219- Ey Muhammedi, sana içki ve kumardan soruyorlar. De ki: “On­larda büyük günah vardır. İnsanlar için (bazı dünyevi) faydaları da vardır Ancak, günahları faydalarından çok büyüktür.” Ve yine sana (Allah yolun­da) ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: “İhtiyaçtan fazla olanı.” İşte Al­lah, âyetlerini size böyle açıklar ki düşünesiniz.

Ey Muhammed, ashabın sana içkiyi ve kuman soruyorlar. Onlara de ki: “Onlarda büyük günahlar vardır. İçki, onu içenin aklını giderir. İşte bu, günahla­rın en büyüğüdür. Kumar insanı meşgul ederek Allahı zikretmekten ve namaz­dan alıkoyar. Onu oynayanların arasına kin ve düşmanlık sokar. İçki ticaretin­den elde edilen kârlar ve içenlere geçici olarak sağladığı sun’î bir zevk, onun faydası olarak sayılabilir. Kumarda ise kazanan kimsenin kumar parasını yorul­madan, kolaylıkla elde etmesi onun faydası olarak görülebilir. Ancak içki ve kumarın zararları, zikredilen önemsiz menfaatlan yanında çok daha büyüktür. İçki insanı diğer varlıklardan ayıran ve onu üstün bir duruma getiren aklı gide­rir. İçenler sarhoş olur, birbirlerine sataşır ve dövüşürler. Böylece aralarında kö­tülük meydana gelir. Kumar oynayanların ise birbirlerine girdikleri ve araların­da çok büyük husumetler meydana geldiği bir gerçektir, Ve yine sana, ey Mu­hammed, mallarından hangi şeyi Allah yolunda harcayacaklarını ve sadaka ola­rak vereceklerini soruyorlar. Onlara de ki: “Fazla olanı verin” O da ihtiyacınızri

dan ve ailenizin nafakasından fazla olanıdır. Allah size, birliğini gösteren delil­leri açıkladığı gibi, koyduğu sınırlan, farzları ve Peygamberi Muhammede in­dirdiği diğer şeyleri de açıklıyor ki dünya ve âhirette vaadini, korkutmasını, se­vabını, cezasını düşünesiniz ve geçici dünyanın yerine ebedi olan âhireti tercih edesiniz,

Âyet-i kerimede geçen ve “İçki” diye tercüme edilen kelime­sinin lügat mânâsı, “Bir şeyi örtmek, kapatmak ve gizlemektir.” Arapçada demek “Kabın ağzını örttüm” dmektir. Yine kadının başörtüsüne “Örtü” anlamına gelen kelimesi kullanılmıştır. Yine Arapçada “O, sana karşı giziice yürüyor” denilmekte ve kelime­sinden “Gizlemek” mânâsı kastedilmektedir. İçkiye denilmesi, insanla­rın aklını örtmesi ve göl gelem es indendir. Bu itibarla her aklı gölgeleyen ve sar­hoş eden şeye denilmiştir.

Ayette geçen ve “Kumar diye tercüme edilen kelimesi, Abdul­lah b. Ömer, Dehhak, Katade, Süddi, Abdullah b. Abbas, Hasan-ı Basri ve Said b. Cübeyr tarafından bu şekilde “Kumar” olarak izah edilmiştir. Kumar, galip gelenin mağlup olandan bir şey almayı şart koştuğu her türlü oyuna denir. Mü-fessirler, hangi çeşit oyunun kumar sayılacağı hakkında Özetle şunlan söylemiş­lerdir.

“Abdullah b. Mes’ud, hayvanların mafsalları olan ve “Aşık kemiği” denen kemiklerle oynamanın dahi kumar olduğunu söylemiştir. Bu hususta Abdullah b. Mes’udun şöyle dediği zikredilmiştir. “Bir şey bekleyerek attığınız bu aşıklar­dan kaçının. Çünkü bunlar kumar sayılır.”

Mücahid ve Said b. Cübeyr, çocukların cevizlerle oynamalarını da kumar saymıştır, Atâ ve Tâvûs da çocukların aşık ve cevizle oynamalarını kumar say­mışlardır. Muhammed b. Şîrîn ise: “Tahakkuk edip etmeyeceği belli olmayan her muamele kumardır. Her kumar, bu âyette zikredilen Meysir’dendir. Hatta “Ayakta durdurma veya bağımıa yahut başına kuş tüyü takmayı şart koşan tavla da kumardır. Bir şey içirmeyi veya bağınnayı yahut ayakta dunnayı şart koşan her türlü oyun kumardır.” demiştir. Kasım b. Muhammed ise, “İnsanı, Allahi anmaktan ve namazı kılmaktan alıkoyan her oyun kumardır.” demiştir.

Ayet-i kerimede, içki ve kumarda büyük günah olduğu, fakat insanlar için bir kısım faydalan da bulunduğu zikredilmiştir. İçkideki günah, kişinin, iç­ki içme neticesinde sarhoş olması yüzünden rabbini dahi tanımaz hale gelmesi­dir. Elbetteki bu, günahların en büyüğüdür. Ayrıca Süddinin de dediği gibi, içki içen kimse sarhoşluğu yüzünden insanlara zarar verir. Abdullah b. Abbas: “İçki içen kimsenin dini eksilir.” demiştir. Yani, Allahı tanımayı bile unutur hale ge­lir. Kumarın günahı ise, onu oynayanın, Allahı anmaktan ve namaz kılmaktan uzak olmasıdır. Kumar oynayanlar arasında kin ve düşmanlık meydana gelir.

Nitekim bu hususta Allah teaia şöyle buyurmaktadır: “… Şüphesiz ki Şeytan, kumar ve içki ile aranıza düşmanlık ve kin sokmayı, sizi Allanın zikrinden ve namazdan men etmeyi ister. Artık bunlardan vaz geçmez misiniz?” [1]

İçkide bulunduğu ifade edilen faydalara gelince, onun haram kılınmasın­dan önceki ticaretinden elde edilen kazançlar ve içilmesiyle meydana gelen ge­çici zevktir. Kumarda bulunduğu ifade edilen faydalar ise, kumarın haram kılın­masından önce kumar neticesinde kazandıkları devenin kesilmesinden eide et­tikleri paylar vb. değerlerdir.

Âyet-i kerimede içki ve kumar için “Ancak, günahları faydalarından çok daha büyüktür.” buyurulmaktadır. Bu ifade iki şekilde izah edilmiştir.

a- Abdullah b. Abbas, Rebi’ b. Enes ve Dehhak bu âyeti şöyle izah etmiş­lerdir: “İçkinin ve kumarın haram kılınmalarından sonraki günahları, haram kı­lınmalarından Önceki faydalarından çok daha büyüktür.”

b- Diğer bir kısım müfessirler ise şöyle izah etmişlerdir: “İçki ve kuma­rın, haram kılınmalarından önceki günahları yine o zamanki faydalarından daha büyüktü. Çünkü onlar sarhoş oldukları zaman birbirlerine sataşıyor ve birbirle­riyle savaşıyorlardı. Kumar oynadıklarında da aralarına kötülük giriyor ve onla­rı fenalıklar yapmaya sürüklüyordu. Bu şeyler, içkiden kazandıkları para ve his­settikleri zevkten daha kötüydü. Taberi, âyeti bu şekilde izah etmenin daha doğ­ru olduğunu söylemiştir. Çünkü bu âyet, içki ve kumarın kesin olarak haram kı­lınmasından önce inmiştir bu sebeple o zamana göre tefsir edilmelidir.

Taberi bu âyetin, içki ve kumamı kesin olarak haram kılınmasından önce indiğini zikreden haberlerin tevatür derecesine ulaştığını söylemiş ve özetle şunları rivayet etmiştir: Said b. Cübeyr diyor ki: “Bu âyet-i kerime inince, bir kısım insanlar burada zikredilen: “Onlarda büyük günahlar vardır.” ifadesini gö-zönünde bulundurarak içki içmeyi hoş görmemişlerdir. Diğer bir kısım insanlar ise: “Faydalan da vardır. ” ifadesini gözönünde bulundurarak içki içmeye de­vam etmişlerdir. Nihayet: “Ey iman edenler, sarhoşken ne söylediğinizi bi-linccyc kadar namaza yaklaşmayın. Cünüp iken de gusül edinceye kadar namaz kılmayın. Yolcu olanlar müstesnadır. Eğer hasta iseniz veya yolcu­lukta iseniz yahut biriniz tuvaletten gelmişse veya cinsi münasebette bulun-muşsanız ve bu durumda da su bulamamışsanız, tertemiz bir toprak ile te­yemmüm edin, yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz ki Allah, çok affe­den, çok bağışlayandır. [2]âyeti nazil oldu. Bu defa namaz kılma zamanla­rında içkiyi bırakıyor onun dışındaki zamanlarda içiyorlardı. Nihayet: “Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve faal okları, sadece şeytanın işinden birer pisliktirler. Bu pislikten kaçının ki kurtuluşa eresiniz[3] âyeti indi. Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle dedi: “Bu gün senin vay haline içki. Kumarla birlikte anıldın.”

Abdullah b. Ömer diyor ki: “Aziz ve Celil olan Allah, içki hakkında üç defa âyet indirmiştir. İlk indirdiği âyet: “Ey Muhanımcd, sana içki ve kumar­dan soruyorlar. De ki: Onlarda büyük günahlar vardır. İnsanlar için bazı dünyevi faydalar da vardır…” âyetidir. Bu âyet indikten sonra insanlar: “Ey Allahın Resulü, biz içki içelim ve Allahın, kitabında zikrettiği gibi ondan fayda­lanalım rm?” dediler. Bunun üzerine: “Ey iman edenler, sarhoşken ne söylediği­nizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın. [4] âyeti nazil oldu. Bu defa insan­lar: “Ey Allahın Resulü, biz içkiyi namaza yakın bir vakitte içmeyiz.” dediler. Bunun üzerine: “Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları sadece Şeytanın işinden birer pisliktirler. Bu pislikten kaçının ki kurtuluşa eresi[5]âyeti indi. Resulullah da buyurdu ki. “Artık içki haram kılındı.”

İkrime ve Hasan-ı Basri demişlerdir ki: “Ey Muhammcd, sana içki ve kumardan soruyorlar” âyetiyle “Ey iman edenler, sarhoşken namaza yak­laşmayın. ” âyeti, Mâide suresinin: “Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları sadece şeytanın işinden birer pisliktirler. Bu pislikten kaçınınki kurtuluşa eresiniz.” âyetiyle neshedilmiştir.

Süddi diyor ki: “Ey Muhammed, sana içki ve kumardan soruyorlar…” âyet-i kerimesi nazil olduktan sonra da insanlar içki içmeye devam ettiler. Bir gün Abdurrahman b. Avf bir yemek hazırlayıp içlerinde Ali b. Ebi Talibin de bulunduğu sahabileri davet etti. Ali b. Ebi Talib, Kâfinin sûresini okudu. Fakat okuduğunun ne olduğunu anlayacak durumda değildi. Bunun üzerine Allah tea-Ia içki hakkında daha sert davranarak Nisa suresinin kırk üçüncü âyetini indirdi. İçki içmek yasak değitdi. Onlar onu, sabah namazından sonra günün ortalarına kadar içiyorlardı. Öğlende ayılıp öğle namazını kılıyor yatsıya kadar içmiyorlar­dı. Yatsıdan sonra gecenin yansına kadar içiyor ve yatıyorlardı. Sabahleyin ayı­lıp namaz kılıyorlardı. Böylece içkiye devam ediyorlardı. Nihayet Sa’d b. Ebi Vakkas bir gün bir yemek hazırladı. İçlerinde Ensar’dan bir kimsenin de bulun­duğu sahabileri davet etti. Sa’d devenin kellesini kebap yaptı ve onları bu kebabı yemeye davet etti. Onlar yediler ve içki içerek sarhoş oldular ve sohbete daldı­lar. Bu sırada Sa’d, Ensardan olan kişiyi kızdıracak bir söz söyledi. Bunun üze­rine Ensardan olan o kişi, devenin çene kemiğini alarak Sa’d’ın burnuna vurup kırdı. İşte bu olay üzerine de Allah teala, içki içmeyi tamamen yasaklayan şu âyeti kerimeyi indirdi. “Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları   sadece şeytanın işinden birer pisliktirler. Bu pislikten kaçının ki kurtuluşa eresiniz. [6]

İçkinin aşamalı bir şekilde yasaklandığına dair Taberi, Zeyd b. Aliden, Şa’biden, Katadeden, Mücahidden, Rebi’ b. Enesten ve İbn-i Zeydden de riva­yetler nakletmiştir. Ayrıca bu hususta Ebu Meysereden de şunlar nakledilmiştir. Ebu Meysere diyorki: “Hz. Ömer, içkinin haram olduğunu beyan eden âyetin inmesinden az bir müddet önce şöyle demiş: “Ey Allahim sen, içki hakkında bi­ze şifa veren bir açıklama gönder.” bunun üzerine: “Ey Muhammed, sana içki ve kumardan soruyorlar. De ki: “Onlarda büyük günah vardır. İnsanlar için bazı dünyevi faydaları da vardır. Ancak günahları faydalarından çok büyüktür…” âyeti inmiştir. Ömer çağırılmış ve kendisine bu âyet okunmuştur.

Yine Ömer: “Ey Allahım sen, içki hakkında bize şifa veren bir açıklama gönder.” demiş bunun üzerine de: “Ey iman edenler, sarhoşken ne söylediği­nizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın. [7]âyeti inmiştir. Bu âyetin in­mesinden sonra namaza başlarken Resulullahın bir davetçisi (Bu iş için gönder­diği birisi) “Dikkat edin, sarhoş olan sakın namaza yaklaşmasın” diye bağırıyor­du. Ömer bu sefer de çağırıldı ve bu âyet ona okundu.

Ömer yine, “Ey Allahım, sen içki hakkında bize şifa veren bir açıklama gönder.” demiş. Bunun üzerine de: “Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları, sadece şeytanın İşinden birer pisliktirler. 8u pislikten kaçının ki kurtuluşa eresiniz,” “Şüphesiz ki şeytan, kumar ve içki ile aranıza düş­manlık ve kin sokmayı, sizi Aüahın zikrinden ve namazdan men etmeyi is­ter. Artık bunlardan vaz geçmez misiniz? [8] âyetleri inmiştir. Âyetin so­nunda bulunan: “Artık bunlardan vaz geçmez misiniz?” ifadesini işiten Ömer:

“Artık vaz geçtik.” demiştir. [9]

Âyet-i kerimenin devamında: “Sana Allah yolunda ne harcayacakları­nı soruyorlar. De ki “İhtiyaçtan fazla olanı.” buyuru İm aktadır. Burada geçen ve “İhtiyaçtan fazla olan” diye tercüme edilen kelimesi müfessirler ta­rafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir:

a- Abdullah b. Abbas, Katade, Ata, Süddi, İbn-i Zeyd ve Hasan-ı Basriye göre, burada zikredilen kelimesinden maksat, kişinin aile efradının na fakasından arta kalan malı” demektir. Bu hususta İbn-i Zeyd diyor ki: “İnsanlar her gün, içinde bulundukları günün şartlarına göre çalışıyorlardı. Şayet çalıştık­ları günlerde elde ettikleri mallarından aile efradına harcadıkları dışında bir şey artarsa onu tasadduk ediyorlardı. Yoksa aile efradını aç bırakarak insanlara ta-sadduk etmiyorlardı.

b- Abdullah b. Abbas ve Tavustan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen kelimesinden maksat, “Mallarınızdan pek önem ver­mediğiniz basit şeyler” demektir.

c- Yine Hasan-ı Basri, Atâ ve Mücahidden nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen kelimesinden maksat, “Orta derecede infak” de­mektir. Yani ne malının tümünü harcayıp insanlara muhtaç hale düşmek ne de malından çok az bir bölümünü harcayarak cimriliğe kaymaktır.

d- Abdullah b. Abbaslan nakledilen başka bir görüşe göre burada zikredi­len kelimesinden maksat, insanların gönül hoşluğu ile verdikleri şey­lerdir.

e- Rebi1 b. Enes ve Katadeden nakledilen başka bir görüşe göre bu âyette zikredilen den maksat, “Kişinin mallarının en güzelidir.”

f- Mücahidden nakledilen başka bir görüşe göre bu âyette zikredilen kelimesinden maksat, kişinin vermesi farz olan zekat vb. mali yükümlü­lüklerdir.

Taberi diyor ki: “Bu görüşlerden doğru olanı, burada zikredilen kelimesinden maksat, kişinin kendisinin ve ailesinin nafakasından arta kalan malıdır. Zira bu hususta Resulullahtan bir çok hadis rivayet edilmiştir. Bunlar­dan bazıları şunlardır:11

Ebu Hüreyre (r.a.) diyor ki:

“Resulullah, sadaka vermeyi emretti. Bunun üzerine bir adam: “Ey Alla­nın Resulü, benim bir dinarım var.” dedi. Resuiullah: “Sen onu kendine harca”dedi. Adam “Başka bir dinarım daha var” dedi. Resulullah: “Onu da çocuğuna harca” dedi. Adam: “Başka bir dinarım daha var.” dedi. Resulullah: “Onu da eşine harca” dedi. Adam: “Başka bir dinarım daha var” dedi. Resulullah: “Onu da hizmetçine harca” dedi. Adam: Bir başka dinarım daha var” dedi. Resulullah: “Onu ne yapacağını sen daha iyi büirsin.” dedi/[10]

Cabir b. Abdullah, Resulullahm şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

“Sizden biriniz fakir olursa (malını harcamada) önce kendisinden başlasın. Şayet bir şey artarsa aile efradına harcasın. Yine bir şey artarsa akrabalarına harcasın. Yine bir şey artarsa şöyle şöyle yapsın. Yani önüne arkasına, sağına soluna harcasın. [11]

Yine Cabir b. Abdullah diyor ki:

“Bir gün biz, Resulullahm yanında iken bir kişi ona, bir savaşta elde etti­ği yumurta kadar bir altın külçesi getirdi. (Diğer bir rivayette, “Bazı maden ocaklarından elde ettiği” şeklindedir) ve dedi ki: “Ey Allanın Resulü, bunu ben­den sadaka olarak al. Allaha yemin olsun ki benim bundan başka malım yoktur. “Resulullah ondan yüzünü çevirdi. Adam ona sol tarafından geldi ve aynı. Şeyi söyledi. Sonra önünden geldi yine aynı şeyi söyledi. Bunun üzerine Resulullah kızgın bir şekilde “Getir onu” dedi. Onu alıp adama doğru öyle bir attı ki şayet ona dokunacak olsaydı onun bir tarafını ağntacak veya yaralayacaktı. Sonra şöyle buyurdu: “Sizden biriniz malını alıyor, ondan başka bir şeye sahip ol­madığı halde onu tasadduk etmek istiyor. Sonra da oturup insanlara el açı­yor. Sadaka ancak zenginin sırtındandır. Al bu senin olsun. Bizim buna ih­tiyacımız yok.” Adam onu alıp gitti. [12]

Ebu Ümame, Resulullah (s.a.v.)’in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

“Ey Ademoğlu eğer sen ihtiyacından artanı harcarsan o senin için daha hayırlıdır. Eğer harcamayıp elinde tutarsan o senin için daha kötü­dür. Sen kendi kendine yetinmenden dolayı kınanmazsın. (Yani kişi kendi ihtiyaç duyduğu şeyleri harcamadığından dolayı kınanmaz) sen, harca­makla yükümlü olduğundan başla (ve bil ki) üstte olan el altta olan elden dahahayırlıdır. [13]

Taberi diyor ki: “Bütün bu hadis-i şerifler gösteriyor ki bu âyette zikredi­len “Afv” kelimesinden maksat, kişinin kendisinin ve ailesinin ihtiyacından arta kalandır.

Müfessirler âyet-i kerimenin bu bölümünün mensuh olup olmadığı husu­sunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbas ve Süddiye göre bu âyet-i kerime, zekâtın farz ol­duğunu beyan eden âyet-i kerimelerle neshedilmiştir. Bu hususta, Abdullah b-Abbasın şunları söylediği rivayet edilmiştir: “Ey Muhammed, sana, (Allah yo­lunda) ne harcayacaklarım soruyorlar. De ki: “İhtiyaçtan fazla olanı.” âyet-i ke­rimesi nazil olmuş, bu âyet harcanacak şeyler bakımından farz olan belli bir miktar tayin etmemiştir. Sonra: “Ey Muhammed, sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillere aldırış etme. [14] âyeti nazil olmuştur. Daha sonra ise gelen âyetlerle miktarlar belirtilerek farz olan miktarlar beyan edilmiştir.

b- Mücahide göre ise bu âyetin hükmü geçerlidir, neshedilmemiştir. Zira

Mücahid bu âyeti, farz olan zekâtlara yorumlamıştır.

Taberi diyor ki: “Bu âyet ne başka bir âyeti neshetmiş ne de başka bir âyet tarafından neshedilmiştir. Allah teala bu âyet-i kerimede, farz olmayan sa­dakaların nasıl harcanacağını beyan etmiştir. Bu bakımdan din ve takva sahibi olan bir insanın, Allah tealanın kullarına öğrettiği bu yolu takibetmesi gerekir. Resulullah bu yolun nasıl olduğunu bizlere açıklamıştır. O yolda kişinin önce kendisinden başlaması, sonra aile efradına harcaması, daha somra da Allahı ra­zı edecek diğer yerlerde harcamasıdır. İşte Allah tealanın beyan ettiği israfla cimrilik arasında tutulacak olan yol da budur. Allah teala, Peygamberine bu hu­susu beyan ederek şöyle buyuruyor: “Sakın eli boynuna kelepçelenmiş gibi cimri olma. İsrafa dalarak ta elini tamamen açma. Sonra kınanmış ve açık­ta bırakılmış olarak oturup kalırsın. [15] Yine Allah teala kullarını “İbadür-rahman” olarak vasıflandırırken şöyle buyuruyor: “Onlar harcadıkları zaman ne israf ederler ne de cimrilik. İkisi arasında orta bir yol tutarlar[16] Âyet-i kerimenin mensuh olduğunu iddia eden kimseye denir ki: “Senin buna dair delilin nedir? Halbuki herkes kişinin malından, farz olan zekâtlar dışında, sadaka verebileceği, bağışta bulunabileceği ve malının üçte birini vasiyet edebi­leceği hususunda ittifak etmişlerdir. O halde bu âyet nasıl mensuh olabilir? Eğer diyecek olursa ki: “Arta kalanın verilmesinin farz oluşu neshedilmiştir.” Cevaben denilir ki: “Kişinin malından arta kalanını harcamasının farz olduğuna dair delilin nedir? Ta ki zekatın farz oluşunun bu farzı düşürdüğünü iddia ede­sin? Bu âyet-i kerime bir farz hüküm koymamıştır. Sadece Resulullaha sorulan infakın nasıl yapılacağını beyan etmiştir.[17]

 

220- Hem dünya hem de âhiret işlerini düşünesiniz. Sana yetimler­den soruyorlar. De ki: “Onların işlerini düzeltmek, kendileri için daha ha­yırlıdır. Eğeı* onları aranıza alırsanız, onlar sizin din kardcşlcrinizdir. Al­lah, bozguncuyu ıslah edenden ayırdetmcsini bilir. Eğer Allah dileseydi sizi zor durumda bırakırdı. Şüphesiz ki Allah, her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Ey müminler, bu surede zikredilen âyet ve delilleri açıkladığım gibi size bir kısım emir ve yasaklarımı açıklarım ki, hem dünyanın geçiciliğini hem de âhiretin devamlılığını ve kalıcılığını düşünesiniz. Böylece âhiretin dünyadan da­ha üstün olduğunu anlayasınız ve onun için çalışasınız. Ey Muhammed, sana yetimlerden ve mallarının, kendi mallarınıza karışması halinden soruyorlar. On­lara de ki: “Yetimlerin mallarının idaresini düzene koymakla lütufta bulunma­nız, Allah yanında sizin için daha hayırlı sevap bakımından da daha büyüktür. Eğer onların yiyeceklerini kendi yiyeceklerinize, içeceklerini kendi içeceklerini­ze ve mallarını da kendi malarınıza karıştırırsanız artık onlar dinde sizin kardeş-lerinizdir. Kardeşlerin bir kısmı diğerlerine yardım eder. O halde size, onların mallarına şefkatli bir kardeş nazarıyla bakmak gerekir. Allah sizden, kendi ma­lını, yetimin malına katan kişinin maksadının, o malı dağıtıp haksız surette ye­mek mi olduğunu yoksa düzeltip çoğalmasını sağlamak mı olduğunu çok iyi bi­lir. Eğer Allah dileseydi sizi, mallarınızı yetimlerin mallarından ayrı tutmakla yükümlü kılarak zor durumda bırakır ve sıkıntıya sokardı. Fakat o, rahmeti ve acımasıyla sizi buna mecbur etmedi. Böylece sizi genişliğe çıkardı ve işinizi ko­laylaştırdı. Şüphesiz ki Allah, hükümranlığında herşeye galiptir, idaresinde hü­küm ve hikmet sahibidir.

Müfessirler bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında çeşitli görüşler zikretmişlerdir:

a- Bazılarına göre bu âyetin nüzul sebebi, bundan önce inen Nisa suresi­nin onuncu âyetinin, yetimlerin mallarına yaklaşılmasını yasaklaması üzerine, müminlerin sıkıntıya düşmeleri ve Resulullahtan çare-istemeleridir. Bu görüş, Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr, Abdurrahman b. Ebi Leyla, Katade ve Rebi’ b. Enesten nakledilmiştir. Ancak, Katade, Rebi’ b. Enes ve Said b. Cübeyre gö­re, bundan önce inen ve inmesiyle müminlerin sıkıntıya düştükleri âyet: “Yeti­min malına, rüşdüne erinceye kadar yaklaşmayın. Sadece en güzel bir şekilde yaklaşın[18] âyetidir. Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki:

“Allah tcala “Yetimin malına, rüşdünc erinceye kadar yaklaşmayın. Ancak en güzel bir şekilde yaklaşın. [19] “Yetimlerin mallarını haksız ye­re yiyenler, karınlarına sadece ateş tıkamış olurlar. Onlar yakında alev alev yanan bir ateşe sokulacaklardır. [20] âyetlerini gönderince, yanlarında yetim bulunan insanlar gidip yetimlerin yiyeceklerini ve içeceklerini, kendi yi­yecek ve içeceklerinden ayırdılar. Öyle ki artan yemekler bekletilip ya onlara yediriliyor veya kimse yemiyor, bozuluyordu. Bu durum müminleri sıkıntıya düşürdü. Durumu Resulullaha aksettirdiler. Bunun üzerine Allah teala: “Sana yetimlerden soruyorlar. De ki: “Onların işlerini düzeltmek, kendileri için daha hayırlıdır. Eğer onları aranıza alırsanız, onlar sizin din kardcşlerinîz-dir…” âyetini indirdi. Artık yetimlerin varisleri, yiyeceklerini ve içeceklerini yetimlerinki ile karıştırdılar. [21]

b- Abdullah b. Abbas, Süddi ve Dehhaktan nakledilen diğer bir örüşe gö­re bu âyetin nüzul sebebi, daha önce inen bir âyet değil, Arapların, yetimlerin malına yaklaşmaktan uzak durma örfleri ve bu örflerinden dolayı sıkıntıya düş­memeleri için istekte bulunmalarıdır. Bu hususta Süddi diyor ki: “Araplar cahi-liye döneminde yetim hakkında çok titiz davranıyorlardı. Öyle ki haklanna teca­vüz ederler korkusuyla aynı kaptan onlarla yemek yemiyorlar, develerine bin­miyor, hizmetçilerine hizmet ettirmiyorlardı. Bu âdet hususunda Resulullaha geldiler ondan bu meseleyi sordular. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

Âyet-i kerimenin devamında: “Eğer Allah dikseydi sizi zor durumda bırakırdı.” Duyurulmaktadır. Müfessirler burada geçen ve “Zor durumda bıra­kırdı.” diye tercüme edilen cümlesini çeşitli şekillerde izah etmişler­dir.

