektedir. “Kıt kanaat yaşayın, dayanıklı olun, atların üzerine büzülürcesine binin, binekleri bırakın yalınayak yürüyün.” Hz. Ömer bunları söylerken, müminlerin zevkü sefaya da­lıp rahat yaşamaya alışmamalarını, böylece korkaklaşip düşmandan kendilerini korayamaz hale gelmemelerini istemiştir. Diğer yandan geceleri dahi yeyip iç­meden, peşpeşe oruç tutmanın yasaklandığı hakkında Resulullahtan,. tevatür de­recesine ulaşan çeşitli hadis-i şerifler zikredilmiştir. Konuyu uzatmamak için onlardan bazılarını nakletmekle yetineceğiz.

Abdullah b. Ömer diyor ki:

“Resulullah, geceleri de yeyip içmeden peşpeşe oruç tutmayı yasakla­dı. Bunun üzerine dediler ki: “Sen yeyip içmeden peşpeşe oruç tutuyorsun. “Resulullah da buyurdu ki: “Ben sizin gibi değilim ben ycdiriliyorum ve içiriliyorum. [198]

Ebu Hüreyre (r.a.) diyor ki:

“Resulullah geceleyin yeyip içmeden peşpeşe oruç tutmayı yasakladı. Bunun üzerine müslü manlar dan bîr adam: “Ey Allanın Resulü, sen de ge­celeri yemeden peşpeşe oruç tutuyorsun.” dedi. Resulullah da ona: “Hangi­niz benim gibi olabilir? Ben rahbbim tarafından yedirilip içirilcrck geceyi geçiriyorum. [199] buyurdu.

Taberi diyor ki: “Yeyip içmeksizin oruç tutma yasaklanmış ancak Resu-lullah sadece sahurdan sahura iftar ederek oruç tutmaya izin vermiştir.

Ebu Said et-Hudri, ResuluIIahın şöyie buyurduğunu işittiğini rivayet et­miştir:

“Geceleri de bir şey yeyip içmeksizin peşpeşe oruç tutmayın. Sizden kim bu şekilde peşpeşe oruç tutmak isterse sahur vaktinden sahur vaktine kadar ye­yip içmeden oruç tutsun.” Dediler ki: “Ey Aliahın Resulü, sen yeyip içmeden peşpeşe oruç tutuyorun.” Resulullah da buyurdu ki: “Benim durumum sizin gibi değildir. Ben, beni yediren biri bulunarak ve içiren biri var olarak gc-ceHvorum. [200]

Âyet-i kerimede: “Mescitlerde itikatta iken de hanımlarınıza yaklaş­mayın.” buyü’.nılmaktadır. Mescitlerde itikafta bulunmak’tan maksat, kişinin, çok zaruri beşeri ihtiyaçları (tuvalete gitme gibi) dışında mescitten çıkmaması, gece gündüz orada kalarak Allaha ibadet etmesidir.

Ayet-i kerimede, itikâfa girmiş olan insanın hanımına yaklaşmaması em-redilmektedir. Kişinin, hanımına yaklaşmamasından neyin kastedildiği hakkın­da iki görüş zikredilmiştir.

a- Abdullah b. Abbas, Ata, Dehhak, Rebi’ b. Ens, Katade,”sSüddi ve Mü­cahide göre burada zikredilen “Kadınlara yaklaşmama” ifadesindemaksat, “Onlarla cinsi münasebette bulunmamaktır” Buna göre itikafta bulunan ki^nin, hanımını tutması veya öpmesinde bir mahzur yoktur. Onunla sadece cinsi mü­nasebette bulunamaz.

b- Mâlik b. Enes ve Rebi’ b. Zeyde göre ise burada kadınlara yaklaşmaktan maksat, herhangi bir şekilde onlara dokunmamaktır. Yani itikâfta bulunan kişi hanımlanyla cinsi münasebette bulunamadığı gibi, ona dokunamaz ve onu öpemez de. Bu görüşte olanlar, delil olarak âyetin genel ifadeli olmasını, her­hangi bir dokunma sekimi özel olarak izah etmemesini zikretmişlerdir.

Taberi diyor ki: “Tercihe şayan olan görüş, kadınlara dokunul mamasın­dan maksadın, onlarla cinsi münasebette bulunmama olduğunu söyleyen görüş­tür. Zira âyet ya genel olarak alınacak ve her türlü dokunma yasaklanacaktır ya-hutta âyetten özel bir dokunmanın kastedildiği, belli delillere dayanılarak söyle­necektir. Resulullahın, itikâfta iken saçını hanımlarına tarattığı, birbirini te’yid eden hadisler tarafından rivayet edildiğinden, âyetin genel şekilde değil özel bir şekilde dokunmayı (ki bu da cinsi münasebettir) yasakladığı anlaşılmaktadır.

Hz. Aişe (r.anh) diyor ki:

“Resulullah itikâfa girdiğinde (Mescid-i Nebevinin kapısından dışarı doğ­ru) başînı bana uzatırdı. Ben de onun başını tarardım. O, eve hiç gelmezdi ancak zaruri bir ihtiyacı için gelirdi. [201] Hz. Aişe diğer bir rivayette şöyle demektedir:

“Resulullah, ben odamda iken başîtîî banadoğru uzatırdı. Ben, adetli ol­duğum halde onun başını tarardım[202]

Hz. Aişe’nin sözü diğer bir rivayete de:

“Ben adetli iken onun başını yıkıyordum.” şeklindedir. [203]

 

188- Birbirinizin mallarını aranızda haksız yere yemeyin. İnsanların bir kısım mallarını, bile bile günaha girerek yemek için onları hakimlere de aktar mayın.

Bir kısmınız diğer bir kısmınızı mallarını haksız yere yemesin. Günah ol­duğunu bile bile insanların mallarından bir kısmını haram olarak yemeniz için mallarınızı hakimlere de aktarmayın.

Abdullah b. Abbas, Mücahid, Katade, Süddi ve İkrime gibi müfessirler bu âyeti “Haksız olduğunuz halde muhakemeye girişmeyin.” şeklinde izah et­mişlerdir. Bu hususta Peygamber efendimizdenşu hadis-i şerif rivayet edilmektedir.

Birgün Resulullah (s.a.v.) odasında otururken dışarıdan bir takım tartışma sesleri duydu. Çıkıp ta o tartışanların yanına gitti ve onları dinledikten sonra şöyle dedi: “Ben de bir insanım, bana, anlaşmazlığa düşenler geliyorlar. Bir kıs­mınız diğerinden daha güzel konuşarak dâvasını daha güzel savunabilir ben de onun haklı olduğuna kanaat getirip lehine hüküm vermiş olabilirim. Herhangi birmüslümanın hakkını, haksız olana verecek olursam verdiğim bu şey, haksız kişi için cehennem ateşinden bir parçadır. Artık onu ister alsın ister bıraksın. [204]

Bazı müfessirler de bu âyetin mânâsının, “Hakimlere rüşvet vermeyin. demek olduğunu söylemişlerdir. [205]

 

189- Ey Muhammcd, sana, hilal halini alan aylan sorarlar. De ki: “Onlar, insanlar ve Hac için vakit tayin eden ölçülerdir. İyilik, evlere arka taraflarından girmek değildir. İyilik, Allahtan korkan kimsenin yaptığıdır. Evlere kapılarından girin ve Allahtan korkun ki kurtuluşa cresiniz.

Ey Muhammed, sana, güneş gibi devamlı olarak bir hal üzere durmayan, büyüyüp küçülerek değişikliğe uğrayan ay’ın halini soruyorlar. De ki: “O, sizin için vakit tayin etme ölçüsüdür. Onunla, oruç tutma, iftar etme ve Hac yapma gibi ibadetleri ne zaman eda edeceğinizi öğrenirsiniz. Ey insanlar, iyilik, ihramlı iken evlere arka taraflarından girmek değildir. İyilik, Allahtan korkan ve onun haram kıldığı şeylerden sakınanın yaptığıdır. Artık evlere, normal yol olan kapı­larından girin. Emirlerine itaat edip yasaklarından kaçınarak rabbinizden çeki­nin ki cennetlerinde ebedi olarak kalasınız ve onun nimetlerinden ebedi olarak istifade edesiniz.

Katade, Rebi’ b. Enes, tbn-i Cüreyc ve Abdullah b. Abbasa göre bu âyetin nüzul sebebi, bir kısım insanların Resulullahtan, ayın büyüyüp, küçülerek değişmesinin sebebini sormalarıdır. Âyet-i kerime, bu sorular üzerine nazil ol­muş, ayın maddeten değişmesinin sebebine cevap verilmemiş, değişmesindeki hikmetin ne olduğu bildirilmiştir. Böylece soru soranlara, asıl sormaları icabe-den şeyin, ayın şeklinin değişip değişmemesi olmayıp onun değişmesindeki hik­metin olduğu bildirilmiştir. Evet, ay, müslümânlann ibadet ve muamelat vakit­lerini tesbit için Allah teala tarafından, görünümü değişir bir halde yaratılmıştır. Müslümanlar oruçlarını, Haclarını, boşanmalarını, hayız sürelerini, alacak ve verecek vakitlerini ay’a göre tesbit ederler. İşte ay bu hikmetlere binaen güneş gibi sabit olmayıp değişmektedir.

Âyet-i kerimede: “İyilik, evlere arka taraflarından girmek değildir.” Duyurulmaktadır. Âyet-i kerimenin bu bölümünün nüzul sebebi hakkında Bera b. Âzib, Kays b. Cübeyr, Mücahid, İbrahim en-Nehai, Zühri, Katade, Süddi, Abdullah b. Abbas, Rebi’ b. Enes ve Atâ Özetle şunu zikretmişlerdir: Ensarın hepsi veya onların bir kısım insanlar, Hac yapıp evlerine döndükten sonra evle­rine normal kapılarından girmiyor, evlerinin arkasından duvarı delerek oradan veya küçük pencerelerden giriyorlardı. Böyle yapmalarının sebebi ise Zühriye göre Hacca giden insanların bir zaruretten dolayı tekrar evlerine dönmeleri du­rumunda, kendileriyle gök arasına herhangi bir şeyin girmesini istememeleriydi. Kapının buna engel olduğunu kabul ediyorlardı. Abdullah b. Abbasa göre ise, insanlardan birinin herhangi bir düşmanından korkması halinde ihrama girmesi, böylece düşmanın tecavüzünden emin olmasıydı. İhrama giren ise evinin nor­mal kapısından içeri girmez arkadan çıktığı bir delikten içeri girerdi.

Atâ ve Mücahide göre ise, böyle yapmalarının sebebi, bunu bir takva say­maları idi. Resulullahın da mensup olduğu Kureyş kabilesine: “Dinlerine bağlı muhafazakârlar” anlamına gelen “Ahmesler” deniyordu.

AHMES: Ahmesler, Hac veya Umre yaptıklarında evlerinin kapısını bı­rakıp başka tarafından girme şeklinde bir âdete sahip değillerdi. Resulullah Me-dineye hicret edince Ensarda gördüğü bu gibi halleri yasaklamamış ve onları bu âdetlerinde serbest bırakmıştı. Bir keresinde Resulullah bir yere normal kapısın­dan girerek Ensardan Hacdan gelmiş bir adam da Resulullah gibi normal kapı­dan içeri girdi. Resulullah ona niçin böyle yaptığını sorunca o da: Resulullaha: “Senin yaptığım yaptım.” cevabını vermişti. Resulullah ona: “Ben Ahrnes’im” deyince o da “Ben de ahmesim” dedi. Yani “Senin dinine tabiyim.” demek iste­mişti. İşte âyet-i kerimenin bu bölümü nazil oldu ve evlere normal kapısından girilmesi gerektiğini, kapılar bırakılıp ta arkadan evlere girmenin takva ile bir il­gisinin olmadığını bildirdi. Bu hususta Berâ b. Âzib diyor ki:

“İnsanlar cahiliye döneminde hac yapmak üzere ihrama girdiklerinde bir takva davranışı olmak üzere evlerine kapılarından girmiyorlar, arka taraftan (de­lik veya pencerelerden) giriyorlardı. İşte onların bu davranışları üzerine bu âyet nazil oldu ve evlere arka taraftan girmenin takva ile alakası olmadığını beyan etti. [206]

 

190- Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın. Fakat haddi aşma­yın. Şüphesiz ki Allah, haddi aşanları sevmez.

Ey müminler, Allanın, kullan için göndermiş olduğu din uğrunda, sizinle savaşan müşriklerle savaşın. Fakat kadınları, çocukları, ihtiyarlan ve size karşı silah kullanmayanları, size harp açmayanları öldürerek haddi aşmayın. Zira Al­lah, koymuş olduğu hudutları aşanları ve haram kıldığını helal sayanları asla

sevmez.

Müfessirler bu âyet-i kerimenin hükmünün, daha sonra gelen Tevbe sü­resindeki “Bütün müşriklerle savaşın.” [207]âyeti kerimesiyle neshedilip edil­mediği hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Ömer b. Abdülaziz, Mücahid, Abdullah b. Abbas, Adiy b. Ertee’den nakledilen bir görüşe göre bu âyet-i kerime neshedilmemiştir. Ancak bu âyet-i kerimede “Haddi aşmayın” ifadesi zikredilerek kendilerine karşı savaşılan kâfirlerin kadınlarının, çocuklarının, ihtiyarlarının, savaşamayanlannın ve silah­larını bırakarak teslim olanlarının öldürülmemeleri emredilmiştir. Burada zikre­dilen “Haddi aşmama”dan maksat, budur. Yoksa “Size savaş açmayan kâfirlere bir şey yapmayın.” demek değildir ki “Bütün müşriklere karşı savaşın.” âyet-i kelimesiyle neshedilmiş olduğu söylenmiş olsun.

İbn-i Abbas diyor ki: “Hadi aşmayın” demek, kadınları, çocukları, ihti­yarlan ve savaşa katılmayanları öldürmeyin. Eğer onlan öldürürseniz haddi aş­mış olursunuz.” demektir.

Peygamber efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:

“Allah’ın adıyla Allah yolunda cihad edin. Allah’ı inkâr edenlerle sa­vaşın fakat ihanet etmeyin, ganimet malından bir şey saklamayın, düşmana işkence etmeyin, çocukları öldürmeyin. [208] Peygamber efendimiz diğer bir hadis-i şerfmde şöyle buyuruyor:

“Bismillahi ve billahi ve ala milleti Resulillah (Allah’ın adıyla, Al­lah’ın yardımıyla ve Allah’ın Peygamberinin dini üzere) diyerek hareket edin. İhtiyarları, bebekleri, küçükleri ve kadınları öldürmeyin. Ganimet malından bir şey saklamayın. Ganimetleri bir arada toplayın. Durumu dü­zeltin, iyilikte bulunun. Şüphesiz ki Allah, iyilikte bulunanları sever. [209]

Resulullalı’ın, öldürüimemelerini emrettiği bu kimseler, savaşa katılırlar­sa savaşçı hükmüne gireceklerinden onlar da öldürülürler.

b- Rebi b. Enes ve İbn-i Zeydden nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime, Tevbe suresinin otuz altıncı âyetinde zikredilen “Müşriklere karşı topluca savaşın” âyet-i kerimesiyle neshedilmiştir. Zira bu âyet, müslü-manların, müşriklerle savaştıkları ilk zamanlarda inmiş ve müslümanlara, sadece kendilerine savuş açanlara karşı savaşmalarını emretmiş ve savaş açmayanla­ra karşı da savaş ilan ederek ileri gitmemelerini bildirmiştir.

Tuberi birinci görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiş, gerekçe olarak ta özetle şunu zikretmiştir: Bir âyet-i kerimenin neshedilmediği gözönünde bu­lundurularak izah edilmesi mümkün iken onun neshedildiğini söylemek doğru değildir. Bu âyet-i kerimenin neshedilmediğini söyleyerek izahı mümkündür. Zira “Haddi aşmayın” ifadesinden maksadın, kadınları, çocukları, yaşlıları ve si­ze karşı savaşmayanlan öldürmeyin.” demek olduğunu söylemek mümkündür. Bunlara karşı savaşmama hükmü geçirlidir. Böylece âyetin neshedilmediği açıkça ortaya çıkar, aksini iddia edenin, sağlam delil göstermesi gerekir.

Cizye vererek, kendilerinin Öldürülmelerini önleyen chl-i kitap ve mecu-silerde “Haddi aşmayın” İfadesinin içine girmektedirler. [210]

 

191- Onları bulduğunuz yerde öldürün. Sizi yurtlarınızdan çıkardık­ları gibi siz de onları çıkarın. Fitne çkarmak adam öldürmekten daha kötü­dür. Mcscid-i Haramın yanında, onlar sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın. Eğer orada sizinle savaşırlarsa onları öldürün. İşte kafirlerin cezası böyledir.

Müşrikleri, öldü mı e imkânı bulduğunuz yerde öldürün. Onların , sizi yer ve yurtlarınızdan çıkardıktan gibi siz de, sizinle savaşanları yer ve yurtlarından çıkarın. Allah’a şirk koşmak fitnesi, adam öldürmekten daha kötüdür. Mümini dininden döndürüp müşrik yapmak için onu’dini hususunda fitneye düşürmek, adam öldürmekten daha fenadır. Onlar sizinle savaşa girilmedikçe siz de müş­riklerle Mescid-i Haramda savaşa başlamayın. Orada sizinle savaşa tutuşurlarsa onları öldürün. Onların bu dünyadaki cezalan öldürülmek, âhirette ise perişan olmaktır.

Bu âyet-i kerime, Mekke’den çıkarılan muhacirlere işaret etmektedir. Âyet-i kerimede: “Fitne çıkarmak adam öldürmekten daha kötüdür.” buyu-nılmaktadır. Burada ifade edilen “Fitne”den maksat. Katadc, Rebi1 b. Fînes ve Dehhaka gWAllah’a ortak koşmak” tır. Mücahide göre: “İslam dininden dönmektir. “İbn-i Zeyde göre ise “İnkarcılığa düşürmektir. “Bu izahlara göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: Mümini dini hakkında fitneye düşürerek onu kâfir veya müşrik yapmak, onu öldürmekten daha beterdir. Zira öldürülmesi ha­linde sadece geçici dünya hayatı bitmiş olur. İslamdan çıkarılması halinde ise âhiretteki ebedi hayatı hüsran olur, cehennemde ebedi olarak kalmasına vesile olur.

Âyeti kerimede: “Mcscid-i Haramın yanında onlar sizinle sav aşma­dıkça siz de onlarla savaşmayın.” Duyurulmaktadır. Bunun mânâsı, “Ey mü­minler, müşrikler sîze mcscid-i haram civarında savaş açmadıkça savaşı başlatan sizler olmayın. Ancak onlar başlatırlarsa siz de onlarla savaşın ve onları öldürün.” demektir. Bu izaha göre müminler, mescid-i haram bölgesin­de yaşayan müşriklere karşı savaş açamayacaklar ancak onlar savaş açtıklarında onlara karşılık verebileceklerdi.

Katade, Rebi’ b. Enes ve İbn-i Zeyd, âyetin bu ifadesinin, İslam’ın ilk za­manlarında geçerli olup daha sonra inen şu âyetlerle neshedildiğini bu itibarla Mescid-i Haramın çevresinde bulunan müşriklere karşı onların savaş açmaları­nı beklemeden müminlerin savaş başlatabileceklerini söylemişlerdir. Bu hususta diğer âyetlerde de şöyle Duyurulmaktadır: “Fitne ortadan din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. [211] “Müşrikleri nerede bulursanız öldü­rün. Onları yakalayın, çember içine alın. Her gözetlenecek yerden onları gözctleyin… [212]

Mücahide göre ise izahını yapmakta olduğumuz âyet-i kerime muhkem­dir, neshedilmiş değildir. Mescid-i haram çevresinde bulunan müşrikler, mü­minlere karşı savaş açmadıkça onlara karşı savaşılmaz.

Taberi, birinci görünüşn tercihe şayan olduğunu, bu âyetin bundan sonra gelen yüz doksan dördüncü âyetle ve Tevbe suresinin beşinci âyetiyle neshedil­diğini söylemiştir. [213]

 

192- Şayet vaz geçerlerse şüphesiz ki Allah, çok bağışlyan ve çok merhamet edendir.

Eğer o kâfirler, sizinle savaşmayı bırakır da tevbe eder ve müslüman olurlarsa Allah onların günahlarını affeder, lütfuyla onlara merhametli davranır. [214]

 

193- Fitne ortadan kalkıp din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vaz geçerlerse bilin ki düşmanlık ancak zalimlere karşıdır.

Ortada şirk kalmaymcaya ve ibadet ve taatin de putlara ve tağutlara ya­pılmayıp yalnız Allah’a yapılmasına kadar müşriklerle savaşın. Eğer onlar sizin­le savaşmaktan vaz geçer de sizin dininize girerlerse hemen onlarla savaşmayı bırakın. Zira düşmanlık, ancak Allah’a ortak koşan zalimlere karşı geçerlidir.

Âyette zikredilen “Fitne”den maksat, “Allah’a ortak koşmak”tır, inkâra düşmektir. Nitekim Katade, Müeahid, Süddi, İbn-i Zeyd ve Abdullah b. Abbas bu kelimeyi bu şekilde izah etmişlerdir.

Âyette zikredilen “Din” kelimesinden maksat, ise, Allah’ın emir ve ya­saklarına itaat etmektir. Bu izahlara göre âyetin baş tarafının mânâsı şöyledir: “Ey müminler, yeryüzünde Allah’a ortak koşma inkâra düşme fitnesi sona erinceye kadar ve yalnız Allah’a kullak edilip deninceye kadar kâfirlerle savaşın.”

Bu hususta Peygamber efendimiz (s.a.v.) bir hadisi şerifinde şöyle bu­yurmaktadır:

Ben, şehadet ederim ki Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur, Muhammcd Allah’ın Peygamberidir.”

deyinceye, namazı kıhp zekatı verinceye kadar ben onlarla savaşmakla emro-lundum. Onlar bu şeyleri yaptıkları sürece kanlarını ve mallarını benden koru­muş olurlar. Ancak İslamın getirdiği haklar müstesnadır. Onların herbirinin he­sabı Aîlah’a aittir. [215]

Âyet-i kerimenin sonunda: “Eğer vaz geçerlerse bilin ki, düşmanlık ancak zalimlere karşıdır.” Duyurulmaktadır. Bu ifadeden maksat şudur: “Şayet size karşı savaşan kâfirler, savaşmaktan vaz geçer, kinininize girer, putlara tapmaktan vaz geçer ve Allah’ın size emrettiği şeyleri kabullenip boyun eğecek olurlarsa artık onlara karşı savaşmaktan vaz geçin. Zira ancak zalimlere karşı düşmanlık yapılır. Onlar da Allah’a ortak koşanlardır.

Âyette ifade edilen “Zalime karşı düşmanlık” tan maksat, onun zulmü­ne dur demek ve karşı koymaktır. Yoksa zalime cezasını verdikten sonra hak­sızlık yapmak değildir. Buradaki “Zalim” ifadesinden maksat, Rebi’ b. Ene.s ve İkrimeye göre dememekte direnenlerdir. Mücahide göre ise, Müslümanlara karşı savaşanlardır. [216]

 

194- Mukaddes olan haranı ay, mukaddes olan har ma ay’a karşılık­tır. Haramların ihlalinde kısas hükmü gcçeriİdir. Kİ m tecavüz ederse sîz de ona size yaptığı tecavüzün aynısıyia mukabele edin. Allah’tan korkun ve bilin ki Allah, müttakiterle beraberdir.

Mukaddes olan haram uy, mukaddes olan haram aya karşılıktır. Yani, müşriklerin, Hudeybiye andlaşmasının yapıldığı yılda Umre yapmak için Mek-keye girmenize engel oklukları mukaddes olan Zilkade ayı, ertesi yıl Umre me-nasikini eda ettiğiniz Zilkade ayına karşılıktır. Haramların ihlalinde kısas hük­mü geçerlidir. Müşrikler size, mukaddes olan Mekkede, haram olan aylarda ve ihramlı iken saklında bulunurlarsa siz de aynı şekilde karşılık verin. Müşrikler­den kim sizinle savaşırsa siz de onlara karşı, size yaptıkları kadarıyla savaşın. Allah’ın haram kılmış olduğu şeylerde ve koyduğu hudutları aşmakta Allah’tan sakının. Allah, farzlarını yerine getirip haram kıldığı şeylerden kaçınanlarla be­raberdir.

Ayet-i kelimede geçen: “Mukaddes olan haram ay mukaddes olan haram aya karşılıktır.” ifadesinin, Hudeybiye yılına ve Hudeybiye andlaşma-sına işaret ettiği beyan edilmektedir. Hicretin altıncı yılında yapılan Hudeybiye sulh andlaşmasından önce Resuluİİah (s.a.v.)in ve müminlerin. Zilkade ayında Mekkeye girerek Umre yapmalarına müşrikler engel olmuşlardı. Fakat bu sulh adkışmasından sonra ertesi yıl yine Zilkade ayında Resuluİİah ve müminler Um­relerini yapmışlardır. Böylece bir senenin Mukaddes ayında yapılmayan umre. ertesi yılın aynı ayında yapılmıştır. İşte âyette geçen ve “Karşılıktır” diye tercü­me edilen “Kısas” kelimesinden maksat budur. Allah leala bu olaya işaretle mümirilerin maneviyatını güçlendirmektedir.

Abdullah b. Abbas, Mücahid, Katade, Miksem, Süddi, Dehhak, Rebi’ b. enes bu âyeti bu şekilde izah etmişlerdir.

Taberi de bu âyeti bu şekilde tefsir etmiştir. Başka müfessirler ise bu âyetin mânâsının şöyle okluğunu söylemişlerdir: “Mukaddes olan haram ay, mukaddes olan haram aya karşılıktır. Bu ayların kudsiyeli ihlal edildiği takdid-de ihlal edenlere aynı şekilde mukabele edilecektir, o halde bu aylarda sizinle savaştıkları takdirde siz de onlarla savaşmaktan çekinmeyin.” Ancak, bu izah şekline göre de âyet-i kerimenin hükmünün ınensuh olduğu zikredilmiştir. Zira “Müşriklerle haram aylarda savaşılmaz.” diye bir hüküm kalmamıştır. On­larla her yerde ve her zaman savaşmak caizdir.

Abdullah b. Abbas, bu âyet-i kerimenin Mekke’de nazil olduğunu bildir­miş ve özetle şunları söylemiştir: “Bu âyet-i kerime nâzit olduğu zaman Müslü­manların sayısı az idi. Onların, müşrikleri ezecek güçleri yoktu. Bu sebeple müşrikler müsümanlara sövüyorlar, onlara çeşitli işkencelerde bulunuyorlardı, işte bu esnada âyet-i kerime üâzii oldu ve Allah teala müslümanlara, kendilerine saUIir.da bulunanlara karşı aynen mukabele etmelerini veya sabredip affetmele­rini emretti. Fakat Resulullah Medine’ye hicret edip Allah onu güçlendirince bu dönemde Allah teala müslümaniara, haksızlığa uğradıkları takdirde güçlerini kullanmalarını, ancak cahillerin birbirlerine saldırdıkları gibi birbirlerine saldır­mamalarını emretti.

Mücahide göre ise bu âyet-i kerime, Rcsulullah’a , Hudeybiye sulhu şart­larına göre umre yaptıktan sonra Medine’de nazil olmuştur. Mânâsı ise: “Ey mü­minler, müşriklerden kim size karşı savaşacak olursa siz de onların sizinle sa­vaştıklar; gibi onlarla savaşın.” demektir.

Taberi diyor ki: “bu âyeti kerimenin. Mücahidin dediği gibi Medine’de nazil olduğunu söylemek daha doğrudur. Zira bundan önce ve sonra gelen âyetlerin cihad etmeyi emrettiklerini, cihad etmenin ise hicretten sonra farz kı­lındığını, bu âyetin de cihadın bir şeklini bildirdiğini kabul etmek daha isabetli­dir. Ancak bu âyetin de: “Bütün müşriklere karşı toplu halde savaşın.” âyet-i kerimesiyle ve benzeri âyetlerle neshedildiği muhakkaktır. O âyetlerden bazı­ları da şunlardır:

“Kitap ehlinden, Allah’a ve âhiret gününe imarı etmeyen, Allah’ın ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayan ve hak din olun islam ı din cdinmcycnlcrlc, boyun eğip kendi elleriyle cizye verinceye kadar sav-şın. [217]Ey iman edenler, çevrenizde bulunan kâfirlerle savaşın. Sizde bir sertlik bulsunlar. Bilin ki Allah, takva sahipleriyle beraberdir. [218]

 

195- Mallarınızı Allah yolunda harcayın da kendinizi ellerinizle teh­likeye atmayın. İyilik yapın. Şüphesiz ki Allah, iyilik yapanları sever.

Mallarınızı, Allah’ın size gönderdiği dinin yücelmesi için harcayın. Ken­dinizi ellerinizle tehlikeye atmayın. Yani Allah yolunda harcamayı terketme-yin. Yoksa azabı hak ederek helak olursunuz. Farzları yerine getirmek, harca­malardan kaçınmak ve fakirlere yardım etmekle iyilik yapın. Zira Allah iyilik yapanları sever.

* Âyet-i kerimede: “Mallarınızı Allah yolunda harcayın.” Duyurul­maktadır. Allah yolunda maksat, “Müminleri, Allah’ın düşmanlarına karşı cihad etmeye götüren yoldur.