Mücahide göre bu ifadeden maksat: “Eğer Allah dileseydi yetimlerin ot­laklarında hayvanlarınızı otlatmayı ve onların katıklarını yemeyi size haram kı­lar böylece sizi sıkıntıya sokardı.” demektir. Mücahid: “Eğer yetimleri aranıza alırsanız bu sizin için daha hayırlıdır,” ifadesini, “Eğer yetimlerin mallarını otlakta kendi mallarınıza katar ve onların katıklarını kendi katıklarınızla birlikte bulundurur ve yerseniz sizin için daha hayırlıdır.” şeklinde izah ettiği için bu âyetin bu bölümünü de bu şekilde izah etmiştir.

Abdullah b. Abbas ise âyetin bu bölümünü şöyle izah etmiştir: “Eğer Al­lah dileseydi sizi zorluğa koşar ve sıkıntıya düşürürdü. Fakat o, işi kolaylaştırdı ve buyurdu ki: “İçinizden zengin olanlar, yetimlerin malını yemekten çekin­sin, fakit olanlar ise meşru surette yesin. [22]

Abdullah b. Abbastan nakledilen başka bir görüşe göre, o bu âyeti şöyle izah etmiştir: “Eğer Allah dileseydi, yetimlerin mallarından size geçenler yü­zünden sizi helak ederdi. [23]

 

221- İman etmedikçe müşrik kadınlarla evlenmeyin. Mümin bir cari­ye, hür olan müşrik bir kadından daha hayırlıdır. Hür olan müşrik kadın hoşunuza gitse bile. Müşrik erkekleri de, iman etmedikçe mümin kadınlar­la evlendirmeyin. Mümin bir köle, hür olan müşrik bir erkekten daha ha­yırlıdır. Müşrik olan erkek hoşuna gitse bile. Bu müşrikler insanı ateşe da­vet ederler. Allah İse izni ile cennete ve mağfirete davet eder ve âyetlerini insanlara açıklar. Gerekir ki düşünürler.

Ey iman edenler, kitap ehli olmayan ve putperest olan müşrik kadınlarla, Allaha, Peygamberine ve Peygambere indirilene iman etmedikçe evlenmeyin. Sizlerin, Allaha ve Peygamberine iman eden bir cariye ile evlenmeniz, hür olanmüşrik veya kâfir bir kadınla evlenmenizden, Allah katında daha hayırlı ve daha üstündür. Müşrik olan kadın, güzelliği, soyu ve malı bakımından hoşunuza gitse bile. Ey iman edenler, müslüman olan bir kadını da, Allah ve Resulüne iman et­medikçe, bir müşrik erkekle evlendirmeyin. Müslüman kadınları, Allah ve Re­sulüne iman eden kölelerle evlendirmeniz, onları hür olan müşriklerle evlendir­menizden sizin için daha hayırlıdır. Hür olan müşrik erkekler, mal, soy ve mev­ki bakımından hoşunuza gitse bile. Kendileriyle evlenmeniz yasaklanan bu ka­dın ve erkek müşrikler sizleri, cehenneme götürecek işleri yapmaya çağırırlar. Allah sizleri, yardımı ve kolaylaştırması ile cennete götürecek amelleri işleme­ye, hatalarınızı silecek işleri yapmaya davet eder. Ve kitabındaki âyet ve delille­rini kullarına açıklar ki düşünüp ibret alsınlar, cehennem ateşine davet eden ile cennete ve affa davet edeni birbirinden ayırsınlar.

Âyet-i kerimede, mümin erkeklerin, müşrik kadınlarla evlenmelerinin yasak olduğu beyan edilmektedir. Ancak ehl-i kitap olan Yahudi ve Hristiyan kadınlarla mümin erkeklerin evlenmeleri caizdir. Bu hususta diğer bir âyette şöyle Duyurulmaktadır: “… Hür ve iffetli mümin kadınlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden (chl-i kitaptan) hür ve iffetli kadınlar, na­muslu olmanız, zina yapmamanız, dost edinmemeniz ve kendilerine mehir vermeniz şartıyla size helaldir… [24]

Buna mukabil, mümin kadrınlar, hiçbir kâfirle evlenemezler. Bu kâfirler ehl-i kitap ta olsa bu böyledir. Bu hususta da şu âyet-i kerimede buyuruluyor ki: t ” .. Çünkü ne mümin kadınlar kâfirlere helaldir ne de kâfir erkekler mü­min kadınlara helaldir… [25]

Müfessirler, açıklamakta olduğumuz bu âyet-i kerimenin, bütün müşrik­leri kastederek mensuh olduğu yahut müşriklerden sadece belli bir sınıfı kaste­derek mensuh olmadığı hususda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbas, İkrime, Mücahid ve Rebi’ b. Enes, izah etmekte ol­duğumuz bu âyet-i kerimenin, bütün müşriklerin müslümanlarla evlenmelerinin haram olduğunu bildirdiğini, bu itibarla Maide suresinin dördüncü âyetinde zik­redilen, ehl-i kitapla evlenme hükmüyle neshedildiğini söylemişlerdir. Bu âyette buyuruluyor ki: “Hür ve iffetli kadınlarla, sizden önce kendilerine kitap ve­rilenlerden hür ve iffetli kadınlar, namuslu olmanız, zina yapmamanız, dost edinmemeniz ve kendilerine nıchir vermeniz şartiylc evlenmeniz size helaldir. [26] Görüldüğü gibi bu âyet-i kerime, kâfir ve müşrik olan ehl-i kita­bın kadınlarının mümin erkeklerle evlenebileceklerini beyan etmiştir. Bu itibar­la izah etmekte okluğumuz âyetneshedilmiştir.

b- Katade ve Said b. Cübeyr’e göre ise bu âyet- kerimenin her ne kadar ifadesi genel ise de hükmü özeldir. Bu itibarla neshedilmemiştir. Zira âyette zik­redilen ve evlenilmesi yasaklanan müşrik kadınlardan maksat, bütün müşrik ka­dınlar değil, özellikle ehl-i kitap olmayan müşrik kadınlardır. Nitekim Arapların müşrik kadınları böyleydi. Ehl-i kitap olan müşrik kadınlarla evlenmenin hük­mü ise başka bir âyette belirtilmiş ve bazı sahabiler de bu hüküm uyarınca ev­lenmişlerdir. Mesela Huzeyfetül Yeman bir Yahudi veya Hristiyan kadınla ev-‘ lenmiştir.

c- Şehr b. Havşebin, Abdulluh b. Abbastan naklettiği diğer bir rivayete göre bu âyet-i kerime neshedilmemiştir. Ve bu âyetle, bütün müşrik kadınlarla evlenmek yasaklanmıştır. Müşrik kadının putperest, mecusi ve ya ehl-i kitap ol­ması farketmez. Bu hususta Abdullah b. Abbasin şunîan söylediği rivayet edil­miştir: “Resulullah, hicret eden mümin kadınlar dışındaki bütün kadınlarla ev­lenmeyi yasaklamıştır. Resulullah, İslam dini dışında herhangi bir din mensu­buyla evlenmeyi haram kılmıştır. Bu hususta Allah teala: “kini dini inkâr ederse şüphesiz ki onun, daha önceki amelleri boşa gider ve ahiret günün­de o, hüsrana uğrayanlardandır.”*4^ buyurmuştur. Talha b. Ubeydullah, bir Yahudi kadınla, Huzeyfe b. Yeman da Hristiyan bir kadınla evlenmiş Hz. Ömer de onların bu hallerine şiddetli bir şekilde kızmış ve onları dövmek istemiştir. Bunun üzerine onlar: “Ey müminlerin em iri sen kızma biz onları boşanz.” de­mişler. Hz. Ömer de: “Allah’a yemin olsun ki, eğer onları boşamak helal olsaydı onlarla evlenmek te helal olurdu. Ben onları sizin elinizden hor ve hakir bir şe­kilde çekip alacağım.” dedi.

Taberi diyor ki: “Bu görüşlerden doğru olanı, âyet-i kerimenin zahirinin genel mânâda olduğunu fakat aslında ise bu âyetten, ehl-i kitap dışındaki müşrik kadınların kastedildiğini, bu itibarla âyet-i kerimenin neshedihnediğini söyleyen görüştür. Zira Allah teala, müslüman erkeklere, müslüman kadınlarla evlenebi­leceklerini beyan ettiği gibi, ehl-i kitabın iffetli kadınlarıyla da evlenebilecekle­rini, Maide suresinin beşinci âyetinde zikretmiştir. Birbirlerine muarız gibi gö­rüldüğü zannedilen her âyetten birinin diğerini neshettiğini söylemek, buna dair kesin bir delilin var oluşuna bağlıdır. Ortada böyle kesin bir delil olmadığına göre, Maide suresinin beşinci âyetinin, ehl-i kitap olan kadınlarla evlenmeyi be­yan eden bölümün, müşrik kadınlarla evlenmeyi kesinlikle yasaklayan bu âyet-i kerimeyi neshettiğini söylemek caiz değildir. Zira bu, delilsiz bir iddia olur.

Abdullah b. Abbastan, Hz. Ömer’in, Talha ile Huzeyfe’nin evlendikleri ehl-i kitaptan olan kadınları bunlardan ayırdığına dair olan rivayetinin bir anla­mı yoktur. Zira, bütün ümmet, Allah tealanın kitabının açık hükmüyle, ehl-i ki­tap olan kadınlarla evlenilebileceğİ hususunda ittifak etmişlerdir. Resulullah’tan gelen hadis-i şerifler de bunu beyan etmişlerdir. Diğer yandan, Hz Ömer’den, yukarıda zikredilenin aksine bir rivayet, daha sağlam senetlerle rivayet edilmiş- -tir. Mesela, Zeyd b. Vehb, Hz. Ömer’in şöyle dediğini nakletmiştir. “Müslüman erkek, Hrıstiyan bir kadınla evlenebilir. Fakat Hristiyan bir erkek, Müslüman bir kadınla evlenemez.” Zeyd sözlerine devamla demiştir ki: “Ömer’in, Talha ve Huzeyfe’nin, Yahudi ve Hıristiyan kadınlarla evlenmelerini hoş görmemesi, in­sanların bu iki sahabeye uymalarından ve müslüman kadınlarla evlenmekten vaz geçeceklerinden korkmasındandır. Veya bunun dışında başka bir sebepten­dir. Bu yüzden Ömer onlara, bu hanımlarını serbest bırakma]arını emretmiştir. Nitekim bu hususta ŞaViiyk şunları nakletmiştir. “Huzeyfe, Yahudi bir kadınla evlendi. Ömer ona mektup yazarak “Kadını bırak” dedi. Huzeyfe de ona bir mektup yazarak “Sen, bunun haram olduğunu zannederek mi benim kadını bı­rakmamı istiyorsun?” dedi. Bunun üzerine Ömer: “Onun haram okhığnu sanmı­yorum fakat ben, onların karşısında mümin kadınları ezik düşüreceğinizden kor­kuyorum.” diye cevap verdi.

Bu hususta, Cabir b. Abdullah da Resulullah’m şöyle buyurduğunu riva­yet etmiştir.: “Bitz, chl-i kitabın kadınlarıyla evleniriz. Fakat onlar bizim kadınlarımızla cvlcncmczlcr.”

Taberi diyor ki: “Her ne kaüar Cabirden rivayet edilen bu hadisin senedi­nin sağlamlığında bir eleştiri varsa da bu hadisi almak, Şehr b. Havşebin, Ab­dullah b. Abbastan naklettiği sözü almaktan daha evladır. Zira, ehl-i kitap ka­dınlarla evlenilebileceği, ümmet arasında ittifak edilen bir konudur.

Âyet-i kerimede, “Mümin bir cariye, hür olan müşrik bir kadından daha hayırlıdır.” Duyurulmaktadır. Süddi, âyetin bu bölümünün Abdullah b. Revaha hakkında nazil olduğnu söylemiştir. Abdullah’ın, siyah bir cariyesi bu-lunuyOTdu. Bit gün, Abdullah onu kızarak yüzüne bir tokat vardu. Sonra da ko­şup Resulullah’a söyledi Resulullah ona: “Ey Abdullah o nasıl bir cariye?” diye sordu. Abdullah da: “Ey Allah’ın Resulü, o orucunu tutuyor, namazını kılı­yor, abdestini alıyor ve Allah’tan başka hiçbir ilah bulunmadığına, senin de Al­lah’ın Peygamberi olduğuna dair şehadet getiriyor.” dedi. Bunun üzerine Resu­lullah, “Bu mümin bir kadındır.” dedi. Abdullah, “Seni hak Peygamber ola­rak gönderene yemin ederim ki, Ben onu mutlaka azad edecek ve mutlaka onun­la evleneceğim.” dedi ve bu dediğini de yaptı. Bunun üzerine bazı müslümanlar onu ayıplayarak dediler ki: “Bu adam bir cariye ile evlendi.” O zamanda mü­minler müşriklerin soylarına rağbet ederek kendi kadınlarını müşriklerle evlen­dirmeyi, kendileri de müşrik kadınlarla evlenmeyi istiyorlardı. İşte bunun üzeri­ne Allah teala” Mümin bir cariye hür olan müşrik bir kadından daha hayır­lıdır. Hür olan müşrik kadın, hoşunuza gitse bile. Müşrik erkekleri de iman etmedikçe mümin kadınlarla evlendirmeyin. Mümin bir köle., hür olan müşrik bir erkekten daha hayırlıdır. Müşrik olan erkek, hoşunuza gitsc bile.” âyetini indirdi. Ve mümin kadınların, müşrik erkeklerle, (ehl-i kitap olsun veya olmasın) evlenemeyeceklerini kesin olarak bildirdi. [27]

 

222- Ey Muhammed, sana kadınların hayız halinden soruyorlar. De ki: “O eziyettir. Hayız halindeyken kadınlardan uzaklasın ve temizlenince­ye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikten sonra, Allahın size emrettiği yerden yaklaşın.” Şüphesiz ki, Allah , tevbe edenleri de sever, temizlenenle­ri de sever.

Ey Muhammed, ashabın sana, kadınların hayız halinden soruyorlar. On­lara de ki: “Hayız, kokusunun çirkinliği, kirliliği ve pis oluşu gibi sebeplerle eziyet veren bir haldir. Hayızlı günlerinde kadınlarla cinsi münasebette bulun­maktan kaçının. Hayızdan temizlenip yıkanmadikça onlarla cinsi münasebette bulunmayın, kadınlar, hayizları kesilip su ile yıkanarak temizlenince onlara Al­lahın izin verdiği ön taraftan yaklaşın. Şüphesiz ki Allah, itaatına yönelenleri, maddi ve cünüplük gibi manevi pisliklerden temizlenenleri sever.

Âyeti kerimede: “Ey Muhammed, sana kadınların hayız halinden

soruyorlar” buyurulmaktadır. Sahabilerin bu hususu Resulullahtan sormaları­nın sebebi hakkında iki görüş zikredilmiştir.

a- Katade ve Rebi’ b. Enese göre sahabilerin bunu Resulullahtan sormala­rının sebebi, bu âyet inmeden önce insanların, âdet gören hanımlanyla âdet ha­lindeyken aynı evde kalmamaları ve onlarla birlikte yeyip içmemeleridir. Onla­rın bu sorusu üzerine Allah teala bildirmiş oldu ki, adetli olan kadınların adetli hallerinde onlarla sadece cima etmek yasaktır. Onlarla birlikte oturup kalkmakta ve yeyip içmekte herhangi bir sakınca yoktur.

Enes b. Mâlik diyor ki:

“Yahudiler, kadın hayızlı iken onunla birlikte bir şey yemiyor, içmiyor ve onunla evde oturmuyorlardı. Sahabiler Resulullahtan bunu sordular ve bunun üzerine Allah teala: “Ey Muhammcd, sana kadınların hayız halinden soru­yorlar. De ki: “O, eziyettir, ilayız halindeyken kadınlardan uzaklasın ve temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikten sonra onlara, Allanın emrettiği yerden yaklaşın. Şüphesiz ki Allah, tevbe edenleri de se­ver, temizlenenleri de sever.” âyetim indirdi. Resulullah da insanlara “Âdet halindeki kadınlarla cinsi münasebet dışında her şeyi yapın.” buyurdu[28]

b- Mücahidden nakledilen diğer bir görüşe göre, sahabilerin, âdet halinde bulunan kadınlardan sormalarının sebebi şu idi. İnsanlar, kadınlar adetli iken onlara âdetü olan ön taraflarını bırakıp arkadan yaklaşıyorlardı. İşte bunun üze­rine Allah teala, insanlara, hayızlı iken kadınlarına yaklaşmamalarını, onlara an­cak hayızdan temizlendikten sonra ve ön taraflarından yaklaşabileceklerini be­yan etti ve arkadan yaklaşmalarını haranı kıldı. Süddi, bu âyette som sorduğu zikredilen kimsenin, Sabit b. Dehhak el-Ensari okluğunu rivayet etmiştir.

Âyet-i kerimede: “De ki o, eziyettir.” buyurulmaktadır. Buradaki eziyet­ten maksat, âdetin korkusunun çirkin ve tiksindirici oluşu ve necis oluşudur.

Süddi ve Katade, buradaki “Eziyettir” ifadesinden maksadın “Murdardır” demek olduğunu, Mücahid ise bundan maksadın “Kan” demek okluğunu zikret­mişlerdir.

Âyet-i kerimede. “Hayız halindeyken kadınlardan uzaklasın.” buyu­rulmaktadır. Müfessirler burada zikredilen, “Kadınlardan uzaklaşmanın” ne de­mek olduğu hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir:

a- Abdullah b. Abbas ve Üheyde es-Selmaniden rivayet edilen bir görüşe göre burada zikredilen “Kadınlardan uzaklaşmaktan maksat, âdet halindeyken, kadının vücudundan uzak durmak ve ona dokunmamaktır. Zira Allah teala bu­rada “Uzaklasın” ifadesini mutlak olarak kullanmış ve buna herhangi bir kayıt getirmemiştir. Bu itibarla onların tüm vücutlarından uzak olmak gerekir..

Nüdbe diyor ki: “Beni, ya Meymune.bint-i Haris veya Hafsa bint-i Ömer Abdullah b. Abbasın hanımına gönderdi. Ben, Abdullah b. Abbasın hanımının döşeğinin, Abdullah b. Abbasın döşeğinden ayrı olduğunu gördüm. Bunların, birbirlerinden uzak durmalarından dolayı böyle yaptıklarını zannettim. Abdul­lah b. Abbasın hanımına, kendi döşeği ile kocasının döşeğinin ayrı olmasının sebebini sordum. O da bana dedi ki: “Ben adetliyim. Adetli olduğum zaman dö­şeğimi ayınnm.” Geri dönüp meselyi Meymuneye veya Hafsaya anlattım. O be­ni tekrar Abdullah b. Abbasa gönderdi. Ona şunları söylememi istedi: “Annen (müminlerin annesi) sana diyor ki: “Yoksa sen Resulullahm sünnetinden yüz mü çevirdin? Allaha yemin olsun ki Resulullah, hanımlarından biri hayızlı iken onunla bir yatakta yatardı. İkisinin arasında, dizlerine kadar örten elbiseden baş­ka bir şey yoktu.”

b- Hz. Aişe, Ümmü Seleme, Hasan-ı Basri, Mücahid, Âmir eş-Şa’bî, İkri-me ve Abdullah b. Abbastan nakledilen ikinci bir görüşe göre, adetli bir kadın­dan uzaklaşma, sadece onun, eziyet veren yeri olan kanın geldiği yerden uzak­laşmadır. Âdet gören kadının, avret mahallinin kapalı olması şartiyle bütün vü­cudu kocası için helaldir. Bu hususta Mesruk diyor ki: “Ben, Aişeden, adetli ol­duğu zaman kadının erkeğe neresi helal olur?” diye sordum. O da: “Cinsi müna­sebette bulunma dışında her şey.” diye cevap verdi. Ebu Kılabe diyor ki: “Mes­ruk bineğine binip Hz. Aişenin yanına varmış ve ona: “Peygambere ve ehl-i beytine selam olsun.” demiştir. Hz. Aişe de “Hoş geldin ey Ebu Aişe.” demiştir. Orada bulunanlar, Mesrukun, Aişenin yanma girmesi için izin vermişler o da gi­rip “Ben senden bir şey sormak istiyorum. Fakat sormaya utanıyorum.” demiş­tir. Bunun üzerine Hz. Aişe “Ben senin annenim sen de benim oğlumsun.” de­miştir. Bunun üzerine Mesruk, “Adetli olan karısının, erkeğe neresi helaldir?” diye sormuş Hz. Aişe’de ona: “Avret yeri hariç her şeyi helaldir” demiştir.

Bu görüşte olanların delilleri, Resulullahm, adetli olan hanımlarına do­kunduğunu bildiren, tevatür derecesindeki haberlerdir. Şayet adetli olan kadının hiçbir yerine dokun utmaması gerekli olsaydı Resulullah bunu yapmazdı. Fakat Resulullahm dokunması, cima etme dışındaki dokunmalardı. Bu itibarla adetli kadınla cima etme haram fakat vücudunun diğer yerlerine dokunma ise caizdir.

c- Abdullah b. Abbas ve Şüreyh el-Kadi’den rivayet edilen diğer bir görü­şe göre adetli olan kadına dokunulmam asından maksat, onun, dizkapağı ile gö­beği araşma dokunmamaktır. Zira bu hususta Resulullahtan, sahih olan çeşitli hadis-i şeritler zikredilmiştir. Bu hususta Hz. Meymune diyor ki:

“Resulullah (s.a.v.) Hayızlı olan hanımlarından herhangi birine dokunmak istediğinde ona emrederdi o da dizi ile göbeğinin arasını, örten bir şey gi-yerdi[29]Diğer bir rivayetle Meymune şöyle demektedir:

“Resulullah, hayızh olan hammlanna,diz ile göbek arasına elbise üzerin­den dokunurdu.’[30]

Hz. Aişe diyor ki:

“Bizden birimiz, hay izli okluğumuz zaman Resulullah ona hayızh ânının başlangıcında dizi ile göbeği arasında bir şey giymesini emrederdi. Sonra ona dokunurdu. Sizden hanginiz ResuluHahın hakim okluğu kadar nefsine hakimdir? [31]

Taberi de yukarıda zikredilen hadislerin sahih olduklarım beyan ederek bu görüşü tercih etmiştir.

Âyet-i kerimede geçen ve “Temizleninceye kadar” diye tercüme edilen ifâdesindeki kelimesi kurralar tarafından iki şekilde okunmuştur:

a- Bazı Kurralar bunu şeklinde okumuşlar, mânâsının da: “Te­mizleninceye kadar” demek olduğunu söylemişlerdir. Bu kıraata göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: “Sizler, âdet gören hanımlarınıza hayız kanlan ke-iîip temizlenmelerine kadar yaklaşmayın.” Bu izaha göre, hayız” halinden te­mizlenen kadın, yıkanmadan kocasına helaldir. Bu görüş, Süfyan es-Sevri ve İknmeden nakledilmiştir.

b- Diğer bir kısım kurralar ise âyetin bu bölümünü ( şeklinde okumuşlar ve mânâsının: “Kendilerini temizleyinceye kadar” demek olduğunu söylemişlerdir. Taberi de bu kıraat şeklini tercih etmiştir. Ancak bu görüşte olan âlimler, âdet gören kadınların, kendilerini temizlemelerinden m ak­satın ne olduğu hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir.

Bazılarına göre burada, kadınların kendilerini temizlemelerinden maksat, adet halinden sonra bütün vücutlarını yıkayıp banyo yapmalarıdır. Kadınlar an­cak bundan sonra kocalarına helal olurlar.

Diğer bazılarına göre ise, kadının sadece âdet gördüğü avret mahallini yı-kamasıdir. Kadın bundan sonra kocasına helal olur.

Taberi, yıkandıktan sonra temizlenmiş olacaklarını söyleyen görüşü ter­cih etmiştir.

Âyet-i kerimede: “Temizlendikten sonra Atlahın emrettiği yerden yaklaşın” Duyurulmaktadır. Burada zikredilen “Temizlenmek”ten maksat, Ab­dullah b. Abbas, Mücahid. Süfyan es-Sevri, Hasan-ı Basri ve İbrahim en-Nehai-ye göre “Yıkanmak”tır. Kadınlar âdet hallerinden temizlendikten sonra yıkan­ın ad ıkç a kocalarına helal değildirler.

Tavus ve Mücahidden nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen “Temizlenmekten” maksat, kadınların sadece abdest almalarıdır. Buna göre âdetten temizlenen kadınlar, abdest aldıkları takdirde kocalarının kendilerine yaklaşmaları caizdir.

Taberi birinci görüşü tercih etmiş ve adetli kadının lam olarak temizlen­mesi için yıkanmasının gerekli olduğunda ittifak edildiğini, buradaki, “Temiz-lcnmek”ten maksadın da böyle bir temizlik olduğunu söylemiştir. Zira “Temiz­lendikten sonra” ifadesinden, şu iki şeyden birini anlamak mümkündür:

a- “Necasetten temizlendikten sonra” demektir. Ayete bu şekilde mânâ verildiği takdirde, kadınlar âdetten kesilir kesilmez abdest almadanda onlara yaklaşilabileceğine hüküm verilini.1; olur ki bütün âlimler bu dunımda kadınlara yaklaşmanın caiz olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir.

b- Bu ifadeden anlaşılabilecek ikinci mânâ ise şudur: “Kadınlar namaz için temizlendikleri zaman onlara Allanın emretiği yerden yaklaşın.” Adet gören kadınların, yıkanmadan, sadece abdest alarak namaz kılamayacakları hususunda icma bulunduğundan bu âyette zikredilen “Temizlenmek”ten maksadın da “Na­maz için temizlenmek” olduğu ve bu temizlenmenin de yıkanmakla gerçekleşe­ceği ortaya çıkmış olur.”