Yine âyet-i kerimede: “Kendinizi ellerinizle tçfcÜkeye atmayın.” buyu-rulmaktadır. Müfessirier âyetin bu ifadesini çeşitli şekillerde izah etmişîeruin

a- Huzeyfetiü Yeman, Abdullah b. Abbas, Muhammed b. Kâ’b el-Kurezi, Mücahid, Katade, Süddi, İkrime, Hasan-ı Basri, Atâ ve Dehkaka göre burada zikredilen: “Kendinizi ellerinize tehlikeye atmayın.” ifadesinden maksat, “Allah yolunda harcamayı terkederek kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın.” demek­tir. Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki: “Buradaki tehlike, kişinin Allah yo­lunda öldürülmesi değildir. Buradaki Tehlike, Allah yolunda mal harcamamak­tır.” Sizden biriniz” “Harcayacağım bir şey yok.” demesin. Şayet kendisinde bir mızrak dahi bulunuyorsa onunla Allah yolunda teçhizattansın.”

b- İbn-i Zeyde göre: “kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın.” ifadesin­den maksat, Allah yolunda infaki bırakarak düşmanın karşısına hazırlıksız, azik-sız ve güçsüz çıkmaktır. Buna göre azığı ve gücü bulunmayan insan, düşmanın karşısına çıkarak kendisini tehlikeye atmamalıdır.

c- Bera b. Âzib ve Ubeyde es-Selmaniye göre ise: “Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın.” ifadesinden maksat, günah işleyen kişinin, Allah’ın rahme­tinden ümit kesmesidir. Buna göre bir insan günah işler de günahlarının affedil­mez olduğu kanaatına varacak olursa işte o kimse kendisini eliyle tehlikeye at­mış olur. Bu hususta bir adam Bera b. Âzib’e “Bir kişi bir tabur askere karşı hü­cuma geçer de savaşırsa o kimse kendisini eliyle tehlikeye atmış olur mu?” diye sormuş, Bera b. Âzib de: “Hayır olmaz. Fakat tehlike, bir gühan işlemesi sonra da bu günahından tevbe etmesi halinde tevbesinin kabul edilmeyeceğini söyme-sidir.” demiştir.

d- Ebu Ümrana göre ise “Kendinizi ellerinizle atmayın.” ifadesinden maksat, Allah yolunda cihad etmeyi terketmektir. Zira cihad etmeyenler, düş­manın kuveetlenmesine ve kendilerine karşı saldırıya geçmesine sebep olurlar. Böylece kendi kendilerini elleriyle tehlikeye atmış olurlar. Nitekim bu hususta Nüceym kabilesinden İmranın babası Eşlem diyor ki:

“Biz, İstanbul’u kuşatmıştık. Rumlar karşımıza büyük bir orduyla çıktılar. Biz müslümanlardan da onlar kadar veya onlardan biraz daha fazla sayıda bir ordu oniann karşısına çıktı. O dönemde Mısır halkının başında Ukbe b. Amir, ordunun başında da Fadele b. Ubeyd bulunuyordu. Müslümanlardan bir kişi Rum birliklerine hamle yaparak içlerine daldı. Bunu gören müslümanar: “Süb-hanallah, bu adam kendisini eliyle tehlikeye atıyor.” dediler. Bunun üzerine Ebu Eyyub el-Ensari ayağa kalktı ve şöyle dedi: “Ey insanlar, siz bu ayeti bu şekil­de mi yorumluyorsunuz? Şüphesiz ki bu ayet, biz, Ensar topluluğu hakkında na­zil olmuştur. Allah teala İslamı aziz kılıp onun yardımcılarını çoğaltınca, bizler, Resulullah’ın bulunmadığı bir yerde birbirimizle gizli olarak şöyle konuştuk: “Biz, mallarımızı kaybettik. Şüphesiz ki Allah, îslamı aziz kıldı ve onun yar­dımcılarını artırdı. Biz artık mallarımızın başında durup ta kaybettiklerimizi tek­rar elde etmeye çalışsak acaba nasıl olur? “Bunun üzerine Allah teala, bize cevap olmak üzere Peygamberine; “Mallarınızı Allah yolunda harcayın da kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın.” âyetini indirdi. Böylece asıl tehlike­nin, malların başından ayrılmamak, onları çoğaltmaya çalışmak ve cihadı terket-mek olduğu ortaya çıktı.”

Eşlem diyor ki: “Ebu Eyyub el-Ensari, Allah yolunda cihada devam etti ve orada ölerek Rum topraklarına defnedildi.” [219]

Taberi diyor ki: “Bana göre “Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın” ifa­desinin izahında ileri sürülen görüşlerden doğru olanı: Âyet-i kerimeyi şu ş6kil-de izah edenidir: “Siz, mallarınızı, sizin için şeriat kıldığım dininizi yüceltmek ve kuvvetlendirmek yolunda harcayın. Bu da, inkarcılık uğrunda size karşı düş­manlık ilan etmiş olanlara karşı cihad etme yolunda harcamanızla olur. Kendini­zi tehlikelere teslim etmeyin. Yularınızı, sizi tehlikeye götürecek şeylerin eline vermeyin.” Taberi sözlerine devamla diyor ki: “Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın.” ifadesi, “Kendinizi tehlikeye teslim etmeyin.” şeklinde genel bir an­lamda alındığı takdirde, gerektiği halde Allah yolunda infak etmemek, tehlikeye teslim olmak demektir. Zira bu, Allah’ın emrettiği bir farizayı yerine getirme­mektir. Çünkü Allah teala, kendilerine zekat verilecek sekiz sınıfı belirtirken bu sınıflardan birinin de, Allah yolunda harcamak olduğunu beyan etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Zekât, Allah’tan bir farz olarak ancak fakirlere, yoksullara, zekatı toplayan memurlara, kalbleri îsiama ısındırılmak istenenlere, borçlulara, Allah yolunda cihad edenlere ve yolda kalanlara verilir. Şüphesiz Allah, her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. [220] Yine Allah’ın rahmetinden ümit kesen günahkâr da kendisini tehlikeye teslim etmiş olur. Zira Allah teala, rah­metinden ümit kesmeyi yasaklayarak şöyle buyurmuştur: “Ey oğullarım gidin Yusuf u ve kardeşini iyice arayın. Allah’ın merhametinden ümidinizi kes­meyin. Çünkü Allah’ın merhametinden ancak kâfir bir kavim ümidini [221] Keza) müşriklere karşı cihad gerektiği halde onu terkeden de, üzerine farz olan bir emri terkettiğinden kendisini tehlikeye teslim etmiş olur. Âyet-i ke­rime bütün bu ihtimalleri kapsar mahiyette olduğuna göre onu bu ihtimallerden sadece birine yorumlamak doğru değildir. Âyeti: “Allah’ın emirlerini terke-derek kendinizi onun azabına düşürmeyen.” şeklinde izah etmek daha isa­betli olur. Bununla beraber Allah’ın emirlerinden ilk hatıra gelen, mallan Allah yolunda harcamaktır. Tehlikeye düşmekten ilk hatıra gelen de malları Allah yo­lunda harcamaktır.

Ebu İshaka göre âyette geçen “İyilik yapın” ifadesinden maksat, “Allahın size farz kıldığı şeyleri yerine getirin.” demektir.

İkrimeye göre, bundan maksat,”Allah’a karşı hüsn-i zamla bulunun.” de­mektir. İbn-i Zeyde’ göre ise “muhtaçlara yardım ederek iyilikte bulunun” de­mektir. [222]

 

196- Haccı ve Umreyi Allah içirt tamamlayın. Eğer Hacdan men oiu-nursanız, size gücünü/ün yettiği bir kurban gerekir. Kurban yerinc^ar-madan başınızı tıraş etmeyin. Sizden kim hasta olur veya başında bir ra­hatsızlık bulunursa tıraş olabilir ve bunun için, oruç tutmak veya sadaka vermek veya kurban kesmek suretiyle fidye verir. Eğer emniyet içindeyse­niz, Hac zamanına kadar Umre yapana, gücünün yettiği bir kurban gere­kir. Kurban bulamayan kimseye, Hac sırasında üc gün, döndüğünüzden sonra da yedi gün oruç tutması gerekir. Bu tam on gündür. Bu hüküm, ai­lesi Mescid-i Haram çevresinde oturmayan kimse içindir. Allah’tan kor­kun ve bilin ki Allah, cezası çok şiddetli olandır.

Allah’ın emrettiği gibi ve onun rızasını kazanmak için Haccı bütün farz ve sünnetleriyle. Umre1 yi de bütün hüküm ve sünnetleriyle tamamlayın. Eğer hapis, düşman korkusu ve hastalık gibi bir sebeple engellenir de Kâbeye ulaşa-mazsanız, ihramdan çıkmak için, gücünüzün yettiği bir kurban kesmeniz gere­kir. Bu kurban yerine varmadan başınızı tıraş etmeyin. Sizden kim, bir hastalık veya baş ağrısı yahut herhangi bir haşereden dolayı başını tıraş etme zorunda kalırsa bunun için ceza ve fidye olarak üç gün oruç tutması yahut her fakir için yanm sa’ ölçüsüyle altı fakiri doyurması yahut da bir koyun kurban etmesi gere­kir. Başını tıraş etme zorunda kalan bu kişi, bunlardan istediğini yapmakta ser­besttir. Eğer korkudan emin olmuş veya hastalığınız geçmişse ve Umreyi yap­tıktan sonra Hac gününe kadar ihramdan çıkmışsanız en az bir koyun kurban et­meniz gerekir. Bu halde kim kurban bulamazsa, üç gün Hac sırasında, yedi gün de memleketine döndüğü zaman oruç tutar. Kurban bulamadığınız takdirde tu­tacağınız orucun sayısı böylece on gün eder. Bu hüküm, Hareme yakın okiuklan için namazı seferi olarak değil de tam kılan kişiler için söz konusu değildir. Ailesi, Mescid-i Haram çevresinde oturmayanlar içindir. Allahm emirlerine ita­at edip yasaklarından kaçınarak ondan korkun ve kesin olarak bilin ki, Allanın, yasaklarına uymayanlara karşı cezası pek şiddetlidir.

* Bu âyet-i kerimede Hacla ilgili çeşitli hükümler zikredilmektedir. Bun­ları ayrı ayn izah etmek faydalı olacaktır. Önce kısaca Hac ve Umre ile ilgili bazı açıklamalar verip sonra da âyetin bölüm bölüm izahını görelim:

HAC: Belirli zamanda, Arafatta vakfe yaparak Kâbeyi ziyaret edip diğer menasiki eda etmektir.

UMRE: Belli bir vakte bağlı olmaksızın, usulüne göre ihrama girdikten sonra Kâbeyi tavaf edip Safa ile Merve arasında sa’y etmekten ibarettir. Tavaf ve Sa’y den sonra tıraş olarak ihramdan çıkılır. Böylece Umre tamamlanmış dur. [223]

 

Haccın Eda Ediliş Şekilleri

 

Hacca İfrat: Hacc-ı İfrat, Umresiz yapılan Hacdır. Hac ayları için­de Hacdan önce umre yapmaksızın sadece Hac menasikini eda edenler Hacc-ı İfrat yapmış olurlar. Hacc-ı ifrat yapmak üzere sadece Hac niyetiyle ihrama gi­renler, Hac menasiki sona ermeden ihramdan çıkamazlar. Bunlann, Hac esna­sında şükür kurbanı kesmeleri vacip değildir.

Hacc-I Kıran: Hacc-ı Kıran, hac ve Umreye aynı zamanda niyetle­nip ikisini bir ihramda birleştirerek yapılan hacdır. İhrama girerken Umre ve Haccm her ikisine de niyet ederek Hac ayları içinde Önce Umre yapıp ihramdan çıkmadan Hac menasikini eda eden kimse Hacc-ı kıran yapmış olur. Hacc-ı kı­ran yapanların tıraş olup ihramdan çıkmadan şükür kurbanı kesmeleri vaciptir.

Hacc-I Temettü: Aynı yılın Hac aylan içnde Umre ve Haccı ayrı ayrı niyet ve ihramlarla eda etmektir. Hac aylan içinde usulüne göre Umre ya­pıp ihramdan çıktıktan sonra Hac günlerinde yeniden ihramlanarak Hac menasi­kini eda eden kimseler Hacc-ı Temettü yapmış olurlar. Hacc-ı Temettü yapacak olanlar, mikatta umre için ihrama girerler. Umreyi yaptıktan sonra tıraş olupih-ramdan çıkarlar. Terviye gününe kadar Mekkede ihramsız olarak beklerler. Ter-viye günü Hac niyetiyle Mekke’de yeniden ihrama girerek Hac menasikini eda ederler. Hacc-ı Temettü yapanların, Hacdan sonra tıraş olup ihramdan çıkmadan şükür kurbanı kesmeleri vaciptir.

Bu Hac şekillerinin hangisinin daha faziletli olduğu hususunda çeşitli gö­rüşler vardır: Ebu Hanifeye göre, bunlardan en faziletlisi, Hacc-ı Kıran sonra Hacc-ı İfrat sonra Hacc-ı Temuttudur. Ebu Yusuf ve Muhammed’e göre ise bun­ların en faziletlisi, Hacc-ı Kıran sonra Hacc-ı Temettü sonra Hacc-ı İfrattır. İmam Şafnye göre ise bunların en faziletlisi, Hacc-ı ifrat sonra Hacc-ı Temettü sonra Hacc-ı Kırandır. Ancak Şafüye göre Hacc-ı ifratta da Umre yapmak lazımdır.

Ayet-i kerimenin başında: “Haccı ve Umreyi Allah için tamamlayın.”

buyurulmaktadır. Müfessirler bu ifadeyi çeşitli şekillerde izah etmişlerdir.

a- Alkame, İbrahim en-Nehai, Abdullah b. Abbas, Mücahid ve Rebi’ b. Enes’ten nakledilen bir rivayete göre, onlar âyetin bu bölümünü şöyle izah et­mişlerdir: “Ey müminler, sizler Haccı bütün menasik ve sünnetler iyi e, Umreyi de tayin edilen şekli ve sünnetleriyle eda edin. Her ikisini de Beytullah’ı tavaf ederek tamamlayın.”

b- Hz. Ali, Said b. Cübeyr ve Tavus ise: “Burada zikredilen “Haccı ve Umreyi tamamlayın.” ifadesinden maksat kişinin Hac ye Umreden her biri için ailesinin bulunduğu evinden başlamak üzere ayrı ayrı ihrama girmesidir.” de­mişlerdir.

c- Katade ve Kasım b. Muhammed’den nakledilen başka bir görüşe göre burada zikredilen “Haccı ve Umreyi tamamlayın” ifadesinden maksat, Umrenin tek basma, hac aylan dışında yapılması, Haccın da tek başına bütün menasikiyle yerine getirilmesi ve Hacc-ı Kıran veya Temettudan doğan kurban kesmenin gerekli olmamasıdır. Bunlara göre Hac aylarında yapılan Umre tam Umre sayıl- • maz. Buna Hacc-ı Temettü denir.                                           d- Süfyan es-Sevriden nakledilen başka bir görüşe göre burada zikredilen “Haccı ve Umreyi tamamlayın” ifadesinden maksat, Hac ve Umre yayan kim­senin, ailesinden sırf bunları yapmak üzere ayrılıp yola çıkmasıdır. Bunları yap­makla birlikte ticaret veya bir ihtiyacı gidermek gibi başka bir maksat güden in­san Hac ve Umresini tam yapmış olamaz.

e- İbn-i Zeydden nakledilen diğer bir görüşe göre “Haccı ve Umreyi ta-mamlamak”tan maksat, bunlara başladıktan sonra bırakmadan bitirmektir.

Müfessirler, Haccın farz olduğu hakkında ittifak etmişler: “Oraya gitme­ye gücü yeten herkese, Allah için Kâbeyi haccetmek farzdır. [224] âyetine daya­narak Haccın farz olduğu hakkında ittifak etmişler ancak Umre’nin farz mı yoksa sünnet mi olduğu hakkında iki görüş zikretmişlerdir.

1- Bir kısım müfessirlere göre Hac gibi Umre yapmak ta farzdır. Bu gö­rüş, Ebu Bürde, Mesruk, süddi, Şa’bi ve Hz. Ali’den nakledilmiştir. Onlar, gö­rüşlerine delil olarak “Haccı ve Umreyi Allah için tamamlayın” hayetini zikret­mişlerdir. Çünkü bunlara göre “Tamamlayın” ifadesinden maksat, ‘”terine geti­rin, ayakta tutun.” demektir. Bu ifade namaz için kullanıldığında nasıl ki nama­zın farz olduğunu beyan ediyorsa Hac ve Umre için kullanıldığında onların her kanaatine vardıkları şu hadislerin de Umre’nin farz okluğunu gösterdiklerini söylemişlerdir.

Ebul müntefik diyor ki: “Ben, Arafatta Resulüllah’ın yanına varıp ona yaklaştım. Öyle ki benim bineğimin boynuyla onun bineğinin boynu yan yana gelmişti. Biri diğerinden daha öndeydi. Dedim ki: “Ey Allah’ın Resulü, sen ba­na, beni Allah’ın azabından kurtaracak ve beni cennete koyacak bir ameli bil­dir.” Resulullah da buyurdu ki: “Allah’a kullak et hiçbir şeyi ona ortak koş­ma, Farz olan namazı kıl, farz olan zekâtı ver, Hac yap ve Umre yap. [225]

Ebu Rezin diyor ki:

“Dedim ki: “Ey Allah’ın Resulü, babam yaşlı bir ihtiyar. Hac ve Umre yapmaya, yolculukta bulunmaya gücü yetmiyor. “Resulullah buyurdu ki: “Ba-babnın yerine Hac ve Umre yap. [226]

Ebu Kılade, Resulüllah’ın, hutbe okurken şunları .söylediğini zikretmiştir: “Allah’a kulluk edin ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Zekatı verin, Hac ya-pm.Umre yapın, doğru olun, size de doğru davramlsın.”

2- Diğer bir kısım müfessirler ise Umre’nin farz olmayıp nafile bir ibadet olduğunu “Haccı ve Umreyi Allah için tamamlayın.” âyet-i kerimesinin Umre­nin farziyetini ifade etmediğini söylemişlerdir. Ancak bir insanın Umre’ye baş­ladıktan sonra onu bitirmeden bırakacak olursa onu tamamlama mecburiyetinde olduğunu söylemişlerdir. Bu görüş, Abdullah b. Mes’ud İbrahim en-Nehat ve Şa’bi gibi âlimlerden rivayet edilmiştir. Her ne kadar Şa’biden bir önceki görüş te rivayet edilmişse de bu görüşte olduğunu söylemek, tercihe şayan olanıdır. Taberi de bu görüşü tercih etmiş. Umre hakkında ihtilaf edilmesine rağmen, farziyetini iddia edenlerin kesin delilleri bulunmadığını, bir kısım zayıf senetli hadislerle Umre’nin farz olduğunu söylemenin doğru olmayacağım bildirmiş, ayrıca Umre’nin bir nafile ibadet olduğunu belirten şu gibi hadislerin bulunduaynca Umre’nin bir nafile ibadet olduğunu belirten şu gibi hadislerin bulundu ğunu da zikretmiştir.

Cabir b. Abdullah diyor ki:

“Resulullah (s.a.v.)den, Umre hakkında “O farz mıdır?” diye soruldu. Resulullah da: “Hayır fakat Umre yapmanız daha cfdaldir.” buyurdu, [227]

Talha b. Ubeydullah diyor ki:

“Resulullah buyurdu ki: “Hac cihaddır Umre ise nafile. [228]

Ayet-i kerimede: “Eğer Hac’dan men olunursanız size gücünüzün yet­tiği bir kurban gerekir.” buyurulmaktadir. Âyetin bu bölümünde geçen ve “Haccdan men olunmak” diye tercüme edilen ifadesinden ne­yin kastedildiğini ve Hac’dan men olunmanın, ne şekilde olduğu takdirde kur­ban kesmek icabettiği hakkında müfessirler iki görüş zikretmişlerdir:

1- Mücahid, Ata, Katade, Urve, İbrahim en-Nehai ve Abdullah b. Ab-bas’tan nakledilen bir görüşe göre burada, insanları Hac yapmaktan alıkoyan ve kurban kesmelerini gerektiren engelden maksat, aslında insan eliyle olmayan hastalık, bineğinin veya kendisinin sakatlanması, düşman korkusu vb. engeller­dir. Ancak düşmanın fiilen engel olması ve herhangi bir kişinin diğerini hapset­mesi de kıyas yoluyla bu engellerden sayılmıştır. Yani bunlara göre netice itiba­riyle Hac yapmak isteyen insanı Hacdan alıkoyan her türlü engel bu âyette zik­redilen engele dahildir. Herhangi bir engelle karşılaşıp ta Hac yapamayan kimse kurban gönderip yerinde kestirdikten sonra ihramdan çıkabilir. Bu görüşte olan âlimler demişlerdir ki: kelimesinin asıl mânâsı, insana engel olan hastalık vb. şeylerdir. Düşmanın zorla engel olmasına ise değil denir. Bununla birlikte düşmanın engel olması da, kişiyi Hacdan alıkoy­ması dolayısiyle sayılmıştır.”

2- Yine Abdullah b. Abbas ve İmam Mâlikten nakledilen diğer bir görü­şe göre bu âyette zikredilen, Hacca engel olan ve kurban kesmeyi gerektiren en­gelden maksat, insan gücüyle ortaya çıkan bir engeldir. Düşmanın engel olması veya herhangibir kişinin başkasını hapsedip tutması gibi bir engelle karşılaşan Hacı adayı, gücünün yettiği bir kurbanı gönderip yerinde kestirdikten sonra ihramdan çıkar. Bu görüşte olanlara göre hastalık, yaralanma ve bir yerin kırılma­sı gibi bedeni arızalar bu âyette zikredilen Haccm engellerinden sayılmazlar. Bunlar, görüşlerine delil olarak bu âyet-i kerimenin, Resulullah’ın Hudeybiye’de Umre yapmasına engel olunması üzerine nazil olmasını delil göstermişlerdir. Zira Resulullah herhangi bir korku veya hastalık yahut bir âfet yüzünden değil bizzat Kureyş müşrikleri tarafından insan gücüyle engellenmiştir. Bu da âyet-i kerimede olarak zikredilmiştir. Bu itibarla hastalık vb. şeyler sayılmaz. Bu gibi hallere maruz kalanlar ihramdan çıkmak için gereğini yapar ve ihramdan çıkarlar.

Taberi birinci görüşü tercih etmiş ve Özetle şunları söylemiştir: Âyette zikredilen engel her ne kadar düşmanın dışındaki engeller ise de düşman engeli de düşman engeli de kıyas yoluyla bu gibi engellerden sayılır. Bu itibarla Hacca gitmekte olan kimse^düşman korkusu, hastalık, âfet ve bizzat düşmanın veya herhangi bir insanın engeî olmasıyla karşılaşacak olursa gücünün yettiği bir kur­banı göndererek yerinde kestirir ve ihramdan çıkar.

Bu hususta mezheplerin görüşleri de şöyle özetlenmiştir:

a- Ebu Hanifeye göre, Hac yapmaya düşman engel olabileceği gibi, has­talık, acizlik, sakatlık ve yol şaşırma gibi şeyler de engel teşkil edibilir. Böyle bir engelle karşılaşan kişi, Haccını eda edemezse kurban kesip ihramdan çıkar ve gelecek Hac mevsiminde Haccını eda eder. Bu hususta Peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Kimin bir yeri kırılır veya sakat olur da ihramdan çıkmak zorunda kalırsa ertesi yıl ona Hac yapmak gerekir. [229]

b- İmam Şafii, İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel’e göre ise Hac yapana, sadece düşmanın mani olması engel sayılır. Hastalık, sakatlık ve yol şaşırma gi­bi haller Hacca engel teşkil etmez. Bunlara maruz kalan kişi bu sebepler ortadan kalkıncaya kadar ihramh olarak sabretmeli ve bunlar ortadan kalkınca Haccını tamamlamalıdır.

Bu görüş, Abdullah b/Abbas ve Abdullah b. Ömer’den rivayet edilmekte­dir. Ancak bunlara göre ihrama girerken: “Herhangi bir engelle karşılaştığım takdirde ihramdan çıkacağım.” diye niyet eden kişi müstesnadır. Böyle diyen bir kimse kurban kesip ihramdan çıkabilir. Ve Haccını gelecek mevsimde eda eder. Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki:

“Zübeyirin kızı Dubae Resulullah (s.a.v.)e geldi ve : “Ey Allah’ın Resulü, ben bu sene Hac yapmak istiyorum, (fakat mazeretim var) buna dair bir şart ko­şayım mı?” dedi. Resulullah buyurdu ki: “Evet.” Dubae “Ne diyeyim?” diye sordu. Resulullah buyurdu ki: “Lebbcyk AHahümme Lebbcyk, ey Allah’ım, nerede benim Hac yapmama bir engel yaratırsan orada ben ihramdan çık­mış olayım.” [230]

Miifessirler, bu âyette zikredilen “Gücünüzün yettiği kurban” ifade­sinden nasıl bir kurbanın kastedildiği hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir:

a- Abdullah b. Abbas, Hasan-ı Basri, Katade, Atâ, Süddi, Alkame, İbra­him en-Nehai, İmam Mâlik ve Hz. Aliye göre burada zikredilen Kurban’dan maksat, koyundur.

b- Abdullah b. Abbastan nakledilen ikinci bir görüşe göre burada zikredi­len kurban’dan maksat, koyun, koç, keçi, teke, inek, öküz, dişi deve, erkek de­ve’den herhangi biridir. Bir koyun kesmekle yetini lebi Ieceği gibi büyüğünü kes­mek daha evladır.

c- Hz. Ömer’in oğlu Abdullah, Hz. Aişe, Tavus, Mücahid ve Urve b. Zü-beyrden; nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen kurban’dan mak­sat Deve ve sığırdır. Âyetteki “Kolayınıza gelen” ifadesinden maksat, “Deve ve sığırdan kolayınıza gelen” demektir. Yani, deve ve sığırdan değeri daha dü­şük olanları kurban edebilir.” demektir.

Taberi birinci görüşü tercih etmiş “Kolayınıza gelen bir kurban gerekir.” ifadesindeki kurban’dan maksadın koyun olduğunu söylemiştir. Zira âyette “Kurban” kelimesi “Hediye” olarak ifade edilmiştir. Hediye ise aslında hediye etmek isteyen kimsenin hür türlü hediyesini kapsar. Ancak Allah teala, kurban olacak hediyelerin belli sınıf hayvanlardan olacağını beyan ettiğinden o hayvan­lardan hediye sunulur. Hediye edene bu hayvanlardan en kolay gelecek olanı ise koyundur.

Âyet-i kerimede: “Kurban yerine varmadan başınızı tıraş etmeyin.”

buyurulmaktadır. Müfessirler bu âyette zikredilen “Kurbanın yerinin” neresi ol­duğu hakkında çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

a- “Hac için engel ancak düşman engelidir.” diyenler, “Kurbanın yerinin düşmanın engellediği yer olduğunu söylemişlerdir. Buranın, Haram bölgesi ve­ya Harem dışı olması farketmez. Nitekim Resulullah (s.a.v.) Umre yapmak için yola çıktığında Kureyş müşrikleri Hudeybiyede Resulullah’ın önüne çıkmışlar ve onun Umre yapmasına engel olmuşlardır. Resulullah Hudeybiye sulhunu yaptıktan sonra kurbanını orada kesmiş, tıraş olup ihramdan çıkmış, sahabileri-ne de aynı şeyi yapmalarını emretmiştir. Hudeybiye Harem bölgesi olmadığı halde kurbanların orada kesilmesi göstermiştir ki önemli olan kurbanların, ken­dilerinden faydalanılacak yerde kesilmeleridir. Orasının Harem bölgesi veya Harem dışı bir yer olması önemli değildir. Kurban, düşmanın,engel olduğu yer­de kesilir. Âyette zikredilen “Kurba’nın ycri”inden maksat, kesilen kurbanla­rın etlerinin yendiği ve kendilerinden fayda sağlanan yerdir. Nitekim Resulul-lah’tan, bu görüşün doğru olduğunu göstererî şu hadis-i şerif rivayet edilmiştir:

Ümmü Atıyye el-Ensari diyor ki:

“Bir gün Resulullah Hz. Aişe’nin yanına girdi ve ona ” (Yiyecek) bir şe­yiniz var mı?” dedi. Hz. aişe: “Hayır yok. aneka senin Nüseybeye gönderdiğin sadaka koyundan onun bize gönderdiği bir parça et var.” dedi. Bunun üzerine Resulullah: “Şüphesiz ki o sadaka yerine ulaşmıştı.” buyurdu. [231]Yani Resulullah “Sadaka yerine ulaştı.” derken “Sadaka kendisinden faydalanacak kişiye verildi o da ondan bir miktar hediye etti.” demek istemiştir. Âyet-i keri­mede de “Kurbanların yerine varması” ifadesi bu anlamdadır.

Bu görüşte olan âlimler, ihrama girmiş olan bir insanın, düşmanın engel­lemesi dışında herhangi bir sebepten dolayı Haccını veya Umre’sini yerine geti­rememesi halinde Kâbeyi tavaf etmedikçe ve Safa ile Merve arasında sa’y yap­madıkça ihramdan çıkamayacağını söylemişlerdir. Zira bunlar, hastalık, sakat­lanma vb. şeyleri Hacca engel olan şeyler saymamışlar, dolayısıyle böyle olan kişilerin kurban keserek ihramdan çıkabileceklerini kabul etmemişlerdir. Bu göengellemesi sonucu kurban keserek ihramdan çıkan kişinin Hac veya umre’sini kaza etmesi gerekmez. Ancak farz olan Hac bunun dışındadır.

b- Diğer bir kısım âlimlere göre ise, herhangi bir sebeple Haccı yapama­yan ihramh kişi, bu ihramından, kurbanını harem bölgesinde kestirerek çıkabi­lir. Bunlara göre Hac yolunda hastalanan veya bir yeri kınlan yahut düşman ta­rafından engellenen insan, yanında bulunuyorsa kurbanını gönderir yoksa kur­banının değerini gönderip kurban aldırır ve harem bölgesinde kesilmesini ister. Ancak kurban kesildikten sonra ihramdan çıkabilir. Bu görüş Abdullah b. Mes’ud, Abdullah b. Abbas. Ata, Süddi vb. âlimlerden nakledilmiştir. Bu görüş­te olan âlimler, Hudeybiye hadisesinde Resulullah’ın, kurbanları harem bölgesi dışında kestiğinin kesin olmadığını , Naciye b. Cündeb el-Esleminin, Resulullah’ın kurbanını alıp götürerek Harem bölgesinde kestiğini söylediğini bu nedenle kurbanların harem bölgesi dışında kesildiğini bildiren haberin kesin­lik ifade etmediğini, nitekim Abdullah b. Mes’udun da benzer bir hadisede kur­banı harem bölgesi dışında kesmeyi kabul etmediğini söylemişlerdir.

Bu hususta Abdurrahman b, Yezid diyor ki: “Amr b. Said en-Nehai Umre için ihrama girdi. “Zatüşşükuk” denen yere varınca kentlisini yılan soktu. Arka­daşları yola çıkıp insanları gözetliyorlardı. Bir de baktılar ki Abdullah b. Mes’ud geliyor. Olayı kendisine anlattılar. O da: İşınlan kişi bir kurban göndersin. Ara­nızda belli bir gün tesbit edin kurban kesilince o ihramdan çıksın. Ancak o kişi­nin, Umre’sini kaza etmesi gerekir.” dedi.