Âyet-i kerimenin: “Allanın emrettiği yerden yaklaşın” bölümü, müfes-sirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir:

Abdullah b. Abbas, İkrime, Mücahid, Süfyan es-Sevri, Katade, Rebi’ b. Enes ve İbrahim en-Nehaiye göre bu ifadeden maksat şudur: “Siz, hanımlarınıza temizlendikten, adetli iken yaklaşmamanın emrediİtliği yerden yaklaşın. Yani on taraftan yaklaşın.” demektir, buna göre kadınlara, tabii olan cinsel organla­rından yaklaşmayanlar, Allanın bu emrini terkeden ve koyduğu sınırları aşan kimselerdir.

Abdullah b. Abbas, Ebu Rezin, İkrime, Katade, Süddi ve Dehhaktan naK-ledilen diğer bir görüşe göre “Allahın size emrettiği yerden yaklaşın” ifadesin­den maksat, Allahın size emrettiği yönüyle kadınlara yaklaşın, yani, adetli iken değil, temizlendikten sonra yaklaşın.” demektir.

İbn-i Hanefiyye’ye göre ise bu ifadeden maksat, kadınlara, Allahın emret­tiği nikâhla yaklaşın, nikâhsız yaklaşmayın.” demektir.

Taberi bu görüşlerden “Kadınlarınıza temiz iken yaklaşın, adetli iken yaklaşmayın.” diyen görüşün daha evla olduğunu söylemiştir.

Âyet-i kerimenin sonunda: “Şüphesiz ki Allah, tevbe edenleri de sever temizlenenleri de sever.” buyurulınaktadir. Burada zikredilen “Temizlenenler” ifadesinden neyin kastedildiği hakkında farklı görüşler zikredilmiştir:

Ataya göre buradaki “Temizlenen”lerden maksat, “Su ile temizlenenler” demektir. Yani yıkanıp namaz için temizlenenler nbdest alanlar.” demektir.

Mücahidden nakledilen başka bir görüşe göre, bu nida zikredilen “Temiz-lenenler”den maksat, hanımlarına arkadan, tabii olmayan yerden yaklaşmayan­lardır. Bunlar “Temiz olanlar” diye vsaıflandırılmiş ve Allahın sevgisine mazhar oldukları zikredilmiştir.

İbn-i Cüreyc’in, Mücahidden naklettiği başka bir görüşe göre burada zik­redilen “Temizlenenler”den maksat, günahlarından tevbe etlikten sonra tekrar günah işlemeye dönmeyenlerdir.

Taberi buradaki “Temizlenenlerden maksadın, su ile namaz için temizle­nenler olduğunu söyleyen görüşün tercihe şayan olduğunu zikretmiştir. Zira “te­mizlenme” kelimesinden akla ilk gelen şey, su ile temizlenmedir. [32]

 

223- Kadınlarınız sizin tarlanızdır. O halde tarlanıza istediğiniz şe­kilde yaklaşın. Kendinize ilerisi için hazırlık yapın ve Allahtan korkun. Ki­lin kî ona mutlaka kavuşacaksınız. Ey Muhammcd, sen müminleri müjde-

Kadınlarınız sizin, çocuklarınızı yetiştirdiğiniz tarlanızdır. O halde kadın­larınıza normal cins-i temas yolundan olmak şartıyla, istediğiniz gibi ve istediği­niz taraftan cinsi münasebette bulunun. Kendinize âhiret için salih ameller ha­zırlayın. Ve Allanın koymuş olduğu hudutları aşmak ve isyana yaklaşmaktan korkun. Bilin ki âhirette ona kavuşacaksınız. O size, amellerinizin karşılığım verecektir. Ey Muhammed, kıyamette kurtulacakları ve cennette ebedi kalacak­ları hususunda müminleri müjdele.

* Yahudiler diyorlardı ki:

“Kişi, hanımı yi n normal yoldan da olsa arka taraftan cinsi münase­bette bulunursa doğacak çocuk şaşı olur.” İşte bunun üzerine: “Kadınları­nız sizin tarlanı/dır. O halde tarlanıza istediğiniz şekilde yaklaşın.” âyeti nazil oldu. [33]

“Kadınlarınıza istediğiniz şekilde şaklasın.” ifadesindeki “İstediğiniz şe­kilde” kelimesinden maksat, çocuğun dölleneceği ve doğacağı yerden olmak şartıyla istediğiniz yerden ve istediğiniz şekilde yaklaşın.” demektir. O yol da ön taraftır, arka taraf değildir.

Taberi diyor ki: “Yani nasıl isterseniz. Ayakta iken, otururken veya yan yatarken, fakat sadece ön yoldan yaklaşın. Çünkü neslin ürediği ve doğduğu yol sadece orasıdır, başka yer değildir. Bazı cahiller ise “İstediğiniz şekilde” ifade­sini, “İstediğiniz yerden” diye anlamaktadırlar. Bu, çok yanlış bir anlayıştır.

Ali b. Talk diyor ki:

“Bir Bedevi Resulullaha geldi ve şöyle dedi: “Ey AH ahin Resulü, bizden bazıları çöllerde bulunduğunda yelleniyor yanımızda su da az bulunuyor (Bu durumda abdest almamız gerekir mi?) Resulullah; “Sizden biriniz yellendiğinde abdeset alsın. Kadınlara makatlarından yaklaşmayın. Allah, hakkı söylemekten çekinmez” buyurdu[34]

Diğer bir hadis-i şerifte de Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur:

^Hanımına makattan yaklaşan melundur [35]

Bu âyet-i kerime, kadınlara makattan yaklaşmanın haram olduğuna delil­dir. Çünkü arka yol, neslin doğum yoluyla meydana geldiği tabii yol değildir.

Taberi, âyet-i kerimeyi, diğer âyetlerde olduğu gibi çeşitli görüşleri zikre­derek açıklamıştır. Bu açıklamalar da özetle şöyledir: Âyet-i kerimede geçen ve “İstediğiniz şekilde yaklaşın” diye tercüme edilen ifadesi, müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir:

1- Abdullah b. Abbas, Mücahid, İkrime, Übey b. Kâ’b, Mürre el-Heme-dani ve Süddiden nakledilen bir görüşe göre ifadesinden

maksat, kadınlara arkalanndan ve adetli iken yaklaşmamak şartıyla nasıl diler­seniz öyle yaklaşın” demektir. Yani onlara normal cinsi temas yolundan olmak şartıyla istediğiniz şekilde ve istediğiniz taraftan yaklaşın.” demektir. Bu görüş­te olanlar delil olarak şunu zikretmişlerdir. Bu âyet-i kerime, Yahudilerin, ka­dınlara tabii yoldan olmak üzere arkadan yaklaşmaya karşı çıkmaları üzerine nazil olmuş ve onlara, tabii yoldan olmak üzere önden de arkadan da yaklaşıla­bileceğini beyan etmiştir. Bu da âyet-i kerimenin bu izah şeklinin doğru olduğ-nu göstermektedir. Bu hususta Mücahidin şunları söylediği rivayet edilmekte­dir: “Ben, Kuran-ı kerimi fatihadan sonuna kadar Abdullah b. Abbas’ın öünde üç kere okudum. Ben onu, her âyetin sonunda durdurup ona âyetin mânâsını soruyordum. Nihayet bu âyet-i kerimeye geldik. Abdullah b. Abbas dedi ki: “Kureyş kabilesinin şu kolu Mekke’de kadınları her şekilde yatılıyorlardı ve onların tabii cinsel organlarından olmak üzere önden üe arkadan da ilişki kuru­yorlardı. Kureyşliler Medineye gelince Ensardan olan kadınlarla evlendiler? Onlara da Mekke’deki kadınlara yaptıkları gibi davranmak istediler. Fakat En­sardan olan kadınlar buna karşı çıktılar ve dediler ki: “Bu bize daha önce yapılmayan bir şeydir.” Bu davranış, insanlar tarafından duyuldu. Olay Resulullah’a kadar ulaştı. Bunun üzerine Allah teala: “Kadınlar sizin tarlanızdır. Siz, tar­lanı/, a nasıl isterseniz öyle yaklaşın.” âyetini indirdi. Yani, ön yoldan olmak üzere isterseniz arkadan yaklaşın. İsterseniz önden yaklaşın. İsterseniz diz çöke­rek yakalşın.” demekti r. [36]

Cabir b. Abdullah diyor ik:

“Yahudiler “Kişi, hanımıyla ön yoldan olmak üzere fakat arka tarafından ilişki kurarsa doğacak çocuk şaşı olur.” diyorlardı. İşte bunun üzerine “Kadınlar sizin tarlanızdır o halde tarlanıza istediğiniz şekilde yaklaşın.” âyeti nazil oldu. [37]

Abdurrahman b. Sabit diyor ki:

“Ben, Abdurrahmanin kızı H af sanın yanına vardım ve dedim ki: “Ben senden bir şey soracağım amma onu sormaktan utanıyorum.” Hafsa dedi ki; “Ey kardeşimin oğlu utanma.” Ben de: “Sorum, kadınlara tabii yoldan olmak üzere arkadan yaklaşmaktfr.” dedim. Hafsa dedi ki: “Ümmü Seleme bana anlattı ki Ensar, kadınları yüzükoyun yatırarak onlara yaklaşmazlardı. Zira Yahudiler: “Kim karısını yüzükoyun yatırarak ona yaklaşırsa çocuğu şaşı olur.” diyorlardı. Muhacirler Medineye gelince Ensardan kadınlarla, evlendiler, Oniar, hanımlarını yüzükoyun yatırarak yaklaşmak istediler. Bir kadın bu hususta kocasının isteği­ni reddetti ve ona dedi ki: “Ben, Resulufİaha varıp bunu sormadıkça bunu yapa­mazsın,” Kadın, Ümmü Selemenin yanına varıp meseleyi ona anlattı. Ümmü Seleme ona: “Resulullah gelinceye kadar otur bekle.” dedi. Resulullah gelince de o kadın sorusunu sormaktan utandı ve dışarı çıktı. Meseleyi Resulullaha Üm­mü Seleme anlattı. Resulullah “Ensarlı kadını çağır.” dedi. Ümmü Seleme kadı­nı içeri çağırdı. Resulullah da ona: “Kadınlar sizin tarlanızdır. O halde tarlanıza istediğiniz şekilde yaklaşın.” âyetini okudu ve “Tek yoldan.” dedi. [38]

Abdullah b. Abbas diyor ki;

“Bir gün Ömer Resulullaha geldi ve “Ey Allanın Resulü, ben helak ol­dum.” dedi. Resulullah: “Seni helak eden şey nedir?” diye sordu. Ömer de: “Ben bu gece palanımı ters çevirdim (Yani hanımıma tabii yoldan olmak üzere arka taraftan yaklaştım) dedi.” Resulullah ona herhangi bir cevap vermedi ve şu âyet nazil oldu. “Kadınlar sizin tarlanındır. O halde tarlanıza istediğiniz şekilde yaklaşın.” Yani, ister önden yak)aş,istcr arkadan yaklaş, fakat makattan (anüsten) yaklaşmaktan ve adetli iken yaklaşmaktan kaçın. [39]

2- Abdullah b. Abbas, İklime. Rebi’ b. Enes ve Mücahiıklen nakledilen diğer bir görüşe göre ifadesinden maksat, “Ne şekilde isterse­niz.” demektir. Yani. kadınlara tabii yollarından yaklaşmanız şartıyla onlarla istediğiniz şekilde temasta bulunabilirsiniz.” demektir.

3- Dehhak ve Abdullah b. Abbastan nakledilen başka bir görüşe göre ifadesinden maksat, “Ne zaman dilerseniz.” demektir. Yani, ka-dınlanmz âdetlerinden temizlendikten sonra onlara, dilerseniz gece, dilerseniz gündüz yaklaşabilirsiniz.” demektir. Bu hususta Said b. Cübeyr diyor ki: “Ben ve Mücahid, Abdullah b. Abbasın yanında oturuyorduk. O anda ona bir adam geldi yanına dikildi ve dedi ki: “Ey Ebul Fadl, sen benim, hayız âyeti hakkında­ki derdime şifa olmaz mısın?” Abdullah b. Abbas da “Evet olurum.” dedi. Adam: “Ey Muhammed, sana kadınların âdet (hayız) halinden soruyorlar.” ‘ âyetini sonuna kadar okudu. “Allanın size emrettiği yerden yaklaşın.” kısmına gelince Abdullah b. Abbas: “Burası kanın geldiği yerdir. Sen hanımına (âdetinden temizlendikten sonra) buradan yaklaşmakla emrolundun.” dedi. Bu­nun üzerine adam: “Ey Ebul Fadl, bundan sonra gelen: “Kadınlarınız sizin Uırla-nızdır. O halde tarlanıza istediğiniz şekilde yaklaşın.” âyeti nasıl olacaktır’?” de­di. Abdullah b. Abbas da “Vay haline, hiç makatta (antiste) etcilecek bir tarla var mı?. Şayet senin söylediğin doğru olmuş olsaydı, adetli iken kadınlara yaklaş­mayı yasaklayan âyet neshedilnıiş olurdu. Zira kadının şurası meşgul olsa siz ona diğer tarafından yaklaşırdınız. Fakat buradaki “İstediğiniz şekilde” ifadesin­den maksat, “Dilediğiniz zaman yaklaşın” demektir.” şeklinde olurdu.” demiştir.

4- Said b. el-Müseyyeb ve Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir gö­rüşe göre burada zikredilen ifadesinden maksat, “Kadınlarınıza, nasıl isterseniz öyle yaklaşın, ister azil yaparak (meniyi dışarıya boşaltarak) yaklaşın isterseniz azil yapmayarak yaklaşın.” demektir.

5- Abdullah b. Ömer ve Atâ b. Yesardan nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen ifadesinden maksat, “Nereden isterseniz” de­mektir. Yani kadınlarınıza tabii yoldan da yaklaşabilirsiniz makattan da.” de­mektir. Bu görüşü, Abdullah b. Ömerden, kölesi Nâfi nakletmiş, oğlu Salimden ise, babasının böyle bir şey söylemediği rivayet edilmiştir. Ayrıca Haris b. Ya-kubun Said b. Yesardan rivayet ettiğine göre Hz. Ömer’in oğlu Abdullaha, cari­yelere makattan yaklaşmanın hükmü sorulunca onun: “Yazık, yazık, mümin böyle bir şey yapar mı?” dediği rivayet edilmiştir. Rebia’nın Said b. Yesardan rivayet ettiğine göre ise Abdullah b. Ömer’in buna izin verdiği rivayet edilmek­tedir.

Ebu Macid-i Ziyadiden de, Nâfi’nin, Abdullah b. Ömerden, kadınlara ma­kattan yaklaşılabileceği şeklindeki rivayetlerde yalan söylediği rivayet edilmiş­tir. Katade, Ebudderdadan böyle bir yaklaşmanın hükmü sorulduğunda onun, “Bunu ancak bir kâfir yapar.” dediğini rivayet etmiş fakat Revh Katadenin bu ri­vayetini, İbn-i Ebi Müleykeye anlatınca o, Revh’â da Katadeye de lanet oku­muştur.

Görüldüğü gibi, Abdullah b. Ömerden nakledilen bu görüş hakkında tabi­iler kendi aralarında ihtilaf etmişlerdir.

Taberi diyor ki: “Bu görüşlerden doğru olanı, bu ifadenin mânâsının, “Kadınlarınıza dilediğiniz yönden yaklaşın.” Yani, tabii yoldan olmak şartıyla kadınlarınıza otururken, ayakta iken, yatarken, eğilirken, ön taraftan, arka taraf­tan yaklaşın.” diyen görüştür. Taberi sözlerine devamla ve özetle şunları zikret­miştir: “Burada geçen kelimesi Arapçada bir şeyin yönü ve yolunu sor­ma edatıdır. Nitekim Hz. Zekeriyya da bu edatı kullanarak Meryeme gelen ye­meklerin hangi yönden ve hangi yolla geldiğini sormuş Meryem de ona: Allah tarafından geldiğini söylemiştir. Olayı anlatan âyette şöyle buyuruiuyor: “Zeke­riyya Meryemin bulunduğu mihraba her girdiğinde onun yanında rızık buldu. Bu sana nereden ey Meryem?” dedi. Meryem de ona: “Allah tarafmdandır.” dedi. [40] Her ne kadar, bir şeyin yönünü sorma edatı olan kelimesinin mânâsı ile bir şeyin yerini sorma edatı olan “Nerede” kelimesinin mânâsı ve bir şeyin durumunu sonu a edatı olan “Nasıl” kelimesinin mânâsı birbirine yakın iseler de aslında bunlar farklı şeylerdir. Fakat bunlann-birbirlerine yakın olmaları, inüfessirlerin bunları birbirlerine kandırmalarına se­bep olmuş ve bu âyette zikredilen kelimesini bazıları bazılan hatta bazıları da ne zaman” mânâlarında izah etmişlerdir. Hal­buki bu kelimelerin farklı oluşları bunlarla sorulan sorulara verilen cevaplarla ortaya çıkmaktadır. Mesela: “Bu mal sana hangi yönden gel­eli?” denildiğinde cevabı: “Şu ve şu yönlerden geldi.” şeklinde olur. “Malın nerede?” şeklinde sorulduğunda cevabı: “Malını filan yerdedir.” şeklin­de ojur. “Halin nasıl?” diye sorulduğunda cevabı “İyiyim” şeklinde olur. İşte bütün bu izahlar gösleriyorki kelimesini “Nereden” “Nasıl” ve “Ne zaman” mânâlarında izah etmek isabetli değil “Ne yönden?” şeklinde izah etmek doğrudur. Bu itibarla bu âyete dayanarak kadınlara makatlarından yakla­şılabileceğini söylemek tutarsızdır. Çünkü âyette “Kadınlara dilediğiniz yerden yaklaşın” Duyurulmuyor, “Dilediğiniz yönden yaklaşın” buyuruiuyor. Yönlerin farklı oluşu, yaklaşılacak yerin farklı oluşunu gerektirmez. Aynı yer de olabilir. Nitekim hadis-i şeritlerde, farklı yönlerden de olsa aynı yere yaklaşılması emre­dilmiştir. Bu da kadınların tabii olan cinsel organlarıdır. Aynca kadınların ma­katlarından hangi ekin (döl) beklenir ki, oraya “Tarla” densin ve kadınlara o yönden yaklaşılması emredilmiş olsun?”

Âyet-i kerimede geçen ve “Kendinize ilerisi için hazırlık yapın” şeklinde tercüme edilen ifadesi iki şekilde izah edilmiştir:

Süddiye göre bu ifadenin mânâsı: “Sizler, âhiretiniz için hayırlı ameller işleyin ve oraya gönderin.” demektir.

Ataya göre ise: “Kadınlara yaklaşmadan önce besmele çekin.” demektir.

Taberi, Süddinin görüşünün tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Zira Al­lah teala,bundan önceki ifadesiyle bir takım şeylerden kaçınılmasını emretmiş­tir. Bu ifadesiyle de salih ameller işlemeyi emretmesi ise daha tabiidir. [41]

 

224- Alkili a yemin ederek onu, iyilik yapmanıza, kendisinden kork­manıza, insanların arasını düzeltmenize engel kılmayın. Allah çok iyi işiten ve çok iyi bitendir.

Allaha yaptığınız yemini, hayır işlemeyi terketmeye vasıta yaparak iyilik­te bulunmaktan, rabbinizden korkmaktan ve insanların arasını iyilikle bulmak­tan geri durmayın. İyi bilin ki Allah, kullarının sözlerini çok iyi işiten, maksat­larını çok İyi bilendir.

Bir kimse yaptığı yemini, iyilik yapmasına naşı! engel kılar? Mesela bi­risinden bir iş yapması istenir o da “Ben o işi yapmamak için Allaha yemin et­tim.” i\tr ve o yeminini, hayır İşlememek ve insanların arasını düzeltmemek İçin bahane yapar. Böylece yeminini, hayır işlemesine engel kılmış olur.

Ayet-i kerimede geçen ve “Allaha yemin ederek onu kendinize engel kıl­mayın.” şeklinde tercüme edilen ifadesi miifessirler ta­rafından farklı şekillerde izah edilmiştir.

a- Tavus, Abdullah b. Abbas, Katade, Said b. Cübeyr, Atâ, Dehhak ve İb­rahim en-Nehaiye göre bu ifadenin mânâsı şudur: “Allaha yemin etmeyi kendi­nize bahane edinmeyin. Yani sizden bir iyilik yapmanız veya Allatılan korkma­yı gerektiren bir davranışta bulunmanız yahutta insanların arasını bulmanız is­tendiği zaman: “Yemin olsun ki ben bunu yapmam” veya “Ben bunu yapmama­ya dair daha önce yemin etmiştim.” demeyin. Böyle yaptığınız takdirde Allaha yemini kendiniz için bir siper etmiş oluyor ve bahane ileri sünnüş oluyorsunuz.” Tavus diyor ki: “Kendisinden, yukarıda zikredilen şeyleri yapması istenen kim­se böyle bir yemini yapmış bile olsa yeminini bozar, bu işleri yapar ve yeminin keffaretini yerine getirir.

Abdullah b. Abbas bu hususta diyor ki: “Bu ayet-i kerime şu gibi insanla­rı beyan etmektedir. Kişi, akrabalarıyla konuşmayacağına veya sadaka verme-

yeceğine yahut kendisiyle dargın olan insanlarla konuşup aralanın düzeltmeye­ceğine dair yemin eder. Kendisinden bunlar istendiğinde ise “Ben bunları yap­mayacağıma dair yemin etmiştim.” der. İşte bu kimsenin yeminini bozması ve yemininin keffaretini yerine getirmesi emredilmiştir.

b- Abdullah b. Abbas, İbrahim en-Nehai, Mücahid, Hz. Aişe, İbn-i Cü-reye ve Mekhulden nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen “Allah;» yemin ederek onu kendinize engel kılmayın.” ifaadesintlen maksat, “Kendi ara­nızda konuşurken Allaha yemin ederek onu, hayırlı işleri yapmamak için kendi­nize bir delil edinmeyin.” Yani, Allahtan korkmayacağınıza dair, akrabalarınıza iyilikte bulunmayacağınıza dair yemin etmeyin. Hayırlı bir amel işlemeyeceği­nize dair, insanların arasını bulmayacağınıza dair yemin etmeyin. Keza, Allanın yasakladığı bir şeyi yapacağınıza dair de yemin edip onu yapmayın. Böyle bir yemin yapacak olursanız onu bozup keffaretini de yerine getirin.”

Taberi diyor ki: “Tercihe şayan olan görüş, “Allaha yemin etmeyi, iyilik­leri yapmama hususunda kendinize delil edinmeyin.” diyen görüştür.”

Ayette zikredilen “İyilik yapmanız” ifadesinden maksat, bazı alimlere gö­re bütün hayırları işlemektir. Taberi tle bu görüşü tercih etmiştir. Diğer bazı âlimlere göre ise sadece akrabalara iyi davranmaktır.

Âyette zikredilen: “Rabbinizden korkmanız” ifadesinden maksat, bazı mufessirlere göre Allah tealadan mutlak şekilde korkmaktır. Yani onun emirle­rini yerine getirme ve yasaklarından kaçınma hususunda ondan korkmaktır. Di­ğer bazı mufessirlere göre ise insanların birbirlerinden kaçınmalarıdır. Yaniu Alhha yemin ederek birbirlerine yapacakları iyilikten kaçınmalarıdır.

Âyet-i kerimenin sonunda: ” AUah çok iyi işiten ve çok iyi bilendir” buyurulmaktadır. Bu ifade Allah teala tarafından kullan için bir uyarı ve bir tehdit­tir. Yani şunu ifade eder: Ey insanlar, sizler dillerinizle, organlarınız ve kalbi­nizle emirlerime karşı davranışlarda bulunmayın. Aksi halde size tanıtmış oklu­ğum cezama layık olursunuz. Çünkü ben, sizin fısıltılarınızı da işiten, gizledik­lerinizi de bilenim. Yaptığınız hiç bir şey benden gizli kalamaz.”

Bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi olarak şu olay zikredilmektedir: Abdul­lah b. Revaha ile damadı Beşir b. Nuam birbirlerine danlmışlar, Abdullah da­madının yanına gitmemeye, onunla konuşmamaya, onun hasmiyla olan dargınlı­ğını barıştırmamaya yemin etmişti. Kendine “Niçin böyle yapıyorsun?” diyenle­re “Ne yapayım Allaha yemin ettim, yeminimden dönemem.” diye cevap veri­yordu. İşte bu âyet bu olay üzerine nazil olmuştur.

İbn-i Ciireyc ise bu âyetin nüzul sebebi olarak Hz. Ebubekirin, Hz. Aişc-ye iftira olayına kansan Mıstah’a yardımını keseceğine dair yemin etmesi oklu­ğunu söylemiştir. [42]

 

225- Allah sîzi, gelişi güzçl yaptığınız yeminlerinizden değil fakat kainlerinizin kazandığından dolayı sorumlu tutar. Allah, çok bağışlayan ve çok yumuşak davranandır.

Allah sizi, kasıtsız olarak ağızlarınızdan çıkan yeminlerinizden sorumlu tutmaz.” Hayır vallahi, evet billahi” şeklinde söylenen sözler gibi. Fakat Allah, kasıtla, bilerek yaptığınız yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutar. Yalan yere yemin etmek veya günaha sebep olacak şekilde yemin etmek gibi. Allah, bağış­laması geniş olandır, yumuşak davranandır. Kullarına ceza vermekte acele et­mez.

Bu âyet-i kerimede zikredilen ve “Gelişi güzel yaptığınız yeminler” şeklinde tercüme edilen “Yemin-i Lağiv”den neyin kastedildiği hakkında mü-fessirler farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbas, Hz. Aişe, Şa’bi, İkrime ve Mücahide göre burada zikredilen “Yemin-i Lağiv”den maksat, insanların kasıtsız bir şekilde konuşma­larında gelişi güzel söyledikleri “Hayır vallahi evet billahi” şeklindeki sözleri­dir. Bu hususta Hz. Aişe (r.anh). Resulullahın şöyle buyurduğunu söylemiştir:

“Yemin-i Lağiv, kişinin, evinde “Hayır vallahi, evet billah[43]görüşe olaıı âlimlere göre bu gibi yeminleri yapanların yeminleri boş olduğundan bunlar için herhangi birkeffaret gerekmez.

b- Ebu Hureyre, Abdullah b. Abbas, Süleyman b. Yesar, Hasan-ı Basri, Mücahid, İbn-i Ebi Neciyh, İbrahim en:Nehai, Ebu Mâlik, Ziyad, Katade, Züra-re b. Evfa, Süddi, Rebi’ b. Enes, Yahya b. Said, İbn-i Ebi Talha ve Mekhul’e gö­re bu âyette zikredilen “Yemin-i Lağiv”den maksat, kişinin, bir şeyin doğru olduğunu zannederek yemin etmesidir. Halbuki o şey yeminin aksinedir. Mesela bir kimse “Allaha yemin olsun ki bu ev falan kişiye aittir.” diye yemin eder. Sonra da o evin o kişiye ait olmadığı ortaya çıkar. Böyle bir yemini yapana da keffaret gerekmez.

c- Abdullah b. Abbas ve Tavustan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen yemi-i lağivden maksat, kişinin öfke halinde, kasıtsız bir şekil­de, gelişigüzel konuşarak yemin etmesidir. Bunlara göre böyle bir yemini yapa­na da keffaret yoktur.

Abdullah b. Abbas, Resulullahın “Öfkeli halde yemin yoktur” (Bu hakle yapılan yemin geçerli değildir) buyurduğunu rivayet etmiştir,

d- Said b. Cübeyr, Mesruk ve Şa’bîye göre bu Ayette zikredilen yemin-i lağivden maksat, kişinin, Allanın yasakladığı bir şeyi yapmaya veya emrettiği bir şeyi yapmamaya dair yapmış olduğu yemindir. Böyle bir yemin yerine geti­rilmez ve keffaret de ödenmez. Halid b. İlyas diyor ki; “Babaannem, oğlu Ebul Cehm’in kızı ile konuşmayacağına dair yemin etmişti. Sonra o, Said b. EI-Mü-seyyeb, Ebubekir ve Urve b. Zübeyr’e gitti. Onların hepsi de: “Günah işleme hakkında yemin yoktur, yemini bozması halinde yemin edene keffaret gerek­mez.” dediler. Yani bunlar da bu gibi yeminlerin bozulması halinde keffaret ge­rekmeyeceğini söylemişlerdi. Bu görüşte olanlar, delil olarak şu hadis-i şerifleri zikretmişlerdir.

“Abdullah b. Amr diyor ki:

“Resulullah şöyle buyurdu: “Kim, bir günah işleyeceğine dair yemin ede­cek olursa onun yemini geçerli değildir. Kim, akrabalık bağını koparacağına da­ir yemin edecek olursa onun yemini geçerli değildir. [44]

Hz. Aişe (r.anh) diyor ki:

“Resulullah şöyle buyurdu: “Kim, bir akrabalık bağını koparma hususun­da veya doğru olmayan bir şey hakkında yemin edecek olursa onun. yeminini muhafaza etmesi, onu devam ettinnemesidir. [45]

c- İbrahim en-Nehai, Mücahid ve Hz. Aişeden nakledilen diğer bir görüşe göre, yemi-i lağivden maksat, kişinin, konuşması sırasında, kasıtsız bir şekilde yaptığı ve kendisini bağlamayacağına inandığı yemindir. Bu hususta Mücnhid diyor ki: “Burada zikredilen “Yemin-i lağiv”den maksat, şu iki kimsenin yaptığı şekildeki yeminlerdir. Bunlar bir şey üzerinde pazarlık yaparlar. Onlardan biri: “Vallahi ben bunu senden şu kadara satın almam.” der. Diğeri de: “Vallahi ben bunu sana şu kadara satmam.” der. Hz. Aişe (ra.nlı) diyor ki: “İnsanların, şaka-laşırken, tartışırken ve birbirleriyle kavga ederlerken kasıtsız bir şekilde yaptık­ları yemin, yemi-i lağiv”dir. Bu gibi yeminler için de keffaret gerekmez. Bunİa-rın görüşlerine delil olarak, Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hasanın rivayet ettiği şu hadis-i şerif zikredilmektedir. Hz. Hasan diyor ki: “ResuluIIah, ok atarak birbirleriyle yarışan bir topluluğun yanından geçti. Yanında da sahabilerinden biri bulunu­yordu. Topluluktan bir adam oku attı ve şöyle dedi: “Vallahi hedefe isabet ettir­miştim fakat saptı.” Bunun üzerine Resulullalıııı yanında bulunan ati anı dedi ki: “Ey Allanın Resulü, bu adam yeminini bozdu.” ResuluIIah da: “Hayır, okçuların yemini yemin-i lağivdir. Onların yeminleri için ne bir keffaret vardır ne tle bir ceza.” buyurdu.

f- Zeyd b. Esleme göre ise, yemin-İ lağivden maksat, yemin eden kimse­nin kendi aleyhine beddua olacak şekilde yemin etmesi veya yemin eden kişiyi şirke ve inkâra götürecek şekilde yemin etmesidir. Mesela kişinin: “Eğeıben bu­nu yapmazsın Allah gözümü kör etsin.” veya “Eğer yarın sana gelmezsem Allah beni buradan çıkarıp şuraya soksun.” şeklindeki yeminlerdir. Şayet Allah bu gi­bi yemin yapanları hesaba çekecek olsa bunlar için ne bir çocuk bırakır ne de bir mal.” Yine, “Eğer ben şunu yapmazsam kâfir olayım, yahut müşrik olayım veya Yahudi olayım.” şeklinde yemin eder ve bu yeminini bozacak olursa, ka­sıtsız bir şekilde yemin etmiş olduğu için Allah tarafından hesaba çekilmez.

g- Abdullah b. Abbas ve Dehhaktan nakledilen diğerbir görüşe göre bura­da zikredilen yem-i lağivden maksat, bozularak yerine keffaret verilen yemin­lerdir. Mesela bir insan bir şeyi yapacağına dair yemin etler tle sonra onun ken­disi için zararlı olduğunu görürse yeminini bozar ve yemin keffareti verir. İşte bu tür yeminlere de yemin-i lağiv denilmiştir.

h- İbrahim en-Nehaiye göre ise burada zikredilen, yemin-i lağivden maksat, kişinin unutarak bozduğu yemindir.

Taberi diyor ki: “Arapçada “Lağiv” kelimesinin mânâsı kötü olan bir sö­zü söylemek ve anlamsız bir işi yapmaktır. “Lağiv” kelimesinin boş ve kötü .söz mânâsında kullanıldığı şu âyet-i kerimede görülmektedir. “Onlar boş ve çirkin bir söz işittikleri zaman ondan yüzçevirirler.” Bizim amellerimiz bize sizin amelleriniz sizedir. Bizden emin olun, biz, cahillerden olmak istemeyiz.” der-ler[46] Lağiv kelimesinin, anlamsız bir iş mânâsında kullanıldığı ise şu âyette görülmektedir: “Ve yine Rahman olan Allanın kulları yalan yere şehadet ctmczlcr. Boş söz ve çirkin bir davranışla karşılaştıkları zaman vakarla ora­dan geçip giderler. [47]

Taberi diyor ki: “Madem ki lağiv kelimesinin mânâsı budur o halde her anlamsız yemin bu âyette zikredilen yemiivi lağiv ifadesinin içine girer. Kul böyle bir yemini yapmaktan dolayı ne dünyada keffaret vermekle yükümlüdür ne de bundan dolayı âhirette hesaba çekilir. Ancak yukarıda Said b. Cübeyr ta­rafından zikredilen, Allahın emirlerine karşı gelme veya yasaklarını ihlal etme şeklindeki yemin bu âyetteki yemi-i lağiv kavramına girmez. Zira Said b. Cü-beyrin dediği yemini yapan kimsenin, yeminini bozarak yerine keffaret vermesi gerekir. Halbuki yemin-i lağivde böyle bir şey söz konusu değildir.

Said b. Cübeyrin zikrettiği şekildeki yeminin bozulması halinde ona kef­faret icabedeceği Resulullahın şu hadis-i şerifinden anlaşılmakladır. Rcsulııllah (s.a.v.) buyuruyor ki:

“Kim, bir şey hakkında yemin eder de onu yapmaktansa başka bir şeyi yapmasının daha hayırlı olduğunu görecek olursa, hayırlı olanı yapsın, yeminine keffaret versin. [48]

Ayeti kerimede: “Fakat kainlerinizin kazandığından dolayı sorumlu tutar.” buyurulmaktadır. Müfessirler âyet-i kerimenin bu bölümünün izahında da çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

a- İbrahim en-nehai, Abdullah b. Abbas, Mücahid ve Ata’dan nakledilen bir görüşye göre burada zikredilen “kalblerin kazandığından maksat, kişinin yalan yere ve haksız olarak yapmış olduğu yeminlerdir. Bu gibi yeminleri ya­panların, keffaret vererek sorumluluktan kurtulmaları mümkün değildir. Allah onları, yalan yere yemin ettiklerinden dolayı âhirette cezalandıracaktır. Bunlara göre kalblerin kastettiği yeminler için dünyada keffaret yoktur. Keffaret, yem i-ilagivlev için söz konusudur.

b- Katade, Ata ve Hakemden nakledilen diğer bir görüşe göre de, kalble-rin kazandığından maksat, yemin eden kimsenin, bile bile haksız bir şekilde ve yalan yere yemin etmesidir. Ancak bunlara göre böyle bir yemini yapan kimse­nin keffaret ödemesi gerekir. Görüldüğü gibi bu görüşte olanlara göre kalblerih kastettiği yeminler için keffaret gerekir. Fakat yemi-i lağiv yapanlara keffaret gerekmez.

c- Süddiden nakledilen başka bir görüşe göre “Kalblerin kazandığımdan iki türlü yemin anlaşılmaktadır: Bunlardan biri, “Yemi-i Amd”dır. Yani kalble­rin kasten yapmış olduğu yeminlerdir ki bu tür yeminler bozulduğu takdirde keffaret Ödenir ve kişi yemininin sorumluluğundan kurtulur. Mesela bir insan bir şeyi yapmayı ister de onu yapacağına dair yemin ederse bu, kalblerin kastet­tiği bir yemindir. Kişi bu yeminini yerine getirmemeyi daha hayırlı görür de onu bozacak olursa yerine keffaret Öder ve sorumluluğundan kurtulur. “Kalble­rin kazandığı yemin” türlerinden ikincisi “Yemi-i Ğfımûs”tur. Bu gibi yeminler­de kişi, işini yürütmek için yalan yere yemin eder. Bu tür yeminleri yapan in­sanlara dünyada keffaret icabetmez. Fakat bunların cezası âhirette Allaha kal­mıştır. Allah bunları âhirette dilediği şekilde cezalandıracaktır. Süddinin bu iza­hına göre bu âyet-i keriede geçen ve “Kalblerin kazandığı yemin” olarak ifade edilen yemin şekli ile Maide suresinin seksen dokuzuncu âyetinde geçen ve “Kalblerin kastettiği yemin” şeklinde ifade edilen yemin birbirinden farklıdır. Burada zikredilen “Kalblerin kazandığı yemin”den daha ziyade “Yemini Gâmûs” anlaşılmaktadır. M aide suresinde zikredilen “Kalblerin kastettiği ye-min”den ise “Yemin-i Amd” anlaşılmaktadır.

d- Zeyd b. Eşlem ve oğlu tbn-i Zeyd’e göre ise bu âyette zikredilen “Kalbierinizin kazandığı” ifadesinden maksat, kişinin kalbinde bulunan Allaha ortak koşma ve inkarcılık duygusudur.

Taberi diyor ki: “Bu görüşlerden doğru olan görüş şöyle diyen görüştür. Allah teala bu âyet-i kerimesinde, kalbleriyle yemin kazanan kullarını tehdit et­mektedir. Kalblerin kazandığı yeminden maksat, kişinin, kasıtlı ve bilinçli bir şekilde yapmış olduğu yeminlerdir. Bu tür yeminler de iki kısma ayrılmaktadır.

a- Kasıtlı bir şekilde yemin eden bir kimse bu yemini ile kasıtlı bir şekil­de günah istediğini bilmekte buna rağmen yeminini yapmakladır. Yani. yalan yere yemin etmektedir. İşte böyle bir yemini yapan kimsenin dünyada herhangi bir keffareti yoktur. Cezası, âhirette Allaha kalmıştır. Çünkü bu tür yeminler, bozulabilen yeminler değillerdir ki bozuldukları takdirde keffaret verilsin.

b- Kişi, bir şeyi yapacağına dair bilinçli ve kasıtlı bir şekilde yemin eder. Böyle bir yeminden dönmemesi halinde onun için bir sorumluluk söz konusu değildir. Şayet, yeminini bozacak olursa, kendisine yemin keffareli gerekir.[49]

 

226- Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler, dört ay bekleyebilir­ler. Eğer bu süre içinde yeminlerinden dönerlerse, şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

Kadınlarıyla cinsi münasebette bulunmayacaklarına yemin edenlerin bek­leme süreleri dört aydır. Eğer bu süreden sonra yeminlerinden dönerlerse Allah onları, yapmış oldukları yeminlerinden dolayı affeder. Çünkü o, mümin kulları­na acıyıcıdır.

Kişinin, hanımıyla belli bir süre için cinsi münasebette bulunmayacağı­na dair yemin etmesine “İyla” denir. Müfessirler, erkeğin nasıl bir yemin yap­ması halinde “İyla” yapmış olacağı hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir:

a- Hz. Ali, Abdullah b. Abbas. Hasaıvı Basri, Atfı ve İbn-i Şihab ez-Züh-riye göre kişinin, hanımına zarar vermek için kızgın bir halde, ona yaklaşmaya­cağına dair yenlin etmesi “İyla” sayılır. Bunlara göre kişinin, hanımına zarar vermek için değil de faydalı gördüğü başka bir sebepten dolayı ona yaklaşmaya­cağına dair yemin etmesi “İyla” sayılmaz. Mesela kişi, çocuğunu emziren hanı­mını hamile bırakmamak için ona, çocuğu emzikten kesilinceye kadar yaklaş­mayacağına dair yemin etmesi “İyla” sayılmaz. Çünkü Allah teala “İyla” yapan erkek için takdir ettiği süreyi, erkek tarafından kadına yapılan baskı ve zorlama­dan kadını kurtarmak için bir çıkış yolu kılmıştır.

Erkeğin, karısına yaklaşmayacağına dair yemin etmesinde ona baskıda bulunmayı veya zarar vermeyi kastetmemesi halinde “İyla”nın asıl sebebi mev­cut olmaz. Zira böyle bir durumda erkek, aile efradının ve hanımının menfaatini düşünmektedir. Bu nedenle kadına zarar verme amacını taşımayan “Yaklaşma­ma yeminleri” “İyla” sayılmaz. Bu hususta Ümmü Atiyye diyor ki: “Kocam Cü-beyr bana dedi ki: “Kendi çocuğunla birlikte kardeşimin çocuğunu da emzir.” Dedim ki: “Ben ikisini de birlikte emzirmeye güç yetiremem.” Cübeyr, ben ço­cuğu memeden kesinceye kadar bana yaklaşmayacağına dair yemin etti.

Ben çocuğu memeden kesince Cübeyr onu alıp bir toplantıya götürdü. Çocuğu görenler Cübeyre: “Bunu ne güzel beslemişsiniz.” dediler. O da: “Ben hanıma, çocuğu memeden kesinceye kadar yaklaşmayacağıma dair yemin et­miştim.” dedi. Orada bulunanlar: “Bu bir İyla’dır.” dediler. Bunun üzerine Cü­beyr, Hz. Aliye gitti, ondan bu hususta fetva istedi. AH de dedi ki: “Eğer sen bu yeminini kadına kızdığından dolayı yaptıysan hanımın sana helal değildir. Şayet ona kızarak yapmadıysan o senin hanımındır.”

b- İbrahim en-Nehai, İbn-i Şîrîn ve Şa’bî’ye göre ise, erkeğin, hanımına yaklaşmayacağına dair yapmış olduğu her türlü yemin “İyla” sayılır. Kişinin, öfkeli bir şekilde veya sakin bir halde bunu yapması farketmediği gibi kadına zarar vermeyi veya çocuğu emzirtmesi gibi bir fayda sağlamayı düşünmesi de farketmez. Zira âyet-i kerime “İyla”yı mutlak bir şekilde zikretmiştir. Herhangi bir yemin şekline tahsis etmemiştir. Bu itibarla kişinin, hanımıyla cinsi münase­bette bulunmayacağına dair yaptığı her türlü yemin “İyla”dır.

c- Şa’bi, Hakem ve Said b. el-Müseyyebc göre erkeğin, hanımının hoşuna gitmeyen her yemini “İyla”dır. İsterse kadınla cinsi bünasebette bulunmayacağı­na dair isterse onunla konuşmayacağı gibi hususlara dair yemin etsin. İster öfke­li halinde yemin etsin isterse normal halinde. Bu hususta Şa’binin şöyle dediği rivayet edilmektedir: Kan ile kocasının arasına girecek her yemin iyladır. Mese­la kocasının: “Allaha yemin olsun ki ben seni kızdıracağım.” veya “Allaha ye­min olsun ki ben sana kötü davranacağım.” yahut “Allaha yemin olsun ki ben seni döveceğim.” şeklindeki yeminleri, iyladır.

İbn-i Ebİ Zi’b diyor ki: “Bir adam karısına “Eğer ben seninle bir sene içinde konuşacak olursam sen benden boşsun.” dedi. Sonra bu meseleyi Kasım ve Salime sordular. Onlar da dediler ki: “Eğer sen onunla bir seneden önce ko­nuşacak olursan o senden boş olur. Eğer konuşmayacak olursan dört ay geçtik­ten sonra boş olur.” Bu görüşte olanlar görüşlerine gerekçe olarak şunu zikret­mişlerdir. Allah tealanın, iyla yapan koca için takdir ettiği dört aylık süre, kadı­nın, kocasının sohbet ve muhabbetinden mahrum olmasına engel olması içindir. Bu itibarla kocanın karısıyla konuşmayacağına dair vb. yeminleri yapması kadı­nın kendisiyle olan sohbet ve muhabbetini kesmesi bakımından, kadına yaklaş­mayacağına dair yaptığı yeminden daha aşağı değildir.

Taberi diyor ki: “İyla, erkeğin, hanımıyla cinsi münasebette bulunmaya­cağına dair, iyla müddetinden daha uzun bir süre için yemin etmesidir.” diyen görüş daha evladır. Erkek bu yemini ister normal halinde yapsın isterse gazaplı iken yapsın farketmez.

Ayet-i kerimede “Eğer bu süre içinde yeminlerinden dönerlerse,” bu-yurulmaktadir. Müfessirler, iyla yapan erkeğin yeminlinden nasıl dönmüş olabi­leceği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbas, Mesruk, Âmir eş-Şâ’bi, Said b. Cübeyr, Said b. el- Müseyyeb, Hakem ve Şa’bî’ye göre, hanımıyla cinsi münasebette bulunmayaca­ğına dair yemin eden kimsenin bu yemininden dönmesi sadece hanımıyla cinsi münasebette bulunmasıyla olur. Bunlara göre böyle bir yemini yapan erkek, hapsedildiğinden veya uzun bir yolculuğa çıktığından yahut hasta olduğundan dolayı, iyla müddeti olan dört ay içinde hanımıyla cinsi münasebette bulunmaz­sa hanımı kendisinden boş olur. Görüldüğü gibi bunlar, erkeğin fiilen hanımına dönmesine engel olacak herhangi bir mazereti kabul etmemektedirler.

b- Hasan-ı Basri, İkrime, Ebu Vâil, Zühri, Abdullah b. Mes’ud’ıın, arka­daşları, Alkame, İbrahim en-Nehai, Katade, Hammad, Said b. el-Müseyyeb ve Rebi’ b. Enesten nakledilen diğer bir görüşe göre, .hanımıyla cinsi münasebette bulunmayacağına dair yemin eden kimsenin tekrar hanımına dönmesi, herhangi bir mazereti yoksa, fiilen münasebette bulunmasıyla olur . Şayet bu yemini ya­pan erkeğin, hastalık, yolculuk ve hapsedilme gibi herhangi bir özürü bulunursa veya tam “İyla” süresinin anında hanımı hayızlı veya nifaslı ise bu gibi hallerde erkeğin hanımına dönmesi sözle de olabilir, kalben karar vermesiyel de. Ancak bu âlimlerden bazıları, sözle dönülmesi halinde buna dair iki şahit tutmasını şart koşmuşlardır.

c- İbrahim en-Nehai, Hasan-ı Basri ve Ebu Ktlabeden nakledilen diğer bir görüşe göre, hanımıyla cinsi münasebette bulunmayacağına dair yemin eden kimsenin hanımına dönmesi, dille bunu belirtmesiyle olur. Bir öziirünün bulu­nup bulunmaması farksızdır.

Tabeh diyor ki: “Sahih olan görüş, hanımıyla cinsi münasebette bulun­mayacağına dair yemin eden erkeğin tekrar hanımına dönmesi ancak onunla cinsi münasebette bulunmasıyla olur.” diyen görüştür. Zira yeminin mahiyeti, kadınla cinsi münasebette bulunmamaktır.

Bu yemini bozma da ancak bu yolla olur. Bununla birlikte, kadınla cinsi münasebette bulunmamaya dair özürü bulunan kimsenin, bu yemininden dön­düğünde kalben kaar vermesi de dönme sayılır. Çünkü cinsi münasebette bulun­mak buna gücü yeten için söz konusudur. Buna gücü yetmeyeni bununla mükel­lef tutmakkişiyi gücünün yetmediği şeyle yükümlü tutmak olur. Böyle bir Özürü bulunan bir kimsenin, yeminden sonra hanımına döndüğüne dair kararını diliyle; söylemesi ve bu olaya şahit tutulması gerekli değildir. Ancak bunu yapması bi­ze göre daha iyidir.

Âyet-i kerimenin sonunda: “Eğer bu süre içinde yeminlerinden döner­lerse şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” buyurul-maktadır. Müfessirler ayetin bu bölümünde zikredilen “Allanın bağışlama­sından neyin kastedildiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir:

a- Hasan-ı Basri ve İbrahim en-Nehaiden nakledilen bir görüşe göre, burada zikredilen: “Allahın affetmesinden maksat, iyla yeminini yapandan yemin keffaretinin düşmesidir. Bunlara göre bir erkek hanımıyla cinsi münasebette bu­lunmayacağına dair yemin eder sonra da bu yeminini bozacak olursa onun, ye­minini bozmasından dolayı keffaret vermesi gerekmez.. Çünkü o, kötü bir şey İçin yemin etmemiştir.

Görüldüğü gibi bu görüşte olanların izahı: “Herhangi bir kötülüğü işle­mek için yemin eden kimsenin, yeminini bozması halinde Ki bu gerekli­dir yemini için keffaret gerekmez” diyenlerin görüşüne uygundur.

b- Abdullah b. Abbas, Rebi’ b. Enes, Katade ve İbrahim en-Nehaiden nakledilen diğer bir görüşe göre burada Allahın affetmesinden maksat, iyla ya­pan erkeğin, yeminini bozması halinde Allahın onu âhirette cezalandınnaması-dır. Fakat böyle bir erkeğin, yeminini bozmasından dolayı yemin keffaret i ver­mesi gereklidir.

Görüldüğü gibi bu görüş,: “Yeminini bozan herkese yemin keffaret i gere­kir. İster bir iyilik yapmak için yemin etmiş olsun isterse bir kötülük.” diyen ki­şilerin görüşlerine mutabıktır. Tabeıi de bu görüşü tercih etmiştir. [50]

 

227- Şayet boşamayı kastederlerse, şüphesiz ki Allah, her şeyi çok iyi işiten, çok iyi bilendir.

Şayet onlarla beraber yaşamayı terketmeye karar verir de onları boşarlar-sa şüphesiz ki Allah, kadınlarınızı boşamanızı işiten ve çok iyi bilendir.

İyla yapan erkek dört ay içinde yeminini bozup hanımına dönerse o yi­ne onun hanımıdır. Nitekim Resulullah (s.a.v.), hanımlarına bir ay yaklaşmaya­cağına dair yemin etmiş, bir ay bittikten sonra hanımlarına dönmüştür. [51]

Eğer erkek dört ay süresince hanımına yaklaşmayacağına yemin eder de bu süre içinde yaklaşmazsa “İyla” söz konusu olur. İmam Şafii, İmam Mâlik ve İmam Ahmed b. Hanbel’e göre kadın boş olmaz. Hakim, erkeğe ya yeminini bozup hanımına dönmesini veya onu boşamasını emreder. Şayet hem dönmez hem de boşamazsa hakim boşar. Ebu Hanifeye göre ise bu döıt ay’ııı geçmesin­den sonra kadın kendiliğinden bir talak-ı bâin ile boş olur.

Taber ibu âyet-i kerimenin izahında şunları zikretmiştir: Müfessirler: “Şayet boşamayı kastederlerse şüphesiz ki Allah, her şeyi çok iyi işiten, çok iyi bilendir.” âyet-i kerimesinin izahında çeşitli görüşler ilen sürmüşlerdir:

a- Bazılarına göre bu âyetin izahı şöyledir: “Şayet hanımına yaklaşmaya­cağına dair yemin eden kimse, kendisi için tayin edilen dört ay bekleyebilme süresi içinde hanımına dönmez ve yemininde kararlı olursa hanımı ondan boş olur.”

Görüldüğü gibi “İlya” yapan erkek döıt ay içinde hanımına dönmezse ha­nımı ondan boş olur. Ancak bu görüşte olan âlimler, hanımın ric’î bir talakla mı yoksa bâin bir talakla mı boş olacağı hakkında iki ayn görüş zikretmişlerdir.

a- Hz. Ali, Abdullah b. Mes’ud, Osman b. Af fan, Zeyd b. Sabit, İkrime, Katade, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Kubeyse b. Züeyb, Salim b. Ab­dullah, Ebu Seleme b. el-Ekva, Abdurrahman, Ata, Hasan-ı Basri, İbrahim en-Nehai ve Dehhaka göre, hanımına yaklaşmayacağına dair yemin etlen erkek dört ay içinde hanımına yaklaşmayacak olursa hanımı ondan bir bain talak ile boş olur. (Yani hanımın üç talakından biri gider ikisi kalmış olur. Bununla bir­likte kocasına dönüp dönmeme karan hanımının yetkisine geçer. Dilerse yeni­den mehir alıp tekrar kocasıyla evlenir ve kalan iki talak ile yaşar dilerse kocası­na tekrar dönmeyi kabul etmez, iddeti bittikten sonra sonra kocasından tama­men ayrılmış olur ve başka biriyle evlenebilir.)