Başka bir rivayette ise, Abdurrahman b. Yezid olayı şöyle anlatmaktadır: “Biz, umre için ihramı giyip yola çıkmıştık. İçimizde Esved b.Yezid de bulunu­yordu. Biz, “Zatüşşükuk” denen yere gelip konaklayınca, içimizden bir arkada­şımızı yılan soktu. O, bundan dolayı çok sıkıntıya düştü. Ne yapacağımızı bile­mez olduk. Bazı arkaduşlanmız yola çıktılar. Bir de baktık ki içlerinde Abdul­lah b. Mes’udun da bulunduğu bir kervan geliyor. Ona eledik ki: “Ey Ebu Ab­durrahman, bizden birini yılan soktu. Şimdi onun durumu ne olacak? Abdullah b. Mes’ud dedi ki: “O, sizinle birlikte bir kurban değeri göndersin. Siz, aranızda belli bir gün tayin edin. Kurbanın kesildiği gün o ihramdan çıksın. Ancak gele­cek yıl Umre’sini kaza etsin.”

c- Diğer bir kısım müfessirler ise bu âyeti şu şekilde izah etmişlerdir: “Ey müminler, şayet sizler. Hac için ihrama girer de bir hastalık veya düşman kor­kusu sebebiyle Haccınızı devam ettiremez ve Arafatta vakfeye dunnayı kaçıra­cak olursanız size Haccınızı yapamayışınıza karşılık kolayınıza gelen bir kurban gerekir. Aynca eda edemediğiniz haccı da kaza etmeniz gerekir.” Bu görüşte olan âlimlere göre gerek hastalık gerekse herhangi bir sebepten dolayı Hac ya­pamayan insanların, sonradan Haccın menasikinî yapabilecek güce sahip olma­ları halinde haclannı mutlaka yapmalım gerekir. Arafatta vakfeye dunnayı kaçılan halinde haclarını mutlaka yapmaları gerekir. Arafatta vakfeye durmayı kaçı-nriarsa onun için bir kurban keserler. Fakat bununla ihramdan çıkamazlar, İh­ramdan çıkabilmeleri için Kâbeyi tavaf etmeleri ve Safa ile Merve arasında sa’y etmeleri şarttır. Ertesi yıl Haclarını da kaza ederler. Bu görüşte olan âlimlere göre, Umrede ihsar (Umre’nin engellenmesi) diye bir şey söz konusu değildir. Çünkü Umre her zaman yapılabilir. Umre yapan kimse bu âyet~i kerimenin ifa­desine dahil değildir. Umre yapan kimsenin böyle bir engelle karşılaştığı za­man, Umre’sinin geriye kalan menasikini yapmasıyla ihramdan çıkabilir. Bu gö­rüşte olan âlimler, düşmanın engel olması durumunda, hastalık halinde de oldu­ğu gibi, ihramlı kişinin, ihramından çıkabilmesi için mutlaka tavaf ve sa’y yap­masının gerekîi olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir:

a- Bazılarına göre, artık bugün tavaf ve sa’y yapmadan önce ihramdan çıkmayı caiz kılacak bir düşman engelinin olmayacağını söylemişlerdir. Bunlar, “Herhangi bir hastalık böyle bir engel sayılamayacağı gibi artık bugünden son­ra herhangi bir düşman engeli de sözkonusu olmaz.” demişlerdir. Bu görüş, Ab­dullah b. Abbas ve Hz. Aişeden nakledilmiştir.

b- Diğer bir kısım müfessirler ise “Düşmanın Hacca engel olması, bugün de geçerlidir. Bugünden sonra da olabilecektir.” demişlerdir. Bu görüş, Abdul­lah b. Ömer’den nakledilmiştir. Bu hususta, Abdullah b. Ömer’in şunları söyle­diği rivayet edilmektedir: “Kim, Hac için ihrama girer de, Haccina devam etme­sine düşman korkusu veya bir hastalık, yahut kendisini taşıyan binek veya ben­zeri bir şey engel olacak olursa o, bu engelden dolayı kendisi için gerekli olan her şeyi yapabilir. Ancak, hanımına yaklaşmak ve koku sürmek helal olmaz. O, bu engelden dolayı, Allah’ın, kendisine emrettiği oruç veya sadaka yahut kurban kesme fidyelerinden birini yerine getirir. Şayet engellenmiş halde, Haccın bütün menasikini veya Arafatta vakfeye durmayı kaçıracak olursa artık Haccı geçmiş olur. O, haccını Umre’ye çevirir. Mekke’ye gider. Kâbeyi tavaf eder. Safa ile Merve arasında sa’y eder. Yanında kurbanı varsa Mekke’de, Mescid-i Harama yakın bir yerde onu keser. Sonra tıraş olur veya saçını kısaltır. İşte bundan son­ra o kişiye, hanımına yaklaşmak, koku sürmek ve diğer şeyler helal olur. Bu ki­şinin, ertesi yıl Hac yapması bir de kolayına gelen bir kurban kesmesi gerekir.

Taberi diyor ki: “Bu âyet-i kerimenin tefsirinde zikredilen görüşlerden daha doğru olanı, şöyle söyleyen görüştür: “Herhangi bir insan, ister Umre yap­mak için isterse Hac yapmak için ihrama girecek olur da Haccını veya Umre’si-ni yerine getirmesine bir düşman, hastalık yahut benzeri bir şey engel olacak olursa o kimse, engellendiği yerde, kolayına gelen bir kurban keser, ihramdan çıkar ve Haccını veya Umresini imkân bulduğunda kaza eder. Kurbanın kesildi­ği yerin, Harem bölgesi olması şart değildir. Taberi sözlerine devamla diyor ki: “Bu görüşün doğru oluşunun sebebi şu hadisenin Resuluüah’tan tevatür yoluyla nakledilmiş olmasıdır. Resulullah ve sahabileri, Umre yapmak maksadıyla ihmüşrikleri tarafından engellenmişlerdir. Hem Resulullah hem de sahibileri kur­banlarını orada kesmişler ve Kâbeye gidip tavaf etmeden ihramlarından çıkmış­lar, ertesi yıl ise tekrar ihrama girerek Umrelerini kaza etmişlerdir. Hiçbir siyer âlimi veya diğer âlimler Resulullah’ın ve sahabilerinin Hudeybiye hadisesinde Kâbeyi tavaf etmeden ve Safa ile Merve arasında sa’y yapmadan ihramdan çık­madıklarını iddia etmemiştir. Amellerin en iyisi de Resulullah’a tabi olunarak yapılan amel olduğuna göre ihtilaf edilen bu meselede, tercihe şayan olan görüş, bizim zikrettiğimiz görüştür.

Her ne kadar bu olay, sadece Umre’nin kaza edildiğini ifade ediyorsa da, herhangi bir engelden dolayı Hac için ihrama girenin Haccım eda edememesi halinde onun da Haccım kaza etmesi gerektiği şu hadisten, anlaşılmaktadır; Haccac b. Amr el-Ensari diyor ki:

“Resulullah şöyle buyurdu: “Kimin bir yeri kırılır veya sakatlanacak olursa o kimse ihramdan çıkar ve ertesi yıl Haccetmek onun üzerine bir borçtur.” îkrime diyor ki: “Ben, Abdullah b. Abbas ve Ebu Hureyreden bu ha­disi sordum. Onlar da: “Haccac b. Amr doğru söylüyor.” dediler[232]

Taberi sözlerine devamla diyor ki: “Nafile bir Hac yapmak için ihrama giren kimse, düşman engelinden dolayı ihramından çıkacak olursa ona haccım kaza etmek gerekmez. Düşman engeli dışında hastalık gibi herhangi bir şeyden dolayı ihramdan çıkacak olursa onun, Haccım kaza etmesi gerekir.” diyen kim­selere denir ki: “Her ikisi de ihramdan çıktığı halde birisinin, haccım kaza et­mekle mükellef olduğuna, diğerinin ise Haccım kaza etmekle mükellef olmadı­ğına hükmetmenizin sebebi nedir? Şayet derlerse ki: “Âyet-i kerimenin nüzul sebebi, düşmanın engel olmasıdır. Bunun için âyetin hükmü bu engelle tahsis edilmiştir.” Cevaben denilir ki: “Diğer engelleri, düşman engeline kıyaslamaya mani olan nedir?” Zira her ikisinde de illet benzerliği vardır. O da Haccın eda edilmesine engel olunmasıdır.”

Taberi diyor ki: “Umrede engel diye bir şey yoktur, sadece Hacda engel olabilir” diyenlere cevaben denilir ki, “Sizler, Resulullahın Umre yapma yolunda engellendiğini ve engelden dolayı ihramdan çıktığını bilmiyor musunuz? O halde.mrede engel diye birşey yoktur.” şeklindeki sözünüzün delili nedir. Eğer bir kimse size karşı aksini iddia eder ve diyecek olursa ki: “Aslında Hacda engel diye bir şey yoktur. Çünkü Resulullahın hayatında böyle bir şey meydana gel­memiştir. Sadece Umrede engel vardır. Zira böyle bir olay bizzat Resulullahın hayatında vuku bulmuştur.” Buna cevabınız ne olacaktır?

İmam Şafii, Haccın engellenmesinden dolayı kesilmesi icabeden kurba­nın, harem dışında da olsa, engelin ortaya çıktığı yerde kesilip ihramdan çıkabi­leceğini söylemiş Ebu Hanife ise bu kurbanın dahi ancak Harem bölgesinde ve tercihan Minada kesilmesi gerektiğini söylemiştir. Buna göre Hacdan engelle­nen kişi, kurbanını Minaya gönderip kestirdikten sonra ihramdan çıkabilir.

Âyet-i kerimenin devamında: “Sizden kim hasta olur veya başında ra­hatsızlık bulunursa tıraş olabilir. Ve bunun için oruç tutmak veya sadaka vermek veya kurban kesmek suretiyle fidye verir.” buyurulmaktadır.

Müfessirler, âyet-i kerimenin bu bölümünün izahında çeşitli yönlerden farklı şekillerde izahlarda bulunmuşlardır. Mesela: Âyetin bu bölümünün de, Haccı engellenen kişiyle mi ilgili olduğu yoksa müstakil bir hüküm mü ifade et­tiği hususunda farklı görüşler zikredilmiştir.

Bir kısım âlimler, burada zikredilen hükmün, Haccı engellenen kişiye ait olduğunu ileri sürmüşler ve şöyle demişlerdir: “Haccı engellenen kişi ihramdan çıkabilmek için bir kurban gönderip kestirmelidir. Şayet kurban kesilmeden ön­ce hasta olur veya başında bir rahatsızlık bulunur da tıraş olursa bu kimse, hem âyette zikredilen üç fidyeden birini verecek hem de engellenme kurbanı kese­cektir. Yani: Hem başını tıraş ettiği için oruç tutacak hem de engellenme kurba­nı kesecek veya hem başını tıraş ettiği için sadaka verecek hem de engellenme kurbanı kesecek yahut ta başını tıraş etme kurbanı hem de engellenme kurbanı kesecektir.”

Çocuğunluğun görüşüne göre ise âytin bu bolümü müstakil bir bölümdür. Hac için ihrama giren kişi hasta olur veya başında bir rahatsızlık bulunursa tıraş olabilir. Bunun için de ya üç gün oruç tutar veya herbirine yanm sa ölçüsüyle altı fakiri doyurur yahut ta bir ceza kurbanı keser. Bu bölümün Haccın engellen­mesiyle alakası yoktur.

Yine müfessirler, ihramlı iken Hac yapmaktan engellenen kişinin ihram­dan çıkmak için kesmekle mükellef olduğu kurban, yerine varmadan her hangi bir hastalık veya rahatsızlıktan dolayı başını tıraş edecek olursa bu tıraş için ve­receği fidyeyi tıraştan önce mi vermelidir yoksa sonra mı vermelidir? Yahut da fidyede belirtilen üç şıktan bazılarını tercih edecek olursa onu tıraştan önce yapmalıdır. Diğer bazılarını tercih edecek olursa onları tıraştan osnra yapmalıdır.” şeklinde çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

a- Bazılarına göre, Hacdan engellenen kişi ihramdan çıkabilmesi için ke­silecek bir kurban gönderdiği sırada henüz kurban kesilmeden bir rahatsızlıktan dolayı veya başında bulunan bir hastalıktan dolayı tıraş olmak isterse, kurban yerine varmadan, Önce tıraş olur daha sonra fidye verir ki bu da ya oruç tutmak veya sadaka vermek yahut da kurban kesmektir.

b- Diğer bir kısım âlimlere göre ise eğer bu duruma düşen biri kişi kur­ban kesme veya sadaka verme hususlarından birini tercih edecek olursa önce bunlardan birini yapar daha sonra tıraş olur. Şayet, oruç tutmayı tercih edecek olursa önce tıraş olur daha sonra orucunu tutabilir. Bu görüş, Hasan-ı basri ve Alkame’den rivayet edilmiştir.

c- Başka bir kısım âlimlere göre ise bu duruma düşen kişi başını tıraş et­meden Önce, belirtilen fidyelerden birini yerine getirir, ondan sora tıraş olur. Bu, görüş, Abdullah b. Abbas ve Ata’dan rivayet edilmiştir.

Taberi fidyenin, başı tıraş ettikten sonra verilmesi gerektiğini söyleyen görüşün daha doğru olduğunu söylemiştir. Taberi âyet-i kerimenin bu bölümü­nün Kâ’b b. Ucre isimli sahabinin Hudeybiye sulhu esansında başında meydana geldiği görülen bitlenmeden dolayı nazil oldugnu ve Resul ullah’m, Kâ’b’e, başı­nı tıraş ederek fidye vermesini emrettiğini bu fidyenin de oruç tutmak veya fa­kirleri doyurmak şeklinde sadaka vermek yahut kurban kesmek olduğunu beyan ettiğini söylemiştir Âyette zikredilen “hastahk”tan maksat, iyileşmesi için başın tıraş edilmesini gerektiren hastalıktır. Yine insanın vücudunda görülen ve ancak içinde güzel kokular bulunan ilaçlarla tedavi edilebilen hastalıklardır. Baştaki rahatsızlıktan maksat, ise baş ağnsı, başın yaralanması vb. şeylerdir. Keza, bit ve diğer haşeratın insanın başında bulunması da bu tür rahatsızlıklardan sayıl­maktadır. Nitekim Kâ’b b. Ucre, bundan dolayı başını tıraş etmiş bu âyet te bu­nun üzerine nazil olmuştur. Kâ’b b. Ucrenin, bu olayı bizzat kendisinden, Ab­dullah b. Ma’kilden, Abdurrahman b. Ebi Leyla dan, oğlu Muhammet! b. Kâ’b dan, Ebu Vâilden, Abdullah b. Amr b. el-As’dan ve diğer bir kısım ravilerden ri­vayet edilmiştir.

Bu hususta, ihramii iken hastalanan Kâ’b b. Ucre şöyle diyor:

“Beni alıp Resulullah’a götürdüler, Bitler yüzümden dökülüyordu. Resu-lullah* beni görünce şöyle buyurdu: “Bu kadar perişan olacağını tahmin etmez­dim. Bir koyunun var mı?” “Hayır” dedim. “Öyleyse üç gün oruç tut veya her-birine yanm sa’ ölçüsüyle altı fakire yiyecek ver ve başını tıraş et.” buyurdu. İş­te bunun üzerine bu âyet benim hakkımda nazil oldu. Fakat sizin hepiniz için geçerlidir. [233]Bu hususta daha farklı rivayetler de vardır.

Müfessirler, bir zaruretten dolayı başını tıraş eden ihramlı kişinin tutacağı orucun ve vereceği sadakanın miktarı hakkında çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

a- Ebu Mâlik, Atâ, İbrahim en -Nahai, Mücahid, Abdullah b. Ma’kıİ, Süddi, Rebi1 b. Enes, Said b. Cübeyr, Muhammed b. Kâ’b, Alkame ve Hz. Ali’den nakledilen bir görüşe göre bu hale düşen insanın tutacağı orucun miktarı üç gün, vereceği sadakanın miktarı da altı kişiyi doyuracak kadar üc sa’ ölçüsü yiyecektir. Her fakire yarım sa’ yiyecek verir. Kurban ise bir koyundur.

b- Hasan-ı Basri ve İkrimeden nakledilen diğer bir görüşe göre ihramlı iken başını tıraş eden kimsenin tutacağı orucun miktarı on gün, doyuracağı faki­rin sayısı da on’dur. Bunlar bir hastalık veya eziyetten dolayı başını tıraş edecek olan insanın, kurban kesmeyi bırakıp oruç tutma veya fakirleri doyurma şıkla­rından birini tercih etmesi halinde Haccı temettü yapanın kurban kesmemesi ha­lindeki oruç tutma durumuna benzediğini söylemişlerdir. Allah teala, Hacc-ı Temettü yapanın, keseceği bir kurbanı bulunmaması durumunda on gün oruç tutacağım beyan etmiştir. Binaenaleyh ihramlı iken başını tıraş edenin tutması icabeden oruç ta on gün olmalıdır. Fakirleri doyurmak ta oruç tutmanın alterna­tifi olduğuna göre, her günün karşılığında bir fakiri doyurması icabeder. Zira Allah teala Ramazan orucunu tutmaktan âciz olana her gün için bir fakiri doyur­masını emretmiştir. Burada da durum böyledir.

c- Said b. Cübeyr ve Mücahidden nakledilen başka bir görüşe göre, ih­ramlı iken başını tıraş etmek mecburiyetinde kalan kişinin, varsa kurban kesme­si gerekir. Kurban yoksa bir kurban değeri kadar yiyecek alır ve fakirlere sadaka olarak verir. Bu da yoksa kurbanın değeri ile alınacağı farzedilen yiyeceklerden her yanm sa’ karşılığında bir gün oruç tutar. Görüldüğü gibi bunlar, başını tıraş edene gereken fidyelerden birinin verilmesinin ihtiyari olmadığını, belli bir sı­ralamaya uyulması gerektiğini söylemişlerdir. Ancak diğer bir çok âlimler bu fidyelerden herhangi birinin verilmesinin seçenekli olduğunu söylemişlerdir.

Mesela Mücahid, Ata, Amr b. Dinar, Abdullah b. Abbas ve İkrime: “Kur’an-ı kerimde şu veya şu şeklinde ifade edilen her şey seçeneklidir. Mükellef olan ki­şi onlardan birini yerine getirebilir. Kur’an-ı Kerimde “Kim bunu bulamazsa diğerini yapsın.” şeklinde zikredilen her hükümde ise, sıralamayı tekibetme mecburiyeti vardır.” demişlerdir.

Taberi diyor ki: “Bu hususta doğru olan görüş, Resulullah’tan, te’yidli bir şekilde rivayet edildiği tesbit edilen, Kâ’b b. Ucre olayıdır. Bundan anlaşılıyor ki ihramh iken başında bir hastalık veya rahatsızlık meydana gelen, bu sebeple başını tıraş etmesi icabeden kimse dilerse bir koyun keser dilerse üç gün oruç tutar, dilerse altı fakirden herbirine yanm sa’ ölçüsünde yiyecek tasudduk eder. Bu kişi bunlardan herhangibirin yapmakta serbesttir. Zira Allah teala, herhangi bir sıra takibetme mecburiyeti getirmemiştir.

“Tıraş olmadan önce keffaret verip sonra tıraş olmalıdır.” diyenlere ce­vaben denilir ki: “Hacc-ı temettü yapan, önce kurban kesip sonra mı Haca Te­mettü yapar yoksa önce Hacc-ı Temettü yapıp sonra mı kurban keser? Keza, ye­min için keffaret, yemin etmeden önce mi verilir yoksa yemin ettikten sonra mı verilir? Eğer “Önce verilir.” derse, ümmetin ittifak ettiği bir konuda ihtilafa düş­müş olur. “Sonra verilir” diyecek olursa, başını tıraş edenin keffaretinin de tıraş­tan Sonra yerine getirileceğini kabul etmiş olur.

İhramh iken başını tıraş edeni, Hacc-ı Temettü yapana kıyaslayarak on gün oruç tutması veya on fakiri doyurması gerektiğini söyleyenlere denir ki: “Sizler bu hususta, Resulullah’tan gelen sahih bir hadis-i Şerife muhalefet edi­yorsunuz.”

Müfessirler, ihramh olan kimsenin bir hastalıktan veya başındaki bir ra­hatsızlıktan dolayı başını tıraş etmesi için kurbanı nerede keseceği, orucu nerede tutacağı, fakiri nerede doyuracağı hususunda da farklı görüşler zikretmişlerdir:

a-Hasan-ı Basri, Tavus, Ata ve Mücahide göre kurban kesme ve fakirleri doyurma, mutlaka Mekkede yapılmalıdır. Mekke’nin dışında yapılmaları halin­de fidye borcu ifa edilmiş olmaz. Fakat orucu her yerde tutmak mümkündür.

b- İbrahim en-Nehai, Mücahid ve Abdullah b. Cafer’den nakledilen diğer bir görüşe göre, ihramlı iken başı tıraş etmenin fidyesi olan oruç tutma veya fa­kiri doyurma yahut kuban kesme hadisesi, fidye verenin dilediği yerde yapılabi­lir. Bunlar, görüşlerine delil olarak, Hz. Alinin oğlu Hz. Hüseyin’in ihramh iken “Sakya” ile “Arc” denilen yerler arasında hasta olması üzerine, Hz Ali’nin, götü­rüp Harem bölgesi dışında onun başını tıraş etmesi ve bundan dolayı da bir de­ve kesmesidir. Bu deve harem bölgesi dışında kesilmiştir.

c- Ata’dan nakledilen başka bir görüşe göre başını, zaruretten dolayı tıraş edenin, varmekle yükümlü olduğu fidyelerden kurbanı seçmesi halinde onu mutlaka Mekke’de kesmesi lazımdır. Oruç tutma veya fakirleri doyurma şıkla­rım tercih ettiği takdirde ise bunları herhangi bir yerde yerine getirebilir.

Taberi âyet-i kerimenin genel ifadesine bakarak, başını tıraş etmek mec­buriyetinde kalan ihramlının fidyelerinden herhangibirini dilediği yerde yerine getirebileceğini söylemiştir.

Müfessirler, belli bir hastalık veya sıkıntı nedeniyle ihramlı iken başını tı­raş eden kimsenin, tıraş etmesine fidye olarak kurban kesmesi halinde, kurbanı­nın etinden yeyip yiyemiyeceği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Ata, Mücahid ve Tavus’a göre böyle bir insan fidye olarak kestiği kur­banın etinden yiyemez. Bu hususta Ata ve Mücahidin, şunu söyledikleri rivayet edilmektedir. “Üç çeşit kurbanın etinden, onu kurban eden kimse yiyemez: İh­ramlının işlediği bir suçtan dolayı kesilen kurban, ihramlı iken başın tıraş edil­mesinden dolayı kesilen kurban ve adak kurbanı.

b- Abdullah b. Ömer, Hammad ve Hasan-ı Basriden nakledilen diğer bir görüşe göre ihramlı iken bir zaruretten dolayı başını tıraş eden kimse bu sebeple kestiği kurbanın etinden yiyebilir. Zira bu da, diğer kurbanlar gibi bir kurbandır.

Taberi böyle bir kurbanı kesenin sadece kesmekle emrolunmayıp aynı za­manda onu tasadduk etmekle emredildiği düşünüldüğünden, kestiği kurbandan yemesinin serbest olduğunu söylemiş ve bu kurbanın maldan verilen zekata benzediğini bildirmiştir.

Ayeti kerimenin devamında: “Eğer emniyet içindeyseniz, Hac zama­nına kadar Umreden faydalanan kimseye kolayına gelen bir kurban gere­kir.” buyumlmaktadır. “Eğer emniyet içindeyseniz.” ifadesinden maksat, Alka-me ve Urveye göre “Eğer sizler, sizi Haccınızdan ve Umrenizden alıkoyan has­talığınızdan şifa bulduysaniz.” demektir. Katade ve Rebi’ b. Enese göre ise: “Eğer sizler, düşman korkusundan kurtulup emniyet içinde olursanız” demektir. Taberi de: Kur’anda “Emniyet” kelimesinin kullanılması dolayısiyle bu görüşü tercih etmiştir. Çünkü emniyet, hastalıktan kurtulmada değil, korkudan kurtul­mada söz konusu olur. Keza bu âyet-i kerime Resulullah’a ve sahabilerine, Ku-reyş müşrikleri tarafından engellendikleri bir zamanda inmiştir. Bu itibarla, düş­man korkusundan emniyet söz konusudur.

Âyet-i kerimenin “Hac zamanına kadar Umrc’dcn faydalanan kimse­ye kolayına gelen bir kurban gerekir, bölümündeki “Umrcdcnm faydala­nan” ifadesinden neyin kastedildiği hususunda müfessirler çeşitli görüşler zik­retmişlerdir:

a- Bazılarına göre burada şu husus kastedilmekledir: Kim korku veya hastalık gibi herhangi bir sebepten dolayı Haccım tamamlayamaz Mekke’ye gi­dip Umre yaptıktan sonra ihramdan çıkarsa, gelecek Hac zamanına kadar ihramsız olarak yaşamaktan faydalanır ve Hac zamanı gelince de Haccını yaparsa bir kurban kesmekle yükümlüdür. Abdullah b. Zübeyr bu görüştedir. İshak b. Sü-veyd diyor ki: “Ben, Abdullah b. Zübeyrin hutbe okurken şunları söylediğini işttim. “Ey insanlar, Hac zamanına kadar Umreden faydalanmak sizin yaptiğniz gibi değildir. Buradaki faydalanmaktan maksat, Hac için ihrama giren kimse, düşman tarafından veya bir hastalık yahut bir kırık sebebiyle ya da hapsedilme yüzünden Hac yamaktan alıkonur ve Hac günlerini geçirecek olursa o Haccını Umre’ye çevirir. Gelecek yıl Hac yapıncaya kadar ihramdan çıkıp faydalanır. Ertesi yıl Haccını yapar ve bundan dolayı bir kurban keser. İşte Hacca kadar Umre’den faydalanmak budur.

b- Diğer ballarına göre ise âyetin bu kısmının izahı şöyledir: “Hacdan en­gellendiğiniz zaman, gücünüzün yettiği bir kurban keserek ihramdan çıkın, gü­vene ulaştığınız zaman da, engellendiğiniz Hac için giymiş olduğunuz ihramdan Umre yapmaksızın çıkacak olursanız,Umre yapmayı da ertesi yıla bırakır, erte­si yıl Hac aylarında Umre yaparak Hac aylarına kadar ihramdan çıkarsanız, gü­cünüzün yettiği bir kurban kesmeniz gerekir. Yani, Hacdan engellenen kişi kur­ban keser, sonra da Umre yaparak ihramdan çıkar. Şayet Umre yapmadan, ih­ramdan çıkacak olursa, hem umresini hem de Haccını kaza etmesi gerekir. Erte­si yıl, Hac aylarında Umre yapar da ihramdan çıkar ve tekrar Hac günlerinde ih­rama girecek olursa kaza edilen Hac ile kaza edilen Umre arasını ihramsiz ge­çirmesinden dolayı onun, bir kurban kesmesi gerekir. İbrahim en-Nehai, Kata-de ve Hz. Ali’nin bu âyeti bu şekilde izah ettikleri rivayet edilmiştir.

c- Diğer bazılarına göre de, âyetin bu bölümünün izahı şöyledir: Kim hac için niyet eder sonra da Haccjnı Umreye çevrir ve Umreyi yapıp, gelecek yıl Hac yapıncaya kadar ihramdan çıkarsa o kimseye , gücünün yettiği bir kurban kesmesi vaciptir. Bu görüş, Suudi’den nakledilmiştir.

d- Bir diğer görüşe göre ise âyetin bu bölümünün izahı şöyledir: “Kim Hac aylarında Umre yapar, Umresini yaptıktan sonra ihramdım çıkar ve Mek­ke’de ihramsiz durur daha sonra da ihrama girip o senenin Haccını yapacak olursa o kimsenin bir kurban kesmesi vaciptir. Bu görüş, Mücahid Abdullah b. Ömer, Said b. el-Müseyyeb, Ata ve benzeri âlimlerden nakledilmiştir. Nâfi di­yor ki: “O ve Ömer’in oğlu Abdullah, Şevval ayında birlikte yola çıkmışlar. Mekke’ye vannca da Hacca kavuşmuşlardır.Bunun üzerine Ömerin oğlu Abdul­lah: “Kim bizimle birlikte Şevval ayında Umre yapmak için yola çıktı sonra ila Haccını yaptıysa o, Hacc-ı Temettü yapmıştır. Onun, kolayına gelen bir kurban kesmesi gerekir. Kurban bulamıyorsa. Hac günlerinde üçgün oruç tutması, yedi gün de ailesine döndüğünde oruç tutması gerekir.

Taberi diyor ki: “Bu âyetin izahında tercih edilen görüş, şunu söyleyen görüştür: “Ey müminler, siz Hac için ihrama girdiğinizde size engel olunursa koyaymıza gelen bir kurban keser daha sonra da kendinizi güven içinde hisse­dince Haccınızı kaçırdığınız için ertesi yıl Umre yapıp daha sonra da Hac ayla­rına kadar Umre için girmiş olduğunuz ihramdan çıkacak olursanız size de kola­yınıza gelen bir kurban kesmek veya on gün oruç tutmanız gerekir. Daha sonra Haccınızı kaza edersiniz. Taberi devamla diyor ki: “Her ne kadar bu âyet-i keri­me, Haccı engellenmiş olmayan ve normal Hac aylarında Umre yapıp Hacdan önce Umre ihramından çıkan ve tekrar Hac için ihrama girenler hakkında da hü­küm ifade ediyorsa da âyet-i kerimenin ilk kısmında Haccm engellenmesinden bahsedildiğinden, âyetin bu bölümünü de Haccı engellenen kişi hakkında yo­rumlamak daha evladır.