Bu hususta İbrahim en-Nehai diyor ki: “Abdullah b. Üneys, hanımına yaklaşmayacağına dair yemin etmişti ve bu esnada yolclıığa çıkmak zorunda kalmış ve yolculuğu dolayısıyle hanımından altı ay uzak kalmıştı. Abdullah yol­culuktan dönüp geri geldi, hanımının yanına girdi. Abdullaha denildi ki “Hanı­mın senden talak-ı bâin ile boş oldu.” O da bunun üzerine Abdullah b. Mes’udun yanına gitti ve ona meseleyi anlattı. Abdullah b. Mes’ud da: “Hanımın senden talak-ı bâin ile boş oldu ona git bunu bildir ve kendisiyle tekrar evlenmek istedi­ğini teklif et.” dedi. Abdullah b. Üneys hanımına döndü, onun, kendisinden ta­lak-ı bâin ile boş olduğunu söyledi ve ona evlilik teklifinde bulundu. Hanımının J*;abul etmesi üzerine ona bir ntıl gümüş verdi.

bb- Said b. el-Müseyyeb, Ebubekir b. Abdurrahman, Mekhul, Zühri ve Rebi’ b. Enese göre hanımına yaklaşmayacağına dair yemen etlen erkek dört ay içinde hanımına yaklaşmayacak olursa hanımı ondan bir ric’î talakla boş olur. (Yani hanımın iddeti bitmedikçe kocası tekrar ona dönebilir. Hanımının razı olup olmaması farketmez.)

b- Diğer bir kısım müfessirlere göre bir erkek hanımına yaklaşmayacağı­na dair yemin eder de dört ay ona yaklaşmayacak olursa yaklaşmamasından do­layı hanımı ondan boş olmaz. Ancak erkeğin bu hali hanıma, hakime başvurma hakkını sağlar. Hanım hakime başvurarak kocasının ya tekrar kendisini kabul etmesini veya boşatmasını ister. Hakim de kocayı bu şıklardan birini kabule mecbur eder. (Yani koca dört aydan sonra bu hali devam ettirmekten ahkonur. Ya kan sini boşar veya yeminini bozup tekrar ona döner.)

Bu görüş Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Osman, Ebuddeıda, Said b. el-Müsey­yeb, Hz. Aişe, Abdullah b. Ömer, Tavus, Mücahid, Mervan b. ei-Hakem, Ömer. b. Abdülaziz, Abdullah b. Abbas, İmam Mâlik, Muhammed b. Kâ’b el-Kurezi ve Kasım b. Muhammedden nakledilmiştir.

Bu hususta Ebu Salih diyor ki: “Ben, Resulullahin on iki sahabisine, karı­sına yaklaşmayacağına dair yemin eden erkeğin hükmünü sordum. Onların hep­si de dediler ki: “Dört ay geçinceye kadar erkek için herhangi bir şey yoktur. Döıt ay geçtikten sonra artık erkek yeminini devam ettirmekten ahkonur. Yani ya hanımını boşar veya ona döner.

İmam Mâlik, bir erkeğin dört aydan az bir süre için hanımına yaklaşma­yacağına dair yemin etmesini “İyla” saymamıştır. İyla’nın gerçekleşmesi için er­keğin hanımına döıt ay veya daha fazla bir süre için yaklaşmayacağına dair ye­min etmesini gerekli saymıştır. Böyle yapan erkek için döıt ay geçtikten sonra müdahale edilir. Artık o ya hanımına döner ve yeminini bozar yahutta hanımını boşar.

c- Said b. el-Müseyyeb ve diğer bazı âlimlerden nakledilen başka bir gö­rüşe göre “İyİa” yapmanın herhangi bir hükmü yoktur.

d- İbrahim en-Nehaiden nakledilen diğer bir görüşe göre ayetin bu bölü­münün mânâsı şöyledir: “Şayet iyla yapan koca döıt ay geçtikten sonra hakim tarafından hanımına dönmesine veya onu boşamasına dair karar verilirse ve ko­ca karısına dönmemekte ısrar edecek olursa işte o zaman hanımı kendisinden bir talak-i bâin ile boş olur.”

Taberi diyor ki: “Bu görüşlerden Allanın kitabının zahirine daha uygun olanı, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Aliden nakledilen görüştür. Buna göre âyetin mânâsı şöyledir: “Hanımına yaklaşmayacağına dair yemin eden erkeğe bu yemininin üzerinden dört ay geçtikten sonra hakim bu haline son vermesine dair karar verir de erkek te tekrar hanımına dönecek olursa şüphesiz ki Allah onu affeder ve ona merhamet eder. Şayet o erkek hanımını boşamaya karar ve­rirse Allah onun boşamasını işiten ve hanımına yaptıklarını bilendir.”

Görüldüğü gibi Taberiye göre bir erkek hanımına yaklaşmayacağına dair yemin eder de bu yeminini döıt ay bozmayacak olursa hanımı ondan herhangi bir talak şekli ile boş olmaz. Ancak hakime baş vurulduğunda o, erkeği iki du­rumdan birini seçmeye mecbur kılar. Bunlar da, tekrar hanımına dönmesi veya onu boşamasıdır.

Taberi bu görüşü tercih edişinin gerekçesi olarak özetle şunu zikretmiştir. Âyeti kerimede “Şayet boşamayı kastederlerse şüphesiz ki Allah her şeyi çok iyi işiten çok iyi bilendir.” buyuruluyor. Elbetteki işitme söylenilen bir söz için olur. Yapılan bir iş için söz konusu olmaz. Şayet, diğer görüşlerin belirttiği gibi erkeğin hanımına yaklaşmamaya yemin etmesi hali, dört ay geçmekle hanı­mının boş olmasını gerektirseydi âyetin sonunda: “Şüphesiz ki Allah işitendir.” denilmezdi. Böyle denildiğine göre anlaşılıyor ki dört ay geçmesi ile kadın boş olmuyor, dört ay geçtikten sonra erkeğin boşamayı tercih ettiğini söylemesi ile boş oluyor.

İyla yapmanın süresi, âyette zikredildiği gibi dört aydır. Bu hususla ilgili olarak Hz. Ömerden şunlar nakledilmektedir: Hz. Ömer (r.a.), kocası yanında bulunmayan bir kadının, geceleyin kendi kendine söylenip şikâyette bulunduğu­nu duyunca gelip kızı Hafsaya bir kadının kocasından en çok ne kadar ayrı kal­maya sabredebileceğim sormuş Hafsa da dört ay veya altı ay sabredebileceğim söylemiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer: “Orduda hiçbir kimseyi bu müddetten fazla tutmayacağım.” demiştir. [52]

 

228- Boşanmış kadınlar üç ay hali iddet beklerler. Eğer AHalıa ve âhiret gününe iman ediyorlarsa Allanın, rahimlerinde yarattığı şeyi gi/lc-mclcri kendileri için helal değildir. Kocaları sulh olmak isterlerse, iddet müddeti içerisinde onları geri almakta daha çok hak sahibidirler. Örfe gö­re kadınların, vazifeleri kadar hakları da vardır. Erkekler kadınlardan bir derece daha üstündür. Allah, her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Hayız gören kadınlar, kocalarından boşandıklarında, bir başka erkekle evlenebilmek için üç ay başı hali iddet beklemek zorundadırlar. Üç ay başı hali­nin sonunda iddetleri sona erer. Boşanmış kadınlara, rahimlerinde bulunan hayız ve gebelik gibi hususları gizlemeleri helal değildir. Şayet onlar, Allahı ve âhiret gününü tasdik eden gerçek müminler ise bunu böyle yapmazlar. Zira rah­minde bulunan hayız ve çocuğu gizlemek, Allaha ve âhiret gününe iman eden kimsenin yapacağı iş değildir. Bu ancak kâfir kadınların yapacağı bir iştir. Tek­rar geri dönebilecek şekilde karısını boşayan bir koca eğer sulh olup anlaşmak isterse, boşanmış karısını iddet müddeti içerisinde geri almakta herkesten daha çok hakka sahiptir. Kadınların, kocalarına itaat etme vezifeleri olduğu gibi, hoş ve iyi muamele ve örfe göre bakımları hususunda kocaları üzerinde haklan da vardır. Emir ve itaat mevzunda erkekler, kadınlardan bir derece daha üstündür­ler. Allah, yasaklan çiğneyip, koymuş olduğu hudutları aşanlara galiptir, yaptık­larında hüküm ve hikmet sahibidir.

Bu âyet-i kerime, hayız gören kadınların iddet sürelerini beyan etmek­tedir. Âyet-i kerimede “Ay başı hali” diye tercüme edilen kelimesi­nin, hayız mânâsına mı yoksa “Hayızdan temizlenme” mânâsına mı geldiği hu­susunda âlimler ihtilaf etmişlerdir.

Ebu Haııife ve Ahmed b. Hanbel’in tercih edilen görüşüne göre âyette ge­çen kelimesinden maksat, “Hayız” halidir. Bunlara göre âyetin mânâsından şü hükümler çıkarılır: Kadın temiz iken boşanır, âdet görür temizle­nir, tekrar âdet görür temizlenir, tekrar âdet görür temizlenirse iddeti bitmiş olur. Şayet erkek hanımını bir veya iki ric’î talakla boşamış olursa ve hanımına tekrar dönmek isterse üçüncü hayız görmesinin içinde bu kararını açıklaması gerekir. Şayet açıklamaz da üçüncü hayız da bitecek olursa artık erkek hanımına dönme hakkını kaybeder. Artık dönüp dönmeme kararı kadına aittir. Bunlar bu görüşlerine delil olarak Resulullahm şu hadis-i şerifini zikretmişlerdir. Resulul-lah, kendisinden devamlı olarak kan gelen bir kadına: “Kur’u günlerinde namazı bırak. Bunlar bitince yıkan, namazını kıl ve her vakit için abdest al.” buyurmuş­tur. Diğer bir rivayette ise,

Ebi Hubeyş’in kızı Patıma Resulullaha gelmiş ve kendisinden devamlı olarak kan geldiğine dair şikayetçi olmuş Resulullah da şu cevabı vermiştir: “Bu, damardan gelen bir kandır. Durumuna bak, senin kuru günlerin ge­lince namazı kılma. Kuru günlerin geçince de yıkan. Sonra iki kuru günleri arasında geçen sürede namaz kıl. [53] Görüldüğü gibi Resulullah (s.a.v.) ku­ru, günlerinde namaz kılınmamasını emretmektedir. Bundan da kuru’ kelimesi­nin “Hayız” mânâsına geldiği anlaşılmaktadır.

İmam Şafıiye, İmam Mâlike ve İmam Ahmed b. Hanbclden rivayet edi­len ikinci bir görüşe göre âyetteki “Kum” kelimesinden maksat “Hayızdan te-mizlenmek”tir. Bunlara göre kadın temiz iken boşanır. Âdet görür temizlenir, tekrar âdet görür temizlenirse bu temizliğinin bitmesiyle iddeti bitmiş olur. Çünkü içinde boşandığı birinci temizlik te hesaba dahildir. Bu görüşte olanlar delil olarak şu âyeti zikretmişlerdir; [54]Ey Peygamber, kadınları boşamak is­tediğiniz zaman iddctlcri içinde boşayın…”Görüldüğü gibi âyet-i celile-de, kadınların, iddetleri içinde boşanılması emredilmektedir. Kadınların boşan­ması temiz iken başladığına göre, üç temizlik bitince iddetleri bitmiş olur. Bura­dan da anlaşılıyor ki “Kuru”dan maksat “Temizlik”tir.

Taberinin beyanına göre de müfessirler bu âyette zikredilen kelimesinin mânâsı hakkında iki görüş zikretmişlerdir:

a- Bazılarına göre bu kelimenin mânâsı “Hayız görmek” demektir. Bu görüş, Rebi’ b. Enes, Katade, Dehbak, Abdullah b. Abbas, Amr b, Dinar, İkri-me, Süddi, İbrahim en-Nehai, Abdullah b. Mes’ud, Ömer b. el-Hattab, Ebu Mu­sa el-E.ş’ari, Hz. Ali, Said b. Cübeyr ve Ma’bed el-Cüheni’den nakledilmiştir.

. İbrahim en-Nehai, bu hususta Hz. Ömerin şunları söylediğini rivayet et­miştir: “Bir erkek karısını bir veya iki ric’i talakla boşayacak olursa boşanan ka­dın, üçüncü hayız görmesinden sonra temizlenip yıkanmadıkça ona dönmeye kocası daha layıktır ve aralarında miras hükümleri devam eder.” Yine İbrahim en-Nehai diyor ki: “Hz. Ömere, hanımını, tekrar geri alabilecek şekilde boşayan bir erkeğin meselesi arzedikli. O da bu meseleyi Abdullah b. Mes’uda havale et­ti ve “Sen bu mesele hakkında görüşünü söyle.” dedi. Abdullah b. Mes’ud da “Bu mesele hakkında senin konuşman daha evladır.” dedi. Ömer: “Sen mutlaka görüşünü söyleyeceksin.” dedi. Abdullah b. Mes’ud: “Benim kanaatim şu ki, ka­tlın üçüncü âdetinden yıkanmadıkça kocası onu tekrar hanımlığına kabul etme­ye daha layıktır.” dedi. Ömer de: “Benim görüşüm de budur. Söylediğin söz, kalbimdeki kanaatime uygun düştü.” dedi ve böyle hüküm verdi.

b- Diğer bir kısım müfessirlere göre bu âyette zikredilen keli­mesinden maksat, “Âdetten temizlenmek” demektir. Bu görüş ise. Hz. Aişe, Ebu Bekir b. Abdurrahman, Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Sabit, Zahirî. Salim b. Abdullah ve Eban b. Osmandan nakledilmiştir.

Bu hususta Süleyman b. Yesar diyor ki: “Şam halkından “Ehvas” adında bir kişi karısını bir talakla boşadı ve kadın boşandıktan sonra gördüğü üçüncü hayızının içinde iken adam öldü. Durum Muaviyeye arzedikli. Muaviye mesele­nin hükmünü bilemedi. Bunu Fedale b. Ubeyd’e ve Resulullahın Samda bulunan sahabilerine sordu. Onlar da bu meselenin hükmünü bilemediler. Bunun üzerine Muaviye, Zeyd b. Sabite binekli bir adam gönderdi. Zeyd o adama dedi ki: “Üçüncü hayızının içinde olan bu kadın kocasının mirasçısı olamaz. Bu kadın da ölmüş olsaydı kocası ona mirasçı olamazdı.” Süleyman diyor ki: “ömerin oğlu Abdullah da bu görüşte idi.”

Taberi diyor ki: “kelimesinin Arapçada asıl mânâsı “Belli bir vakitte gelmesi mutad olan bir şeyin gelme vaktidir” Bir de belli bir vakitte git­mesi alışılagelmiş olan bir şeyin gidiş vaktidir. Bu bakımdan hem âdet görme hem de âdetten temizlenme mânâlarında tefsir edilmeye müsaittir. Bu nedenle­dir ki bazı Araplar kadının âdetinin gelişine demişler diğer bazıları da âdetten temizlenmesinin gelişine demişlerdir. Resulullah (s.a.v.)in. Falıma bint-i Hubeyşe: “Kuru’ günlerinde namazı bırak.” hadis-i şerifinde kelimesi, âdet görme mânâsında kullanılmıştır. Taberi sözlerine de­vamla diyor ki: “Madem kî kuru’ kelimesinin mânâsı budur ve madem ki Allah teala, karısını boşamak isteyen erkeğe onu cinsi münasebette bulunmadığı temiz durumunda boşamasını emretmiştir ve adetli iken boşamasını yasaklamıştır ve kendisi ile zifaf yapılan kadın boşandığı takdirde üç kum’ beklemekle yükümlü­dür, buradan anlaşılmaktadır ki kadın boşandığı temiz hali ile birlikte iki temiz halini daha beklemek zorundadır. Üç temizlik hali bittikten sonra anık iddeti bitmiştir. Yani boşandıktan sonra üçüncü âdetini görür görmez iddeti bitmiş olur ve kendisiyle evlenmek isteyenlerin tekliflerini kabul edebilir.

Görüldüğü gibi Taberi, şıkkında belirtilen görüşü tercih etmiştir.

Âyet-i kerimede: “Eğer Allaha ve âhiret gününe iman ediyorlarsa, Al-lahın, rahimlerinde yarattığı şeyi gizlemeleri kendileri için helal değildir.” buyurulmaktadır. Müfessirler, bu âyette, kadınların rahimlerinde gizlememeleri emredilen şeyden neyin kastedildiği hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Zühri, İbrahim en-Nehai ve İkrimeye göre burada kadınlara, rahimle­rinde gizlememeleri emredilen şeydan maksat, hayızdır. Boşanan kadınlar, Alla-hın, rahimlerinde yarattığı hayız hallerini, kendilerini boşayan kocalarından giz­lemeleri helal değildir. Zira bu yolla, boşamadan sonra karısına dönme hakkı bulunan kocanın bu hakkı kaybedilmiş olur. Mesela: Karısını bir veya iki ric’î talakla boşamış olan erkek, karısının iki âdet görmesinden sonra ve üçüncü âdetinden önce tekrar ona dönmesini istemesi halinde kadın yalancı olarak: “Ben üçüncü âdetimi gördüm.” deyip kocasının kendisine dönmesini engelleme­si haramdır.

b- Abdullah b. Ömer, Mücahid, Rebi’ b. Enes, İbn-i Zeyd ve Delıhaka gö­re Allah tealamn bu âyette, kadınlara gizlemelerini yasakladığı rahimlerindeki şeyden maksat, hem hamilelik durumları hem de âdet görmeleridir. Kadınların bu iki hallerini gizlemeleri haramdır.

c- Diğer bir kısım müfessirlere göre burada kadınlara, gizlemeleri yasak­lanan, rahimlerindeki şeylerden maksat, sadece hamile olmalarıdır. Ancak bu görüşte olan âlimler, kadınların, hamile olduklarını gizlemelerinin yasak oluş sebebi hakkında farklı şeyler zikretmişlerdir.

aa- Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas ve İkrimeye göre, kadınların rahimlerindeki hamileliği gizlemelerinin yasaklanış sebebi, kendilerini boşayan kocalarının, hamile oldukları zamanda kendilerine tekrar dönmelerine engel ol­malarıdır. Bu hususta Ali b. Ebu Talha, Abdullah b. Abbasın şunu söylediğini rivayet etmiştir: Eğer bir kişi karısını bir veya iki talakla boşayacak olur da karı­sı da hamile olursa, doğum yapmadıkça ona tekrar dönmeye kocası daha layık­tır.

bb- Katadeye göre ise, kadınların, rahimlerinde bulunan hamileliği gizle­melerinin yasaklanmasının sebebi şudur: Cahiliye döneminde kadınlar, kendile­rini boşayan kocalarının tekrar kendilerine dönmesi korkusuyla hamile oldukla­rını kocalarından saklarlardı. Böylece başka kocalarla evlenir, önceki kocaların­dan hamile kaldıkları çocuklarını yeni evlendikleri kocalarına isnad ederlerdi. İşte Allah teala bu sebepten kadınlara, rahimlerindeki hamileliği gizlemelerini yasakladı.

cc- Süddiye göre ise, kadınların, rahimlerindeki çocukları gizlemelerinin yasaklanmasının sebebi şudur: Erkekler kanlanın boşamak istediklerinde onla­rın hamile olup olmadı klanın sorarlardı. Hamile olduklarını bilince karılarını boşamak istemezlerdi. Çünkü bu takdirde hem kendileri hem de kadınları, doğa­cak çocuktan dolayı zarar görüyordu. İşte bu sebeple kadınların, irâh i mi erindeki çocuklarını kocalarından gizlemeleri yasaklandı.

Süddiye göre, kocasına bu şekilde davranan kadının hamile olduğu ortaya çıkınca doğum yapsa bile bir ceza olarak tekrar kocasına döndürülmesi gerekir.

Tabeıi diyor ki: “Bu görüşlerden tercihe şayan olan görüş şudur: Kadınla­rın rahimlerinde gizlemeleri yasaklanan şey, hem hamile olmaları hem de adetli olmalarıdır. Kadınların, kendilerini bir veya iki talakla boşayan kocalarından hamile olduklarım veya âdet gördüklerini gizlemeleri haram kılınmıştır. Zira, kadının bu iki şeyi gizlemesi halinde de erkeğe zarar venne ihtimali vardır. Çünkü karısını bir veya iki ric’î talakla boşayan erkek, kadının iddet süresi bit­meden tekrar ona dönme hakkına sahiptir. Hamile olan kadının iddeti doğum yapması ile biteceğinden âdet gören kadının idcîeti de üç âdet veya üç âdetten temizlenme ile biteceğinden kadının, hamileliğini veya âdet gönnesini gizleme­si yasaklanmıştır. Ta ki kocasının kendisine dönme hakkı iptal edilmiş olmasın.

Âyet-i kerimede: “Kocaları sulh olmak isterlerse, iddet müddeti için­de onları geri almakta daha çok hak sahibidirler.” Duyurulmaktadır. Bu ifa­denin izahı şöyledir: Karısını bir veya iki talakla boşayan erkek, karısı ickiet beklediği sırada veya hamilelik esnasında onu tekrar kendine kabul edip zevce yapmaya başkalanndan daha layıktır. Bu hususta Abdullah b. Abbas şöyle de­miştir: Bir adam kansını bir veya iki talakla boşar kanst da hamile olur ise o adamın, kansını tekrar geri almaya daha çok hakkı vardır, yeter ki doğum yap­mış olmasın.”

İkrime ve Hasan-ı Basri ise bu âyet-i kerimenin, Bakara suresinin iki yüz yinni dokuzuncu âyeti ile neshedildiğini söylemişlerdir. Zira bu âyete göre kişi hanımını üç talak ile boşasa dahi onu tekrar geri almaya daha evla görülüyordu. Fakat iki yüz yinni dokuzuncu âyet bunu neshetti. Kansını üç talakla boşayan kocanın artık onu tekrar geri alma hakkı kalmadığı bildirildi.

Âyet-i kerimede: “Örfe göre kadınların vazifeleri kadar haklan da vardır.” Duyurulmaktadır. Bu ifade iki şekilde izah edilmiştir:

a- Dehhak ve İba-i Zeyd bu ifadeyi şöyle izah etmişlerdir: Kadınların, kocalarına karşı, Allanın kendilerine farz kılmış olduğu itaat etme vazife ve yü­kümlülükleri olduğu gibi onların, kocalarının üzerinde, hoş sohbette bulunma ve örfe göre iyi “davranma haklan da vardır.

b- Abdullah b. Abbas ise âyetin bu bölümünü şöyle izah etmiştir: “Ka­dınların, kocalarına karşı temizlenip süslenme yükümlülükleri olduğu gibi koca­larının da karılanna karşı ayrı yükümlülükleri vardır. Bu hususta Abdullah b. Abbasın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Hanımımın bana karşı süslenmesini sevdiğim gibi benim de hanımıma karşı süslenmemi severim. Çünkü Allah teala buyunnuştur ki: “Örfe göre kadınların vazifeleri kadar hakları da vardır.”

Taberi diyor ki: “Bana göre ayetin en güzel tefsiri şöyledir: “Bir veya iki talakla boşanmış olan kadınların, kendilerini boşayan kocaları üzerinde haklan vardır. O hak da, kocalarının, sırf zarar vennek için kendilerine dönmeme du­rumlarıdır. Yani bu şekilde boşanan kanlara, iddetleri içinde tekrar dönmek is­teyen kocaları, onlara zarar vennek için değil faydalı olmak için dönmelidirler. Kadınların, kocalan üzerinde böyle bir haklan vardır. Kocaların da bir veya iki talakla boşadıklan karıları üzerinde hakları vardır ki o da, kadınların, rahimle­rindeki âdetlerini ve çocuklarını gizleyerek kocalarına zarar vennemeleridir. Kadınların, rahimlerindeki durumu gizleyerek kocalannın bu haklarını iptal et­meye hakları yoktur. Taberi, âyetin bu bölümünü bu şekilde izah etmesinin ge­rekçesi olarak âyetin, boşanma ve iddet bekleme hükümlerini kapsamış olduğumı göstermiştir. Buradaki karı ve kocanın haklarının boşama ve iddetle ilgili haklar olmasını kabul etmenin daha doğru olduğunu söylemiştir. Bununla bir­likte bu âyet-i kerimenin, karı kocadan herbirinin diğeri üzerindeki bütün hakla­rı ifade ettiğini söylemenin de mümkün olabileceğini bildirmiştir.

Âyet-i kerimede: “Erkekler kadınlardan bir derece daha üstündür.”

bu yurul m aktadır. Burada zikredilen üstünlük derecesinden neyin kastedildiği hakkında müfessirler çeşitli görüşler zikretmişlerdir:

a- Mücahid ve Katadeye göre, burada zikredilen, erkeklerin kadınlardan üstün olduğu dereceden maksat, Allah tealanın, miras, cihad vb. şeylerde erkek­lere verdiği üstünlüktür.

b- İbn-i Zeyd ve Muhammede göre ise buradaki üstünlükten maksat, er­keklerin emirlik ve kendilerine itaat edilme üstünlükleridir.

c- Şa’biye göre buradaki üstünlükten maksat, erkeğin mehir verme ve ka­rısına “Zina etti” iddiasında bulunması halinde “Lanetleşme” ile zina İftirası ce­zasından kurtulmuş olması üstünlüğüdür. Kadın ise erkeğe mehir vermediği gibi kocasının zina ettiğini iddia edecek olursa bu iddiasını doğrulayacak şahit bula­madığı takdirde kendisine zina iftirası cezası uygulanır. O, “Lanetlenerek” bu cezadan kurtulamaz.

d- Abdullah b. Abbasa göre burada zikredilen erkeğin üstünlüğünden maksat, onun, karısının üzerinde olan bir kısım haklarını tam olarak almaktan vaz geçmesi ve kadının kendi üzerindeki bütün haklarını ona vermesidir. Bu hu­susta Abdullah b. Abbasin şöyle dediği rivayet edilmektedir. “Ben, hanımım üzerinde bulunan bütün haklarımı almak istemem Zira Allah teala: “ftrkcklcr kadınlardan bir derece üstündürler.” buyurmuştur.”

e- Humeyd’e göre ise, bu âyette zikredilen, erkeklerin üstünlüğünden maksat, erkeklere sakalın Kitfedilişi, kadınların ise bundan mahrum kalmaları­dır.

Taberi diyor ki: “Bu görüşlerden âyetin tefsirine daha uygun olanı, Ab­dullah b. Abbasın görüşüdür. Yani buradaki dereceden maksat, erkeğin karısı üzerindeki haklarına karşı bağışlayıcı ve hoşgörülü olması ve onların bir kıs­mından vazgeçmiş olmasıdır. Zira Allah teala bu dereceyi erkek ve kadından herbirinin diğeri üzerindeki haklarını zikrettikten sonra beyan etmiştir. Bu dere­cenin de bu haklarla ilgili olması daha uygundur. Bu da erkeğin, kadının üzerin­deki haklarını kullanırken ona karşı müsamahalı davranmasında görülür. Taberi sözlerine devamla diyor ki: “Her ne kadar: “Erkekler kadınlardan bir derece da­ha üstündür.” ifadesi bir haber mahiyetinde ise de manen, erkeklere, bu üstün­lüklerinin gereği gibi davranmaları emredilmektedir.”