Âyet-i kerimede “Kurban bulamayan kimseye Hac sırasında üç gün, döndüğünüzden sonra yedi gün oruç tutması gerekir.” buyuru! m aktadır. Müfessirler âyet-i kerimede zikredilen, Hac sırasında tutulacak üç günlük oru­cun Hac ayının hangi günlerinde tutulacağı hususunda farklı görüşler zikretmiş­lerdir.

a- Bazılarına göre Arefe günü bitmesi şartıyla Hac günlerinin içinde tu­tulmasıdır. Bu görüş, Hz. Ali, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Urve b. Zübeyr, Hasan-ı Basri – Hakem, İbrahim en – Nehai, Said b. Cübeyr, Ata, Âmir eş-Şa’bi, Katade, Süddi, Rebi’ b. Enes, Tavus ve Ebu Caferden rivayet edilmiş­tir. Bunlara göre Temettudan dolayı, kendisine kurban gereken kişi kesecek kur­ban bulamayacak olursa terviye gününden bir gün, önce, terviye günü ve Arefe günü oruç tutarak Hacda üç gün oruç tutmuş olur. Bunlara göre. Zilhiccenin bi­rinci gününden başlayarak Arefe gününe kadar (Arefe dahil) kurban yerine oruç tutmayan kimse, artık Hac günlerini kaçırmıştır. Ertesi yıla kadar bir daha Hac günü bulamaycaktır. Çünkü Resulullah.kurban bayramı gününde oruç tut­mayı yasaklamıştır. Bayramdan sonra devam eden ve namazların arkasından tekbir getirilen teşrik günleri de bayramın devamı mahiyetindedir. İşte bütün bu nedenlerle Arefe gününe kadarüç gün oruç tutmayan kimse, âyetin zikrettiği Hac günlerini kaçırdığı için kurban kesmek mecburiyetindedir. Başka çıkar yolu yoktur.

b- Diğer bir kısım âlimler ise. Hacda tutulacak üç günlük orucun, Mina günlerinin sona ermesiyle biteceğini söylemişler, bayramdan önce oruç tutama­yanların bayramdan sonra Mina günlerinde üç gün oruç tutabileceklerini söyle­mişlerdir. Bu görüş te Hz. Aişe, Hz. Ali, Abdullah b. Ömer, Urve b. Zübeyr ve Ubeyd b. Umeyr’den nakledilmiştir. Bunlar, görüşlerini şöyle izah etmişlerdir: “Kendisine temettü kurbanı gereken insan, kurbanını daha önce elde etse dahi bayram gününde kesmek zorundadır. O gün kurban bulamazsa, oruç tutması ge­rekir. Bayram günü oruç tutmak haram olduğu için oruç tutamayan kişinin oruç­larını Mina günlerinde tutmaktan başka çaresi yoktur, Aynca, Mina günlerini Hac günlerinden saymamak doğru değildir. Zira o günlerde de Şeytan taşlanarak Hac menasikini yerine getirmeye devam edilmiş olur. Diğer yandan bu hu susta Hz. Aişe ve Hz. Ömer’in oğlu Abdullah, demişlerdir ki:

“Teşrik günlerinde oruç tutmaya dair kimseye izin verilmemiştir. Ancak kurban kesemediği için oruç tutmakla yükümlü olan müstesnadır. [234]

Müfessirler, temettü kurbanı bulamadığından dolayı oruç tutan kimsenin veya kendisine temettü kurbanı gerekli olmadığı halde Hacda oruç tutmak iste­yen kimsenin orucuna ne zamandan itibaren başlayabileceği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Bir kısım müfessirlere göre, gerek temettudan dolayı oruç tutacak kimse gerekse nafile olarak oruç tutmak isteyen kimse Şevval, Zilkade ve Zil­hiccenin herhangi bir gününde oruca başlayabilir. Yeter ki sona ermesi gereken günde bitirmiş olsun. Bu görüş Mücahid ve Tavus’tan nakledilmiştir.

b- Diğer bir kısım müfessirlere göre ise Hacda oruç tutacak olan kimse­nin, Zilhiccenin ilk on gününde başlayıp bitirmesi gerekir. Bu görüş ise. Ata ve Ebu Cafer’den nakledilmiştir.

c- îkrime ve Ata’dan nakledilen başka bir görüşe göre, onlar, Hac’da oruç tutmakla yükümlü olan kimsenin, ihrama girmesinden önce dahi orucuna başla­yabileceğini söylemişlerdir.

d- Abdullah b. Abbas ve abdullah b. Ömer’e göre ise Hacda oruç tutma mecburiyetinde olan kimsenin orucuna mutlaka ihramh olarak başlaması gere­kir.

Taberi diyor ki:: “Bu görüşlerden doğru olanı şudur: “Umr ile Hac arasın­da ihramdan çıktığından dolayı kurban kesmekle yükümlü olan kimsenin, kese­ceği bir kurban bulamaması durumunda tutacağı üç günlük orucun başlangıcı, Umrenin bitiminden sonra Hac ihramına girmekle başlar. Ve Hac ibadetlerin­den sayılan Mina günlerinin bitimiyle sona erer. Ancak bayramın birinci günü hariç. Zira o günde oruç tutulması haramdır.

Âyet- i kerimede: “Döndüğünüzden sonra da yedi gün oruç tutması gerekir.” Duyurulmaktadır. Tabari diyor ki: “Eğer denilecek olursa ki: Temettü kurbanı bulamayan kimsenin, yükümlü olduğu on günlük orucundan üçünü Hacda tuttuktan sonra yedisini de Hacda devam ederek tutamaz mı? Onlan mutlaka memleketinde mi tutması gerekir?” Cevaben denilir ki: “Onun üzerine farz olan on gün oruç tutmaktır, ancak bu on günün üç gününü Hacda tutmak mecburiyetindedir. Geriye kalan yedi günü dilediği yerde tutabilir. Fakat Allah teala, hasta ve yolcu olana, Ramazan ayında, oruçlarını yeyip daha sonra tutma­larına ruhsardiği gibi, temettü kurbanı bulamayana da yedi günlük orucunu Hacda tutmayıp memelketine döndükten sonra tutabileceğine ruhsat vermiştir. Böyle bir kimse dilerse orucunu yolda da tutabilir. Memleketine varması şart değildir. Nitekim Mücahid, Mensur, Ata, İbrahim en-Nehai, âyetin bu bölümü­nü bu şekilde izah etmişlerdir. Âyet-i kerimede: “Bu hüküm, ailesi Mescid-i Haram çevresinde oturmayan kimse içindir.” buyurulmaktadır. Yani, Umre yaptıktan sonra, ihramdan çıkıp. Hac için ihrama girme gününe kadar ihramsız duran kimsenin gücünün yettiği bir kurban kesme ile yükümlü olması hükmü, sadece mescid-i Haram çevresinde yaşamayan müminler için geçerlidir. Orada yaşayanlar için böyle bir hüküm yoktur. Müfessirler, “Mescid-i Haramın çevre­si” ifadesinden nerelerin anlaşıldığı hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir:

a- Bazılarına göre, burada zikredilen “Mescid-i Haamın çevresi” ifade­sinden maksat, Harem bölgesidir. Oranın halkından maksat da orada yaşayan insanlardır. Harem bölgesi dışıda yaşayan insanlar temattudan dolayı kurban kesmek zorundadırlar. Bu görüş, Abdullah b. Abbas, Mücahid, Yahya b. Said el-Ensari ve Katade’den nakledilmiştir.

b- Diğer bir kısım mü fes s iri ere göre “Mescid-i Haramın çevresi” ifade­sinden maksat, Harem bölgesi ve ihrama girilen inikatların içinde kalan bölge­dir. Harem bölgesi halkından maksat ise, Harem bölgesinde ve inikatlar dahilin­de yaşayan insanlardır. Bu görüş Mekhul, ve Ata’dan nakledilmiştir.

c- Başka bir kısım müfessirlere göre ise Mescid-i Haramın çevresi’nden maksat, Harem bölgesi ve Harem bölgesine yakın olan yerlerdir. Buralarda ya­şayan insanlara temettü kurbanı gerekmez. Mesela: Arafat, Mer, Arene, Dac-nan, Reci ve Nahletan, hareme yakın olan bölgelerdir.

Taberi diyor ki: “Bu görüşlerden, bize göre doğru olanı şöyle diyen gö­rüştür: “Mescid-i Haram çevresinde yaşayanlardan maksat, Mescid-i Harama, seferi olmayacak kadar bir uzaklıkta yaşayanlardır. Zira, âyette Mescid-i Ha­ramda hazır bulunanlar” şeklinde ifade edilmiştir. Arapçada “Hazır bulunan” ifadesi “Misafir olanın aksi” olarak kullanılmaktadır, bundan da “Misafir olanın bu hükmün dışında kaldığı” anaşılrnaktadır.

Taberi diyor ki: “Mescid-i Haramın gölgesinde yaşayanların, Umre yap­tıktan sonra ihramdan çıkmaları ve tekrar Hac için ihrama girmeleri halinde te­mettü kurbanı kesmekle yükümlü, olmamalarının hikmeti, onların uzak mesafe­lerden gelen Hacılar gibi olmamalarıdır. Zira uzaktan gelen hacılar ihramdan çıkmalarına rağmen vatanlarına dönmemekte ve Harem bölgesinde ikamet etmektedirler ve tekrar orada Hac için ihrama girebilmektedirler. İşte bu imkanı kullandıklarından dolayı bir kurban kesmekle yükümlüdürler.

Bu âyet-i kerimenin izahında Buhari Abdullah b. Abbas’tan şunu naklet-miştir. Abdullah b. Abbas’tan Hacc-i Temettü sorulmuş o da şunları söylemiştir:

Muhacirler, Ensar ve Resuullah’ın hanımları Veda Haccında tekbir ve tehlillef getirerek, biz de dahil olmak üzere yola çıktık. Mekke’ye gelince Resu-Iullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Kurbanlarına gerdanlık takanlar dışındakiler Hac niyetlerini Umreye çevirsinler.” Bunun üzerine Biz Kâbeyi tavaf ettik. Safa ile Merve arasında sa’y yaptık, ihramdan çıkıp hanımlarımızın yanına gel­dik, elbiselerimizi giydik. Resulullah buyurdu ki: “Kim daha önce kurbanına gerdanlık takmış idiyse (Hacda kesmek üzere kurbanını süsleyerek yanın­da getirdiyes) kurban yerine varıncaya kadar ihramdan çıkmasın. Sonra Resulullah terviye günü akşamleyin bizlere, Hac için niyet etmemizi emret­ti. Biz, Haccın diğer menasikini bitirince gelip Kâbeyi tavaf ettik, Safa ile Merve arasında sa’y yaptık. Böylece Haccımız tamamlanmış oldu. Sadece Allah tealanin şu âyetinde kesmemizi emrettiği kurbanımız kaldı. “Eğer emniyet içindeyseniz, Hac zamanına kadar Umre yapana, gücünün yettiği bir kurban gerekir. Kurban bulamayan kimse Hac sırasında üç gün, döndüğünden sonra da yedi gün oruç tutması gerekir. Bu, tam on gündür.”

. Âyet-i kerimede beyan edilen “Döndüğünüz den sonra” ifadesindeki dönülecek yerden maksat “memleketiniz” “demektir. “Gücünüzün yettiği bir kurban” dan maksat ise “asgari bir koyun.” demektir. Böylece bir yılda Hac ve Umre birlikte yapıldı. Çünkü Allah teala bunu kitabında bildirmiş, Re-suluUah (s.a.v.) de bizzat yapmış, Mekke halkı dışındaki insanlara da mubah kılmıştir.Bu hususta Allah teala: “Bu nüküm, ailesi Mcscid-i Haram çevre­sinde oturmayan kimse içindir” bu vurmuştu [235]

MİKAT: Mekke’ye gelen afakilerin (Mekke’de oturmayan yabancıların) ihramsız olarak geçemeyecekleri sınırları belirleyen noktalardır.Bu noktalar, Medine istikamitnde bulunan “Zulhuleyfe” veya “B’i-ri Ali”, Irak tarafından bu­lunan “Zat-ı Irak”, Mısır tarafında bulunan “Cuhfe”, Taif tarafında bulunan “Karn”, Yemen tarafında bulunna “Yelemlem”, Cidde tarafında bulunan “Hu-deybiye”dir.

HAREM: Mekke ve etrafında, bitkileri kopanlmamak ve hayvanları av­lamamak üzere sınırları belirlenmiş bölgedir. Harem bölgesinin sınırlan Cebrail (a.s.) in göstermesiyle Hz. İbrahim tarafmtlan belirlenmiş, bu sınırlan gösteren işaretler, Resulullah (s.a.v.) tarafından da yenilenmiştir. Bu sınırlar, Cidde isti­kametinde bulunan Hudeybiye, Medine istikametinde bulunan Ten1 im ve Taif tarafında bulunan Cirane’den geçer. İşte bu yerler içerisinde kalan kısma Harem bölgesi denir.

HILL: Harem bölgesi ile Mikat sınırlan arasında kalan bölgedir. [236]

 

197- Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda (Hacca başlayarak) onu kendisine farz kılarsa, artık Hacda cinsi temas, günah işleme, kavga etme yoktur. Ne iyilik yaparsanız onu Allah bilir. Azığınızı alın. Azıkların en hayırlısı takvadır. (Allah’tan korkmaktır) O halde ey akıl sahipleri benden korkun.

Haccın vakti, bilinen aylardır. Onlar da: Şevval, Zilkade, Zilhicce’nin ilk on günüdür. Kim o aylarda ihramı giyerek telbiyeye başlamak suretiyle Hacci kendisine farz kılarsa, Hacca başlayan kimse, ailesiyle cinsi temasta bulunamaz, kötü sözler söyleyemez, günahtan şiddetle kaçınır. Mücadeleye , tartışmaya gi­remez. Her ne zaman bir hayır ve salih amel işlerseniz Allah size onun mükâfaatını verir. Çünkü o sırlardan ve bütün gizliliklerden haberdardır. Hac yolunda ve diğer yolculuklarınızda yeteri kadar azık alın. Takva, azığı terket-mekte değildir. Takva, Allah’tan korkma iledir. Bu takva ise azıkların en hayır-lısıdır. Ey akıl ve idrak sahipleri benden korkun.

Âyet-i kerimede: “Hac, bilinen aylardadır.” buyurulmaktadır. Burada zikredilen “Bilinen aylar”dan maksat, Abdullah b. Mes’ud, Abdullah b. abbas, İbrahim en-Nehai, Şa’bi, Mücahid, Hasan-ı Basri, Dehhak, Ata ve Abdullah b. Ömere göre, Şevval, Zilkade aylan ile Zilhicce ayının ilk on günüdür. Çünkü Allah teala bu âyet-i kerimesiyle insanlara Hac menasikinin eda edildiği aylan beyan etmektedir. Haccın menasiki ise Zilhiccenin onuncu gününde sona er­mektedir. Bu hususta Abdullah b. Abbas’ın şunları söylediği rivayet edilmekte­dir. “Hac bilinen aylardadır. Bu aylar da Şevval, Zilkade aylan ile Zilhiccenin ilk on günüdür. Allah teala bu aylan Hac için tahsis etmiş diğer aylan ise Umre yapmaya ayırmıştır. Bu itibarla herhangi bir kimsenin. Hac aylan dışında Hac için ihrama ginnesi caiz değildir. Buna mukabil Umre için her ayda ihrama giri­lebilir.

Abdullah b.Ömer, Mücahid ve Tavustan nakledilen diğerbir görüşe göre burada zikredilen Hac aylanndan maksat, Şevval, zilkade aylan ile Zilhicce ayı­nın ilk on günü değil tamamıdır. Her ne kadar Haccın menasiki Zilhicce ayının onuncu gününde bitiyorsa da Zilhicce tam olarak Hac aylanndan sayılmakkta-dir. Zira bunlara göre Allah teala bu hayet-i kerime ile, Özellikle hac aylarını zikretmiş, bu ayların dışında kalan ayların Umre yapma aylan olduğunu bildir­mek istemiştir. Bu nedenle zikredilen bu üç ayda Umre yapmak esksik bir um­re sayılır. Bu aylar dışında yapılan Umre ise tam Umre kabul edilir. Bu itibarla insanlar için efdal olan, Umrelerini bu üç ayın dışındaki aylarda yapmalandir:

Taberi, birinci görüşü tercih etmiş ve Haccın menasikinin., Zilhiccenin onuncu gününde bittiğini, ondan sonraki günleri hac aylanndan saymanın müm­kün olmadığını 0 söylemiştir.

Âyet-i kerimede, “Kim, bu oylarda haccı kendisine farz kılarsa” buyuruî-mamktadır. Müfessirler, hacca niyet eden kimsenin, hangi surette haccı kendisi­ne farz kılmış olacağı hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Ömer, Atâ, Süfyan es-Sevri, Mücahid, İbrahim en-Nehaî, Tavus ve Kasım b. Muhammed’e göre Hacc’a niyet eden kimse telbiye getinne-ye başlayınca Haccı kendisine farz kılmış olur.

b- Abdullah b. Abbas, İbrahim en-Nehaî, Atâ, Hasan-ı Basrî, katade ve Dehkaha göre Hacca niyet eden kimsenin Haccı kendisine farz kılması, ihramı giymesiyle olur.

Taberi diyor ki: “Hacca niyet eden kimsenin haccı kendisine farz kılması, Allah tealanın, hac yapan insana farz kıldığı bütün amelleri işlemeye ve Allah’ın yasakladığı bütün şeyleri terketmeye azmettiği zaman olur.”

Âyet-i kerimede geçen ve “Cinsi temas yoktur” diye tercüme edilen ifadesinden maksat,

a- Abdullah b. Abbas, Tâvüs, Ebul Âliye, abdullah b. Ömer, Atâ, Abdul­lah b. Zübeyr ve Mücahide göre “Hacda kişinin, eşine cinsi münasebeti çağırış-tıracak sözleri söylemesidir. “Mesela kişinin hanımına, imalı bir şekilde değil de açıkça: “İhramdan çıkarsak şöyle yapacağım.” şeklinde konuşması bir edep dışı konuşmadır ve bu konuşma hacda yasaktır., Yani fiilen cinsi münasebete var-masa da onu çağınştıracak konuşmalar’yapmaktır ve bu yasaktır.

b-Miksem, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes’ud, Hasan-i Basri, Amr b. Dinar, Atâ, Mücahid, Katade, Said b. Cübeyr, Süddi, Rebi’ b. Enes, ibrahim en-Nehaî, İkrime ve Abdullah b. Ömer’e göre âyette zikredilen kelimesinden maksat, fiilen cinsi münasebette bulunmaktadır.

Taberi diyor ki: “Refes” kelimesinin asıl mânâsı “Konuşurken edep dışı konuşmaktır” Ancak mecazi olarak cinsî münasebet için de kullanılmaktadır. Madem ki âlimler bunun hangi anlamda kullanıldığı hakkında ihtilaf etmişlerdir o hakle bu kelimeyi bütün mânâlarında kullanıldığı şekliyle almak daha evladır. Zira bu kelimenin, mânâlarından herhangi birine tahsis edildiğine dair hiçbir de­lil yoktur.

Ayet-i kerimede geçen ve “Günah işleme yoktur” diye tercüme edilen ifadesi, müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir.

a- Bazılarına göre bu âyette zikredilen kelimesinden maksat bü­tün günahlardır. Bu görüş, Abdullah b. Abbas, Atâ, Hasan-ı Basri, Tavus, Mü­cahid, Muhammed b. Kâ’b el-Kurezi, Katade, Said b. Cübeyr, İkrime, Zühri ve ibrahim en -Nehaiden nakledilmiştir.

b- Diğer bir kısım müfessirlere göre ise buradaki ifadesinden maksat, Allah tealanm, ihramlı kimseye yasakladığı, av hayvanını ödürme ve saçını, tırnağını kesme gibi yasaklardır. Bu görüş, Abdullah b. Ömer’den nakle­dilmiştir.

c- Diğer bir kısım miifessirlere göre buradaki “Füsuk”tan maksat, söv-mektir. Bu görüş ise yine Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Mücahid, Süd­di ve İbrahim en-Nehaiden nakledilmiştir.

d– Başka bir kısım âlimlere göre buradaki “Füsukü ifadesinden maksat, putlara kurban kesmektir. Bu görüş te İbn-i Zeydden nakledilmiştir.

c- Başka birkısım âlimlere göre buradaki “Füsuk”tan maksat, insanları kötü lakaplarla çağırmaktır. Bu görüş te Dehhaktan nakledilmiştir.

Taberi diyor ki: “Bu görüşlerden tercihe şâyân olan görüş”, ihramlı iken yapılması haram olan şeylerdir”, diyen görüştür. Zira âyet-i kerimenin baş tara­fında “Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda haccı kendisine farz kılarsa artık o kimseye refes ve füsuk yasaktır” Duyurulmuştur. Haccı kendisine farz kılmış olan kimse ihrama girmiş olacağından buradaki “Fısk”m da, ihramla ilgili fisk olması daha evladır. O da ihramlı iken, Allah’ın haram kıldığı şeyleri yapmak­tır. Halbuki diğer bütün günahlar, sövme, hoşlanılmayan lakaplarla çağırma put­lara kurban kesme vb. şeyler her zaman günahtır. Bunların, haccın ahkâmım belirten âyetin içinde zikredikliğini söylemek isabetli değildir.

Ayet-i kerimede.geçen ve “Hacda kavga etmek yoktur” şeklinde tercü­me edilen ifadesi de, müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir.

a- Bazılarına göre buradaki “Hacda kavga etmek yoktur” ifadesinden maksat, İhramlı olan kimsenin, herhangi bir kimseyle mücadele etmemesidir. Ancak âyetin bu bölümünü bu şekilde izah eden müfessirler, hacda ihramlı iken yasaklanan mücadelenin mahiyeti hakkında aralarında farklı görüşler zikret­mişlerdir:

aa- Bazılarına göre burada, ihramlı kimseye yasaklanan tartışma, arkada­şını kızdıracak derecede bir tartışmadır. Bu görüş Abdullah b. Mesud, Abdul­lah b. Abbas, Ata, Said b. Cübeyr. Mücahid, Amr b. Dinar, Hasan-ı Basri, Deh-hak, Rebi’ b. Enes. İbrahim en- Nehai, İkrime, Zühri ve Katadeden nakledilmiş­tir.

bb- Diğer bir kısım âimlere göre, burada ihramlı olan kimseye yasakla­nan kavgadan maksat, sövme ve döğüşmedir. Bu görüş, Abdullah b, Ömer ve Katadeden nakledilmiştir.

cc- Muhammed b. Kâ’b el-Kureziye göre ise burada ihramlı olana yasak­lanan kavgadan maksat, “Benim haccım senin hacemdan daha mükemmeldir.” şeklinde yapılan övünmelerdir.

dd- Kasım b. Muhammed’e göre burada ihramlıya yasaklanan kavgadan maksat kişilerin haccın günleri hakkında birbirleriyle münakaşa etmeleridir.

ec-İbn-i zeyde göre ise burada, ihrama girenlere yasaklanan kavgadan maksat, hacda ziyaret edilen yerleri kimin tam olarak bilip bilmediği hususla­rında yapılan münakaşalardır. Bu hususta İbn-i Zeyd diyor ki: “Hacca giden

herkes belli bir yerde duruyor: “Hz. İbrahim burayı ziyaret etmişti.” diyordu. Allah teala Resulullah’a, hac ibadetlerinin yapıldığı yerleri öğreterek bu ihtilaf­ları ortadan kaldırdı.

b- Diğer bir kısım müfessirler, bu âyette zikredilen “Hacda kavga yok­tur” ifadesinin, hacda ihram giyen kimselerin kavga etmemelerini belirtmedi­ğini, bu ifadenin, haccın gün ve yerleri hakkında cahiliye döneminde olduğu gi­bi artık ihtilaf edilemeyceğini ve hac aylarının yerlerinin değiştirilemeyeceğini beyan ettiğim söylemişlerdir. Yani artık hac ayları ve haccın yeri belirlenmiştir. Artık bunların değiştirileceği hususunda tartışma yapılamaz.” demektir Âyetin bu şekilde izah edilişi, Mücahid ve Süddiden nakledilmiştir.

Taberi de bu görüşü tercih etmiş, âyetin baş tarafında haccın, bilien ay­larda olduğunun bildirilmesinin âyetin bu bölümün bu şekilde izah etmeye daha uygun düştüğünü söylemiştir. Taberi devamla şunları söylemiştir: “Buradaki tartışmayı, arkadaşını kızdıracak şekilde bir tartışma olarak izah etmek isabetli değildir. Zira arkadaşla tartışma bâtıl bir mesele hakkındaysa bu hacda da ya­saktır haccın dışında da. Şayet haklı bir meselede tartışma oluyorsa bu hacda da caizdir hac dışında da. O halde bu âyet-i kerimenin sadece hacda, kişinin arka­daşıyla tartışmasını yasakladığını söylemek isabetli değildir. Yine buradaki tar­tışmayı sövüşme anlamına almak ta doğru değildir. Zira sövüşme haccın dışında da yasaktır. O halde sadece hacda söüşmenin yasak olduğunu söylemenin bir anlamı yoktur. Nitekim bu hususta Resulullah şöyle buyurmuştur: “Müslü­man’a sövmek fâsıklık, onu öldürmek (kanının helal olduğuna inanmak) ise kâfirliktir. [237]Yine Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde bu âyet-i kerimede zikredilen “Hacda cinsi temas, fısk ve tartışma yoktur” şeklindeki üç yasaktan sadece ilk ikisini birlikte zikretmiş ve bu yasaklara uyanın günahlan-nm affedileceğini beyan etmiş ve buyurmuştur ki:

“Kim bu beyti hacceder, cinsi temasta bulunmaz ve fısk işlemezse bura­dan ayrılırken annesinden doğmuş gibi ayrılır. [238]

Resulullah’ın, bu hadis-i şerifinde, özellikle cinsi temasla fışkı zikredip tartışmayı zikretmemesi gösteriyor ki bu âyette zikredilen tartışma, kişinin arka­daşını kızdıracağı veya arkadaşına söveceği şekilde bir tartışma değil, cahiliye döneminde olduğu gibi haccın vakti hakkında ve hacda ziyaret edilecek yerlerin nereler olduğu hakkındaki tartışmalardır. Burada zikredilen tartışma diğer tartış­malardan olsaydı Resulullah da hadis-i şerifinde aynı cinsten sayılacak yasak­larla birlikte zikrederdi.

Taberi, bu görüşü tercih etmesi nedeniyle âyet-i kerimeyi şu şekilde oku­yan kıraati tercih etmiştir.Âyet-i kerimede “Azığınızı alın” buyurulmaktadtr. Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr, İkrime, Mücahid, Katade, Rebi’ b. Enes, İb­rahim en-Nehai, Süfyan es-Sevri ve İbn-i Zeyd bu âyet-i kerimenin nüzul sebe­binin şu hadise olduğunu zikretmişlerdir: Bu hayet nazil olmadan önce bir kısım insanlar hac yoluna çıkarken azık almazlardı. Onlar “Biz Allah’ın misafirleri­yiz. O bizi yedirir içirir.” derlerdi. Diğer bir kısım insanlar da ihrama girmeden önce yanlarında bulunan azıkları, ihrama girince atarlar ve kendilerine yeniden azık edinmeye çalışırlardı. İşte bu âyet-i kerime nazil oldu ve hacıların yanları­na azık almalarını emretti. Bu hususta Mücahid diyor ki: “Dışarıdan gelen haclar azıksız gelir, insanlardan dilenirlerdi. Allah teala onlara azık atmalarını em­retti.” Hasan-ı Basri diyor ki: “Yemen halkından bir kısım insanlar hacca gider­ken ve yolculuk yaparken azık almazlardı. Allah teala onlara, Allah yolunda azık almalarını emretti ve onlara, azıkların en hayırlısının da takva olduğunu bildirdi. Abdullah b. Abbas bu hususta şöyle diyor:

“Yemen halkı hacca giderken azık almıyor ve: “Biz, Allah’a tevekkül eden kullarız.” diyorlardı. Fakat Mekke’ye geldikleri zaman da. insanlardan di­leniyorlardı. İşte bunun üzerine Allah teala bu âyeti indirdi. [239]

Hac yolunda alman azıklann neler olabieceği hakkında müfessirler şun­ları söylemişlerdir: Said b. Cübeyre göre hac yolunda alınan azık, kek, zeytin yağı, kavurulmuş ve kavurulmamış un’dur. Şa’biye göre hurma va kavurulmuş un, Süfyan es-Sevriye göre, kek ve kavurulmuş un, İkrimeye göre, kavurulmuş ve kavurulmamış un, Salime göre ise, ekmek, et ve hurmadır. [240]

 

198- Rabbinizin lütfundan rızık aranızda bir günah yoktur. Arafat-tan sel gibi akıp inerken, Meş’arîl Haramda Allah’ı zikredin. Daha önce sa­pıklardan olduğunuz halde, size doğru yolu gösterdiği gibi onu anın.

Ey müminler, hac mevsiminde ticaret yaparak Allah’ın vermiş olduğu rız­kı aramanızda bir zorluk ve günah yoktur. Araf attan akın akın dönerken, Müz-delifede bulunan Meş’aril Haramda Allah’a dua edin ve namazı kılın. Sizi ce­hennem ateşinden kurtardığı ve hidayete eriştirdiği için Allah’ı överek ve ni­metlerine karşı şükrederek anın. Zira siz bundan evvel şirk ve şaşkınlık içindey­diniz. Doğru yolu görmeye gözleriniz kör idi.

* Abdullah b. Abbas diyor ki:

“Ukaz, Mecenne ve Zül Mecaz” denen yerler, cahiliye döneminde pana­yır kurulan yerlerdi. Bu sebeple Müslümanlar Hac mevsiminde buralarda ticaret yapmaktan kaçınıyor ve bunu günah sayıyorlardı. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu ve Allah teala: “Rabbinizin I ut fundan rızık aramanızda bir günah yoktur. [241] buyurdu.

Abdullah b. Ömer, Mücahid. Büreyde, Ata, Katade, Abdullah b. Zübeyr, Süddi, İbrahim en-Nehai ve Rebi1 b. Enes de bu âyette zikredilen “Rabbinizin lütfundan rızık aramanızda bir günah yoktur.” ifadesinden maksadın “Hac yaparken ticeret yapmanızda bir mahzur yoktur” demek olduğunu söylemişler­dir.

Ebu Ümame et-Teymi diyor ki: “Ben, Abdullah b. Ömere dedim ki: “Biz, kiralama yapan bir kavimiz, bizim haccimiz yerine geliyor mu?” O da dediki: “Siz, Kâbeyi tavaf etmiyor musunuz? Bilinen yerleri dolaşmıyor musunuz? Şey­tanı taşlamıyor musunuz? ve başınızı tıraş etmiyor musunuz? ” Biz de dedik ki “Evet yapıyoruz.” Bunun üzerine Abdullah dedi ki: “Bir adam gelip Resulllah’a senin bana sorduğun soruyu sordu. Resulullah ne söyleyeceğini bilemez oldu.İş­te o sırada Cebrail £a.s.) Resulullah’a: “Rabbinizin lütfundan rızık arama­nızda bir günah yoktur.” âyetini indirdi. Resulullah da onlara “Sizler ilacılar­sınız,” buyurdu. [242]

Âyet-i kerimede “Arfattan sel gibi akıp inerken..” bu yurul m aktadır. Burada ifade edilen “Akıp inerken” den maksat, Arafattan geri dönmektir. Âyette zikredilen “Arafat”” kelimesinin lügat mânâsı “Bilinenler” demektir. A-rafata bu ismin niçin verildiği hususunda müfessirler şunları söylemişlerdir: Hz. îbrahime Arafatın nasıl bir yer olduğu, sıfatlarıyla beraber bildirilmişti. Hz. İb-jahim orayı görünce tanımış ve “Ben burayı tanıdım” demiş bu sebeple de oraya “Arafat” denilmiştir. Bu hususta Süddi şunian söylemiştir: Allah tealanın emri üzerine Hz. İbrahim, insanları hacca çağırmıştır. İnsanlar “Lebbeyk” diyerek ona gelmişlerdir. Bunun üzerine Allah teala İbrahîme, Arafatın sıfatlarını bildi­rerek oraya çıkmasını emretmiştir. İbrahim gidip Akabedeki “Şecere”denen yere varınca karşısına şeytan dikilmiş e onu geri çevrimek istemiştir. Bunun üzerine İbrahim, Şeytana yedi çakıl taşı atmış attığı her taşla birlikte de tekbir getirmiş­tir. Şeytan oradan kaçıp ikinci cemrede yine İbrahim’in önüne çıkmış, ona engel olmak istemiş İbrahim yine tekbir getirerek ona taşlar atmıştır. Şeytan bu kez üçüncü Cemreye varmış, orada da İbrahim’e engel olmak istemiş, İbrahim orada da tekbir getirerek Şeytanı taşlamıştır. Şeytan, İbrahim’in kendisini dinlemeye­ceğini anlayınca ortadan kaybolmuş fakat İbrahimin nereye gideceğini bileme­miştir. İbrahim yoluna devam ederek, “Zülmecaz” denen yere varmış, oranın ta­nımadığı bir yer olduğunu görünce yoluna devam etmiştir. Bu sebeple oraya, “Geçilip gidilen yer” anlamına gelen “Zülmecaz” adı verilmiştir. İbrahim yolu­na devam ederek nihayet Arafata varmış,orayı görünce de, daha önce belirtilen sıfatlarından dolayı orayı tanımış ve “İşte burası, tanıdım” demiştir. Bu sebeple Arafata “Tanınan yer” anlamına gelen bu isim verilmiştir. İbrahim akşama ka­dar orada durmuş, akşam olunca da iki namazın birleştirildiği “Müzdelife”ye gelmiş ve orada vakfe yapmıştır. Müzdelife, “kendisine yaklaşılan yer” veya “İki namazın birbirine yaklaştınldığı yer,” demektir. Hz. Aliden de, daha kısa bir şekilde süddininkine benzer bir izah nakledilmiştir.

Abdullah b. Abbas’a göre ise, Arafat’a bu ismin verilmesi, Cebrailin Hz. İbrahime gösterdiği her yere karşı İbrahim’in “Tamam ben burayı tanıdım” demeşindendir.

Âyet-i kerimede “Meş’aril Haramda Allah’ı zikredin.” buyurulmakta-dır. Burada ifade edilen “Allahi zikir” den maksat, namaz kılmak ve Allah’a dua etmektir.

Âyette zikredilen “Mçş’aril Haram”dan maksat, Müzdelifenin iki dağı arasında bulunan bir tepeciktir Arafat yolu üzerinde bulunan iki boğazın biti­minden itibaren başlar ve “Muhassır” denen yere kadar devam eder. Arafat yolu üzerindeki iki boğaz, Meş’arii Harama dahil değildir.

Taberi diyor ki: “Meş’aril Haramın sınırları bu zikredilen yerler olmasına rağmen ben, hacıların Kuzeh dağı ve çevresinde vakfeye durmalarını tercih ede­rim. Zira Hz. Ali şöyle buyurmuştur:

“Resulullah müzdelifede sabahlayınca Kuzeh tepesinin üzerinde vakfeye durdu ve Buyurdu ki: “Burası Kuzehtir ve burası vakfe yeridir. Müzdelifenin her tarafı da vakfe yeridir. [243]

 

199- Sonra insanların akın akın döndüğü yerden siz de akın edip dö­nün ve Allahtan mağfiret dileyin. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

Ey Kureyş topluluğu, diğer insanların yaptığı gibi siz de Arafattan akın edip dönün ve günahlarınız için Allahtan af dileyin. Çünkü o sizi bağışlayan ve size acıyandır.

* Müfessirler bu âyette zikredilen “Akın edip dönme” emrinin kimlere verildiği ve bu emre muhatap olanların, kendilerine uymaları istenen insanlar­dan kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

Urve b. Zübeyr, Abdullah b. Abbas, Ata, Mücahid, Katade, Süddi, Rebi’ b. Enes, Hz. Aişe ve îbn-i Ebi Neciyh’e göre burada, diğer insanlar gibi akıp gitmeleri emredilenler Kureyşlilerdir. Diğer insanlar ise Kureyşlilerin dışındaki in­sanlardır. Zira KureyşlilerMekkede yaşamaları hasebiyle kendilerinin Beytulla-hın sakinleri olduklarını, bu nedenle diğer insanlardan daha üstün olduklarını sanıyorlar ve bu üstünlüklerini belirtmek için de hac yaparken Harem bölgesi­nin dışına çıkmıyorlardi. Bu yüzden Arafata vanp orada vakfeye durmuyorlardı. Allah teala onları uyardı. Kendilerinin de diğer insanlar gibi Haccin menasikini yapmalannı emretti. Bu hususta Hz. Aişe (r.anh) diyor ki:

“Kureyşliler ve onların dinine tabi olanlar Hac sırasında Arafata çıkma­yıp Müzdelifede kalıyorlar ve kendilerine “Muhafazakârlar” mânâsına gelen “Ahmes” ismini veriyorlardı. Halbuki diğer Araplar Arafata gidip orada vakfe yapıyorlardı. İslam dini gelince AHah teala, Peygamberine, Arafata gitmesini, orada vakfe yapmasını sonra da oradan akıp gelmesini emretti. İşte bu âyet-i ke­rime bu hususa işaret ediyor. [244]

Dehhaktan nakledilen bir rivayete göre ise burada kendilerine akıp dön­meleri emredilenlerden maksat, Müslümanlardır. Kendilerine uymalan emredi­len insanlardan maksat ise, Hz. İbrahimdir. Buna göre âyetin mânâsı şöyledir: “Ey Müslümanlar, siz de İbrahim gibi akın edip.dönün….”

Taberi, müfessirterin ittifak ettikleri bir görüş olarak birinci görüşü ter­cih etmiş ve âyeti ona göre izah etmiştir. Eğer böyle bir ittifak olmasaydı Deh­haktan nakledilen rivayetin daha evla olduğunu söylemiş olacağını zikretmiştir.

Taberi diyor ki: “Sonra insanların akın akın döndüğü yerden siz de akın edip dönün.” ifadesi iki şekilde tefsir edilebilir. Bunlardan biri, yukarıda zikre­dilen, Dehhakm görüşüne uygun olan tefsirdir. O da şöyledir: “Ey Müminler, benim dostum İbrahimin, Meş’aril Haramdan ayrılıp Mina’ya doğru gittiği gibi siz de Meş’aril Haramdan dönüp Minaya doğru gidin. Benden günahlarınız için af dileyin. Çünkü ben, günahları çok affeden ve size çok merhametli olanım.”

Taberi diyor ki: “Resulullahtan, Abdullah b. Mirdas ve Abdullah b. Ömer tarafından nakledilen şu iki hadis, âyet-i kerimeyi bu şekilde tefsir etmenin daha uygun olduğunu göstermektedir.

Abbas b. Mirdas es-Selemi diyor ki:

“Resuluilah (s.a.v.) Arafatta durduğu akşam, ümmeti için Allah tealadan mağfiret diledi. Allah teala ona: “Bunları affettim, zalim olan hariç. Çünkü ben mazlumun hakkını ondan mutlaka alacağım.” diye cevap verdi. Resuluilah “Ey rabbim, eğer dilersen mazluma hakkını cenneten verir ve zalimi de affedersin.” dedi. Allah teala, akşamleyin Resulullahın bu talebine cevap vermemişti. Resu­luilah Müzdelifede sabahlayınca bu duasını tekrarladı. Bu defa ona istediği ve­rildi. Orada Resuluilah güldü veya gülümsedi. Bunun üzerine Ebubekir ve Ömer: “Babam ve anam sana feda olsun, Bu an, senin gülmediğin bir andır. Se­ni güldüren nedir? Allah seni güldürsün.” dediler. Resuluilah da buyurdu ki: “AHahın düşmanı İblis, Aziz ve Celi! olan Allanın, benim duamı kabul edip ümmetimi affettiğini öğrenince toprakları alıp başına saçmaya başladı.” Vah başıma gelenlere, keşke «Iseydim de bunu duymasaydım.” Şeklînde bağırmaya başladı. İşte beni güldüren, ondan gördüğüm bu feryattir.[245]

Abdullah b. Ömer diyor ki: “Resulullah, Arafe günü, geceleyin bize bir hutbe okudu ve buyurdu ki: “Ey insanlar, Allah sizlere bulunduğunuz bu yerde Iütufda bulundu. İyilikte bulunanlarınızın iyiliğini kabul etti ve ona istediğini verdi. Kötülükte bulunanlarınızı da bağışladı. Ancak aranızdaki haklar müstes­na. Haydi Allanın adıyla dönüp gidin.” Abdullah b. Ömer diyor ki: Namazların cem edildiği günün sabahı olunca Resulullah şöyle buyurdu: “Ey insanlar, Al­lah size bulunduğunuz bu yerde de lütufta bulundu. İyilikte bulunanlarını­zın iyiliğini kabul etti. Kötülükte bulunanlarınızı iyilikte bulunmalarına bağışladı. Aranızdaki hakların karşılığını da kendi katından verdi. Allanın adıyla dönüp gidin.” Bunun üzerine sahabiler “Ey Allahın Resulü, sen bizi dün üzüntülü ve hazin bir şekilde döndürüp götürdün. Bugün ise bizi se­vinçli ve mesrur bir şekilde döndürüp götürüyorsun.” Resulullah da bu­yurdu kî: “Ben dün rabbimden bir şey dilemiştim o, onu bana lütfctmcmiş-ti. Ben ondan, birbiriniz üzerinde olan haklarınızı affetmesini istemiştim. O bunu kabul etmemişti. Bugün ise Cebrail geldi ve dedi ki: “Rabbin sana se­lam söylüyor ve diyor ki: “İnsanların birbirleri üzerinde olan haklarının karşılıklarını ben kendi katımdan garanti ettim. [246]

Taberi diyor ki: “Ayetin diğer bir izah şekli ise şöyledir: “Sonra sizler, Arafattan dönüp Meş’aril Harama akıp giderken Allahı, Meş’aril Haramda zikre­din.” [247]

 

200- Hac ibadetlerinizi bitirince, atalarınızı andığınız gibi veya daha fazlasıyla Allahı zikredin. İnsanlardan bir kısmı: “Rabbimiz, (nimetlerini) bize dünyada ver.” der. Bunların, âhirette hiçbir nasibi yoktur.

Hac ibadetlerinizi bitirip kurbanınızı kestikten sonra, rabbinizi Övgü, şü­kür ve tekbirlerle anın. Evladın ana babaya yalvardığı, küçük çocuğun anne ve babasından bir şey istediği gibi yalvann. Hatta ondan daha şiddetli bir istekle, dünya ve âhiret hayın için onu anın. İnsanlardan bir kısmı, rablerinden sadece bu dünya malını isterler. Onlara Allahın sevabından bir pay, cennetlerinden de nasip yoktur. Çünkü onlann amelleri sadece bu dünya ve onun ziynetleri için­dir.

Âyet-i kerimede: “Hac ibadetlerinizi bitirince” buyurulmaktadır. Hac ibadetlerinin bitirilmesi, kurbanın kesilmesiyle olur.

Âyet-i kerimede: “Atalarınızı andığınız gibi veya daha fazlasıyla Allahı zikredin.” Duyuruluyor. Müfessirler bu ifade ile neyin kastedildiği hususun­da çeşitli izahlarda bulunmuşlardır.

a- Enes b. Mâlik, Mücahid, Ebu Vâil, Ebubekir b. Ayyaş, Katade, Said b. Cübeyr ve İkrimeye göre âyetin bu ifadesinden maksat şudur: Bir kısım insanlar cahiliye döneminde Hac ibadetini bitirdikten sonra bir araya toplanır, atalarının yaptıklarını sayarak övünürlerdi. Mesela: “Benim babam yemek yedirendi.” ve­ya “Benim babam falan kimselerin kâküllerini kesmiştir. (Yani onları mağlup etmiştir) gibi sözler söyleyip övünürlerdi. İslam gelince Allah teala bu gibi in­sanlara emretti ki, İslamdan önce atalarınızı andığınız kadar veya daha fazlasıy­la artık bu günden sonra Allahı zikredin, Onu ululayın başkalarıyla iftihar etme­yi bırakın.”

b- Ata, Dehhak, Rebi’ b. Enes ve Abdullah b. Abbas’a göre ise âyet-i ke­rimenin bu bölümünün izahı şöyledir: “Ey mü’minler, hac ibadetlerinizi bitirdikten sonra, çocukların babalarından birşeyler istemeleri gibi veya daha fazla bir istekle rabbinizden niyazda bulunun ve yalvann.”

c- Süddi ise bu âyet-i kerimenin izahını şöyle yapmıştır: “Sizler, hacları­nızı bitirdikten sonra, atalannızi vasıta yaparak ve onlara verilenleri zikrederek bir şey isteme yerine Allah’tan, doğrudan doğruya talepte bulunun. Dualarınızda “Ey Allahım, benim babam, çanağı büyük, kubbesi yüksek, malı çok bir kimse idi. Sen, bana da ona verdiğin gibi mal ver.” şeklinde dua etmeyin.

Taberi diyor ki: “Bana göre burada tercihe şayan olan görüş şudur: “Hac bitiminden sonra Allah tealayı ululayın. Yani teşrik günlerinde tekbir getirin. Siz bu tekbirlerinizi getirirken, çocukların, babalarından bir şey istemeleri gibi veya daha fazlasıyla Allah’a yalvann ve affınızı dileyin.”

Âyeti kerimede: “İnsanların bir kısmı “Rabbimiz (nimetlerini) bize dünyada ver.” derler.” buyurulmaktadır. Ebu Vâil, Ebubekir b. Ayyaş, Enes b. Mâlik, Mücahid, Süddi, Katade ve İbn-i Zeyd bu âyeti izah ederken şöyle de­mişlerdir: “Bir kısım insanlar vardır ki sadece dünya nimetlerini isterler. AUaha dua ederken şöyle derler: “Ey Allahım sen bize mal ve mülk ver. Sen bize yağ­mur yağdır. Sen, düşmana karşı bize zafer ver.” Bunlar, âhiretle ilgili herhangi bir istekte bulunmazlar. İşte bu gibi insanların âhirette herhangi bîr paylan yok­tur. [248]

 

201- Onlardan bir kısmı da: “Rabbimiz bize dünyada da iyilik ver, âhirettc de iyilik ver ve bizi, cehennem ateşinden koru.” der.

Onlardan bir grup ta, rablerinden hem dünya hem de âhiret hayrını ister­ler ve: “Bizi cehennem azabından koru.” derler.

Dünya iyiliği, vücut sağlığı, geçim bolluğu, ilim ve ibadet gibi şeyler­dir. Âhiret iyiliği ise, cennet ve onun nimetleridir. Çünkü kim ona utaşamazsa bütün iyiliklerden mahrum olmuş demektir.

Katade’ye göre dünyadaki iyilikten maksat, dünyada afiyet üzere olmak, âhiretteki iyilikten maksat ise âhirette afiyet üzere olmaktır. Bu hususta Enes b. Mâlikin şunu rivayet ettiği nakledilmektedir. Enes b. mâlik diyor ki:

“Resulullah (s.a.v.) Müslümanlardan, küçüttip civciv kadar kalmış bir hastayı ziyaret etti ve ona: “Sen, Allaha bir şeyler dua ediyor veya ondan bir şey diliyor muydun?” dedi. Adam: “Evet, diliyordum ve diyordum ki: “Ey Allahım, âhireiîe beni ne ile cezai andı rac aks an dünyadayken onu bana hemen ver.” Resu­lullah bunun üzerine şöyle buyurdu: Sübhanallah, senin buna gücün yetmez.” Ey Allahım sen bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve sen bizi, ce­hennem azabından koru.” deseydin ya.” Sonra Resulullah bu adam için dua etti

Allah da ona şifa nasbetti. [249] Enes b. Mâlik diyor ki:

“Resulullah: “Ey Rabbimiz olan Allahım, bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi cehennem azabından koru,” diye dua ederdi. [250]

Hasan-ı Basri ve Süfyan es-Sevriye göre ise “Dünyadaki iyilikten mak­sat, ilim ve ibadettir. Âhiretteki iyilikten maksat ise, cennettir.

Süddi ve İbn-i Zeyde göre de dünyadaki iyilikten maksat mal’dır. Âhiretteki iyilikten maksat da cennettir.

Taberi diyor ki: “Bana göre doğru olan görüş şudur: “Allahin dünyada vereceği iyilik hem vücut afiyetini, hem rızkı, hem ilmi hem de ibadeti içine alan bir iyiliktir. Âhiretteki iyilikten maksat ise, şüphesiz ki cennettir. Zira cen­netten mahrum olanın âhirette başka herhangi bir nimete erişmesi mümkün de­ğildir.” [251]

 

202- İşte onların, kazandıklarından payları vardır. Allah, hesabı sür’atli olandır.

İşte onların yaptıkları hac ibadeti ve kestikleri kurban gibi amellerinde, kendileri için büyük bir pay ve bol sevap vardır. Dünya geçimliğinde basit bir değeri uman, peşin lezzeti tercih eden ve bunlar için yaptıkları yolculukta çeşitli zorluklara katlanan insanlar için ise böyle bir pay yoktur. Allah, hesabı sür’atli olandır. Kullarına, yaptıkları amellerin karşılığını en kısa zamanda verendir.

Âyet-i kerimede: “Allah, hesabı sür’atli olandır.” Duyurulmaktadır. Bundan maksat: “Allah, yalnızca dünyayı isteyenin de, hem dünyayı hem de âhiret nimetini isteyenin de amellerini kuşatmıştır, zaptettirmiştir. Her iki fırka­nın da layık oldukları ceza ve mükâfaatı çok sür’atli verir.” demektir. [252]

 

203- Allahı sayılı günlerde zikredin. Kim iki gün içinde accic edip dö­nerse ona bir günah yoktur. Kim de geri kalırsa ona da bir günah yoktur. Bu, AHahtan korkan içindir. O halde Allahtan korkun ve bilin ki onun hu­zurunda toplanacaksınız.

Allahı, Hac sırasında Minada bulunduğunuz günlerde anın. Hac yapan kimse isterse acele edip Minadan iki gün içinde aynisin isterse iki gün içinde dönmeyip üçüncü güne kalsın farketmez. Çünkü onun günahları affedilmiştir. O, haccını eda ederken Allahtan korksun ve onun emirlerine karşı gelmekten sa­kınsın. O halde emirlerine uyup yasaklarından kaçınarak Allahtan korkun ve bi­lin ki Allah, mutlaka amellerinizin karşılığını verecektir. İyilikte bulunana mükâfaatını, kötülükte bulunana da cezasını verecektir.

* Âyet-i kerimede zikredilen “Sayılı günler”den maksat, Şeytanı taşlama günleridir. Bu günlere “Teşrik günleri” denir. Allah teala kullarına, bu günlerde kıldıkları namazların arkasından tekbir getirmelerini ve bu günlerde Şeytana at­tıkları her taşla birlikte tekbir getirmelerini emretmiştir. Burada zikredilen “Sa­yılı günler”den maksadın teşrik günleri olduğu, Abdullah b. Abbas, Ata, Müca-hid, İbrahim en-Nehai, Hasan-ı Basri, İsmail b. Ebi Halid, Katade, Süddi, Rebi1 b. Enes, Mâlik ve İbn-i Zeyd tarafından nakledilmiştir. Ayrıca ResuluUahın, teş­rik günlerinde Allanın zikredileceğini bildirmesi de bu âyette zikredilen “Sayılı günler”den maksadın, teşrik günleri olduğunu ortaya koymaktadır. Bu hususta Peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

“Teşrik (tekbir) günleri, yeme, içme ve Allahı zikretme günleridir. [253]

Âyet-i kerimede zikredilen “İki gün”den maksat ise, Hac sırasında Mina­da geçirilen ve Şeytanın taşlandığı günlerdir. Peygamber efendimiz bu hususta da şöyle buyurmaktadır:

“Hac Arafattır, Hac Arafattır, Hac Arafattır. Mina günleri üç gün­dür. Kim iki gün içinde acele edip dönerse ona bir günah yoktur. Kim de geri kalırsa ona da bir günah yoktur. Kim bayram günü sabahı fecirden evvel Arafata kavuşacak olursa Hacca kavuşmuş olur. [254]

Âyet-i kerimede: “Kim iki gün içinde acele edip dönerse ona bir gü­nah yoktur. Kim de geri kalırsa ona da bir günah yoktur. Bu, Allahtan korkan içindir.” Duyurulmaktadır. Müfessirler bu âyet-i kerimenin bu bölümü­nü şu şekillerde izah etmişlerdir:

a- Ata, İkrime, Mücahid, Süddi, Katade, İbrahim en-Nehai, Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Abbastan nakledilen bir görüşe göre, onlar âyetin bu bölü­münü şu şekilde izah etmişlerdir: “Kim, teşrik günlerinin ilk iki gününde acele eder ve oradan ayrılacak olursa, ayrılmasından ve acele etmesinden dolayı ona bir günah yoktur. Kim de teşrik günlerinin ikinci gününde acele etmeyip üçüncü güne kalır ondan sonra oradan ayrılacak olursa, onun için de geç kalmasından dolayı bir günah yoktur.

b- Abdullah b. Mes’ud, İbrahim en-Nehai, Abdullah b. Ömer, Mücahid, Abdullah b. Abbas, Âmir eş-Şa’bî ve Hz. Aliden nakledilen diğer bir görüşe gö­re âyetin bu bölümünün izaht şöyledir: Kim iki günde acele edecek olursa onun da günahları affedilmiştir, kim de iki günden fazla kalırsa onun günahları da af­fedil mistir. Zira hacemdan dolayı onun günahları bağışlanmıştır. İki günde ace­le ‘edip etmemesi onun bağışlanmış olmasını etkilemez.

c- Mücahidden nakledilen başka bir görüşe göre bu âyetin izahı şöyledir: O kimsenin, iki gün içinde acele etmesi halinde de, iki günden geç kalması ha­linde de hac yaptığı yıl ile gelecek yıl arasındaki günahları affedil mistir.

d- Ebul Âliye, İbrahim en-Nehai, Süddi, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Mes’uddan nakledilen diğer bir görüşe göre âyetin bu bölümünün izahı şöyle­dir;: Kim bu iki gün içerisinde acele edecek olursa geriye kalan ömrü boyunca, Allahtan korkması şartıyla artık onun üzerinde bir günah kalmamıştır.

e- Muhammed b, Salih ve Abdullah b. Abbastan nakledilen başka bir gö­rüşe göre bu âyetin izahı şöyledir: Kim, teşrik günlerinin ilk iki gününde acele eder oradan ayrılacak olursa, av avlanmaktan kaçınması şartıyla acele edip ora­dan ayrılmasından dolayı ona bir günah yoktur. Kim de üçüncü güne kadar devam edip sonra oradan ayrılacak olursa onun için de bir mahzur yoktur.

f- Abdullah b. Mes’uddan nakledilen son bir görüşe göre âyetin bu bölü­münün izahı şöyledir: “Kim, teşrik günlerinin ilk iki gününde acele eder de ora­dan ayrılacak olursa onun için bir günah yoktur. Çünkü o, haccından dolayı af-fedilmiştir. yine kim de teşrik günlerinin üçüncü gününe kadar geç kalır da on­dan sonra ortadan ayrılacak olursa onun için de bir günah yoktur. Zira o da hac-cmdan dolayı b ağ işi anm ıştır. Ancak bu bağışlanma, hacci esnasında, Ali ahin yasakladığı şeylerden kaçınan kimseler içindir.

Taberi diyor ki: “Bu görüşlerden daha sıhhatli olanı şudur: Minanın üç gününden ilk ikincisinde kim acele eder de ikinci günde oradan ayrılacak olursa onun için bir günah söz konusu değildir. Zira Allah onun günahlarını affetmiş-tir. Yeter ki haccederken Allahtan korkmuş olsun. Haccı sırasında Allahm, ka­çınmasını emrettiği şeylerden kaçınmış, yapmasını emrettiği şeyleri de yapmış olsun ve gücünün yettiği bir şekilde haccını itaat içinde ifa etmiş olsun. Kim de Minanın üç gününden üçüncü gününe kadar kalır ondan sonra oradan ayrılacak olursa onun için de bir günah yoktur. Çünkü Allah haccı sayesinde onun geçmiş günahlarını affetmiştir. Yeter ki haccını Allahm koyduğu sınırlara dikkat ederek ifa etmiş olsun. Yani bu izaha göre “Acele edip iki gün içinde dönene de geri kalana da günah yoktur.” ifadesinden maksat, haccını hakkıyla ifa eden, Allah tarafından bağışlanmıştır. Onun Mina günlerinde acele edip etmemesi bu bağış­lanma durumunu etkilemez.” demektir.

Taberi diyor ki: Bu izahın tercih edilmesinin sebebi, bu hususta Resulul-lahm şu ve benzeri hadisleridir.

“Kim Allah için hacceder, (o sırada) cinsi temasta bulunmaz ve fisk işle­mezse, buradan ayrılırken anesinden doğmuş gibi ayrılır. [255]

Abdullah b. Mes’ud da Resulullahin şöyie buyurduğunu rivayet ediyor:

Hac ile Umreyi peşpeşe yapın. Çünkü bu ikisi, körüğün, demir, altın ve gümüşün posasını temizleyip attığı gibi fakirliği ve günahları silip atarlar. Ka­bul edilen bir hac için cennetten başka bir sevap yoktur. [256] Bu hadis, Abdul­lah b. Abbas ve Hz. Ömerden de rivayet edilmiştir[257]

Taber i diyor ki: “Bu ve benzeri hadis-i şerifler gösteriyor ki, âyet-i keri­mede geçen: “Kim ilk iki günde acele edip oradan ayrılacak olursa onun için günah söz konusu değildir. Kim de geri kalacak olursa onun için de gü­nah söz konusu değildir” ifadelerinde zikredilen “Onun için günah söz konusu değildir.” cümlesinden maksat, “Hacceden kimse affedilmiştir. Mina günlerinde geri kaiıp kalmaması bu affını etkilemez.” demektir. Bu ifadenin mânâsı bu ol­duğuna göre bu ifadeyi birinci görüşte zikreüildiği gibi: “Minada acele etmesin­den veya geri kalmasından dolayı hacceden kimseye bir günah yoktur.” şeklinde izah etmek doğru değildir. Zira Resulullahın hadisleri bu ifadeyi bizim izah etti­ğimiz gibi açıklamışlardır.

Taberi, yukarıda zikredilen görüşlerin isabetli olmadığına dair uzun açık­lamalarda bulunmuştur… [258]

 

204- İnsanlardan öylesi vardır ki,dünya hayatı hakkında sözü senin hoşuna gider ve Allahı, kalbinde olana şahit tutar. Halbuki o, en azılı bir düşmandır.

İnsanlardan bir kısımları vardır ki onların, dünya hayatı ile ilgili olarak açıktan konuştukları sözleri senin hoşuna gider. Sözünde doğru olduğuna ve söylediği sözlerin, inancına uygun olduğuna dair Allahı, kalbinde olana şahit tu­tar. Halbuki o, en azılı bir düşmandır. Yani onun düşmanlığı şiddetlidir. Bâtıl ile ve yalan sözler söyleyerek karşısındakilerle mücadele eder durur. İşte bu, içle­rinde sakladıkları şeyin aksini ortaya koyan münafıkların sıfatıdır.

Bu âyet-i kerime, müminlere münafıkları tanıtmaktadır. Âyet-i kerime­nin kimin hakkında nazil olduğu hususunda müfessirler çeşitli görüşler zikret­mişlerdir.

a- Süddiye göre bu âyet, Ahnes b. Şerik hakkında nazil olmuştur. Bu kişi,

Ziihre oğullan île antlaşma yapmış bir kimse idi. Bir gün, Medinede Resuîuîla-ha geldi ve ona Müslüman olduğunu söyledi. Resulullah onun bu halini beğen­di. Ahnes: “Ben Müslüman olmak için geldim. Allah da biliyor ki ben bu sö­zümden sadıkim.” dedi ve Allahı, kalbinde olana şahit tuttu. Sonra Resulullahın yanından ayrılıp gitti. Müslümanların ekinlerinin ve merkeplerinin yanından ge­çerken ekinleri yaktı ve merkepleri kesti. İşte bunun üzerine Allah teala bu âyet-i kerimeyi indirdi. Süddiye göre Hümeze suresi ve Kalem suresinin baş tarafı da bu kişi hakkında inmiştir.

b- Abdullah b. Abbasa göre ise bu sure Resulullahın, “Reci” denen yerde öldürülen ve esir alman müfrezesi aleyhinde konuşan münafıklar hakkında nazil olmuştur. îkrime, Abdullah b. Abbasın bu hususta şunları söylediğini rivayet ediyor. “Resulullahın, Hubeyb ve arkadaşlarından oluşan müfrezesi Mekke ile Medine arasında “Usfan” denen yerde müşrikler tarafından mağlup edilince mü­nafıklardan bir kısım insanlar şunları söylemişlerdir: “Vay haline bu öldürülen zavallıların. Bunlar ne evlerinde oturup sağ kaldılar ne de arkadaşlarının dâvasını tebliğ edebildiler.” İşte bu âyet, bu münafıklar hakkında, bundan sonra gelen âyet îe müfrezede bulunan müminler hakkında nazil olmuştur.”

c- Muhammed b. Kâ’b el-Kurezi, Katade, Mücahid, Rebi’ b. Enes ve Ata’ya göre bu âyet-i kerime, bütün münafıklar hakkında nâzii olmuştur. Bir gün, Said el-Makburi, Muhammed b. Kâ’b el-Kurezi ile konuşurken Said ona, kendi ifadesiyle şu hadisi okumuştur. “Ahir zamanda, âhirete çalışır gibi görü­nerek dünya malını kazanmak isteyen bir kısım insanlar ortaya çıkacaktır. Bun­lar insanlara karşı yumuşaklık bakımından koyun postuna bürünürler. Dilleri şe­kerden daha tatlı, kalbleri ise canavar kalbidir. Aziz ve Celil olan Allah, bir ha-dis-i Kudside:

“Bana güvenerek mi kendilerini aldatıyorlar? Yoksa bana karşı kendileri­ni cesur mu hissediyorlar? Ben kendime yemin ederim ki onların üzerine, kendi aralarından öyle bir fitne gönderirim ki içlerinden halim selim olanları bile şaş­kına çevirir.” buyurdu[259]

Muhammed b. Kâ’b da: “Senin o okuduğun ifadeler Allanın kitabında mevcuttur.” dedi. Saki de: “O, Allanın kitabînin neresinde?” diye sordu. Mu­hammed b. Kâ’b da: “İnsanlardan öylesi vardır ki dünya hayat] hakkında sözüsenin hoşuna gider. Ve Allahı kalbinde olana şahit tutar. Halbuki o, en azılı bir düşmandır. O, iş başına geçtiği zaman yeryüzünde fesat çıkarmak, ekini ve nes­lini helak etmek için çalışır. Allah, bozgunculuğu sevmez.” âyetlerini okudu. Said de Muhammede, “Ben bu âyetin, kimin hakkında nazil olduğunu iyi biliyo­rum.” dedi. Muhammed de ona: “Bir âyet belli bir kişi hakkında inmiş olabilir. Fakat onun hükmü herkes için geçerlidir.” dedi.