Âyet-i kerimenin sonunda: “Allah her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.” buyumlmaktadir. Bu ifadenin mânâsı şudur: Allah teala, hayızlı iken kadınlarına yaklaşarak veya iyilik yapmamak için Allaha yemini kendileri­ne siper edinerek yahut karısına yaklaşmayacağına dair yemin edip ona zarar vererek Allanın hudutlarını aşan erkeklerden ve rahimlerinde bulunan durumu gizleyip kocalarına zarar vererek Allanın koyduğu sınırları aşan kadınlardan in­tikam almakta her şeye galiptir. Bunları cezalandırmasına kimse engel olamaz. Verdiği bütün hükümlerde mutlak bir hikmet sahibidir.” Âyet-i kerimenin bu şekilde bitmesinin hikmeti, Allah tealanın bundan önceki âyetlerde bir kısım emir ve yasaklar koyması ve bu emir ve yasaklara uymayanları tehdit etmesidir. [55]

 

229- Boşanma iki defadır. Bundan sonra kadınlar ya iyilikle tutulur ya da güzellikle bırakılır. Kadınlara verdiğiniz inallardan herhangi bir şeyi geri almanız size helal değildir. Ancak eşlerin, Allanın koyduğu hudutları koruyamamaktan korkmaları hali müstesnadır. Şayet Allanın koyduğu hudutları koruyamamalarından korkarsanız, kadının, boşanması için bir bedel vermesinde, her ikisine de bir günah yoktur. İşte Allanın koyduğu hudutlar bunlardır. Bunları aşmayın. Kim, Allanın koyduğu hudutları aşarsa işte zalimler onlardır.

Tekrar geri dönme imkânı olan boşama iki defadır. Bundan sonra kadın­lar ya iyilikle tutulur ve onlarla hoş geçinilir yahut da tamamen ayrılıp serbest bırakılır, hakları yenip zulme uğratmazlar. Ey erkekler, kadınlara mehir olarak vermiş olduğunuz mallardan herhangi bir şeyi geri almanız size helal değildir. Ancak eşlerin, beraber oldukları sürece birbirlerine karşı hoş davranmayarak aşırı gitmelerinden korkmaları halinde durum farklıdır. Şayet eşlerin, Allahın emrettiği şekilde hoş muamele ve güze! sohbetle yaşayamamalarından korkarsa­nız, kendisini boşaması karşılığında kadının, kocasına bir şey vermesinde, koca­sının da kadını boşamak için ondan bir karşılık almasında bir günah yoktur. İşte bunlar, Allahın emrettiği veya yasakladığı dini sınırlardır. Bunları aşmayın. Kim, Allahın koyduğu sınırları aşıp haram kıldığı şeyleri işlerse işte onlar, işi yerli yerince yapmayan zalim kimselerdir.

Cahiliye döneminde bir erkek, hanımını dilediği kadar boşuyor ve tek­rar geri alıyordu. Bazan da erkek, bu durumu kötüye kullanarak hanımını boşu1 yor, onu bekletiyor, o kadın başkasıyla evlenmeye kalkınca üa onu tekrar geri alıyordu. Allah teala bu âyeti indirerek boşamanın üç olduğunu, üç talakla boşa-dtktan sonra o kadın başka bir erkekle evlenip ondan da ayrılmadıkça ilk koca­sına helal olmayacağını hükme bağladı. Böylece erkeklerin, haklarını kötüye kullanmalarını önlemiş oldu[56] Bu konuda Abdullah b. Abbas diyor ki:

“Daha Önce erkekler kadınlarım üç talak ile boşasalar bile kendilerini on­larla tekrar evlenmeye daha layık görüyorlardı. İşte bunun üzerine; “Boşama iki defadır. Bundan sonra kadınlar ya iyilikle tutulur ya da güzellikle bırakılır.” âyeti nazil oldu ve bu neshedildi (bu âdeti ortadan kaldırdı.) [57]

Müfessirler, âyet-i kerimenin: “Boşama iki defadır. Bundan sonra kadın­lar ya iyilikle tutulur ya da güzellikle bırakılır.” bölümünü izah ederken iki gö­rüş zikretmişlerdir:

a- Urve b. Zübeyr, Katade, İbn-i Zeyd, Süddi ve İkrimeye göre âyetin bu bölümü, karısını boşayan kişiye, kaç talakla boşarsa ona bir daha dönemeyece­ğini öğretmek için nazil olmuştur. Zira daha önce de belirtildiği gibi cahiliye döneminde ve islam’ın ilk yıllarında, karıyı boşamanın bir sınırı yoktu. Kişi ha­nımını dilediği kadar boşuyor ve icîdeti bitmeden tekrar ona dönüyordu. Bu du­rum erkeğin dilediği kadar tekrar ediyordu ve böylece kadınlara zarar veriliyor­du. Allah teala bu âyet-i kerimeyi indirerek boşamanın bir sınırı olduğunu be­yan etti. Bu hususta Urve b. Zübeyr diyor ki: “Kişi karısını dilediği kadar boşu-yordu. Ona tekrar dönmek isterse iddeti bitmeden Önce ona dönüyordu. Bir gün Ensardan bir adam karısına kızmıştı ve ona şunları söylemişti: “Ben ne sana yaklaşacağım ne de sen benden kurtulup evlenebileceksin.” Karısı: “Bu nasıl olur?” dedi. Kocası: “Ben seni boşayacağım. İddetinin bitmesi yaklaşınca da sa­na döneceğim. Sonra seni tekrar boşayacağım yine iddetinin bitmesi yaklaşınca tekrar sana döneceğim.” dedi. Kadın, kocasını Resulullaha şikayet etti. İşte bunun üzerine Allah teala: “Talak iki defadır. Bundan sonra kadınlar ya iyilik­le tutulur ya da güzellikle bırakılır.” âyet-i kerimesini indirdi. Bu hususta Katade şunları söylemiştir: “Cahiliye döneminde kişi karısını üç talakla veya on talakla yahut daha fazlası ile boşuyordu. Karısı iddet süresi içinde olduğu sürece kocası ona tekrar dönüyordu. İşte bu sebeple Allah teala, boşamanın sınırını üç talakla belirledi.

Bu izaha göre âyet-i kerimenin bu bölümünün açıklaması şöyledir; “Ey insanlar, sizin, kendileriyle zifafa girdiğiniz hanımlarınızın geri döndürülebile­ceklerine imkân veren boşamanızın sayısı ikidir. Kanlarınızı iki talakla boşadı-ğınız takdirde onları tekra geri alabilirsiniz. İki talaktan sonra ise koca ya tekrar hanımına dönüp ona iyi davranır veya bir talak daha boşayarak karısından gü­zellikle uzaklaşır.

b- Abdullah b. Mes’ud, Abdullah b. Abbas ve Mücahidin izahlarına göre ise bu âyetin asıl nüzul sebebi, Allah tealanm, kullarına, kanlanın nasıl boşaya­caklarını öğretmesidir. Bunlara göre bu âyette kocanın, karısını ne kadar talakla boşarsa ona tekrar dönebileceğini ve ne kadar talakla boşarsa ona tekrar döne­meyeceğini beyan eden bir işaret yoktur. Abdullah b. Mes’ud bu âyetin izahında şunları söylemiştir: Erkek hanımını, temizlenme halinde, kendisine yaklaşma­dan bir talakla boşar sonra onu bırakır. Kadın ikinci kez âdet görüp temizlenince dilerse onu bir talakla daha boşar, bundan sonra ona dönmek isterse tekrar onu hanımı kabul eder. Dilerse onu boşar yahut da onu bırakır. Kadın üç kere âdet görmüş olur ve böylece kocasından tamamen ayrılmış olur. Mücahid de âyetin bu bölümünün izahında şöyle demiştir: “Kişi, karısını, kendisine yaklaşmadığı temiz halinde bir talakla boşar, kadın âdet görür ve tekrar temizlenecek olursa kum’ tamam olduğu için bir talak daha boşar sonra kadın tekrar âdet görürse ka­dın İki talakla boş olmuş ve iki de kuru’ geçilmiş olur. Bundan sonrası için ise Allah teala şöyle buyurmuştur: “Kadını ya örfe göre tutmak vardır veya gü­zellikle serbest bırakmak vardır. Kişi bu son kuru’ünda dilerse karısını la-inamen boşar.” Bu izaha göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: “Ey ih­sanlar, benim size mubah kıldığım boşanma usulü şudur: “Sizler kanlarınızı her temizlenme halinde bir defa olmak üzere iki talakla boşayın. Bundan sonra sizin üzerinize gerekli olan şudur: Ya karılarınızı iyilikle tutun veya güzellikle bıra­kın.”

Taberi diyor ki: “Âyetin zahirine daha uygun olan görüş, birinci görüştür. Yani âyetin bu bölümünün, insanlara karılarını boşamanın sayısını bildirdiğini, iki talakla boşarlarsa tekrar onlara dönebileceklerini, üç talakla boşarlarsa bir daha onlara dönemeyeceklerini beyan ettiğini söyleyen görüştür. Taberi, bu gö­rüşü tercih etmesinin sebebi olarak şunu zikretmiştir: Bundan sonra gelen âyet, karisini tamamen boşayariih onu tekrar alamayacağını bildinnektedir. Karisi başka bir koca ile evlenmedikçe onunla bir daha evlenemeyeceğini beyan etmiş­tir. Bu da gösteriyor ki, izah etmekte olduğumuz âyet-i kerime, karıları boşama usulünü değil boşama sayısını bildirmektedir. Kişi hanımını iki talakla boşayın-ca ona tekrar dönebilecek, üç talakla boşaması halinde ise ona tekrar dönemeye­cektir.

Âyet i kerimede geçen; “Ya iyilikle tutulur ya da güzellikle bırakı­lır.” ifadesi de müfessirlerarafı.ndan iki şekilde izah edilmiştir:

a- Bazılarınla göre bu ifadeler, talakın üç olduğunu ortaya koymak içindir. Bu görüş, Atâ, Mücahid, K’atâde ve Ebi Rüzeyn’den nakledilmiştir. Bu hususta Ebi Rüzeyn diyor ki: “Bir adam Resulullaha geldi ve dedi ki: “Ey Alkilim Resu­lü, söyle bana, Allah teala “Boşama iki defadır. Bundan sonra kadınlar ya iyi­likle tutulur ya da güzellikle bırakılır.” buyurmaktadır. Üçüncü talak nerede­dir?” Resuluflah da buyurdu ki: “Ya iyilikle tutulur ya da güzellikle bırakılır.” ifaclesindeki “Ya da güzellikle bırakılır” cümlesi üçüncü talaktır.”

b- Diğer bazı müfessirlere göre: “Kadınlar ya iyilikle tutulur ya da güzel­likle bırakılır.” ifadesinin maksadı, iki talakla boşanmış olan kadına tekrar dö­nülebileceğini beyan etmektir. Bu ifadeden üçüncü talakı anlamak doğru değil­dir. Bu görüşte olanlara göre: “Kadınlar ya da güzellikle bırakılır.” İfadesinden maksat, “Kadınlar iddetlerini bitirmeleri için serbest bırakılırlar.” demektir. Bu görüş, Süddi ve Dehlıaklun nakledilmiştir. Süddinin, âyetin bu bölümünü şu şe­kilde izah ettiği rivayet edilmiştir: “Kadınlar ya iyilikle tutulur ya da güzellikle bırakılır.” demek, kadınlar bir veya iki talakla boşandıktan sonra ya kocası ona tekrar döner ve hanım edinir yahut da döneceğine dair herhangi bir şey söyle­mez susar. Ta ki kadının iddeti biter. Böylece kadın kendisi hakkında karar ver­me yetkisine sahibolur.

Taberi diyor ki: “Eğerirind görüşte zikredilen Resukıllahın hadis-i şerifi olmasaydı bu görüşte âyetin zahirinin gösterdiği muhtemel bir görüş olurdu. Fa­kat Resulüİlahtan gelen habere uymak gerektiğinden birinci görüş tercihe şayan­dır. Bu görüş esas alınacağına görcayete şu şekilde mânâ verilmelidir “Kocala­rın, kanlarına tekrar dönebilecekleri kadar boşamaları iki talaktır. Bundan sonra karılarına döndükleri takdirde dunun şudur: Ya onları iyilikle tutarlar ya da üçüncü bir boşama ile onları güzellikle bırakırlar. Böylece artık kocaların, karı­larına tekrar dönebilene hakları bilmiş olur. Kadınlar kocalarına dönüp dönme­meye karar vermekte serbest olurlar.

Âyette zikredilen “İyilikle tutmak”tan maksat. Dehhak ve Abdullah b. Abbasın da izah ettikleri gibi, kadına karşı hoş davranmak ve onunla güzelce sohbet etmektir. “Güzellikle bırakılmaktan maksat ise, yine Abdullah b, Abbas ve Dehhakın izah ettikleri gibi kadının haklarından herhangi bir şeyi yememek, onun haklarını tam vermek, ona eziyet etmemek ve ona sövmemek!ir.

Âyet-i kerimede: “Kadınlara verdiğiniz mallardan herhangi bir şeyi geri almanız size helal değildir. Ancak eşlerin, Allahın koyduğu hudutları koruya­mamaktan korkmaları hali müstesnadır.” buyurulmaktadır. Allah teala bu kela­mı ile şunu ifade etmektedir: Ey erkekler, sizler karılarınızı boşayıp onlardan ayrılmak istediğinizde, evlenirken onlara verdiğiniz mehillerden herhangi bir şeyi geri almanız sizin için helal değildir. Bilakis size farz olan, onların geri ka­lan mehirlerini vermeniz ve bir kısım giyim eşyalarını lutfetmenizdir. -Ancak kan ile kocanın, Allahın koyduğu sınırları ayakta tutamayacaklarına dair kork­ma durumları müstesnadır. Bu durumda koca karısından bir bedel alarak ondan ayrılabilir.

Kan ve kocanın, Allanın koyduğu sınırları koruyamayacaklarına dair korkmaları şu durumda söz konusu olur: Kan kocasına karşı gelir ve ona huğuz etliğini açığa vurursa onun, Allahın kendisine farz kıldığı, kocasına ait bir ta­kım hakları yerine getiremeyeceğinden korkulur. Koca ela Allahın kendisine farz kıldığı, karısına ait bir takım haklarda ihmalkâr davranması halinde. Alla­hın kendisine farz kıldığı yükümlülükleri yerine getiremeyeceğinden korkulur. İşte kan kocadan herbirinin, Allahın koyduğu sınırları koruyamayacaklarına da­ir korkma durumları bu hallerde olur.

Müfessirler, karı ve kocadan herbirinin, Allahın koyduğu sınırları koru­yamayacaklarına dair korkmalarının hangi durumlarda gerçekleşeceği hususun­da farklı görüşler zikretmişlerdir:

a- Abdullah b. Abbas, TJrveb. Zübeyr, Cabirb. Zeyd. Âmireş-Şa’bî, Said b. Cübeyr, Rebi’ b. Enes, Zühri ve Dehhaka göre kan ve kocadan herbirinin, Al­lahın koyduğu hudutları koruyamayacaklarına dair korkmaları, karının kocasına karşı kötü davranması ve ona kötü muamele yapması durumunda gerçekleşir. Kocası karısının böyle davrandığını görünce ondan ayrılması için, evlenirken verdiği mehiri kandan geri alıp onu boşayabilir.” Bu görüşte olan âlimlere gö­re, kadın tarafından kocaya herhangi bir kötülük söz konusu olmazsa kocanın karıdan bedel alarak onu boşaması helal değildir. Kötülüğün mutlaka kadın ta­rafından olması gerekir. Bu hususta Said b. Cübeyrin şunları söylediği rivayet edilmektedir: “Kocasına bir bedel vererek boşanmak isteyen kadına kocası öğütte bulunur. Kadın bu isteğinden vaz geçerse mesele kalmaz. Şayet ısrar ede­cek olursa erkek ondan ayrı yatar ve onunla konuşmaz. Kadın vaz geçerse me­sele kalmaz. Şayet yine ısrar edecek olursa bu defa erkek onu, ağır olmayacak bir şekilde döver. Kadın vaz geçerse mesele kalmaz. Şayet yine ısrar ederse ko­ca meseleyi mahkemeye arzeder. Mahkeme bir kocanın bir de katlının tarafın­dan olmak üzere iki hakem tayin eder. Kadının ailesi tarafından olan hakem ko­caya: “Sen karına şöyle davranıyorsun, sen karına böyle davranıyorsun.” der.

Kocanın ailesi tarafından olan hakem de karıya “Sen kocana şöyle davranıyor­sun, sen kocana böyle davranıyorsun” der. Hangisi daha fazla haksız ise mahke­me onun haksızlığını giderir ve ona engel olur. Şayet kadın kocasına karşı gelen biri ise mahkeme emreder, koca da karıdan bedel olarak onu boşar. Rebi’ b. Enes diyor ki: “Şayet kan kocasından razı olur ve ona itaaîta bulunursa kocanın, karısı bir karşılık verip te kendisinden boşansm diye karısını dövmesi helal de­ğildir. Kocanın böyle bir kadına kötü davranarak ondan herhangi bir şey alması haramdır. Buna mukabil şayet itaatsizlik, haksızlık ve buğuz etme kadın tarafın­dan olacak olursa kocanın kandan bir bedel alarak onu boşaması caizdir.

b- Hasan-ı Basri, Süddi, Miksem ve Mücahiüden nakledilen diğer bir gö­rüşe göre kan ve kocadan herbirinin, Allahm koyduğu sınırlan koruyamayaca­ğına dair korkma durumları şu halde söz konusudur. Kadın, kocasının yaptığı bir yemini yerine getirmemek isterse, onun emrine itaat etmezse ve ona: “Ne cüniiplükten yıkanırım ne de bir emrine itaat ederim.” diyecek oiursa işte bu du­rumda karı ve kocadan herbiri, Allahın kendileri için koyduğu sının koruyama­yacaklarından korkar olurlar. Böyle bir dununda kocanın, karıdan bir bedel ala­rak onu boşaması caiz olur.

Muhammet! b. Salim diyor ki: “Ben Şa’biye sordum ki, erkeğin karısın­dan ayrılmasına karşılık ondan mal alması ne zaman helal olur?” Şa’bi dedi ki:

“Kocasına karşı sevmediğini açığa vurduğu ve kocasına: “Senin hiçbir yeminini yerine getirmeyeceğim.” dediği zaman helal olur.”

c- Ata b. Ebi Rebah’a göre koca ile karının herbirinin Allahın koyduğu sınırlan yerine getirmekleri korkmaları şu durumda olur: Karı kocasına: “Ben seni sevmiyorum.” der ve bunu rahatça söyleyecek olursa bu durum söz konusu olur. Bu hususta Atâ şöyle demiştir: “Kocanın bedel alarak karısını boşaması, karının şunları söylemesi halinde helal olur.” Karısı derse ki: “Ben senden nef­ret ediyorum, seni sevmiyorum. Yanında yatmaktan çekiniyorum, hakkını yeri­ne getiremiyorum.” işte bu durumda koca gönül hoşluğu ile bedel alarak karısını boşayabilir.

d- Amir, Tâvûs, Kasım b. Muhammet! ve Said b. el-Müseyyeb’e göre ise koca ile kandan herbirinin, Allahın koyduğu hudutları yerine getirmekten kork­ma durumları şu halde söz konusudur. Karı ve kocadan herbirinin diğerini sev­memesi ve herbirinin diğerine ait olan haklan yerine getirememesi durumudur.

Taberi bu son görüşü tercih etmiştir. Taberiye göre bir kocanın, karısını boşamak için bedel almasının helal olması için kan ve kocadan herbirinin diğe­rine karşı, üzerinde bulunan hakkı yerine getirmekten korkmuş olması gerekir. Çünkü Allah teala kocaya, karısını boşama karşılığında bedel almasını, Müslü­manların, karı kocadan herhangi birinin, haklarını yerine getiremeyeceklerinden korkmaları halinde caiz kılmıştır.

Taberi diyor ki: “Eğer denilecek olursa ki “Senin ifade ettiğine göre eğer sadece kadın itaatsiz olursa kocanın ondan bedel alarak karısını boşaması haram olur. Zira sen her iki tarafın da itaatsizliğini şart koşmuştum.” Cevaben denilir ki: “Kadının itaatsizliği halinde koca da onu sevmez olur. Böylece her iki tara­fın birbirinin hukukuna riayet etmemeleri gerçekleşir ve kocanın bedel alarak karısını boşaması caiz olur.

Âyet-i kerimenin: “Şayet (erkek ve kadının) Allahın koyduğu hudutları koruyamamalarından korkarsaniz, kadının, boşanması için bir bedel vermesinde, her ikisine de bir günah yoktur” kısmında kadının, bir bedel vererek kocasını ra­zı edip ondan boşanabileceği hükme bağlanmaktadır ki İslâm hukukunda buna “Muhalaa” denir. Bu hususta şu hadis zikredilmektedir: Abdullah b. Abbas di­yor ki: “Sabit b. Kays’ın karısı Resulullaha gelip: “Ey Allahın Resulü, ben Sabit b. Kays’ın dini ve ahlaki bakımdan bir kusurunu görüp onu ayıplamıyorum. Fa­kat ben artık ona tahammül edemiyorum.” dedi. Resulullah da ona: “Sabitin bahçesini ona iade eder misin?” diye sordu. Kadın “Evet” dedi. Kadın bahçeyi Sabite verdi (böylece onu razı etti) Resulullah da Sabite emretti ve o da katlını boşadı. [58]

Âyet-i kerimenin devamında: “Ancak eşlerin, Allahın koyduğu hudutları kotu yamam atarından korkarsanız.” Duyurulmaktadır. Müfesirler, koca ve karı­nın, Allah tealanın koyduğu hudutları koruyamayacaklarına dair müminlerin korkması durumunun hangi halde gerçekleşeceği hususunda farklı izahlarda bu­lunmuşlardır:

a- Abdullah b. Abbas, Hasan-ı Basri ve Zahiriye göre böyle bir korku, kadının, kocasının haklarını küçümsemesi, ona itaatında kötü davranması ve ona, konuşmaları ile eziyet etmesi halinde söz konusu olur. Mesela: Karı koca­sına: “Vallahi ben senin hiç bir yeminini yerine getirmem. Yatağına ayak bas­mam, hiç bir emrine itaat etmem.” diyecek olursa ve fiilen bunları yapmaya da girişecek olursa artık kocasının bedel alarak onu boşaması helaldir.

b- Âmir ve İbn-i Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre müminlerin, karı ve kocanın, Allahın koyduğu sınırlan koruyamayacaklarına dair korkmala­rı, bunlardan herbirinin Allaha tiaat etmeyeceklerinden korkulması durumumla gerçekleşir.

Taberi diyor ki: “Bu hususta doğru olan tefsir şudur: “Ey müminler, şayet sizler, kan ve kocadan herbirinin, Allanın, üzerlerine farz kıldığı haklan yerine getiremeyeceklerinden ve birbirlerine iyi davranmayacaklarından korkacak olursanız, erkeğin bedel alarak karısını boşamasında bir mahzur yoktur.

Taberi diyor ki: “Âyeti bu şekilde izah etmek her iki görüşü de kapsar.”

Âyet-i kerimede: “Kadının, boşanması için bir bedel vermesinde her ikisine de bir günah yoktur.” Duyurulmaktadır. Bunun izahı şudur. “Ey mü­minler, eğer sizler, karı ve kocadan herbirinin. Allanın kendilerine farz kıldığı emirieri yerine getiremeyeceklerinden ve birbirlerine ait olan haklan ifa edeme­yeceklerinden bu yüzden de Allanın koyduğu sınırlara riayet edemeyeceklerin­den korkacak olursanız bu takdirde kadının, kendisini boşattırmak için bir bedel vermesinde, kocanın, karısını boşamak için bu bedeli almasında onlara herhangi bir günah yoktur.”

Taberi diyor ki: “Eğer denilecek olursa ki “Şayet koca bir bedel alıp bo­şamak için karısına kötü davranacak olur da karı da kendisini kurtarmak için kocasına bir bedel verir ve kendisini boşattırıp kurtulacak olursa karıya bir gü­nah var mıdır? Cevaben denilir ki: “Eğer karı, kocasının, bir bedel karşılığında kendisini boşamak için kötü davrandığını görür ve kocasına, boşaması için her­hangi bir fidye vermediğinde kendisine veya dinine bir zarar dokunmayacağın­dan ve kocasına bir haksızlık yapmayacağından emin olursa bu durumda her­hangi bir bedel vererek kendisini kocasından boşattımıası caiz olmaz. Çünkü bu durumda kocasının ondan boşama karşılığında bedel alması haramdır. Karının, kocasının böyle bir harama düşmesine âlet olması caiz değildir. Şayet kadın bu durumda malı verip kendisini boşatmazsa kocasının kendisi için veya dini için yahut kadının üzerinde bulunan haklan için zararlı olacağından korkacak olursa bu durumda kadın sorumlu olmaz. Keza, geçimsizlik kadın tarafından olur da bir bedel verip boşanmadığı takdirde kendisinin ve kocasının günaha düşmele­rinden korkacak olur da bu yüzden gönül hoşluğu ile bedel ekler ve boşanırsa kadın sorumlu olmadığı gibi Allah tealadan sevap alacağı da ümit edilmektedir. Buna mukabil kadın, kocasının ahlakını veya fiziğini beğenmediğinden değil sırf kocasını bırakıp başka biriyle evlenmek için bir fidye verir ve kendisini ko­casından boşattıracak olursa bu onun için haramdır. Resulullah bu şekilde boşa­nan kadınları münafık olarak vasiflandınnıştır. Bu hususta Resulullahın azatlı kölesi olan Sevban, Resulullahın şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

“Herhangi bir kadın bir sıkıntı olmaksızın kocasından kendisini boşatmak isteyecek olursa Allah ona cennetin kokusunu haram kılar, (böyle olduğu halde) bedel ödeyerek kocalarından boşanan kadınlar münafıktırlar. [59]

Taberi diyor ki: “Bu izahlardan anlaşılıyor ki, karının, bir bedel vererek kendisini kocasından boşattırması meselesinde özetle şu ihtimaller vardır:

a- Böyle bir şeyi yapmakta sadece kadın günahkâr olabilir. Bu da karının, kocasının kötülüğünden değil sırf başka erkekle evlenebilmek için kocasına mal verip kendisini boşattırması durumunda söz konusu olur.

b- Sadece koca günahkâr olur. Bu da kocanın, sırf bedel almak için karı­sına kötü davranması ve karısını bezdirerek bedel alıp boşaması durumunda söz konusudur.

c- Hem karı hem de koca günahkâr olur. Bu da kocanın bir bedel alıp bo­şamak için karısına kötü davranması, karısının da bir bedel vermeden kocasının bu kötülüğünü önleyebileceğini bildiği halde bedel verip kendisini kocasından boşattırması halinde ve benzeri hallerde söz konusudur.

d- Böyle bir boşamadan dolayı ne karıya ne de kocaya günah vardır. Bu durum da şu halde söz konusudur: Kan ve kocadan her biri, birbirlerine karşı olan haklarını yerine getirmeyerek Allah tealanm koyduğu sının aşacaklarından korkacak olmaları durumunda söz konusudur.