Âyet-i kerimede geçen ve “Allahı kalbimde olan şahit tutar” şeklinde ter­cüme edilen cümlesindeki fiili, kıraat âlimlerinin çoğu tarafından bu şekilde okunmuştur. Bu kıraata göre âyetin mânâsı “Ey Muhammed, senin, sözlerini beğendiğin o kimse, kalbindeki inancı­nın, diliyle söylediği sözlere mutabık olduğuna dair Allahı da şahit tutar.” de­mektir.

Diğer bir kısım kıraat âlimleri ise bu cümleyi şeklinde okumuşlardır. Bu kıraata göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir. “Ey Muhammed, bir kısım insanların dünya hayatı hakkındaki sözleri senin ho­şuna gider. Halbuki Allah, onların kalbindeki inancın fasit olduğuna dair şahit­tir, onu görmektedir.”

Taberi, birinci kıraat şeklini tercih etmiş ve âyeti ona göre izah etmenin doğru olduğunu söylemiştir. Çünkü kıraat âlimlerinin çoğunluğu, âyeti bu şekil­de okumuşlardır.

Âyet-i kerimede geçen ve “Halbuki o en azılı bir düşmandır.” şeklinde tercüme edilen cümlesi, müfessirler tarafından çeşitli şekiller­de izah edilmiştir.

Abdullah b. Abbas ve Katadeye göre bu cümlenin mânâsı “Halbuki o, tartışmacı bir düşmandır.” demektir. Mücahid ve Süddiye göre ise bu ifadeden maksat, “Halbuki o, aksi bir düşmandır.” demektir. Hasan-ı Basriye göre ise bu ifadeden maksat, “Halbuki o, yalan söyleyen bir düşmandır.” demektir.

Taberi bu ifadelerin hepsinin birbirine yakın olduğunu ve aralarında pek büyük bir fark olmadığını söylemiştir. [260]

 

205- O, iş başına geçtiği zaman yeryüzünde fesat çıkarmak, ekini ve nesli helak etmek için çalışır. Allah, bozgunculuğu sevmez.

Ey Resulüm, bu münafık senin yanından ayrılıp gittiğinde, Ali ahin kulla-nnı korkutmak için, yol keserek, orada anarşi çıkararak yeryüzünde Allanın ha­ram kıldığı işleri yapar. Ekinleri yok etmek ve Allanın helal kılmadığı hayvan­ları ve diğer canlıları helak etmek için çalışır. Allah günah işlemeyi, yol kesme­yi ve oralarda korkulacak durumlar meydana getirmeyi sevmez.

Âyet-i kerimede zikredilen ve “O, iş başına geçtiği zaman” şeklinde tercüme edilen cümlesi, Abdullah b. Abbas tarafından “O, senin yanından ayrıldığı zaman” şeklinde izah edilmiş, İbn-i Cüreyc tarafından ise “O, senin yanından öfkeli olarak ayrıldığı zaman” şeklinde izah edilmiştir.

Müfessirler burada, münafık tarafından yeryüzünde çıkaracağı fesattan neyin kastedildiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir. Bazılarına göre burada zikredilen fesattan maksat, “Yol kesmek” ve insanları korkutmaktır. Nitekim Ahnes b. Şerik bunu yapmıştır.

Diğer bir kısım müfessirlere göre ise burada zikredilen “Fesaf’tan mak­sat, akrabalık bağını koparmak ve müslümanlann kanını akıtmaktır.

Taberi, âyet-i kerimenin genel ifadesinin her iki fesat şeklini de kapsar mahiyette olduğunu ve âyetten, bütün isyanların anlaşıldığını söylemiştir.

Âyet-i kerimede: “O, ekini ve nesli helak etmek için çalışır.” Duyurul­maktadır. Münafıkın, ekin ve nesilleri nasıl helak ettiği hususunda farklı görüş­ler zikredilmiştir.

a- Süddiye göre burada zikredilen ekinlerin helakinden maksat, Ahnes b. Şerikin yaptığı gibi onlan yakmak, nesilleri helak etmekten maksat ise, yine bu kişinin yaptığı gibi belli hayvanları keserek soylarını bitirmek istemektir.

b- Mücahide göre ise, münafıkın, ekinleri helak etmesinden maksat, Alla-, ha isyanı yüzünden yağmur rahmetinin kesilmesi ve böylece ekinlerin yok ol­masına sebep olmasıdır. Soyları helak etmesinden maksat ise, ekinlerin helak olmasına vesile olarak insanların da helakine vesile olmasıdır.

Taberi diyor ki: “Her ne kadar Mücahidin söylediği de âyetin izahında muhtemel bir tevil ise de Süddinin ki âyetin zahirine daha uygundur. Bu sebeple biz bunu tercih ettik. Taberi devamla diyor ki: “Ekinden maksat, ziraat ürünleri­dir. Nesilden maksat ise soy ve çocuktur. Münafıkın ziraat ürünlerini helak et­mesi, Süddinin söylediği gibi, onu yakmasıyla da olabilir, Mücahidin söylediği gibi, Allaha isyanı yüzünden yağmurun kesilmesine sebep olmasıyla da olabilir. Hatta tarımla meşgul olanları ve işçileri öidürmesiyle de olabilir. Keza münafı­kın, nesilleri helak etmesi, anne ve baba olacak insanları öldürmekle de olabilir. Mücahidin dediği gibi, insanların gıdalan olan ekinleri helak etmesiyle de ola­bilir. Her ne kadar âyet-i kerimenin zahiri, Süddinin rivayet ettiği izaha daha uygun ise de, âyeti genel anlamda almak ve her ekini helak edenin ve soyun helakine sebep olan herkesin bu âyetin ifadesine girdiğini söylemek uygundur. Ni­tekim Abdullah b. Abbas, Mücahid, Dehhak, Rebİ1 b. Enes, Ata, Said b. Abdü-laziz ve Mekhul, bu âyette ki, “Ekin”den maksadın, ekilen bütün ekinler oldu­ğunu ve soydan maksadın da “Her canlının soyu” olduğunu söylemişlerdir. Bu­na göre her ekini ifsad eden ve her soyu helak eden münafık bu âyetin ifadesine girmektedir. [261]

 

206- Ona “Allahtan kork” denildiğinde, gururu onu günah işlemeye sevkeder. Artık cehennem ona yeter. O ne kötü bir döşektir.

O münafık kimseye “Yeryüzünde fesat çıkarma hususunda Allahtan kork” denildiğinde kibirlenir ve günah işleme gururuna kapılır. Azgınlık ve sa­pıklığında inat eder. Sapıklığı sebebiyle cehennemi boylaması ceza olarak ona yeter. Cehennem ne kötü bir döşek, ayak basılacak ne kötü bir yerdir.

Bu hususta diğer bir âyet-i kerimede de şöyle buyuruluyor: “Onlara apaçık âyetlerimiz okunduğu zaman, kâfirlerin yüzlerinden inkârlarını anlarsın. Neredeyse kendilerine âyetlerimizi okuyanlara saldıracak olurlar.” Ey Muham-med, de ki: “Size, bundan daha kötü bir şey haber vereyim mi? Ateştir.” Allah, onu, kâfirlere vaadetmiştir. O, ne kötü bir dönüş yeridir. [262]

Müfessİrler, bu âyet-i kerimeden ve bundan sonra gelen âyet-i kerimede zikredilen insanlardan kimlerin kastedildiği hakkında farklı görüşler zikretmiş­lerdir.

Hz. Ali, Abdullah b. Abbas, Hz. Ömer ve İbn-i Zeyd’e göre bu âyet-i ke­rimede zikreilen insanlardan maksat, hem münafık ve hem de fasıklardır. Bun­dan sonra gelen âyette zikredilen “İnsanlar”dan maksat, ise bu âyette zikredilen münafıklara karşı cihad eden müslümanlardır. Hz. Ali bu iki âyeti okuduktan sonra şöyle demiştir: “Kûbenin rabbine yemin olsun ki onlar, birbirleriyle sava­şan iki guruptur.”

İbn-i Zeyci bu âyeti izah ederken şunları söylemiştir: Ömer b. el-Hattab (r.a.) sabah namazını kılıp bitirdikten sonra ağılına (bahçesine) giderdi. İçlerin­de Abdullah b. Abbas ve Uyeynenin kardeşinin oğlu bulunan gençleri çağırır Kur’an okuturdu. Onlar, Kur’an okur ve kendi aralarında müzakere ederlerdi.

Öğle sıcağı basınca da dağılırlardı. Bir gün bu âyeti ve bundan sonraki âyeti okudular. Abdullah b. Abbas, yanında bulunanlardan bazılarına: “İki atiam bir­biriyle savaşıyor.” dedi. Ömer, Abdullahın bu sözünü işitince “Sen ne söyle­din?” dedi. Abdullah: “Hiç bir şey, ey müminlerin emiri.” dedi. Ömer “İki adam birbiriyle savaşıyor.” derken ne demek istedin? dedi. Abdullah b. Abbas, Ömer-den kurtulamayacağını görünce dedi ki: “Bu âyette görüyorum ki, bir kimseye, Allahtan korkması emrediliyor o da gururuna kapılarak günah işlemesiyle ifti­har ediyor. Diğer âyette de görüyorum ki, birisi ortaya çıkıyor ve “Ben, canımı cennet mukabilinde satıyorum.” diyor ve bununla savaşıyor. Böylece iki kişi birbiriyle savaşmış oluyor. “Bunun üzerine Ömer “Ey İbn-i Abbas maşallah Al­lah seni dinine hizmet için yaratmış.” dedi.

Diğer bir kısım müfessirlere göre ise bu âyette zikredilen “İnsanlar”dan maksat, Ahnes b. Şeriktir. Bu kişinin kıssası, bir önceki âyette zikredilmiştir. [263]

 

207- İnsanlardan öylesi de vardır ki Allanın rızasını kazanmak için canını verir. Allah, kullarına karşı çok merhametlidir.

İnsanlardan, Allahm rızasını ve sevabını elde etmek için, karşılığında ca­nını vermek isteyenler de vardır. Allah, mümin kullarına karşı, geniş ve bol merhamet sahibidir.

Müfessirier bu âyet-i kerimenin kimin hakkında nazil olduğu hususun­da farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Katadeye göre bu âyette zikredilen insanlardan maksat, Allah yolunda cihad eden muhacirler ve Ensardır.

b- İkrimeye göre ise bu âyette zikredilen insanlardan maksat, Muhacirler­den belli kişilerdir. Bunlar da Süheyb b. Sinan ve Ebu Zer el-öifarTdir.

Süheyb b. Sinan, Mekkeden Medineye hicret etmek istediği zaman kavmi ona engel oldu ve onu hapsettiler. Bunun üzerine Süheyb kavmine şöyle dedi: “Evimi ve malımı ve elimde bulunan her şeyimi size vereyim yeter ki beni ser­best bırakın, gidip Hz. Muhammede kavuşayım. “Bu teklifi kabul ettiler. Sü­heyb de evini ve malını onlara bırakarak Allah ve Resulüne hicret etti. İşte bu­nun üzerine bu âyet nazil oldu. Süheyb Medineye yaklaştığında, sâhabe-i kiram­dan bazıları kendisini karşıladı. Hz. Ömer de onların içerisinde idi. Hz. Ömer, Süheybe dedi ki: “Ticaretin kazanç sağladı.” Süheyb: ‘”Nedir o?” dedi. Hz.

Ömer de bu âyetin nazil olduğunu ona haber verdi.

Ebu Zer de, kavminden kaçıp Mekkede bulunan Resulullahın yanma git­miştir. Mekkeden Medineye hicret ederken de kavmi, “Merr-i Zahran” denen yerde karşısına çıkmış fakat Ebu Zer kaçıp kurtulmuş ve Resulullahın yanma varmayı başarmıştır.

c- Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah b. Abbas, Ebu Hureyre ve Hasan-ı Basri’den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime, canını Allah yoluna adayarak cihad eden ve iyiliği emredip kötülükten sakındıran herkesi ifade et­mektedir. Muğire diyor ki: “Ömer b. El-Hattab, bir ordu gönderip bir kaleyi ku­şattı. Becile kabilesinden bir adam, ordunun önüne geçip düşmanla savaştı ve öldürüldü. İnsanlar onun hakkında çokça konuştular ve “Kendisini eliyle tehli­keye attı.” dediler. Bu konuşmalar Ömer b. el-Hattaba ulaştı. O da “Yalan söy­lüyorlar. Aziz ve Celil olan Allah: “İnsanlardan Öylesi de vardır ki Allahın rıza­sını kazanmak için canını verir. Allah kullarına karşı çok merhametlidir.” bu-yurmadı mı?” dedi.

Ebu Hureyre de, Hişam b. Âmirin, düşmanın saflarına hücum ederek on­ların saflarını yardığı zaman onun hakkında “Kendisini eliyle tehlikeye attı.” di­yen kimselere karşı bu âyet-i kerimeyi okumuştur.

Hasan-ı Basri bu âyeti okuduktan sonra şunları söylemiştir: “Bu âytin ki­min hakkında indiğini biliyormusunuz? Bu âyet şöyle bir müslüman hakkında inmiştir. O, bir kâfirle karşılaşır ve ona “Lailahe İllallah” de. Bunu söylediğin takdirde, canını da malını da korumuş olursan. Ancak canın ve malın hakkında cezayı hak etme durumun hariçtir…” der. Kâfir ise bu sözü söylememekte dire­tir. Müslüman da “Vallahi ben kendimi Ailaha satıyorum.” der. İlerler ve onunla öldürülünceye kadar savaşır. İşte bu âyet bu gibi müslümanlar hakkında nazil olmuştur.

Taberi de âyetin genel ifadesini gözönünde bulundurarak bu son izah şeklini tercih etmiş ve âyetin her iyiliği emredip kötülüğe mani olanları ifade et­tiğini, bu itibarla Süheybin ve Ebu Zer’in de burada zikredilen insanlara dahil olduklarını söylemiştir.

Fakat âlimlerin çoğunluğu bu âyetin, Allah yolunda cihad eden her Mü­cahidi içine aldığını söylemişlerdir. Nitekim bu hususta diğer bir âyette de şöyie Duyuruluyor: “Elbette rabbin, bunlardan her birine, yaptıklarının karşılığını ve­recektir. Şüphesiz Allah, onlann yaptıklarından haberdardır. [264]

 

208- Ey iman edenler, hep birlikte itaate girin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o, sîzin için apaçık bir düşmandır.

Ey iman edenler, hep birlikte İslama girin ve şeriatın koymuş olduğu bü­tün hükümleri yaşayın. Şeytanın yollarına ve izlerine tabi olmayın. Çünkü o si­zin apaçık düşmanın izdir. Onun, hakkınızdaki düşmanlığı apaçık ortadadır.

Ayette geçen ve “İtaat” diye tercüme edilen “Silm” kelimesi, bir kısım müfessirler tarafından “İslam” diye izah edilmiş ve onlar, âyetin mânâsının: “Bir kısmınız değil hepiniz birlikte İslama girin.” demek olduğunu söylemişler­dir. Çünkü Yahudilerden bir kısmı İslama girmiş diğer bir kısmı ise Müslüman­lığı kabul etmemekte diretmişlerdir.

Bunlara göre âyet-i kerime, herkesin hep birlikte İslama girmeleri gerek­tiğini beyan etmektedir. Mücahid, Katade, Süddi, İbn-i Zeyd, Dehhak ve İbn-i Abbas bu görüştedirler. Taberi de bu görüşü tercih etmiştir.

Diğer bir kısım âlimler ise “Silm” kelimesini “İtaat” olarak izah etmişler ve âyetin mânâsının “Hep birlikte itaata girin.” demek olduğunu söylemişlerdir.

Ebul Aliye ve Rebi’ b. Enes bu görüştedirler.

Diğer bazı âlimler ise “Silm” kelimesini “Batış” olarak izah etmişler ve âyetin mânâsının: “Hep birlikte banşa girin.” demek olduğunu söylemişlerdir. Bu görüş te Katadeden nakledilmektedir.

Müfessirler bu âyette, İslama girmeye veya itaat etmeye çağırılan insan­lardan kimlerin kastedildiği hakkında iki görüş zikretmişlerdir.

İkrimeye göre burada, İslama ginneleri istenen insanlardan maksat, Hz. Muhammede iman eden müminlerdir. Müminlerin İslama girmelerini istemek­ten maksat ise, onların İslamın bütün emirlerini yaşamalarını istemektir. Yani, “Ey müminler, İslamın bütününü yaşayın.” demektir. Bu izaha göre “Hep birlik­te “sıfatı “îslam” diye tercüme edilen kelimesine aittir. Bu hususta İk-rime diyor ki: “Bu âyet-i kerime, Yahudilerden olan ve İslama giren, Salebe, Abdullah b. Selam, İbn-i Yamin, Kâb’ın oğulları Esed ve Üseyd, Şu’be b. Emr ve Kays b. Zeyd hakkında nazil olmuştur. Bunlar demişlerdir ki: “Ey Allanın Resulü, Cumartesi günü, saygı gösterdiğimiz bir gündü. Bizi serbest bırak ta o güne uyalım. Tevrat da Allah tealanın bir kitabıdır. Bizi bırak ta geceleri onun hükmüne uyalım.” İşte bunun üzerine “Ey iman edenler, İslama bir bütün olarak girin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o, sizin apaçık bir düşmanınızdır.” âyeti nazil oldu.

Abdullah b. Abbas ve Dehhaka göre ise, bu âyette İslama girmeleri emre­dilen müminlerden maksat, daha Önceki Peygamberlere iman eden ehl-i kitaptır.

Taberi âyet-i kerimenin bütün iman edenlerin İslam şeriatına tüm olarak girmelerini emrettiğini, bu itibarla Resulullaha iman eden müminlerin de, ondan önceki peygamberlere iman edenlerin de âyetin kapsamına girdiğini söylemiş­tir.

Âyette zikredilen “Şeytanın adımlarTndan maksat, İslamın hüküm ve ni­zamına ters düşen her şeydir. Cumartesi günü yasağına uyma ve İslam dinine muhalif olan diğer dinlerden herhangi birinin hükümlerine uyma da bu kabil­dendir. [265]

 

209- Size apaçık deliller geldikten sonra doğru yoldan saparsanız, bi­lin ki Allah her şeye galiptir. Hüküm ve hikmet sahibidir.

Eğer, İslâmın hak din olduğuna dair deliller size açıklandıktan sonra İs­lam şeriatının hükümlerine muhalefet ederseniz, bilin ki Allah, her şeye galiptir. Hiçbir müdafaan Allanın, sizi cezalandırmasını Önleyemez. Hiç bir kimse de ona engel olamaz. O, size yapacağı şeylerde hüküm ve hikmet sahibidir.

Ayetle zikredilen “Apaçık deliller”den maksat, Hz. Muhammed, Kur’an-i Kerim ve İslam dinidir. Bunlardan sonra sapıklığa düşenler hak yoldan şaşmış, zulme, inkâra ve küfre düşmüş olurlar. Ve her şeye gücü yeten Allanın cezalandırmasına layık olurlar. Âyet-i kerime, insanları bu gibi durumlara düş­memeleri için uyarmaktadır. [266]

 

210- Onlar, bulutlardan gölgelikler içinde Allanın (emrinin) ve me­leklerin gelmesinden ve işin olup bitmesinden başka bir şey mi beklerler? Bütün işler Allaha döner.

Hep birlikte itaate girmeyi bırakıp Şeytanın adımlarına uyan ve Muham­medi yalanlayan bu insanlar, kullan arasında hüküm vermek ve işlerini sonuç­landırmak için Allanın, kıyamet gününde bulut gölgeleri arasında kendilerine gelmesini ve meleklerin de gelmesini ve yaratılanlar arasında adaletle hükmedi­lerek işlerinin bitirlemisini mi beklerler? Kıyamet gününde yaratıkları arasında hüküm verme Allaha aittir. Allah, birbirlerinden davacı olan hasımların arala­rında hüküm verir ve herkes layık olduğu ceza veya mükâfaatı görür. Çünkü orada zayıfla kuvvetli, fakirle zengin eşittir. Orada zulüm yoktur. Adaletin gücü hakimdir. Bütün işler, âhirette Allaha döner. Yaratıkları arasında âhirette sadece o hüküm verir.

Ayette, ” Allanın emrinin gelmesi” diye tercüme edilen cümle, âyetin Arapça metninde “Allanın gelmesi” şeklindedir. Taberi bu âyet-i kerimenin iza­hında çeşitli kıraat şekillerini ve müfessirlerin tefsir yönlerini izah etmiştir. Bunları şu şekilde özetlemek mümkündür.

1- Âyette geçen “Melekler” kelimesini, bazı kıraat âlimleri Arapça met­ninde ötre okumuş diğerleri ise esre okumuşlardır. Ötre okuyanlara göre âyetin mânâsı şöyledir: “Muhammedi ve onun getirdiklerini yalanlayanlar, bulutların gölgesi içinde Allanın ve meleklerin gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar?”

Esre okuyanlara göre ise âyetin mânâsı şöyledir: “Muhammedi ve onun getirdiklerini yalanlayarlar, Allanın, bulutların gölgeleri içinde ve meleklerin arasında gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar?

2– “Gölgeler” diye tercüme edilen kelimesi, bazıları tarafından şeklinde okunmuştur. şeklinde okuyanlara göre âyetin mânâsı “Bulutlardan gölgelik olanların içinde” şeklindedir. Kelimeyi şeklinde okuyanlara göre ise bu cümlenin mânâsı, “Bulutlanıl gölgeleri içinde” şeklindedir.

Tabri kelimesini Ötreli okuyan görüşü ve kelimesini de böylece okuyan görüşü tercih etmiştir. Zira bu kiraatında ifade ettiği gibi Al­lah tealanın, meleklerle birlikte geldiği şu âyet-i kerimelerde de zikredilmiştir. “Rabbin ve saf saf olan melekler karşına çıktığı zaman, işte o gün cehennem ge­tirilecek yine o gün insanlar her şeyi anlayacaktır. Fakat bu anlamanın ona ne faydası olacaktır? [267]

“Onlar kendilerine meleklerin gelmesinden veya rabbinin gelmesinden yahut rabbinin bazı alametlerinin gelmesinden başka bir şey mi beklerler? [268]Taberikelimesini tercih etmesinin sebebini ise, bu hususta zikrettiği şu hadise bağlamıştır. “Bulutlardan bazıları halka şeklindedir. Allah, onların içine ne bürüKi olarak gelecektir.”

3- Âyette zikredilen “Bulutlardan gölgelikler içinde” ifadesi, Mücahid, Katade ve İkrimeye göre Allah tealanın gelmesine ait bir kayıttır. Buna göre âyetin mânâsı şöyledir: “Muhammedi ve onun getirdiklerini yalanlayanlar, Alla­nın* bulutlardan gölgelikler içinde gelmesinden ve Meleklerin gelmesinden baş­ka bir şey mi bekliyorlar?” Bu hususta Mücahid şöyle demiştir: “Burada zikre­dilen bulutlar normal bulut değildir. Buradaki bulut, İsrailoğullanna çölde yol­larını kaybettikleri zaman gölgelendirmek için gelen buluttur. İşte Allah, kıya­met gününde böyle bir bulutun içinde gelecektir. Taberi, yukanda zikredilen ha­disi delil göstererek bu görüşü tercih etmiştir.

Rebi1 b. Enese göre ise, “Bulutlardan gölgelikler içinde” ifadesi, Melekle­rin gelmesinin bir kayındır. Bu izaha göre âyetin mânâsı şöyledir: “Muhammedi ve ona gelenleri yalanlayanlar. Allanın gelmesini ve bulutlardan gölgelikler içinde meleklerin gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar?”.

4- Bu âyette zikredilen, “Allanın gelmesi”ndeıı maksadın ne olduğu hak­kında müfessirler, çeşitli izahlarda bulunmuşlardır.

a- Bazılarına göre, burada geçen “Gelmek” ifadesi Allah tealaya ait bir sı­fattır. Bu sıfat hakkında herhangi bir söz söylemeye zorlanmak caiz değildir. Zi­ra, bunlar hakkında ne Allah tealadan ne de bir Peygamber tarafından herhangi bir şey söylenmemiştir. Bu itibarla herhangi bir kimsenin, Allah tealanın bu gibi sıfatlarına te’vil yolu araması caiz değildir.

b- Diğer bir kısım müfessirlere göre bu sıfatlar, hakiki mânâlarında kulla­nılmış sıfatlardır. “Allah tealanın gelmesi”nden maksat, gerçekten gelmesi, bir yerden diğer bir yere intikal etmesidir.

c- Başka bir kısım âlimlere göre, burada zikredilen “Allanın gelme­sinden maksat, Allanın hükmünün ve emrinin gelmesidir.

d- Başka bir kısım müfessirlere göre ise “Allanın gelmesinden maksat. Allanın sevabının, hesabının ve azabının gelmesidir. Nitekim başka bir âyette “Siz, gecenin ve gündüzün tuzaklarısınız. [269]buyurulmuştur. Burada zikre­dilen müstekbirlerin bizzat tuzak olmadıkları muhakkaktır. Onlar, tuzak kur­muşlardır. Fakat kendileri, tuzak kurmaya sebep oldukları için onlara “Tuzak” adı verilmiştir. Allah tealanın sevabına, hesabına ve azabının gelmesine kendisi sebep olduğu için “Gelme” işi Allah tealaya isnad edilmiştir. “Vali hırsızın elini kesti” ifadesi bu kabildendir. Çünkü, hırsızın elini kesen, aslında vali değil onun emriyle kesen cellattır.

Taberi burada zikredilen, “Allanın gelmesi”nden maksadın, kıyamet gü­nünde Allah tealamn gelip yaratıkları hakkında hüküm vermesi olduğunu söyle­miş ve buna dair Muhammed b. Kâ’b el-Kurezi’nin Ebu Hureyre’den naklettiği şu uzun hadisi zikretmiştir.

Ebu Hureyre, Resulullahın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir. “Sizler, kıyamet gününde bir durakta yetmiş yıl durdurulacaksınız. Size bakılmayacak ve aranızda hüküm verilmeyecektir. Sizler, çepeçevre kuşatılmış olacaksınız. Gözyaşlannız kuruyuncaya kadar ağlayacaksınız. Sonra ağlarken gözlerinizden kan dökülecek, ağlamaya devam edeceksiniz. Öyle ki gözlerinizden dökülen kanlar göl olup kulaklarınıza kadar ulaşacak veya ağzınıza dolacak hale gelecek sizler çığlık atacaksınız,sonra diyeceksiniz ki: “Rabbimiz nezdinde bize kim şe­faatçi olacak ki aramızda hükmünü veresin?” Size denilecek ki: “Bu işe atanız Âdemden kim daha layık olabilir’? AHah onun toprağını kendisi seçti. Onu biz­zat eliyle yarattı. Ona ruhundan üfledi. Ve onunla karşı karşıya konuştu.” Resu-lullah diyor ki: “Bundan sonra Âdeme gidilir ondan şefaatçi olması istenir. O da kabul etmez. Sonra insanlar, tüm Peygamberlere teker teker müracaat ederler. Her Peygambere vardıklarında o, şefaat etmeyi reddeder. Nihayet bana gelirler. Geldiklerinde ben de kalkıp “Fahs” denen yere varırım. (Ebu Hureyre dedi ki: “Fahs nedir ey Allanın Resulü?” Resulullah: “Fahs, Arş’ın önüdür.” buyurdu.) Orada secdeye kapanırım. Ve secdede devam ederim. O esnada Alİah bana bir Melek gönderir. O, benim pazulanmdan tutup yukan kaldırır. Sonra Allah bana der ki: “Ey Muhammed, :Ben de: “Evet” derim. O, benim istediğimi çok iyi bil­diği haide bana der ki: “Ne istiyorsun?” Derim ki: “Rabbim, sen bana, şefaat et­memi vaadettiydin. Sen beni, yaratıkların hakkında şefaatçi kıl ve onların ara­sında hükmünü ver.” Allah: “Ben seni şefaatçi yaptım. Ben size geliyorum ve aranızda hüküm vereceğim.” der. Ben oradan ayrılırım ve gelip insanlarla bera­ber beklerim. Biz orada beklerken gökten şiddetli bir hışırtı işitiriz. O bizi kor­kutur. O esnada, gök ehlinden, yeryüzünde bulunan Cin ve insanlar kadar sakin­ler inerler. Onlar yeryüzüne yaklaşınca yeryüzü onların nuruyla aydınlanır ve onlar, sıra sıra dizilirler. Biz onlara deriz ki: “Rahimiz sizin içinizde mi?” Onlar da derler ki: “Hayır o geliyor. “Sonra, ikinci gök sakinleri, daha önce inen Me­lekler, bir de yeryüzünde bulunan Cin ve insanlar kadar Melek, ikinci gökten yeryüzüne inerler. Yeryüzüne yaklaşınca yeryüzü onların nuruyla aydınlanır. Onlar da sıra sıra dizilirler. Biz onlara deriz ki: “Rabbimiz sizin içinizde mi?” Onlar da “Hayır o geliyor.” derler. Sonra üçüncü kat sakinleri, daha önce inen meleklerle, yeryüzünde bulunan insan ve cinlerin miktannca inerler. Yeryüzü­ne yaklaşınca yeryüzü onların nuruyla aydınlanır. Onlar da sıra sıra dizilirler. Biz onlara: “Rabbimiz içinizde mi?” diye sorarız. Onlar da “Hayır geliyor” der­ler. Sonra gök sakinlerinin tümü, önceliklerin bir kat daha fazlasıyla inerler. Ni­hayet Cebbar olan Allah, bulutlardan gölgelikler içinde iner. Melekler de inerler. Meleklerin, Allahi teşbih etmelerinin sesleri vardır. Melekler şöyle derler: “Mülkün ve kainatın sahibini teşbih ederiz. Arşın rabbini, azamet sahibini teşbih ederiz. Ölmeyen diriyi teşbih ederiz. Bütün yaratıkları öldürüp kendisi ölmeyeni teşbih ederiz. O, teşbih edilendir, münezzehtir. O, meleklerin rabbi ve ruhun ra-bidir. O, münezzehtir, münezzehtir. Biz, en yüce olan rabbimizi teşbih ederiz. Biz, saltanat ve azamet sahibini teşbih ederiz. Biz onu ilel ebed teşbih ederiz.”. derler. İşte o an Allah teala iner. O gün onun arşını sekiz melek yüklenmiş olur. Bugün onu yüklenenler ise dörttür. Onların ayaklan yerin en alt katının sınırın­dadır. Gökler onların bellerine ulaşmakta, Arş ise onların omuzlan üzerinde bu­lunmaktadır. Aziz ve Celil olan Allah, arşını yeryüzünde dilediği yere koyacak-sonra bir seslenen, bütün yaratıkların işiteceği şekilde seslenecektir. Allah: “Ey cinler ve insanlar topluluğu, ben sizi yarattığım günden bu güne kadar susuyor­dum. Sizin konuş.tuklannızı işitiyor, yaptıklarınızı görüyordum. Şimdi ise sizler susup beni dinleyin. Şimdi size amel defterleriniz ve amelleriniz okunacak. Kim onda hayır bulursa Allaha hamdetsin. Kim de hayırın dışında bir şey bulacak olursa sadece kendini kınasın.” Bundan sonra Aziz ve Celi! olan Allah, yaratık­larından olan cinler, insanlar ve hayvanlar arasında hükmünü verecektir. Öyle ki o gün, boynuzsuz hayvanın hakkı boynuzlu olandan alınacaktır.

Âyet-i kerimenin sonunda “Bütün işler Allaha döner.” buyurulmaktadir. Bundan maksat, kıyamet gününde yaratıkları arasında.dünyadayken yaptıkları haksızlıklardan dolayı hüküm verme işi sadece Allaha aittir. O, hak sahiplerinin haklanın alır, kendilerine verir. Haksızların ise kafir olmayanlarına, dilerse lüt­fedip affeder, dilerse cezalandırır. Kâfir olanları ise mutlaka cezalandırır.

Her ne kadar dünyada da bütün işler sonunda Allaha ait ise de kıyamette bütün işlerin Allaha ait olduğu daha açıktır. Zira dünyada işleri önün yarattîklan yürütürler. Bazan onun emirleri doğrultusunda hareket eder hakkaniyete uyarlar bazan da onun emri dışına çıkarak haddi aşar, haksızlık yaparlar. Fakat âhirette böyle bir şey söz konusu değildir.*

Selef-i Satihine göre bu gibi âyetlerin izahında susmak ve te’vile gitmeden işi Allaha hava­le etmek gerekir. Diğer bîr kısım alimlere göre ise yanlış te’vülere mahal bırakmamak için bu gibi âyetlerin te’viline gidilmesi uygun görülmüştür. İşte bu anlayışa göre bu âyette ifa­de edilen “Allah gelmesi”nden maksat, “Allahın emrinin veya azabının yahut da âyetlerinin gelmesi” demektir. [270]

 

211- İsrailoğullanna sor. Kendilerine ne kadar apaçık âyetler gön­derdik. Kim, Allanın nimeti kendisine geldikten sonra onu değiştirirse şüp­hesiz ki Allah, cezası çok şiddetli olandır.

Ey Muhammed, İsrailoğuUarına sor. Kendilerine, Peygamberlerinin doğ­ruluğunu gösteren ne kadar açık alamet ve net deliller geldi. Fakat onlar, inkâr etti ve yalanladılar. Kim, Allanın nimeti olan İslamı değiştirir ve onu inkâr eder­se, bilsin ki Allah, cezası çok şiddetli, azabı pek acıtıcı olandır.

Âyet-i kerimede, İsrailoğullanna verildiği zikredilen âyetlerden maksat, mucizelerdir. Rebi’ b. Enes Hz. Musanın asasının, beyaz elinin, kızıl denizin ya­rılmasının, düşmanları Firavunun, gözleri önünde boğulmasının, kendilerinin çölde iken bulutlarla gölgelendirilmelerinin ve Yahudilere, gökten bıldırcın eti ve kudret helvasının inmesinin, İsrailoğullarına verilen bu gibi mucizelerden ol­duğunu zikretmiştir.

Taberi diyor ki: “Allah teala bu âyet-i kerimeleriyle, Peygamberi Muha-med (s.a.v.)’e, geçmişteki ümmetlerin hallerini bildirmekte ve ona, kendisini ya­lanlayanlara ve rablerine karşı böbürlenenlere sabretmesini emretmektedir. Zira, önceki ümmetlere de Peygamberleri çeşitli mucizeler getirmelerine rağmen, ümmetleri, kendilerine Hz. Muhammede karşı çıkanların yaptıklarını yapmışlar­dır. Resulullahm döneminde bulunan Yahudiler de bu ümmetlerden devam edip gelen bir kavimdir. Onlar, atalarından görülen şeyleri devam ettireceklerdir.

Âyette zikredilen “Allanın nimeti”nden maksat, İslam dini ve onun,farz kıldığı hükümlerdir. “Onu değiştirmek”ten maksat ise, onu kabullenme yerine onu reddetme ve inkâr etmedir. Zira İslam gibi yüce bir nimete layık olan şey onu kabullenmektir. Onu reddetmek ise, nimeti felaketle değiştirmek olur. [271]

 

212- İnkâr edenlere dünya hayatı süslü gösterildi. İman edenlerle alay ediyorlar. Oysa kıyamet gününde Allahtan korkanlar onlardan üstün­dürler, Allah, dilediğini hesapsız şekilde rızıklandırır.

Kâfirlere, geçici dünya hayatı süslü gösterildi. Orada böbürlenmeyi, mal­larının ve sayılarının çoğalmasını isterler. Onlar, dünyaya ve onun süslerine önem vermemeleri sebebiyle, iman edenlerle alay ediyorlar. Oysa Allanın emirİerini yerine getirip yasaklarından kaçınarak ondan korkanlar, kıyamet gününde cennete girerek bu kâfirlerden üstün duruma gelirler. Allah, bu takva sahiplerine ikramlarından ve bol ihsanlarından hesapsız bir şekilde nzık verir. Çünkü o, ha­zinelerinin tükeneceğinden korkmaz. [272]

 

213- İnsanlar tek bir ümmetti. Allah onlara, müjdeleyen ve uyaran Peygamberler gönderdi. İnsanların ihtilafa düştükleri hususlarda araların­da hüküm vermeleri için, o peygamberlerle beraber hak kitap indirdi. Bu kitap hakkında apaçık deliller geldikten sonra aralarında kıskançlık yü­zünden ancak kendilerine kitap verilenler ihtilaf etmişlerdir. Allah, onların ihtilafa düştükleri gerçekler hakkında îman edenlere, izniyle doğru olanı gösterdi. Allah, dilediğini doğru yola iletir.

İnsanlar, topluca bir dine tabi olan tek bir ümmetti. Fakat sonra ihtilaf ve ayrılığa düştüler. Allah onlara Resuller ve Nebiler gönderdi. Onlar, Aüaha itaat edenleri bol sevap ve güzel bir sonuç ile müjdelediler. Allaha isyan edenleri ise şiddetli bir azap ve çetin bir hesapla uyardılar. Allah, din hususunda ihtilafa düştükleri konularda insanlar arasında hüküm versinler diye o Peygamberlerle beraber Tevratı da indirdi. Yahudilerin Tevrat hususunda ihtilaf etmeleri, onu bilmemelerinden değildi. Bilakis onlara, Tevratın hak kitap olduğuna dair delil­lerin ispatlanmasından sonra, liderlik kavgası yüzünden bile bile inatlaşmaların-dandı. Allah, yardımı ve ilmiyle, iman ehlini, dostu olan İbrahimin dinine tabi olmaya muvaffak kıldı. Allah, yaratıklarından dilediğine sağlam yolu gösterir. Onlan hakka ve doğruya yöneltir.

Müfessirler bu âyette zikredilen “Tek bir ümrnet”ten kimlerin kastedil­diği hakkında farklf görüşler zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbas ve Katadeden nakledilen bir görüşe göre bu âyette zikredilen “Tek bir ümmef’ten maksat, Hz. Âdem ile Hz. Nuh arasında yaşayan ve on nesil devam eden ümmettir. Bunlar, Hz. Nuha kadar hak şeriat üzere te bir ümmet olarak yaşamışlar, Hz. Nuhtan sonra ihtilafa düşmüşler, Allah da bunlara, müjdeleyici ve uyarıcı Peygamberler göndermiştir. Bu izaha göre “Üm­met” kelimesinden maksat “Tek din üzerinde birleşen insanlar” demektir. Bu hususta başka bir âyet-i kerimede “Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet ya­pardı.. [273] buyurulmaktadir.

b- Mücahide göre bu âyette zikredilen “İnsanlar” kelimesinden maksat, Hz. Âdem, “Ümmef’ten maksat da “Hayırlarda önder” demektir. Buna göre âyetin mânâsı şöyledir: “Adem, hak din üzere idi ve soyu için bir imamdı, Al­lah, onun evlatlarından müjdeleyici ve uyarıcı Peygamberler gönderdi.” Bu âyetteki “Ümmet” kelimesinin, hayırlarda Önder mânâsına geldiğini şu âyetteki aynı mânâya gelen “Ümmet” kelimesi de pekiştirmektedir. ”Şüphesiz ki İbra­him, Allaha boyun eğen, hakka yönelen bir ümmetti (Önderdi)” [274]

c- Übey b. Kâ’b ve İbn-i Zeyd’den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen “İnsanlar”dan maksat, Hz. Âdemin sulbünden zerrecikler ha­linde çıkarılan insanlar, “Ümmef’ten maksat ise “Tek din” demektir. Yani, Al­lah teala, Hz. Âdemi yarattıktan sonra onun sulbünden insanları zerrecikler ha­linde çıkarmış ve onlara “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” demiş onlar da, hep birlikte “Evet, sen bizim rabbimizsin.” demişler, böylece tek din üzere olmuşlar­dır. Fakat daha sonra dünyaya gelince Allaha verdikleri söze bağlı kalmamışlar, ihtilafa düşmüşler Allah da onlara müjdeleyici ve uyarıcı Peygamberler gönder­miştir.

d- Abdullah b. Abbastan nakledilen başka bir görüşe göre, bu âyetten maksat şudur: “İnsanlar önceleri tek bir ümmetti ve hak din üzere idiler. Allah onlara, müjdeleyici ve uyarıcı Peygamberler göndermişti. Daha sonra ihtilafa düştüler.”

Taberi diyor ki: “Âyeti doğru şekilde tefsir etmek şöyle olur.” Allah teala bu âyet-i kerimede, kullarına bildirdi ki, insanlar önceleri tek bir ümmet idiler ve tek bir din üzere idiler. O da hak din idi. Fakat daha sonra ihtilafa düştüler. Allah da onlara, müjdeleyen ve uyaran Peygamberler gönderdi. İnsanların, tek din üzere oldukları vakit, İkrime, Abdullah b. Abbas ve Katadenin dediği gibi Hz. Âdemle Hz. Nuhun arası olabilir. Mücahidin dediği gibi Hz. Ademin sul­bünden gelecek insanların, zerrecikler halinde çıkarılıp kendilerine hak din ar-zediîdiği zaman da olabilir. Bu hususta kesin delil olacak herhangi bir delil yok­tur. O halde âyeti umumi bir şekilde izah etmek daha isabetli olur. Bu vaktin hangi vakit olduğunu bilmek veya bilmemek, Allaha bir itaat sayılmayacağın­dan bizlere herhangi bir zarar vermez.

Âyet-i kerimede zikredilen “Kitap”tan maksat, Tevrattır. Yahudilere apa­çık mucizeler geldikten sonra sırf birbirlerine karşı azgınlıklarından ve liderlik kavgasından dolayı, Alİahın hükümleri hakkında ihtilafa düştüler. Fakat Allah, Hz, Muhammede iman eden müminleri, Yahudilerin, hakkında ihtilaf ettikleri konularda, Hz. Muhammede gönderdiği bilgilerle aydınlığa kavuşturdu. Yahu­dilerin, aralarında ihtilafa düştükleri şeyler, kıble, oruç tutma, haftanın tatil gü­nü, Hz. İbrahimin Yahudi veya Hıristiyan olması, Hz. İsanın Peygamberliği vb. şeylerdir, bu hususta İbn-i Zeyde diyor ki: “Ehl-i Kitap, kıble hakkında ihtilaf ettiler. Bazıları doğuya doğru bazıları da Kudüse doğru namaz kılarlar. Bize ise Allah kıbleyi gösterdi. Onlar, oruç hakkında da ihtilafa düştüler. Bazılan günün sadece bir kısmında oruç tutarlar bazıları da gecenin bir bölümünde oruç tutar­lardı. Allah bize, orucun ne olduğunu gösterdi. Onlar, haftanın tatil günü olan Cuma gününde de ihtilafa düştüler. Yahudiler, Cumartesi gününü, Hıristiyanlar da Pazar gününü tatil edindiler. Allah bize de o tatil gününün Cuma günü oldu­ğunu gösterdi. Enl-i Kitap, Hz. İbrahim hakkında da ihtilâf ettiler. Yahudiler; “O Yahudidir.” dediler. Hristiyanlar da “O Hristiyandır” dediler. Allah onu bu iftiralardan arındırdı. Onun, hakka yönelen bir Müslüman olduğunu ve iddia et­tikleri gibi müşriklerden olmadığını bildirdi. Ehf-i kitap, Hz. İsa hakkında da ih­tilafa düştüler. Yahudiler onun Alİahın bir sözü değil bir iftira olduğunu söyle­diler. Hıristiyanlar ise onun rab olduğunu iddia ettiler. Allah bize, onun hakkın­da doğruyu bildirdi. İşte ehl-i kitabın, haklarında ihtilaf ettikleri ve Allah’ın da, biz iman edenlere bildirdiği şeyler bunlardır.

Âyet-i kerimenin sonunda: “Allah, dilediğini doğru yola iletir.” Duyurul­maktadır. Bu âyetin bu bölümü, hak ehlinin şu sözünün doğru olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. “Kullar üzerinde bulunan her nimet, dinleri hususunda oi-sun dünyalan hususunda olsun Allahtandır. [275]

 

214- Sizden öncekilerin başına gelenlerin benzeri sizin de başınıza gelmeden, cennete gireceğinizi mi zannediyorsunuz? Onlara yoksulluk ve sıkıntılar dokunmuştu. Ve şiddetle sarsılmışlardı. Öylcki Peygamber ve onunla beraber iman edenler “Alİahın yardımı ne zaman gelecek?” demişİcrdi. Bilin ki Allah’ın yardımı çok yakındır.

Ey müminler topluluğu, sizden öncekilere isabet eden şiddet, sıkıntı, dert ve çeşitli imtihanların sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zan­nediyorsunuz? Onlara, fakirlik, sıkıntı, hastalık ve yorgunluk dokunmuştu. On­lar, korku, titreme ve büyük bir heyecanla sarsılmışlardı. İnsanlar, Allah’ın yar­dımının geç kaldığını sanıyorlardı. Nihayet Peygamber ve müminler “Allah bize ne zaman yardrnı edecek?” dediler. Bilin ki Allanın, müminlere yardmı pek ya­kındır.

Bu âyet-i kerime, Hendek savaşında müminlerin, çetin bir mücadele verdikleri sırada, karşılaştıkları bitkinlikle beraber şiddetli soğuk karşısında ve yiyecek darlığı çektikleri bir. sırada nazil oldu. Nitekim onların bu hali diğer bir âyet-i kerimede de şöyle anlatılmaktadır: “İşte orada müminler imtihan edil­mişler ve şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı. [276]

 

215- Ey Muhammcd sana, Allah yolunda neyi harcayacaklarını soru­yorlar. De ki: “Harcayacağınız hayırlı bir şey, ana babaya, akrabalara, ye­timlere, düşkünlere ve yolda kalmışadır. Her ne hayır yaparsanız, şüphesiz ki Allah onu bilendir.

Ey Muhammed, sana mallarından hangi şeyleri ve kimlere vereceklerini soruyorlar. Onlara de ki: “Mallarınızdan harcayacağınız şeyi, babalaramza, ana­larınıza, akrabalarınıza, babaları ölmüş yetimlere/ihtiyaç sahiplerine ve yolcu­luk sırasında fakir düşmüş kimselere verin. Hayır ve iyilik olarak her ne yapar­sanız Allah, onu sizin hesabınıza yazar. Ve kıyamet gününde onun karşılığını size verir.

Bu âyet-i kerimede neyin infak edileceği soruluyor. Cevap olarak ta kimlere infakta bulunulacağı açıklanıyor. İşte bu ifade özellik taşıyan bir ifade­dir. Müfessirler burada kullanılan ifade tarzının, önemli bir hususun te’kid edil­mek istenmesinden ileri geldiğini söylemişler ve demişlerdir ki: “Âyetin ifade­sinden anlaşılıyor ki her şeyi infak etmek, her türlü mal ve varlıktan harcama yapmak mümkündür. Ancak önemli olan bu harcamanın kimlere yapılacağıdır. İşte bu hususun önemine binaen, harcanacak yerler sayılmış ve ana babaya, akrabaya, yetimlere, düşkünlere ve yolda kalmış olanlara harcanması .gerektiğine işaret edilmiştir.

Süddi bu âyet-i kerimenin, Allah tealanın, zekâtı farz kılmasından önce indiğini, kişinin aile efradına harcayacağı nafakaları ve vereceği sadakaları ihti­va ettiğini, zekâtı farz kılan emir gelince de bu âyetin neshedildiğini söylemiş­tir.

İbn-i Cüreyc ise, müminlerin, Resulullahtan mâllarını nerelere harcama­ları gerektiğini sormaları üzerine bu âyetin indiğini ve malların nerelere veril­mesinin daha faziletli olduğunu belirttiğini bu itibarla bu âyetin, zekatın haricin­de teberru şeklinde infakta bulunmayı beyan ettiğini söylemiştir.

Taberi diyor ki: “Süddinin “Bu âyet zekat âyetiyle neshedilmiştir” sözü isabetli de olabilir isabetsiz de. Âyet-i kerimede, söylediğinin doğru olduğuna dair herhangi bir işaret yoktur. Zira, bu âyet-i kerimenin, teberru şeklindeki in-faklann yapılacağı yerlerin daha faziletli olanlarını bildirmiş olması mümkün­dür. Nitekim bu hususta başka bir âyette şöyle buyurulmuştur: “, iyilik sevdiği-mallardan akrabalara, yetimlere, yoksullara, yolda kanala, dilencilere ve köle azad etmeye verenin, namazı kılanın, zekatı verenin… yaptığıdır. [277]

 

216- Hoşunuza gitmediği halde, savaşmak size farz kılındı. Belki de hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için daha hayırlıdır. Belki hoşunuza giden bir şey de sizin için daha kötüdür. Allah bilir, siz bilmezsiniz .

“Size hoş gelmese de müşriklerle savaşmak üzerinize farz kılındı. Zor­luklarla doiu olduğu ve büyük sıkıntılara sebep olduğu için savaş nefislerinize hoş gelmez. Savaşı kötü görmeyin. Belki kötü gördüğünüz o savaşta sizin için hayır vardır. Cihadı terketmeyi de sevmeyin. Belki sevdiğiniz bu cihadı terket-me işinde sizin için şer ve kötülük vardır. Allah, sizin için hangi şeyin şer, hangi şeyin hayır olduğunu bilir. Siz ise bunu bilemezsiniz.

Bu âyet-i kerime. Allanın dinini yeryüzüne hakim kılmak için mümin­lerin, her türlü zorluğuna rağmen cihad etmelerinin gerekliliğini beyan etmektedir. Bu hususta Peygamber efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şerifinde de şöyle bu­yuruyor:

“Rızkım, mızrağımın gölgesi altında kılındı. Zillet ve aşağılık ise em­rime karşı gelene verildi. [278] Resulullah efendimiz diğer bir hadis-i şerifinde de şöyle buyurmuştur:

“Kim cihad etmeden ve cihad etmeyi gönlünden geçirmeden ölürse bir nevi münafık olarak ölmüş olur. [279]

Müfessirler bu âyet-i kerimede, yapılması emredilen cihadın kimlere farz. kılındığı hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir:

a- Ata ve Abdullah b. Abbastan nakledilen bir görüşe göre bu âyette em­redilen cihad sadece Resulullahm sahabilerine farz kılınmıştı. Bu hususta İbn-i Cüreyc diyor ki: “Ben, Atadan sordum ki, bu âyete göre. bütün insanların savaş yapmaları farz mıdır? Ata dedi ki: “Hayır o âyetin indiği zamandaki insanlara farz kılınmıştı.” İkrime diyor ki: “Abdullah b. Abbas dedi ki: “Bu âyet “Dediler ki “İşittik ve itaat ettik[280] âyeti ile neshedilmiştir.”

Taberi diyor ki: “Bu sözün hiç bir mânâsı yoktur. Zira hükümlerin neshe-dilmesi kul tarafından değil Aziz ve Celil olan AHah tarafındandir. Allah teala bu son âyette, mümin kullarının: “Biz işittik ve itaat ettik.” dediklerini bildir­mektedir. Burada nesih diye bir şey yoktur. Ebu İshak el-Fezari diyor ki: “Ben Evzaiden “Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı.” âyetini sordum ve dedim ki: “Bütün insanların savaş etmeleri farz mı?” Evzai de dedi ki: “Ben onu bilmiyorum ama, imamların ve halkın bunu terketmeleri doğru değildir. Kişinin bizzat kendisine tek olarak farz değildir.”

b- Diğer bir kısım müfessirler ise bu âyette emredilen cihadın, cenaze na­mazının kılınmasında olduğu gibi müminlerin üzerine farz-ı kîfaye olduğunu, müminlerden belli bir grubun bu farzı eda etmeleri halinde diğerlerinden bu farzın düşeceğini söylemişlerdir.

Taberi diyor ki: “Bize göre doğru olan görüş te budur. Zira, bu hususta deliller ittifak halindedir Cihad etme ne sadece belli insanlara farz kılınmıştır. Ne de her ferdi şahsen yükümlü kılan bir farzdır. Zira bu hususta Allah teala şöyle buyurmuştur: “Müminlerden özürsüz olarak savaşa katılmayıp otu­ranlarla, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler bir değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri, derece bakımından, oturup geri kalanlardan daha üstün kılmıştır. Allah, hepsine de, en güzel şey olan cenneti vaadetmiştir. Allah, cihad edenleri, oturanlara, büyük bir mükâfaatla üstün kılmıştır. [281]Allah teala bu âyette, cihad edenlerin, cihad etmeyenlerden üstün olduklarını belirttikten sonra, her iki sınıf için de güzellik olduğunu bildirmiştir. Şayet cihad her fert için farz olsaydı, bu farzı ifa etme­yenler için güzellik değil ceza vaadedilirdi.

c- Diğer bir kısım müfessirlere göre ise, kâfirlerle savaşmak, kıyamete kadar her müslümanın üzerine farz-ı ayndır. Davud b. Ebu Âsim diyor ki: “Ben, Said b. el-Müseyyebe dedim ki: “Ben, savaşmanın insanlara farz olduğunu bili­yorum.” O, bu sözüme karşılık vermedi. Ben diyordum ki şayet o, benim söyle­diğime karşı çıkacak olsaydı elbette fikrini açıklardı.

Âyet-i kerimede “Belki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için daha ha­yırlıdır. Belki hoşunuza giden bir şey de sizin için daha kötüdür.” buyurul-maktadır.

Süddi bu âyeti izah ederken şöyle demiştir: “Müslümanlar savaşmayı hoş görmüyorlardı. Allah teala onlara buyurdu ki: “Belki hoşunuza gitmeyen sa­vaş, sizin için daha hayırlıdır.” Yani, savaşta ganimet elde edersiniz, zafere ulaşırsınız ve şehit düşersiniz. Savaşa gitmemeniz halinde ise bunlardan mah­rum olursunuz.”

Abdullah b. Abbas diyor ki: “Bir gün ben, Resulullahin terkisine binmiş­tim. O bana dedi ki: “Ey İbn-i Abbas, heva ve hevesinin aksine de olsa Allahın, senin hakkında takdir ettiğine razı ol. Zira bu durum, Allahın kitabında mevcut­tur.” Dedim ki: “Ey Allahın Resulü, o nerede? Ben Kur’anı okudum.” Resulul-lah buyurdu ki: “O, belki de hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için daha hayırlı­dır. Belki hoşunuza giden bir şey de sizin için daha kötüdür. Alİah bilir siz bile­mezsiniz…” âyetinde mevcuttur. [282]

 

217- Ey Muhammed, sana mukaddes olan haram ay’da savaş etmek­ten soruyorlar, De ki: “O ayda savaş etmek, büyük günahtır. Fakat Allah yolundan alıkoymak, onu inkâr etmek, insanları Mescid-i Haramdan men etmek ve oranın halkını yerinden çıkarmak, Allah katında daha büyük bir günahtsr. Fitne çıkarmak adam öldürmekten daha büyük bir suçtur. Kâfirlerin gücü yetse sizi dininizden döndürünceye kadardurmadan sizinle savaşırlar. Sizden kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse, işte onların dünya ve âhiret amelleri boşa gitmiştir. İşte cehennemlikler onlardır. On-İar orada ebedi olarak kalacaklardır.

Ey Muhammed, sana haram ay olan Recep ayında savaşmaktan soruyor­lar. Onlara de ki: “O ayda savaş etmek, haram olan ayda kan dökmek, Allah ya­nında çok büyük günahtır. Fakat insanları îslarna girmekten alıkoymak, Allahı inkâr etmek, müminlerin Mescid-i Harama girmelerini engellemek ve Mescid-i Haram çevresinde yaşayan ve oranın halkından olan insanları oradan çıkarmak, Allah yanında, haram ayda savaşmaktan daha büyük bir günahtır. Fitne çıkar­mak, adam Öldürmekten daha büyük bir suçtur.

Ey müşrikler topluluğu, Allahı inkâr etmeniz, Muhammed ve ashabını Mescid-i Harama girmekten men etmeniz, onlan memleketlerinden çıkarmanız ve Müslümanları dinlerinden döndürmek için fitne meydana getirmeniz, Allah katında adam öldürmekten çok daha büyük bir günahtır. Kureyş kâfirlerinin gü­cü yetse, müslümanlan dinlerinden çıkarıp kâfir yapıncaya kadar savaşırlar. Siz­den kim dininden döner de kâfir olarak ölürse işte onların amelleri iptal olmuş, sevapları boşa gitmiştir. İşte cehennemlikler onlardır. Onlar, cehennemde ebedi

olarak kalacaklar ve oradan hiç çıkmayacaklardır.

Bu âyet-i kerimede zikredilen ve “Mukaddes olan haram ay” diye ter­ cüme edilendan maksat, Recep ayıdır. Haram aylar peşpeşe gelen, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem ayı ile Cemaziyel Âhir ve Şaban ayları arasındaki Recep ayıdır. Cahiliye döneminde bu dört aya hürmet gösterilirdi. Kişi, babasının katilini görse dahi ona dokunmazda ve bu aylarda savaşılmazdı.

Bu âyette zikredilen “Haram ayı’n” Recep ayı oluşu bu âyetin, nüzul se­bebinin, Recep ayında meydana gelen bir olay olmasındandır. Bütün müfessir-ler bu âyet-i kerimenin, nüzul sebebinin, Resulullahm gönderdiği bir müfreze­nin, Recep ayının birinci gününde, müşriklerden biri olan Amr b. el-Hadremi’yi Öldürmesi ve iki müşriki de esir etmesi hadisesi olduğunu söylemişlerdir. Bu olay, Taberinin rivayetine göre, Urve b. Zübeyr, Süddi, Cündeb b. Abdullah, Mücahid, Miksem, Abdullah b. Abbas, Ebu Mâlik el-Ğifari, Katade, İkrime. Mücahid, Dehhak ve Şa’bi tarafından kısmen de olsa farklı şekillerde nakledil­miştir.