Taberi diyor ki: “Müfesirler, kadının boşanması için ne kadar bedel ver­diği zaman kadın ve erkekten her birine güah terettüp etmeyeceği hususunda çe­şitli görüşler zikretmişlerdir:

a- Rebi’ b. Enes, Amr b. Şuayb, Atâ b. Ebi Rebah, Zühri, Âmir eş-Şa’bi, Hz. Ali, Hakem, Hasan-ı Basri, Said b. el-Müseyyeb, Tâvûs ve Zühriye göre kocasından kendisini boşattırmak isteyen kadının, boşama karşılığında vereceği bedel, erkeğin ona verdiği mehirden fazla olamaz. Bunlar görüşlerine delil ola­rak, âyet-i kerimede zikredilen “Kadınlara yediğiniz mallardan herhangi bir şeyi geri almanız size helal değildir. ifadesini zikretmişlerdir. Zira bu ifade, erke­ğin, kadının rızası olmaksızın verdiği mehiri geri alıp onu boşamasının haram olduğunu beyan etmektedir. Bundan anlaşılıyor ki, kadının, rızası ile boşanmayı istemesi halinde vereceği bedel, bu ifadede geçen bedeldir. O da evlenirken er­kekten aldığı mehir miktarıdır. Erkeğin bu miktardan fazla alması helal değildir. Bu görüşte olan müfessirler ikinci bir delil olarak Sabit b. Kays’ın daha önce nakledilen kıssasını zikretmişlerdir. Bu kıssada Resulullah Sabitin hanımına, evlenirken Sabitten aklığı bahçeyi tekrar geri vermesini emretmiştir.

b- Hz. Ömer, oğlu Abdurrahman, Kubeyse b. Zü’eyb, İbrahim en-Nehai, Abdullah b. Abbas ve Mücahide göre, bir bedel karşılığında karısını boşayan koca, karısının malından az veya çok miktarda almakta serbesttir. Evlenirken ona verdiği mehirden daha fazlasını almasında bir mahzur yoktur. Zira âyet-i kerime, kadının vereceği boşanma bedelinin miktarını belli bir ölçü ile sınırla­mamış, genel olarak bırakmıştır.

Âyetin genel hükmünü kayıtlayan ikna edici bir delil bulunmadıkça âyetin genel hükmü geçerlidir.

Semtire’nin azadlı kölesi Kesir, bu konuyla ilgili olarak şunu zikretmiştir. Ömere, kocasına itaat etmeyen bir kadın getirildi. Ömer o kadının, içinde çokça çöp bulunan bir eve üç gün hapsedilmesini emretti. Sonra kadını çağırdı ve ona: “Burayı nasıl buldun?” diye sordu. Kadın: “Ben kocamın yanında bulunduğum müddetçe hiçbir rahatlık hissetmedim. Ancak burada hapsettiğin gecelerde ra­hatlık hissettim.” dedi. Bunun üzerine Ömer, kadının kocasına “Küpesini alarak ta olsa sen bu kadını bedel karşılığında boşa.” dedi.

Nâfi de bu konuda şunu zikretmiştir: “Safıyenin azadlı cariyesi, elbisesi dışında bütün mallarını verip kendisini kocasından boşattırdı. Ve Ömerin oğlu Abdullah bunu ayıplamadı.

Kubeyse b. Züeyb de “Kadının boşanması için bir bedel vermesinde her ikisine de bir günah yoktur.” âyetini okuyarak erkeğin kadına verdiği mehirden daha fazlasını almasının bir mahzuru olmayacağını söylemiştir.

c- Bekr b. Abdullaha göre ise kadının bedel vererek kendisini kocasından boşattırabileceğini beyan eden bu âyet-i kerime, Nisa suresinin şu âyet-i kelime­siyle neshedihniştir. “Bir eşi bırakıp ta yerine başka bir eş almak istediğiniz za­man onlardan birine (bıraktığınıza) pek çok mal verseniz dahi ondan bir şey geri almayın. [60]

Taberi diyor ki: “Bu görüşlerden doğru olmaya daha layık olanı şöyle di­yen görüştür: “Şayet erkek ve kadından her birinin, Allanın koyduğu sınırlara ri­ayet «demeyeceklerinden korkulur ise kadının, sahip olduğu’ az veya çok malını verefek kendisini boşattırmasında kadın ve erkek için bir mahzur yoktur. Yeter ki kadının verdiği mal, müslümanlann mâlik olabilecekleri bir mal cinsinden ol­sun. Bu malın, kadının bütün mülkünü kapsaması da mümkündür. Zira üyet-i kerime, boşanma bedelini mutlak olarak zikretmiştir.

Bu âyet-i kerimenin mensuh olduğunu söyleyen görüş, mânâsız bir gö­rüştür. Zira sahabiler, tabiiler ve ondan sonra gelen âlimler, boşanmaya karşılık kadından mal alınmasının caiz olduğunda ittifak etmişlerdir. Ayrıca Nisa sure­sinde zikredilen âyette, kadın tarafından herhangi bir geçimsizlik söz konusu ol­maksızın, kocanın sırf bir kadını bırakıp diğerini alması meselesi zikredilmekte­dir. Böyle bir durumda koca, bıraktığı karısından bir şey alamaz. Orada zikredilen mesele, bir muhalaa değildir.

Âyet-i kerimenin sonunda: “İşte Allanın koyduğu hudutlar bunlardır. Bunları aşmayın. Kim, Allanın koyduğu hudutları aşarsa işte zalimler onlardır.” buyunılmaktadir. Burada zikredilen “Bunlar” İfadesinden maksat putperest olan müşrik kadınlarla evlenmek, müşrik bir erkekle müslüman bir kadını evlendir­mek, kadınlara adetli iken yaklaşmak vb. hususlardır. All-ah teala bunların yasak olduğunu bildirmiş ve hudutlarını koymuştur. Bunları yapanlar, Allanın koydu­ğu sınırlan aşan zalim kimselerdir. Bu hususta daha geniş bilgi için şu kaynak­lara bakıııız. [61]

 

230- Eğer erkek bu iki boşamadan sonra kadını bir daha bnşarsa, kadın başka bir erkekle evlcnmcdikçe kendisine helal olmaz. Eğer ikinci koca kadını boşarsa ve onlar da (birinci kocası ve kadın) Allanın koyduğu sınırları koruyacaklarına kanaat getirirlerse tekrar nikahla birbirlerine dönmelerinde her ikisine de bir günah yoktur. İşte bu, Allanın hudutları­dır. Onu, bilen bir kavim için açıklıyor.

Eğer erkek, kadını üçüncü defa boşarsa kadın başka bir erkekle evlenip onunla gerdeğe girmedikçe ilk kocası onunla tekrar evlenemez. Kadının evlen­diği ikinci kocası da onu boşar yahut ölürse, kadınla eski kocası. Allanın emirle­rini yerine getireceklerine ve güzel bir şekilde yaşayacaklarına inanırlarsa, kadı­nın, eski kocasıyla yeniden nikahlanarak evlenmesinde bir günah yoktur. İşte bunlar, Allanın hükümleri ve emirleridir. Allah bunları, kendisinin adaletini bi­len ve âyetlerini tasdik eden bir kavim için açıklıyor.

Müfessirler, âyet-i kerimenin “Eğer erkek bu iki boşamadan sonra kadını bir daha boşarsa kadın başka bir erkekle cvlennıedikçc kendisine helal olmaz.” bölümünü iki şekilde izah etmişlerdir:

a- Katade, Abdullah b. Abbas, Dehlıak ve Süddiye göre âyet-i kerimenin bu bolümü kişinin, kansını üçüncü talakla boşamasını ve böyle bir boşamayı yaptığı takdirde artık o karasının başka bir erkekle evlenip ayrılmadıkça onunla evlenemeyeceğini ifade ettiğini söylemişlerdir. Bu hususta Katadenin şunları söylediği rivayet edilmiştir. “Allah, talakı üç adet kılmıştır. Eğer bir koca karısı­nı tek bir talakla boşayacak oıursa kadının İddeti bitmedikçe ona dönmeye ko­cası daha layıktır. Kadının iddeti üç kere âdet görmesidir. Şayet kadın, kocası kendisine dönmeden önce iddetini bitirecek olursa, kocasından bir talak-ı bâin ile boş olur ve kendisi hakkında karar venneye kendisi daha layık olur. Kocası ise onunla evlenmek i steyen taliplerden biri durumuna düşer. Bir erkek hanımı­nı boşamak istediğinde Onun âdet gömıesini bekler. Kadın, âdetinden temizle­nince erkek onu, âdil olUn iki şahit huzurunda bir talak ile boşar. Şayet tekrar ona dönmek isterse iddeti içinde ona döner. İddeti bitinceye kadar ona dönme­yecek olursa kadın ondan bir talak-ı bâin ile boş olur. Erkek bundan sonra kan-sına döner ve bir kere daha boşamak isterse âdetinden temizlenmesini bekler ve onu bir talak ile daha boşar. Bu durumda kadın ona sadece bir talak ile bağh kalmış olur. Erkek karcına döndükten sonra onu bir kere daha boşamak isterse yine adetinden temizlenmiş olarak ^şar. Böylece kadın ondan üç talakla boşan­mış olur. işte Allah teala böyle bir erkek için “Kadın başka bir erkekle evlenme­dikçe kendisine helal olmaz;- buyurmuştur.

b- Mücahide göre }se âyetin bu bölümünden maksat, iki talaktan sonra kansını serbest bırakan erkeğin ve serbest bırakılan kadınlar hakkındaki hüküm­leri beyan etmektir. Ayetin bu bölümü, üçüncü bir talak halini beyan etmek için zıkredilmemıştir. Zira daha önce Resulullahtan rivayet edildiği gibi, erkeğin iki talaktan sonra kansına dönmeyip onu serbest bıraktığını bildirmesi üçüncü bir talaktır. Bu itibarla bu âyetteki” boşamayı üçüncü talaka yorumlamaya gerek yoktur. Fakat bu ayet, üç talakla boşanmış olan kadının, eski kocasına tekrar na­sıl dönebileceğini beyan etmek için zikredilmiştir.

Taben, Resulmıanm hadisini delil göstererek Mücahidden nakledilen bu son görüşü tercih etmiş vebu âyetin, üçüncü talakı değil üç talakla boşanan ka­dının hükmünü beyan ettiğini zikretmiştir.

Ayet-i kerimede geçen ve “Başka bir erkekle evlenmedikçe” diye tercü­me edilen ifadesinin fiili Arapçada hem “Ni­kahlanmak” hem de “Cinsi münasebette bulunmak” mânâlarına gelmektedir. Bu nedenle Taben diyor ki; “Eğer denilecek olursa ki “Âyet-i kerimede zikredilen “Başka bir erkekle evlenmedikçe’1 ifadesinden maksat evlilik akdi yapmak mı­dır.11 Yoksa cinsi münasebette bulunmak mıdır? Cevaben denilir ki: “Her ikisi­dir,” Yanı kocasından üç talak ile boşanmış olan kadın başka bİT erkekle sadece nikah akdi yapıp zifafa girmeden boşanacak olursa birinci kocasına helal olmaz. Aişe, Ebu Hureyre, Enes b. Mâlik, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Ömerin rivayet ettiklerine göre Rifae el-Kurezi, bir kadınla evlenip sonra onu boşamiş kadın da gidip başka biriyle evlenmiştir. Daha sonra kadın, Resulullaha gelerek yeni evlendiği kocasının yanındakinin, elbise saçağı gibi (yumuşak) ol­duğunu söylemiştir. Resulullah da ona:

“Hayır, o senin balcağizından sen de onun balcağizından (atmadıkça birinci kocana dönemezsin.” Buyurmuştur.

Görülüyor ki erkek, karısını üç talak ile boşadıktan sonra kadın, başka bir erkekle sahih bir nikah yaparak onunla gerdeğe girip ve tekrar ondan boşanma-dıkça ilk kocasıyla evlenmesi caiz değildir. Hz. Aişe (r.anh) diğer bir rivayette de diyor ki:

“Rifae el-Kurezi’nin karısı, Resuluîlaha geldi ve: “Ey Allanın Resulü, ben, Abdurrahman b. Zübeyr el-Kurezi ile evlendim. Onun yanındakini elbise saçağı gibi (yumuşak) buldum.” dedi. Bunun üzerine Resulullah: “Belki de sen, tekrar Rifacye dönmek istiyorsun? Hayır o, (Abdurrahman) senin balcağızından sen de onun baicağızından tatmadıkça Rifae’yc dönemezsin” buyur-du. [62]

Hz. Aişe diyor ki: “Resulullah (s.a.v.) “Baicağızından maksat, cinsi mü­nasebette bulunmaktır.” buyurdu

Diğer yandan üç talak ile boşanmış olan kadın, zina ederek başka bir er­kekte cinsi münasebette bulunmuş olsa bu onun, birinci kocasına dönmesini he­lal yapmaz. Bu hususta görüş birliği vardır. Ancak üç talak ile boşanmış olan bir kadını, tekrar onu boşayan kocaya döndürmek için ikinci bir erkekle evlen­dirirken onu boşamasını şart koşmanın, yani “Hülle”nin caiz olup olmadığı hu­susu âlimler arasında tartışmalıdır:

İmam Şafii, İmam Mâlik ve İmam Ahmed b. Hanbele göre böyle bir evli­lik bâtıldır. Bunlar bu görüşlerine delil olarak şu hadisleri zikretmişlerdir.

Hz. Ali (r.a.) diyor ki:

“Rcsi’.luilah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allah, hülleyi yapan erkeğe de yaptıran erkeğe de lanet eder. [63]‘Tirmizi bu hadisi aynı zamanda. Abdul­lah b. Mes’ud, Ebu Hureyre, Ukbe b. Âmir ve Abdullah b. Abbasın da rivayet ettiklerini kaydetmektedir.

Ukbe b. Âmir diyor ki:

“Resıılullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Ben sizlere, emanet alınan tekenin kim olduğunu haber vereyim mi?” Sahabiler: “Evet ey Allanın Resulü.” dedi­ler. Resıılullah: “O, hülle yapandır. (Yani boşamak şartıyla evlenen ikinci kocadır) Allah, hülleyi yapan erkeğe de yaptıran erkeğe de İane! eder.” bu­yurdu. [64]

Ebu Hanifeye göre ise böyle bir nikahı yapmak hem hülleyi yaptıran bi­rinci koca için hem de onu yapan ikinci koca iyin mekruhtur. Bu konuda rivayet edilen yukarıdaki hadis-i şerif bu hususu açıklamaktadır. Ebu Hanifeye göremekruh olmakla birlikte böyle bir nikahın sahih oluşunun sebebi, âyette geçen: “Kadın başka bir koca ile cvlenmcdikçc” ifadesinin genel bir mânâ taşıyarak nikahın hülle yoluyla yapılıp yapılmamasının ayırımına gitmemesidir. [65]

 

231- Kadınları boyadığınızda iddctlcrini tamamlayınca ya onları iyi­likle tutun ya da iyilikle bırakın. Haklarına tecavüz etmek İçin onlara zarar verecek şekilde tutmayın. Kim böyle yaparsa nefsine zulmetmiş olur. Alla-hın âyetlerini alay konusu yapmayın. Allanın, üzerinizdeki nimetini ve size indirdiği kitap ve hikmeti hatırlayın. Allah bununla size öğüt verir. Allah-tan korkun ve bilin ki Allah her şeyi çok iyi bilendir.

Kadınlarınızı boşadığınızda, Allanın kendileri için tayin etmiş olduğu te­mizlenme sürelerini yahut aylanın tamamlayınca onları ya örfe göre bakımlarını temin etmek ve kendileriyle iyi geçinmek üzere tutun yahut da mehillerini, na­fakalarını ve diğer haklanın vererek bırakın. İddet süresini uzatarak yahut onla­ra verdiğiniz bazı şeyleri geri alarak onlara zarar vermek için tutmayın. Bu tak­dirde AH ahin koymuş olduğu sınırları aşmış olursunuz. Kim kadına sırf zarar vennek için, boşadiktaıı sonra tekrar ona dönerse günahkâr olur, cezayı hak eder ve böylece kendisine zulmetmiş olur. Allahın indirdiği âyetleriyle alay etmeyin, onları eğlenceye almayın. İslam dini sebebiyle Allahın üzerinizde olan nimetini, size indirmiş olduğu Kur’anı ve Peygamberin size getirmiş olduğu sünnetleri ha­tırlayın. Allah size, indirdiği bu Kur’anla Öğüt verir. Allahın emirlerini tutup ya­saklarından kaçınarak ondan korkun ve bilin ki Allah, hayır, şer, gizli ve açık bütün amellerinizi çok iyi bilendir. O, iyiliğinize karşı sevap, kötülüğünüze kar­şı da ceza verecektir.

İbn-i Abbas diyor ki: “Kişi karısını boşar sonra iddetini tamamlamadan ona döner sonra tekrar boşar ve bunu da o. kadına zarar vennek ve başkasıyla evlenmesine engel olmak için yapardı. İşte bu âyet bunun üzerine nazil oldu.

Mesruk, Hasan-ı Basri, Zühri, Katade, Sevr b. Zeyd, pehhak, Abdülaziz ve Atiyye de âyet-i kerimenin nüzul sebebi olarak Abdullah b. Abbasın zikretti­ği hususu söylemişlerdir. Kadını engelleyici ve zarar verici bu boşama şekline denilmektedir. Mücahid talak-ı dırarı izah ederken şöyle demiştir:

“Kişi hanımını boşar ve onun iddetinin son gününde ona döner. Öyle ki karısına zara vernıek için onu dokuz ay böyle tutar.”

Rebi1 b. Enes de bu âyetin izahında şöyle demiştir: “Önceleri erkek karı­sını bir talakla boşuyor ve onu serbest bırakıyordu. Kadının iddetinin dolması yaklaşınca da ona dönüyor, bir müddet sonra tekrar boşuyordu. Yine iddetinin dolması yaklaşınca, kadına ihtiyacı okluğu için değil sırf ona zarar vermek için tekrar ona dönüyordu. İşte Allah teala bunu yasakladı ve buyurdu ki: “Kim böyle yaparsa nefsine zulmetmiş olur.”

Süddi diyor ki: “Bu âyet-i kerime Ensardan Sabit b. Beşşar adında bir kişi hakkında nazil olmuştur. Bu adam hanımını boşamıştı. İddetinin bitimine iki ve­ya üç gün kalarak ona tekrar döndü. Sonra tekrar onu boşadı. Adam kadına za­rar vernıek için bu durumu dokuz ay devam ettirdi. İşte bunun üzerine Allah te­ala: “Haklarına tecavüz etmek için onlara zarar verecek şekilde tutmayın.” âyetini indirdi.

Âyeti kerimede “Allahın âyetlerini alay konusu yapmayın.” buyurulmaktadır. Yani Allanın koyduğu sınırlarla, helalleri haramları, emirleri ve ya­saklan arasına koyduğu hudutlarla alay etmeyin. Çünkü Allah sizlere kitabının âyetlerinde hangi tür boşamalarda tekrar hanımlarınıza dönebileceğinizi ve han­gi tür boşamalarda dönemeyeceğinizi beyan etmiştir.

Hasan-ı Basri diyor ki: “Resulullah dönminde öyle insanlar vardı ki, kişi hanımını boşuyor veya kölesini azad ediyordu. Ona “Sen ne yapıyorsun?” deni­lince de “Ben ancak şaka yaptım, eğlendim.” diyordu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kim şakadan karısını boşayacak olursa veya kölesini azad edecek olursa bu davranışı onun aleyhine olmak üzere geçerlidir.” Hasan-ı Basri âyetin bu bölümünün bu gibi insanlar için nazil olduğunu söyle­miştir.

Ebu Musa el-Eş’ari diyor ki: “Bir zaman Resulullah, Eş’ari kabilesi men­suplarına kızdı. Bunun üzerine Ebu Musa ona gelerek: “Ey Allahın Resulü, sen Eş’arilere kızmışsın.” dedi. Resulullah da “Sizden biriniz “Boşadım, tekrar dön­düm” diyor. Bu, müslümanlann boşama şekli değildir. Siz kadınları, itidalleri gelince boşayin.” buyurdu.

Âyeti kerimede “Allahın, üzerinizdeki nimetini ve size indirdiği ki­tap ve hikmeti hatırlayın.” Duyurulmaktadır. Burada zikredilen “Nimet’.’ten maksat, İslam dini ve Allahın bu ümmete, özellikle verdiği diğer nimetlerdir. Bunları anmak ise Allaha emirlerinde itaat edip yasaklanndan kaçınarak şükret­mekle olur. Buradaki “Kitap”tan maksat, Kur’an-ı Kerim “Hikmef’ten maksat ise Resulullahm sünnetidir. “Hikmet” kelimesinin ne gibi mânâlara geldiği “Si­ze kitap ve hikmeti öğreten[66] âyetinin izahında zikredilmiştir. [67]

 

232- Kadınları boşadiğınızda, iddctlcrini tamamlayınca ve karı koca aralarında iyilikle anlaşmışlarsa, kadınları, kocalarıyla tekrar nikahlan-maktan men etmeyin. Bununla sizden Allaha ve âhiret gününe iman eden kimseye nasihat ediliyor. Bunlar sizin için daha faydalı ve daha temizdir. Allah bilir siz ise bilemezsiniz.

Kadınları boşadığmızda ve iddet süreleri de dolunca, kadınlar ve kocala­rı, aralarında anlaşmışlarsa ve kadın, yeni bir nikah ile kocasına dönmek istiyor­sa, artık kocalarına dönüp yeniden onlarla nikahlanmalanna engel olmayın. Al­lah bununla sizden, Allahı tasdik eden, onun rablığını kabul eden, öldükten son­ra dirilmeye ve hesaba çekilmeye iman edenlere nasihat ediyor. Kocaların, ka­dınlarını, tekrar mehir vererek nikahlamaları daha güzel ve Allah yanında daha hayırlıdır. Sizin ve kadınlarınızın kalbindeki şüpheyi gidennek bakımından da daha temizdir. Çünkü eşler arasında hâlâ bir sevgi bağı bulunduğu halde tekrar evlenmezlerse bu sevginin, onlan helal yoldan saptırıp harama düşürmesinden korkulur. Allah, sizlerin, birbirinize karşı bilemediğiniz gizlilikleri ve bütün ka­palı hususları bilir.

Allah teala, kadınların velilerine, onlnn evlenmelerine mâni olmalarını yasakladı. Çünkü Allah teala, evlenme teklifinde bulunan erkek ile evlenmesi istenen kadının kalblerindeki sevgiyi, birbirlerine karşı olan meyillerini bilmek­tedir. Veliler ise bunu bilmemektedirler.

Müfessirler, bu âyet-i kerimenin, kimin hakkında nazil olduğu hususunda çeşitli izahlarda bulunmuşlardır.

a- Hasan-ı Basri, Katade, Bekr b. Abdullah el-Müceni, Mücahid, İkrime ve Ebu İshak el-Hemedaniye göre bu ûyet-i kerime, Ma’kil b. Yeşnr hakkında nazil olmuştur. Bu hususta Hasan-ı Basri diyor ki:

“Ma’kıl b. Yesar, Resulullahın zamanında, kızkardeşini müsKim ani ardan bir erkekle evlendirmiş, kızkardeşi kocasıyla belli bir süre yaşadıktan sonra ko­cası onu bir talak ile boşamış, iddeti bitinceye kadar onu tekrar almamıştır. Fa­kat adamın kadında kadının da adamda gözü varmış. Adam Ma’kıle gelerek kız-kardeşini diğer dünürler gibi ondan istemiş Ma’kıl de ona “Behey âdi adanı, ben onu seninle evlendirerek sana ikramda bulundum sen ise onu boşadin. Vallahi o sana asla dönmeyecektir.” demiştir. Allah teala o erkeğin hanıma, hanımın da ona arzu ve ihtiyaç duyduklarını bildiği için bu âyeti indirmiş ve “Kadınları, tekrar kocalarıyla evlenmekten men etmeyin.” buyurmuştur. Ma’kıl bu âyeti duyunca; “Başüstüne rabbim, işittim ve itaat ettim.” demiş. Sonra da o adamı çağırarak: “Bunu seninle evlendiriyorum ve sana ikramda bulunuyorum.” de-miştir. [68]

b- Süddi ise bu âyet-i kerimenin, Cabir b. Abdullah el-Ensari ile amcası­nın kızı hakkında nâzi! olduğunu söylemiştir. Bu hususta Süddi diyor ki: “Cabir b. Abdullah el-Ensarinin amcasının bir kızı bulunuyordu. Onu kocası bir talakla boşadı. Kadın iddet bekledi ve iddeti bitti. Sonra kocası gelip karısını tekrar geri almak istedi. Bunun üzerine Cabir, “Amcamızın kızını boşadin. Şimdi de onun­la tekrar evlenmek mi istiyorsun?” dedi. Cabirin amcasının kızı ise kocasıyla tekrar evlenmek istiyordu. İşte bu âyet-i kerime onun hakkında nazil oldu.”

c- Abdullah b. Abbas, Mesruk, İbrahim en-Nehai, İbn-i Şihab ez-Zühri ve Dehhaka göre ise bu âyet-i kerime, karısını bir veya iki talakla boşayıp ta id­deti bittikten sonra tekrar onunla evlenmek isteyen kocası ile böyle bir evliliği isteyen ve fakat velisi tarafından engellenen kadın hakkında nazil olduğunu söy­lemişlerdir. İşte Allah teala böyle bir engellemeyi yasaklamıştır.

Taberi diyor ki: Bu âyetin izahında doğru olan görüş şudur: Allah teala bu âyet-i kerimeyi, kocalarından boşanarak iddetlerini bitirip onlardan ayrılan fakat üç talakla boşanmadıklan için tekrar kocalarına dönebilen, kocalarıyla ye­niden kendileriyle evlenilmek istenen ve kendilerinin de kocalarıyla evlenmek istedikleri ancak velileri tarafından evlenmelerine engel olunan kadınlar hakkın­da indirmiş ve böyle bir engeli yasaklamıştır. Bu âyetin, Ma’kıl b. Yesar ve kız­kardeşi hakkında nazil olması da muhtemeldir. Cabir b. Abdullah ve amcasının kızı hakkında da. Durum ne olursa olsun âyet-i kerime zikrettiğimiz mânâyı ih­tiva etmektedir.

Âyet-i kerimede zikredilen ve “Nikahlanmaktan men etmeyin” diye ter­cüme edilen ifadesinin asıl mânâsı “Onları sıkıştırmayın’1 de­mektir. Yani kanların yeni bir nikahla eski kocalarına dönmelerini istemeleri hallerinde sizler onların evlenmelerine engel olarak onları sıkıştırmayın, zorluğa düşürmeyin.” demektir.

Âyet-i Kerimede, “Kan koaca, aralarında iyilikle anlaşmışlarsa” buyunıl-maktadır. Yani, kan ve koca, aralarında yeni bir nikah ve yeni bir mehirle anlaş­malarsa” demektir.