Bu hususta Abdullah b. Zübeyr diyor ki: “Resulullah Bedirden döndükten sonra (hicretin ikinci yılında) Recep ayında Abdullah b. Cahş’ın komutasında, muhacirlerden oluşan dokuz kişilik bir müfrezeyi bir göreve gönderdi. Abdullah b. Cahş’a bir de mektup verdi ve ona: “İki gün gitmeden mektubu açmamasını ancak ondan sonra açmasını, mektubu açmasından sonra da emredilen şeyi yap­maya devam etmesini, fakat arkadaşlarından herhangi birini bu işe zorlamama-sını emretmişti. Abdullahm arkadaştan şunlardı: Ebu Huzeyfe b. Rabia. ükkaşe b. Mihsan, Utbe b. Gazvan, Sa’d b. Ebi Vakkas, Amr b. Rabia, Vakıd b. Abdul­lah, Halid’b. el-Bekir ve Süheyl b. Beyda (Süddinin rivayetinde Âmir b. Rabia yerine, Âmir b. Füheyre, Ukkaşe b. Mihsan yerine, Ammar b. Yâsir zikredilmiş ve Halid b. el-Bekir de zikredilmemiştir.) Abdullah b. Çalış iki gün yürüdükten sonra mektubu açtı ve okudu. Bir de ne görsün onda: “Sen benim bu mektubu­mu açıp okuduktan sonra Mekke ile Taif arasındaki “Nalıle” denen yere varın­caya kadar git, orada dur. Oradan Kureyşj .gözetle ve onlardan bize haber topla” diye yazılı. Abdullah mektubu okuyunca “Başüstüne, dinledim ve itaat ettim.” dedi. Sonra arkadaşlarına “Resulullah (s.a.v.) bana, Nahleye gitmemi, haber al­mak için oradan Kureyşi gözetlememi emretti ve sizden herhangi birinizi de bu­na zorlamamı bana yasakladı. Sizden kim şehitliği istiyor ve onu arzuluyorsa benimle gelsin. Kim de bunu istemiyorsa geri dönsün. Ben, Resulullahm emri doğrultusunda devam edeceğim.” dedi. Abdullah ve arkadaşları yola devma et­tiler. Onlardan hiçbiri geri kalmadı. Hicaz bölgesinde yol almaya devam ettiler. “Necran,” denen yere varınca, Sa’d b. Ebi Vakkas ile Utbe b. Gazvan ortaklaşa bindikleri develerini kaybettiler. Bunun üzerine AbduIIahtan, geri kalıp devele­rini aramaya koydular. Abdullah ile diğer arkadaşları ise yollarına devam edip “Nahle”ye vardılar ve orada konakladılar. O sırada yanlarından Kureyşin kuru üzüm ve diğer yiyecek maddeleri taşıyan bir ticaret kervanı geçti. (Mücahidin rivayetine göre ise bu kervan Taiften Mekkeye içki taşıyordu.) Ve Resulullah ile Kureyş arasında da bir saldırmazlık antlaşması vardı. Bu Kervanda Amr b. el-Hadremi, Osman b. Abdullah, kardeşi Nevfel b. Abdullah, Hakem b. Keysan bulunuyordu. Kervanda olanlar Müslümanları görünce onlardan korktular. Zira kervan müslümanlann yakınında konaklamıştı. Müslümanlardan Ukkaşe b. Mihsan, yukarıdan onlara baktı. O, başını tıraş etmişti. Müşrikler onu görünce kendilerini emniyette hissettiler ve dediler ki: “Bunlar Umre yapan insanlar, bunlardan bize bir zarar gelmez.” Müslümanlar bu müşrikler hakkında istişare ettiler. Çünkü o gün, Cemaziyel Âhir ayının son günüydü. Dediler ki: “Vallahi eğer bu gece bu insanlara dokunmayacak olursanız onlar, yarın Haram ayına gi-recekier ve artık kendilerini bizden korumuş olacaklar. Onları öldürmüş olursa­nız Haram ayında öldürmüş olacaksınız. Böylece bir tereddüt içinde kaldılar. Onlara hücum etmekten çekindiler. Daha sonra kendilerinde bir cesaret buldular ve onlardan güçlerinin yettiğini öldürmek ve ellerinde bulunanları almak husu­sunda ittifak ettiler. Bunun üzerine Vâkıd b. Abdullah bir ok atarak Amr b. el-Hadremiyi öldürdü. Osman b. Abdullah ile Hakem b. Keysanı da esir aldılar. Osmanm kardeşi Nevfel b. Abdullah ise kaçıp ellerinden kurtuldu. Onu yakaiâ-yamadilar. Abdullah b. Cahş ve arkadaştan kervanı ve iki esiri alıp Medine’de Resulullaha geldiler. Oraya gelince Resulullah buyurdu ki” “Ben size, haram ayında savaşmanızı cmrctnıcmiştim.” Resulullah, kervanı ve iki esiri bekletti. Herhangi bir muamele yapmadı. Resulullah, savaşmalarını emretmediğini buyu-runca müfrezede olan müslümanlar çok üzüldüler, helak olduklarını zannettiler. Diğer müslümanlar da bu yaptıklarından dolayı onlan kınadılar ve onlara dedi­ler ki: “Sizler emredilmeyen şeyi yaptınız, savaşmanız emredilmediği halde sa­vaştınız.” Kureyşlüer de Müslümanlar aleyhinde propaganda yaparak “Muham-med ve arkadaşları haram ay’ı ihlal ettiler. O ayda kan akıtıp mallara el koydular ve insanları esir ettiler.” dediler. Mekkede bulunan müslümanlar ise onlara ce­vaben “Müslümanlar bunu Cemaziyel Ahir ayında yaptılar.” dediler. Yahudiler de bu olaydan dolayı Resulullahm aleyhine bir gelişme beklentisine girerek şu sözleri söylediler: “Amr b. el-Hadremiyi Vâkıd b. Abdullah Öldürdü. Amr sava­şa ömür verdi. (Onun ölümüyle savaş fikri tekrar canlandı) Haılremi savaşı ha­zırladı. Vâkıd savaşı tutuşturdu. Allah onlan birbirlerine düşürdü.”

Urve diyor ki: “İnsanlar da bu hususta açıkça konuşunca, Aziz ve Celil olan Allah, Peygamberine bu âyet-i kerimeyi indirdi. Bu âyet inince ve Allah ic­at a müslümanlardan sıkıntıyı kaldırınca Resulullah kervanı ve iki esiri aldı.

Müfesirler, Haram aylarında savaşmanın yasak olması hükmünün neshe-dilip edilmediği hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Ata b. Meysere ve Zühriden nakledilen bir görüşe göre haram ayların­da savaşma yasağı şu âyet-i celile ile neshed il mistir: “Bu itibarla bu aylarda savaşmak caizdir. Savaşı önce kâfirlerin başlatması şart değildir. Bu âyet-i keri­mede şöyle buyurulmuştur: “Şüphesiz ki ayların sayısı, AHahin, gökleri ve yeri yarattığı günden beri, kitabında tesbit olunduğu üzere, Allahm katın­da on ikidir. Bu aylardan dördü, mukaddes olan haram aylardır. İşte dos­doğru din budur. Bu aylarda kendinize zulmetmeyin. Ey müminler, müş­rikler sizinle nasıl topluca savaşıyorlarsa, siz de onlarla topluca savaşın. Bi­lin ki Allah, mutlaka müttakilerle beraberdir. [283]

b- Ata b. Ebi Rebah’a göre ise, haram aylarında savaşmanın yasak olması hükmü neshed ilmemi ştir, aynen geçerlidir. Çünkü Allah teala bu aylarda savaş­manın büyük bir günah olduğunu beyan etmiştir.

Taberi, birinci görüşü tercih etmiş ve haram aylarda savaşma yasağının kaldırıldığını söylemiştir. Çünkü Tevbe suresinin otuz altıncı âyetinin bu âyeti neshettiği, Resulullahın, haram aylarda savaşmasından anlaşılmıştır. Çünkü Re­sulullah haram aylarında Huneyn’de Hevazin kabilesiyle, Taifte Sakiyf kabile­siyle savaşmış, Ebu Âmiri de, Evtas denen yere, orada bulunanlarla savaşmak üzere göndermiştir. Şayet bu aylarda savaşmak yasak olsaydı Resulullah bunu yapmazdı. Taberi devamla diyor ki: “Bütün siyer âlimleri, Hudeybiye sulhün-den önce Hz. Osmanı müşriklerin öldürdüğü haberi gelmesi üzerine Resululla­hın, sahabeleriyle birlikte müşriklerle savaşmak üzere “Biat-ı Rıdvan”i yaptığı ve bu biatin da bir haram ay olan Zilkade ayında yapıldığı hususunda ittifak et­mişlerdir. Sulhtan sonra Resulullah savaştan vazgeçmiştir. Bu vakıa, açıklamak­ta olduğumuz âyette zikredilen, haram aylarında savaşmanın yasak olduğu hük­münden sonra gerçekleşmiştir. Zira, Abdullah b. Cahş olayı Hicretin ikinci yı­lında, Hudeybiye sulhu ise Hicretin altıncı yılında, Huneyn ve Taif olayları ise Hicretin sekizinci yılında meydana gelmişlerdir. [284]

 

218- Şüphesiz ki iman edenler, hicret edip Allah yolunda cihad eden­ler, işte onlar, Allahm rahmetini umarlar. Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

Allah ve Resulünü tasdik edenler, müşriklerin bulunduğu yerden, onlarla komşuluk etmeyi terkedip hicret edenler, Allahm dini zafere ulaşsın diye düş­manla çarpışıp savaşanlar, işte onlar Allahın lütfü ve merhameti yi e, onun cen­netine girmeyi arzu ederler. Allah, kullarının günahlarını örten, rahmetiyle onla­ra lütufta bulunandır.

Cündeb b, Abdullah diyor ki: “Abdullah b. Cahş’ın komutasındaki müf­reze, mukaddes ay olan Receb ayında, Kureyş müşriklerinden Amr b. el-Hadre-miyi öldürünce müslümanlar bu müfreze hakkında “Eğer bunlar günah işleme-dilerse sevapları da yoktur.” demişler ve bunun üzerine bu âyet nazil olmuş ve mücahitlerin, Allahın sevabını umduklarını ve mükâfaatma da erebileceklerini beyan etmiştir. [285]

 

 

[1] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/310-311.

[2] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/312-313.

[3] Bakara suresi, 2/144

[4] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur’an sure 2, h;ıh: 2, Hadis No: 2957

[5] Âl-i İmran suresi, 3/199

[6] Bakara suresi, 2/114

[7] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/314-318.

[8] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/318-319.

[9] Buhari, K. Tefsir el-Kur’an sure 2, bab: 8

[10] En’am .suresi, 6/88, 95

[11] Meryem suresi, 19/88-95

[12] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/320-321.

[13] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/321-323.

[14] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/323-324.

[15] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/324-325.

[16] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/325-326.

[17] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/326-327.

[18] Fazla bilgi için 48. âyetin izahına bakınız.

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/327.

[19] Necin suresi, 53/37

[20] Ahzab suresi, 33/35

[21] Tevbe suresi, 9/112

[22] Muinimin suresi, 23/1,%

[23] Meuriu suresi, 70/22-35

[24] Enhiya suresi, 21/f>8-69

[25] Meuriu suresi, 70/22-35

[26] Buhnri, K. cl-Hnbiya, hah: 8

[27] Bııhsıri, K. cl-Enhiya, hah: 8

[28] Sâffat .suresi, 37/101-107

[29] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/327-332.

[30] Ankcbııt suresi, 29/67

[31] Tahrim suresi, 66/5

[32] Bııhari, K. Tefsir el-Kur’an, sure 2, hah: ‘J/Tirnıizi, K. Tefsir cl-Kuran sure, 2, Hadis No: 2995, 2996

[33] Müslim, K.el-IIacc, hah: 147, Hadis No: 1218

[34] Tevbe suresi, 9/109

[35] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/333-336.

[36] Bufıari, K.el-Megazi, bafr: 53/Tîhu Davud K. el-Mcnasik, bab: 90 UN 2017

[37] Buhari, K. eJ-Megazi, hah: 27 K. el-ftisam bab: 16/MUslim, K. el-Hac bab: 454, Hadis No: 1360, 1361, 1362, 1363, 13655, 1372

[38] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/336-339.

[39] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/339-343.

[40] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/343-345.

[41] Ahmed b. HAnbel, Mtlsned c. 4, s. 127, 128

[42] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/345-347.

[43] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/347.

[44] En’am suresi, 6/78, 79

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/347-348.

[45] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/348.

[46] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/348-349.

[47] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/349.

[48] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/350-351.

[49] Buhari, K. Tefsir el-Kur’an, sure 2, bab: 11

[50] Maide suresi, 5/59

[51] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/351-352.

[52] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/353.

[53] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/353-354.

[54] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/354.

[55] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/354-355.

[56] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/355-356.

[57] Bakara suresi, 2/143

[58] Buharı, K. el-İman bab; 30, K. Tefsir cl-Kur’an sure hab: 12, Ahmed b. Ilanbel, Müsned, c. 4, s. 283

[59] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/356-359.

[60] Ttirmizi, K. Tefsir el-Kur’an sure 2, bah: 7, Hadis No: 2961

[61] Buharı, K. cl-Cenaiz, hah: 86 K. cş-Şülıaılııt, hah: 6/Müslüm K. cM’cııai/, hah: fiO, No: 449)

[62] Sebe suresi, 34/24

[63] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/359-365.

[64] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/365-366.

[65] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/367

[66] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/367-368.

[67] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/368.

[68] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/368-369.

[69] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/369.

[70] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/369-371.

[71] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/371.

[72] Buharı, K. et-Tevhid, bab: 15/MÜsIim, K. ez-Zikr, bab: 20, Hadis No: 2675

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/371-372.

[73] Ahmed b. HAnbel, Müsned, c. 5, s. 388

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/372.

[74] Âl-i İmran suresi, 3/169-171

[75] Müslim, K. el-îmarc, hah: 12!, Ilaılis No: 1887/TiriTiizi, K. Tefsir el-Kur’an sure 3 hah: 19. Hadis No: 3011 .

[76] MÜslim, K. el-îmare, hah: 120, Hadis No; 1886

[77] Tinnizi, K. el-Paduil el-Cuhad, hah: 26, Hadis No: 1668/Nesai, K. c1-Ci!i;k1 h. 35, îbn-i Mâce, K.. el-Cihad, hah: 16, Hadis No: 2802

[78] 248 Buharı, K. el-Cuhad, hah: 22,112, l.WMüslim, K. cl-Cuhaıl, hah: 20 Hadis Nn: 1742.

[79] Müslim. K.eMmnrü.bah: 122, Hadis No: 1888

[80] Buhari, K. el-Cuhad, bab: 88/Ahmed b. HAnhel, Müsned, c. 2, s. 50

[81] Buhari, K. el-Cuhad, bab: 9 K. e!-Megazi bab: 28/Müsüm, K. el-İmarc bah: 147, HadisNo: 677

[82] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/373-375.

[83] Bakara suresi, 2/214

[84] Tirmizi, K. ez-Zühd, bab: 56, Hadis No: 2398/İbn-i Mace, K. ci-Fiten bab: 23, Hadis No: 4023

[85] Buhari, K. el-Cenaiz, bab: 32/Ebıı Davuci, K. el-Cenaiz, bab: 28, Hadis No: 3124/Müslim, K. el-Cenaiz, bab: 15, Hadis No: 926

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/376-377.

[86] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/377.

[87] İbn-i Mâce, K. el-Cenaiz, bab: 55, Hadis No: 1598/Ahmed b. Hanbel, Müsnetl, c. 4, s. 27

[88] Ahmed b. HAnbcl, Müsncd, c. 4V s. 27

[89] İbn-i Mâce, K. cl-Ccnaiz, hab: 55, Ilnılis No: 1 dOO/Ahmed h. HAnhcl, Mtlsnctl, c. 2, s. 201

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/377-379.

[90] Bkz. Ebu Davud, K. ci-Menasik, bab: 56, Hadis No: 1901

[91] Ebu Davud K. el-Mcnnsik, kıh: 57. IIikiik No: 1905

[92] Tirmizi, K. ei-Hac, bab: 39, Hadis No: 863

[93] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/379-383.

[94] Ebu Davud, K. el-tlm, bah: 9, Hadis No: 3658yTirmizi, K. el-tlm, bab: 3, Hadis No: 2649/İbn-i Mace, K. et-Mukaddime, bab: 24, Hadis No: 261

[95] Buharı, K. el-İlm, bab: 42/Miislim, K. Fadail es-Sahabe, bab: 160

[96] Bakara suresi, 2/161

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/383-385.

[97] Bkz. Btıhari, K. el-İlm, hah: 42, K. uMIars, bab: 21,

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/385-386.

[98] Hûd suresi, 11/18

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/386-387.

[99] Fatır sunisi, 35/36

[100] Nîsa suresi, 4/56

[101] Mürselfıl suresi,77/35, 36

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/387.

[102] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/388.

[103] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/389-390.

[104] Bakara suresi. 2/107

[105] Buhari, K. Tefsir el-Kur’an sure 2, hah: 3, sure, 25, hab: 2/Müslim K. el-İman, hah: 141, 142, Hadis No: 86

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/391-393.

[106] Kasas suresi, 28/63

[107] İbrahim suresi, 14/22

[108] Ankebut suresi, 29/25

[109] Zuhruf suresi,-43/67

[110] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/393-394.

[111] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/395-396.

[112] Fatır suresi, 35/6

[113] Kehf suresi, 18/50

[114] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/396-397.

[115] Maide suresi, 5/103

[116] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/397-398.

[117] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/398

[118] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/398-399.

[119] Müminim suresi, 23/51

[120] Müslim, K. oz-ZckSl, bah: 65 Hadis No: lOLVTirmizi, K. Tefsir, el-Kuran sure 2, bab: 36 Hadis No: 2989/Ahmed b. Hanbel. Müsned c. 2, s. 328

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/400.

[121] Ebu Davud K. et-Taharet, bab: 41, Hadis No: 83/Tirmizi, k. et-Taharet, babı 52, Hadis No: 69/Nesd, K. el-Tafıarei, hah: 46 Ifaciis No: 59, 333/İbn-î Mace K. el-Taharet, bnb: 38 Ha­dis No: 386

[122] En’am suresi, 6/145

[123] Ahmed’b. Ilanbel, Müsned, c. 2, s. 97/İbn-i Mace K. el-Et’ime bab: 31, Hadis No: 3314

[124] En’am suresi, 6/18, 19

[125] En’am sares’u 6/121

[126] Buhari, K. eş-Şerike, hah: 3, 16, K. el-Cuhad, hah: 91/MUslim K. el-Adahî, hah: 20, Hadis No: 1968/Ebu Davud, K. el-Adahî, hah: 15, Hadis No: 2821

[127] İbn-i Mace K. et-Talak, hah: 16, Hadîs No: 2044, 2045

[128] En’am suresi, 6/121

[129] Bkz. Dârekutni, K. es-Sayıl, ez-Zebaih, c. 4, s. 296, Hadis No: 96

[130] Buhari, K. et-Tevhid, bab: 13, K. ez-Zebaih, bab: 21

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/400-404.

[131] Müminim suresi, 23/107, 108

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/404-405.

[132] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/405-406.

[133] Bakara suresi, 2/6

[134] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/406-407.

[135] Bkz. Ehıı Davud, K. ez-Zekflt, bah: 40, Hadis No: 1677/Ahnıcd b. Hanhel, Mltened c. 3, s. 402

[136] Tahriın suresi, 66/7

[137] Buhari, K. ez-Zekat, bab: 28, K. et-Talak, bab: 24/Müsiim, K. cz-Zekât, bab: 75, Hadis No: 1021

[138] Tirmizi, K. cz-Zekât, bab: 26, Hadis No: 658/Nesei, K. ez-Zekât, bab: 82/İbn-i Mâce K. cz-Zekâl, bab: 28, Hadis No: 1844

[139] Buhari, K. et-Talak, bah: 25, K. el-Edeh, hah: 24/Müslim, K. ez-Ziihti, hah: 42, Hadis No: 2983, Ebu Davud K. el-Edeb, bah: 123, Hadis Nn; 5150

[140] Buharı, K. ez-Zckâf, hah: 53/Nesei, K. ez-Zekâl, bah: 76

[141] Buhari, K. el-Edcb, bah: 31/85/Müslim, K. el-Lukata, hah: 14, 15

[142] Buhari,K.el-Eılcb,bah:31ı85/MUs1im,K.el-Lukala,bah: 14, 15

[143] Duha suresi, 93/10

[144] Ebu Davud, K. ez-Zekât, bab: 33, Hadis No: 1665/Ahmed b. Hanbel, Mtisned c. 5, s. 201

[145] 302     Tirmizi, K. el-Fadail el-Cihad, bab: 20, Hadis No: 1655/Nesei, K. en-Nukah, bab: 5, K. el-Cihad, bab: 12/İhn-i Mace, K. el-Itk, bab: 3, Hadis No: 2518

[146] Müslim, K. el-İman, bab: 134, Hadis No: 82/Ebu Davud, K, es-Sünne, bab: 15, Hadis No: 4678

[147] Buharı, K. el-İ’tisam, bab: 2/MiisIim, K. ci-İman, bab: 32, Hadis No: 20/P.bû Davın!, K. ez-Zekât, bab: 1, Hadis No: 1556.

[148] İsra suresi, 17/34

[149] Buharı, K. el-İmnn, bab: 24/Müslim, K. ct-îman, bab: 10n, Hadis No: 59

[150] Bakara suresi, 2/153

[151] Bakara suresi, 2/155

[152] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/407-413.

[153] İsra suresi, 17/39

[154] Ebu Davud, K. el-Cihatl, bab: 147, Hadis No: 2751, Nesei, K. cl-Kasame bab: 10, 13

 

[155] Maide suresi, 5/45

 

[156] Isra suresi, 17/.Î3

[157] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/414-418.

[158] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/419-420.

[159] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/420-421.

[160] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/421-422.

[161] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/422-423.

Bakara suresi. 2/185

[162] Bakara suresi. 2/185

[163] Bkz. Buharı, K. Tefsir el-Kuran, sııro 2 hah: 2fi/Miislim, K. cs-Siyam, hah: 149, 150 HN.1145

[164] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/424-429.

[165] Buhari, K. es-Savm, hah- 20, K cn-Nikiih, hah: 2, S/Mııslim, K un-Nukâh, bub: I. Hadis No: 1400 Ncsl-Î, K. es, .S-y;ım, bab: 43

[166] Buhari, K.es-Snvm, hab: 2/Müslim,K.es-Sıyam,,bab 163,Hadis No: 1151

[167] Buhari, K. el-İman, bab: 28

[168] Buhari, K. es-Savnı, bab: 5/Müslim, K. es-Sıyam, bab: 1, Hadis Nn: 1079

[169] Ahmed b. Hanbci, Müsned, e. 4, s. 107

[170] Neseî, K.. es-Sıyam, bab: 54

[171] Neseî, K. es-Sıyam, bab: 56

[172] Neseî, K- es-Sıyam, bab: 59

[173] Neseî, K. es-Sıyam, hah: 59

[174] Taberi, hu sözün Abtlurrahman b. Avf tarafından, Resulullaha İsnad edilerek rivayet edilen bîr hadîs olduğunu snylemişse de, Nesekle bu st>z, ResuluHaha isnııd edilmeyip, Abdurrah-man b. Avfm sözü olarak rivayet edilmiştir. Bunun îgin Basını/, (Nescî, K. cs-Sryam, bab.1 53)

[175] Neseî, K. es-Sıyam, bab: 56

[176] Neseî, K. es-Sıyam, bah: 57

[177] Neseî, K. es-Sıyam, bab: 47

[178] Neseî, K. es-Sıyam, bab: 53

[179] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/429-438.

[180] Gâfir suresi, 40/60

[181] Bakara-suresi, 2/115

[182] Buharı, K. el-Cihad, bab: 131, K. ed-Da’vâl, bnb: 51/Iîhu Davud, K. el-Vilr, bab: 26 Hadis No: 1526

[183] Ahmed b. Hanhol, c. 3, s. 18

[184] Ğâfir suresi, 40/60

[185] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur’ân, sure, 2, bab: 16, Hadis No: 2969

[186] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/438-440.

[187] A’raf suresi, 7/189

[188] Tirmizi, K. TKefsir el-Kur’an, sure: 2, Hadis No: 2968

[189] Buhari, K. Tefsir el-Kur’an, sure 2, hah: 28/Müslim, K. es-Kıyam, hah: 33 Hadis No: 1090

[190] Buhari, K. Tefsir el-Kur’an, sure 2, bab: 28

[191] Müslim, K. es-Siyam, bah: 43, Hadis No: 1094

[192] Müslim, K. es-Sıyam, hah: 44, Hadis No: 1094

[193] Nesei, K. cs-Siyam, bab: 20/İbn-i Mâue, K. es-Sıyam, hah: 23, Hadis No: 1695

[194] Neseî, K. es-Sıyum, bab: 20

[195] Ebu Davutl, K. es-Savm, hah: 18, Hadis No: 2350/Ahmed h. Hanhu], Mllsnc, e. 2, s. 510

[196] Buharı, K. es-Savm, bab: 43

[197] Buharı, K. es-Savm, bab: 43

[198] Müslim, K. es-Sıyam, taab: 55, 56 tladis No: 1102

[199] Buhari, K. es-Savm, bab: 49

[200] Buhari, K. es-Savm, bab. 50

[201] Müslim, K. el-Hayz, bah: 6, Hadis No: 297

[202] Müslim, K. el-IIr.y?., bab: 9, Hadis No: 297

[203] Müslim, K. el-IIayz, bab: 190, Hadis No: 297

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/441-452.

[204] Buhari, K. el-Ahkâm, bab: 29, 31, K. el Mezalim, bab: 16/Müslim, K. cl-Akdiye, hah: 5, Hadis No: 1713

[205] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/453.

[206] Buhari, K. Tefsir el-Kur’an, sure, 2, bab: 29

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/454-455.

[207] Tevbe suresi, 9/36

[208] Ebu Davud, K. el Cihaıl, bub: 82, Hadis No: 26r_VTirmizi, K. ed-l>iyat, buh: 14, UN: 1408/îhn-i Macc, K. el-Cihad, bab: 38, UN. 2958

[209] Ebu Davut!, K. el-Cihad, bab: 82, Hadis No: 2614

[210] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/455-4587.

[211] Bakara sûresi, 2/İ93

[212] Tevbe suresi, 9/5

[213] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/457-458.

[214] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/458.

[215] Buharı, K. eİ-İmnn, hah: I7/Müslim. K. el-İımn, baH: 36, Hadis No: 22

[216] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/459-460.

[217] Tevta suresi; 9/29

[218] Tevbe suresi, 9/36

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/460-462.

[219] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur’an, süre 2, bab: 19, Hadis No: 2972

[220] Tevbe suresi, 9/60

[221] Yusuf suresi, 12/87

[222] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/462-465.

[223] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/465-466.

[224] Âl-i îmran suresi, 3/97

[225] Bu hadis, Ahmetl b. Hanbelin Mesnedinin 6. ciltlinin 383 ve 384. sahifclcriiule zikredil­miştir. Ancak orada “Umre yap” ifadesi mevcut değili e Taberinin metninde vardır.

[226] Ebu Davud, K. el-Menasik, bab: 25, Hadis No: 1810/Tirmizi, K. el-Hacc b;ıb: 87, Hadis No: 930 Neseî, K. el-Hacc, bab: 2, 10/thn-i Mace, K. el-Menasik, bab: 10, Hadis No: 2906/Ahmed b. HAnbel, Müsned. c. 4, s. 10

[227] Timizi, K. el-Hac, bab: 88, Hadis No: 931/Ahmed b. Hanbel, Müsncd, c. 3, s. 357

[228] İbn-i Maciî, K. el-Menasi.hab: 44, Hadis No: 2989

[229] Ebu Davud, K. ej-Menasik, bab: 44, Hadis No: 1862/Tirmizi, K. el-Hac, bab: 96 Hadis No: 940

[230] tirmizi, K. el-Hac, bab: 97, Hadis No: 941/Müslim, K. el-Hac, bab: 106, Hadis No: 1208

[231] Buhari, K. ez-Zekât, bab: 62

[232] Ebu Davud, K. el-Menastk, bab: 43, Hadisi4862/Tirmİ7,i, K. el-H;ıc, bab: 94, Hadis No: 940

[233] Buhari, K. Tefsir el-Kur’an, sure, 2, bab: 32/Müslim, K. ei-Hac, bab: 80, 85 Hadis No:1201

[234] Buhar i, K. es-Savm, bab: 68

[235] Buhari, K. el-Hac, bab: 37

[236] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/466-486.

[237] Buhari, K. el-İman, bab: 36, K. el-Edeb, bab: 44/Müslim, K. el-îman, bab: 116, H.N. 64

[238] Buhari, K. el-Hac, bab: 4 K. el-Muhsar, bab: 9,10/Müslim, K. el-Hac, bab: 438, H.N. 1350

[239] Buhari, K. el-Hac, bab: 6/Ebu Davud, K. el-Menasik, bab: 4, Hadis No: 1730

[240] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/486-491.

[241] Buharı, K. Tefsir cl-Kur’an, sure 2, hab: 34

[242] Bkz. Ehu Davud, K. ei-Mcnasik, hah: 7, Hadis No: 1733

[243] Ebu Davud, K. el-Menasik. bab: 65, Hadis Nn: 1935

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/492-494.

[244] Buharı, K. Tefsir el-Kur’an, sure, 2, bab: 35

[245] İbn-i Mace, K. cl-Menasik, hah: 56, Hadis No: 3013

[246] Bkz. İbn-i Mace, K. d-Menasik, hah: 61, Hadis No: 3024

[247] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/494-497.

[248] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/497-498.

[249] Müslim, K. ez-Zikr, bnb: 23, Hadis No: 2688

[250] Buharı, K. Tefsir cl-Kur’an, sure: 2, bab: 36

[251] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/499-500.

[252] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/500.

[253] Müslim, K. es-Siyam, bab: 144, Hadis No: 1141/Ahmcd b. IIAnhcI, Miisned, c. 5, s. 75, 76

[254] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur”an, sure, 2, bab: 22, Hadis No: 2975

[255] Buhari, K. el-Hac, bab: 4, K. el-Muhsar, bab: 9, 10/Müslim, K. cl-Hac bab: 438, H.N. 1350

[256] Tirmizi, K. ct-IIac, bab: 2, Hadis No: 810/Nesei, K. el-IIac, hah: 6

[257] Bkz. Nesei, K. el-IIac, bab: 6/lhn-i Mâıx, K. el-Hac, bab: 3, Hadis No: 2887

[258] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/501-504.

[259] Tirmizi, K. ez-Zühd, hah: 59, Hadis No: 2404

[260] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/504-506.

[261] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/506-508.

[262] Hac.suresi, 22/72

[263] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/508-509.

[264] Hud suresi, 11/lll

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/509-510.

[265] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/511-512.

[266] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/512.

[267] Fecr suresi, 89/22, 23

[268] En’am suresi, 6/158

[269] Sobe’ suresi, 34/33

[270] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/512-516.

[271] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/517.

[272] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/517-518.

[273] Maide suresi, 5/48

[274] Nahl suresi, 16/120

[275] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/518-520.

[276] Ahzab suresi, 33/11

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/520-521.

[277] Bakara suresi, 2/177

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/521-522.

[278] Buhari, K. el-Cîhad, bab: 88/Ahmcd b. Hanhel, Müsned, c. 2, s. 40

[279] Müslim, K. el-lmare, bab: 158, Hadis No: 1910/Ebu Davııd K. el-Cihad bab: 18, Hadis No: 2502/Nesei, K. el-Cihad, bab: 2, Hadis No: 3099

[280] Bakara suresi, 2/285

[281] Nisa suresi, 4/95

[282] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/522-524.

[283] Tevbe suresi, 9/36

[284] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/525-528.

[285] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/528-529.

Similar Posts