Taberi diyor ki: “Asabeden bir velisi bulunmaksızın kadının nikahı sahih olmaz.” diyen görüşe bu âyette açık bir delil vardır. Zira bu âyette, kadının veli­sinin, kadının evlenmesine engel olması yasaklanmaktadır. Şayet kadının evlen­mesinde velinin yetkisi olmasaydı böyle bir yasaklama söz konusu olmazdı. [69]

 

233- Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler. Bu hüküm, emzirme­nin tamamlanmasını isteyen içindir. Annelerin yiyecek ve giyeceği, örfe gö­re çocuğun babasına aittir. Herkes ancak gücünün yettiği ile mesul tutulur. Ne anne çocuğu yüzünden ne de çocuk kendisine ait olan baba, çocuğu yü­zünden zarara uğratılsın. Babanın mükellefiyetleri aynen mirasçıya da ge­çer. Eğer kan koca aralarında İstişare ederek kendi istekleriyle çocuğu süt­ten erken keserlerse onlar için bir günah yoktur. Çocuklarınızı başkalarına emzirtmek isterseniz, anlaştığınız ücreti iyilikle verdiğiniz takdirde sizin için bir günah yoktur. Allahtan korkun ve bilin ki Allah, yaptıklarınızı çok iyi görendir.

Eğer kadınlar boşanmışlarsa ve emzirme çağında çocuklun da varsa,bun-lar çocuklarını tam olarak iki yıl emzirirler. Yani çocuklarını emzinneye başka­larından daha ziyade anneleri layıktır. Bu hüküm, babalar ve anaların, çocuğun tam olarak iki yıl emzirilmesi hususunda anlaşmaları halinde söz konusudur. Çocuğu emziren ananın yiyecek ve giyeceği, gücü ölçüsünde, emzirilen küçük çocuğun babasına aittir. Herkes ancak gücünün yettiği ile mes’ul tutulur. Kimse­ye gücünün yetmediği yük yüklenmez. Anne çocuğu emzirmeye razı olduğu takdirde babası çocuğu ondan ayırarak anneye zarar veremez. Baba da çocuğu yüzünden zarara uğratılmaz. Yani anne de emzirebikliği halde çocuğu emzirme-yip babasının üzerine atarak babaya zarar veremez. Çocuğun malı yoksa onun emzirme ücreti ve diğer nafakası çocuğun mirasçılarına yani velilerine aittir. Eğer çocuğun babası ve annesi anlaşarak çocuğun yararına olmak üzere, tam iki sene dolmadan onu sütten kesmek isterlerse bu takdirde onlara bir günah yok­tur. Ey babalar, çocukları anneleri emzirmek istemezler de onları annelerinden başka kadınlara emzirtmek isterseniz, Allanın, emzirenler için üzerinize farz kıl­dığı haklarını, emziren kendi annelerine veya süt annelere, zulmetmeden, eksik­siz olarak verdiğiniz takdirde sizin için bir güçlük ve günah yoktur. Allahtan korkun ve koyduğu hudutları aşmaktan sakının. Yoksa cezasını hak edersiniz. Bilin ki Allah, sizi devamlı kontrol altında tutar ve işlerinizden hiçbir şey ona gizli kalmaz.

* Kocasından boşanmış olan anne, iki yıl içinde çocuğu emzirmeye baş­kalarından daha layıktır. Anne bu süre içinde çocuğu eer-i misil ile emzirmeyi kabul ettiği takdirde baba çocuğu başka bir kadına emzirtmez. Çünkü annenin sütü çocuk için daha faydalı ve annenin çocuğa şefkati başkalarından daha faz­ladır. Diğer yandan çocuğu emzirme durumunda bulunan bir annenin, sadece babaya zarar vermek için çocuğu emzirmekten kaçınması caiz değildir. Çünkü bu davranışın kurbanı, masum olan çocuktur. Ancak çocuğun babası emzirme ücretini verecek kadar zengin ise anne çocuğu emzirme mecburiyetinde değil­dir. Bu hususta başka bir âyet-i kerimede şöyle Duyurulmaktadır: “Boşanmış kadınlar eğer çocuklarınızı emzirirlerse ücretlerini verin. Meselelerinizi aranızda güzellikle halledin. Eğer hallcdcmczscniz çocuğu, babası hesabına başka bir kadın emzirecektir.” [70]

Süddi ve Dehhaka göre, âyet-i kerimede zikredilen: ı!Anneler”den mak­sat, kocalarından talak-ı bâin ile boşanmış ve kendilerini boşayan kocalarından emzirme çağında çocukları bulunan annelerdir.

Âyet-i kerimede, annelerin çocuklarını tam iki yıl emzirecekleri ifade edilmektedir. Bu ifadeden, annelerin, çocuklarını emzirme mecburiyetinde ol­dukları anlaşılmaktadır. Bu ifadede, annelerin çocuklarını emzirmede öncelik haklarına sahib oldukları belirtilmektedir. Zira başka bir âyette de: “İddct bek­leyen kadınlar eğer çocuklarınızı emzirirlerse ücretlerini verin. Meseleleri­nize aranızda güzellikle halledin. Eğer hallcdcmczscniz çocuğu babası he­sabına başka bir kadın emzirecektir. [71] Duyurulmaktadır. Görüldüğü gibi bu âyet-i kerimede, annenin çocuğu emziremeyeceği ihtimali de zikredilmiştir.

Âyet-i kerimede, annelerin çocuklarını iki yıl emzirecekleri beyan edilir­ken “İki yıl” ifadesi, “Tam” anlamına gelen kelimesiyle pekiştirilmiş­tir. Bunun sebebi, Arapçada bir yıldan fazla olan süreler için “İki yıl” ifadesinin kullanılmasıdır. “İki yıl”ın eksiksiz olduğunu belirtmek için kelimesi kullanılmıştır.

Müfessirler, iki yıl emzirmenin, doğan her çocuk için mi yoksa özellikle belli süreler içerisinde doğan çocuklar için mi geçerli olduğu hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbas, îkrime ve Hz. Osmandan nakledilen bir görüşe gö­re burada zikredilen iki yıl emzirme süresi, annelerinden erken doğan çocuklar için söz konusudur. Abdullah b. Abbas: “Çocuğun ana karnında taşınması ve sütten kesilmesi müddeti otuz aydır. [72] âyetini gözönünde bulundurarak, çocuğun, anne kanımda kalma süresine göre emzirme süresinin tayin edileceği­ni ve her ikisinin otuz ayı aşmayacağını söylemiştir. Bu itibarla Abdullah b. Ab-basa göre altı aylık iken doğan çocuk tam iki yıl emzirilir. Yedi aylık iken do­ğan çocuk yirmi üç ay emzirilir. Dokuz aylık çocuk ise yirmi bir ay emzirilir.

Ebu Ubeyde bu hususta diyor ki: “Altı aylık hamile iken doğum yapan bir kadın Hz. Osmana şikayet edildi. O da “Bu kadın şikayet edildi, kanaatime göre bu, şer bir iş yaptı. Altı ;ıy içinde doğum yaptı.” dedi. Bunun üzerine Ab­dullah b. Abbas: “Emzirme süresi tam olarak alındıktan sonra hamilelik süresi altı ay kalır.” dedi ve “Onun, annesinin karnında kalması ve memeden kesil­me süresi otuz aydır[73] âyetini okudu. Emzirme süresi tamamlanacak olursa hamilelik süresi altı ay olur.” dedi. Bunun üzerine Iiz. Osman kadını ser best bıraktı.

b- Ali b. Ebi Talhanın, Abdullah b. Abbastan rivayetine, Ata’ya ve Sevri-ye göre buradaki “İki yıllık emzirme süresi” anne ile babanın emzirilme süresi üzerinde anlaşamadıkları her çocuk için geçerli olduğunu söylemişlerdir. Çocu­ğun erken veya geç doğması farksızdır. Bu hususta Sevri diyor ki: “Baba ile an­ne, çocuğun emzirilmesi süresinde ittifak edecek olurlarsa iki yıldan az bir süre için emzirilmesine karar verebilirler. Şayet emzirme süresi hususunda ittifak edemezlerse, mesela baba iki yıldan daha az bir süre ister veya anne bunu ister fakat baba istemeyecek olursa bu takdirde, çocuğun iki yıl emzirilmesi gerekir.

c- Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Mes’ud, Alkame ve Şa’bî’ye göre bu âyette emzirme süresinin iki yıl olarak zikredilmesinin sebe­bi, süt emzirmenin ne zaman sona ereceğini belirtmektir. Bunlara göre süt em­me ile ilgili olan hükümler, çocuğun iki yaşının dolmasına kadar emmesi halin­de geçerlidir. İki yıldan sonra emerse süt emmiş sayılmaz. [74]

d- Katade ve Rebi’ b. Enesten nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyetin “Anneler çocuklarım tam iki yıl emzirirler.” bölümü, annelerin çocuklarını iki yıl emzirmelerini farz kılmıştı. Sonra Allah teala bunu hafifleterek “Bu hüküm, emzirmenin tamamlanmasını İsteyen içindir.” hükmünü indirdi. Böylece an­ne ile babayı, iki yıl emzirme süresini tamamlayıp tamamiamamakta serbest bı­raktı. Onlar dilerlerse çocuğu iki yıl emzirirler dilerlerse çocuğun faydasını dü­şünerek sütten daha erken keserler.

Taberi diyor ki: “Âyetin “Anneler çocuklarını iki yıl emzirirler.” bölümü­nün izahındaki görüşlerden tercihe şayan olan görüş, ikinci ve üçüncü görüşler­dir. Bu da özetle şudur: “Âyet-i kerime, çocuğun emzirilme süresinde ihtilaf eden anne ve babaya, çocuğun emzirilme süresini bildirmektedir. Ayrıca.âyet, süt emzirme hükümlerinin, iki yaşına kadar emen çocuk için geçerli olduğunu, ondan sonra emen çocuk için geçerli olmadığını beyan etmektedir.

Taberi bu görüşü tercih ediş sebebi olarak, özetle şunları söylemektedir: “Allah teala bu âyette, emzirmeye bir sınır koymuştur. Elbette ki Allanın koy­duğu sınırın içinde bulunanla bulunmayan aynı hükme tabi değildir. Aksi halde, sınır koymanın bir anlamı olmaz. Allah teala, emzirmeye iki yıl süre koyduğuna göre elbetteki bu sürenin dışındaki emzirmeler herhangi bir hüküm ifadeletmez­ler. Diğer yandan, âyet-i kerimede “Çocuklar” kelimesi, umumi olarak ifade edilmiştir. Bunlan, belli aylarda doğan çocuklara tahsis etmeye dair hiçbir delil olmadığından, tahsis edildiğini söylemek isabetli değildir.

Âyet-i kerimede “Annelerin yiyecek ve giyeceği örfe göre çocuğun ba­basına aittir.” Duyurulmaktadır. Burada zikredilen “Örfe göre” ifadesinden maksat, çocuğu emziren annenin benzeri olan annelere yedirilen ve giydirilen­lerdir. Allah teala, kullarının imkânlar bakımından birbirlerinden farklı olacak­larını bildiği için böyle emretmiştir. Nitekim başka bir âyet-i kerimede: “Var­lıklı kimse, nafakasını varlığı ölçüsünde versin. Rızkı darlan da, Allanın kendisine verdiği kadarıyla versin. [75] bu yutulmaktadır.

Âyet-i kerimede: “Herkes ancak gücünün yettiği ile mcs’ul tutulur.”

Doyurulmaktadır. Yani erkekler, boşamış oldukları hanımlarının çocuklarını emzirmeleri durumunda, ancak güçlerinin yettiği ölçüde onlara ücret vermekle yükümlüdürler.

“Güc yetirme” diye tercüme edilen kelimesi hakkında Taberi di­yor ki: “Bunun asıl mânâsı, kişinin zorlanmadan güç yetirmesi” demektir. Kişi­nin, zorlanarak güç yetirmesine ise denir.

Âyet-i kerimede: “Ne anne çocuğu yüzünden ne de çocuk kendisinin olan baba, çocuğu yüzünden zarara uğratılsın,” buyurulmaktadır. Süt emzi­rerek olan annenin, babayı sıkıntıya sokması çocuğu emzirmekten çekinmesiyle olur. Babanın anneye zarar vermesi ise, onun Çocuğu emzirmesine engel olarak üzüntüye düşürmesiyle olur. Âyet-i kerime, babaya, çocuğunu emzirme süresin­de, annesinden ayırmamasını, anneyi de emzirme süresinde çocuğu reddetme­mesini istemektedir. Bu âyette zikredilen “Anne”den maksat, Mücahid, Katade, Hasan-ı Basıi, Dehhak, Süddi, Zühri, Süfyan es-Sevri, İbn-i Zeyd ve Ataya gö­re, çocuğu doğuran kadındır. İkrimeye göre ise, çocuğu emziren süt annesidir.

Taberi âyet-i kerimenin izahında diyor ki: “Madem ki Allah teala, çocuk­ları yüzünden anne ve babanın her birinin diğerine zarar vermesini yasaklamış­tır. 0 halde hakimin çocuk hususunda şu şekilde karar verme yetkisi vardır. “Şayet erkek, karısından tamamen ayrıldıktan sonra çocuğunu karısından almak isterse kadın da onu, başkalarının bakabileceği ve emzirebileceği bir ücretle ba­kacağını ve emzireceğini tekeffül ederse, çocuğu babadan alıp anneye verir ve çocuğun anneye ihtiyacı bulunduğu sürece böyle yapar. Keza hakim, çocuğun, annesinden başkasını emmemesi halinde veya babasının, emzirecek bir süt an­nesi bulamaması halinde yahut babası fakir olup ta emzirme ücreti veremediği için süt annesi tutamadığı ve çocuğu ücretsiz olarak emzirecek birini de bulama­dığı halde, kadını, çocuğu emzinneye ve büyütmeye icbar etme hakkına sahip­tir. Aksi takdirde anne ve babadan herbiri dolaylı yolla da olsa, çocukları yü­zünden birbirlerine zarar vermiş olurlar.

Âyet-i kerimede: “Babanın mükellefiyetleri aynen mirasçıya da ge­çer.” Duyurulmaktadır. Müfessirler, bu âyet-i kerimede zikredilen: “Vâris”ten ve onun miras bırakanından kimin kastedildiği hakkında farklı görüşler zikret­mişlerdir.

1- Katade ve Süddi gibi bazı âlimlere göre burada zikredilen “Vâris”Ier-den maksat, meme emen çocuğa mirasçı olacak kimselerdir. Miras bırakacak olandan maksat ise çocuktur. Buna göre âyetin bu bölümünün izahı şöyledir: “Meme emmekte olan çocuğun ölmesi halinde ona mirasçı olacak kimseler de, çocuğun sağ kalan babası gibi süt emziren anneye yiyecek ve giyecek temin et­mekte yükümlüdürler. Buradaki “Mirasçılardan maksadın, çocuğun mirasçıları olduğunu söyleyen âlimler bu mirasçıların kimler olduğu hususunda çeşitli gö­rüşler zikretmişlerdir.

a- Hasan-ı Basri, Said b. el-Müseyyeb, Abdullah b. Utbe, İbrahim en-Ne-hai, Mücahid, Ata, Katade ve Dehhaka göre, çocuğun mirasçılarından maksat, babası tarafından asabe sayılan mirasçılarıdır. Onlar, çocuğun kardeşi, kardeşi-ran-oğlu, amcası, amcasının oğlu vb. asabeleridir. Bu hususta Said b. el-Müsey­yeb diyor ki: “Ömerb. el-Hattab, usulü ve füruu bulunmayan bir kişinin nafaka­sı hakkında, amcasının oğullarını, diyette âkile oldukları gibi nafaka için de so­rumlu tutmuş ve bu konuda vazifelerini yapmadıklarından dolayı hapsetmiştir. Başka bir rivayete göre bu nafaka, süt emzirme nafakasıdır. Dehhak diyor ki: “Şayet bir çocuğun babası ölür de çocuğun malı bulunacak olursa onun emziril­me ücreti kendi malından alınır. Eğer malı yoksa asabesinin malından alınır. Asabesinin de malı yoksa, annesi çocuğu emzinneye mecbur edilir.

b- Katade ve diğer bazı âlimlere göre burada ifade edilen “Çocuğun mi-rasçıları”ndan maksat, çocuğa mirasçı olacak kadın ve erkek. Çocuğun sadece babası tarafından asabe olan erkek akrabaları değildir. Bu hususta Zühri diyor ki: “Hz. Ömer, çocuğa mirasçı olan üç kişinin hepsini de süt emme ücretini ver­meye mecbur etmiştir.

c- Ebu Huzeyfe, Ebu Yusuf ve Muhammede göre, buradaki, “Çocuğun mirasçıları”ndan maksat, kendisiyle evlenmeleri ebediyyen haram olan mirasçı­larıdır. Mesela: Teyzesi, halası, amcası, dayısı gibi. Amcasının oğlu mirasçı sa­yılmaz. Bu sebeple de süt emme ücretinin venne mecburiyeti yoktur.

2- Bişr b. Nasr, Kubeyse b. Züeyb ve Dehhaktan nakledilen diğer bir gö­rüşe göre bu âyette zikredilen “Vâris”ten maksat, çocuğun kendisidir. Bu izaha göre âyetin mânâsı şöyledir: “Baba öldükten sonra çocuğu emzirme nafakası ve diğer yükümlülükler babaya imrasçi olan ve annesini emmekte olan çocuğa ait­tir.

3- Süfyan es-Sevriye göre buradaki mirasçıdan maksat, çocuğun anne ve babasından sağ kalmış olandır. Hangisi sağ kalmışsa çocuğu emzirme yükü ve nafakası ona ait olur.

Âyet-i kerimede “Babanın mükellefiyetleri aynen mirasçıya da ge­çer.” buyurulmaktadır. Burada mirasçılara geçecek olan yükümlülüklerden ne­yin kastedildiği hakkında farklı görüşler zikredilmiştir.

a- İbrahim en-Nehai, Abdullah b. Utbe, Şa’bi, Hasan-ı Basri, Mücahid, Ata, Abdullah b. Abbas ve Katadeye göre burada mirasçılara intikal eden yü­kümlülükten maksat, çocuğu emzirme mükellefiyeti ve nafakasıdır. Şayet çocu­ğun anne ve babası ölürse ve çocuğun da emzirme nafakası bulunmazsa bu na­fakayı çocuğun mirasçıları ödemek zorundadırlar.

b- Dehhak, Mücahid ve Zühriden nakledilen diğer bir görüşe göre miras­çılara intikal eden mükellefiyetten maksat çocuğu emzirecek olan anneyi zarara sokmama ve çocuğu emziren anne tarafından zarara uğratılmamaktır. Yani mi­rasçılar da çocuğu annesinden çekip almaya kalkışmamalı anne de çocuğu em-zirmeyerek onları zarara sokmamalıdır.

c- Dehhaktan nakledilen diğer bir görüşe göre bu ifadenin mânâsı şöyle­dir: Babanın ölümünden sonra ona mirasçı olan ve annesini emmekte olan çocu­ğa da emzirme nafakalarım yükleme bakımından, babasının mükellefiyeti gibi bir mükellefiyet vardır. Yani çocuğun babası ölürse, emziren annenin yiyecek ve giyeceği çocuğa ait olur. Şayet çocuğun malı yoksa asabesinden alınır. Onla­rın da yoksa anneye herhangi bir ücret verilmez ve çocuğunu emzirmeye mec­bur edilir.

d- Ata ise âyetin bu bölümünü şöyle izah etmiştir: “Mirasçı olana da Al­lah tealanın zikrettiği gibi şeyler vardır.”

Taberi diyor ki: “Bu görüşlerden tercihe şayan olanı şudur: Âyette zikredilen vâristen maksat, Kubeyse b. Züeyb ve Dehhakın dediği gibi, annesini em­mekte bulunan çocuktur. Annesinin örfe göre yiyecek ve giyeceği, babasına farz okluğu gibi babası yoksa bu masraflar çocuğa ait olur. Ancak annenin muhtaç olması ve kocasının bulunmaması gerekir. Şayet anne muhtaç değilse çocuk an­nesine sadece emme ücretini vermekle yükümlüdür, yedirme ve giydirme ile yükümlü değildir.

Âyeti kerimede: “Eğer kan koca aralarında istişare ederek, kendi is­tekleriyle çocuğu sütten erken keserlerse onlar için bir günah yoktur.” buyurulmaktadır.

Müfessirler, anne ile babanın ne zaman anlaşarak çocuklarını sütten kes­meleri halinde kendileri için bir günah olmayacağı hususunda iki görüş zikret­mişlerdir.

Süddi, Katade, Mücahid, Zühri, Siifyan es-Sevri ve İbn-i Zeyd buradaki: “Anne ve babanın anlaşacakları süre”nin iki yıldan daha az olabilecek bir süre olduğunu zikretmişlerdir. Yani anne ve baba, çocuğun emzirilme süresi husu­sunda aralarında ittifak sağlayacak olurlarsa iki yıl dolmadan sütten kesebilirler. Bunda onlar için bir günah yoktur. Şayet anlaşamazlarsa emzirme iki yıla ta­mamlanır.

Abdullah b. Abbas ve Mücahidden nakledilen başka bir görüşe göre, an­ne ve babanın, üzerinde ittifak edecekleri süre, herhangi bir zaman olabilir. İki yıldan daha az da olabilir çok da. Anne ve baba ittifak ettikleri takdirde çocuğu iki yıldan daha az da emzirebilirler daha çok da.

Taberi diyor ki: “Bu görüşlerden tercihe şayan olan, birinci görüştür. Zira çocuğun emzirilmesinin son sının iki yıl olarak belirlenmiştir. Artık anne ve ba­banın iki yılı uzatmada istişare edip karar vernıeleri söz konusu olmaz.

Ayet-i kerimede: “Çocuklarınızı başkalarına emzirtmek isterseniz, anlaştığınız ücreti iyilikle verdiğiniz takdirde sizin için bir – ünah yoktur.”

buyurulmaktadır. Yani çocuklarınızın öz anneleri, onlan emzirmemekte diretir­ler veya sütlerinin kesilmesi gibi herhangi bir sebepten dolayı çocuklarınızın ha­yatlarının tehlikeye gireceğinden korkarsanız. Örfe göre ücretlerini verdiğiniz takdirde çocuklarınızı başka annelere emzirtmenizde bir mahzur yoktur. Yani çocukları asıl anneleri emzirmezler veya emziremeyecek durumda olurlarsa ve­lilerin süt annesi tutmaları caizdir.

Ayette kendilerine emzirme ücreti verilmesi istenen annelerden kimin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikredilmiştir.

a- Mücahid, Süddi ve Ataya göre burada, kendilerine emzirme ücreli ve­rilmesi istenen anneler, çocukları daha (ince emziren asıl anneleridir. Bunlara göre âyetin izahı şöyledir: Çocuklarınızı emziren asıl anneleri belli bir mazeretten dolayı onlan emziremeyecek olurlarsa onlara emzirdikleri kadar ücretlerini vermeniz şartıyla çocuklarınız için yeni süt annesi tutmanızın bir mahzuru yok­tur.

b- Katade ve İbn-i Şihab ez-Zühriye göre ise bu âyetin mânâsı şöyledir: “Çocuklarınızın annesiyle istişare ederek kendi isteğinizle çocuklarınızı emzirt­mek istediğiniz takdirde sizin için bir günah yoktur.

c- Süfyan es-Sevriye göre ise burada, kendilerine ücretleri verilmesi em­redilen annelerden maksat, süt anneleridir. Bunlara göre âyetin izahı şöyledir: Çocuğun asıl annesi Örfe göre verilen ücretle çocuğu emzirmediği takdirde süt annelerine ücretlerini vererek çocuklarınızı emzirtmekte sizin için bir mahzur

yoktur.

Taberi diyor ki: “Âyetin izahında tercih edilen görüş, âyeti şöyle izah eden görüştür. “Boşadığmız ve daha önce çocuklaıınızı emziren annelerine ve daha sonra tuttuğunuz süt annelerine emzimıe ücretini verdiğiniz hakle asıl an­nelerinin, çocukları emzirme müddetinin sonuna kadar emzinnedikleri takdirde, süt annesi tutmanızda sizin için bir mahzur yoktur.” Taberi sözlerine devamla diyor ki: “Bu görüşün tercih edilişinin sebebi, âyet-i kerimenin, çocuğu emzire-cek olan annelere ücretlerinin verilmesini genel bir şekilde ifade etmesidir. Bu genel ifadeyi, sadece boşanmış ve çocuğunu emzinneye devam eden öz annele­re tahsis etmenin yahut öz annelerin emzimıemesi yüzünden tutulan süt annele­rin ücretine tahsis etmenin bir anlamı yoktur. Âyet, her ikisinin de hak ettikleri ücretlerinin verilmesini emretmiştir. [76]

 

234- Sizden, ölen ve geride eş bırakan erkeklerin eşleri dört ay on gün iddet beklerler. İdctlcrini tamamlayınca, kendileri için meşru bir su­rette yaptıkları işlerden size bir günah yoktur. Allah, yaptıklarınızdan ha­berdardır.

Ölen erkeklerin eşleri, kendilerine meşru olan bazı şeylerden, iddeî süresi içerisinde, ölen kocalarına hürmeten kendilerini çekmek zorundadırlar. Yani on­lar, evlenemez, koku sürünemez. Süslü elbiseler giyemezler ve bu duruma dört ay on gün devam etmek zorundadırlar. Hamile olanlar ise bu duruma doğum ya­pıncaya kadar devam ederler. Ey kadınların velileri, onlar iddet sürelerini ta­mamlayınca evlenmeleri, koku sürünmeleri, süslenmeleri ve Allanın kendileri için mubah kıldığı diğer işleri yapmalarına müsaade etmenizde sizin için bir zorluk ve günah yoktur. Bilin ki sizin işlerinizden hiçbir şey Allaha gizli kal­maz.

Bu âyet-i kerime, kocası ölen kadının dört ay on gün iddet beklemek zorunda olduğunu beyan etmektedir. Ancak kocası ölen kadın hamile ise bunun iddeti doğum yapması ile sona erer. Bu süre, doğumun meydana gelmesine göre dört ay on günden az da olabilir çok ta. Bu hususta Abdullah b. Utbe diyor ki:

“Sübey’a” ismindeki bir kadın Sa’d b. Havlenin karısı idi. Sa’d, Amir oğullarından ve Bedir savaşına katılanlardan bir kimse idi. Sübey’a hamile iken Sa’d Veda haccında vefat etti. Sa’dın vefatından kısa bir süre sonra kadın doğum yaptı. Nifas halinden temizlenince kendisini istemeye gelenlere karşı süslenme­ye başladı. Abdüddar oğullarından Ebu es-Senabil b. Ba’kek, Sübey’anın yanına gitti ve ona: “Bakıyorum süsleniyorsun. Belki de evlenme ümidindesin. Vallahi sen kocanın ölümünden sonra dört ay on gün geçmedikçe evlenemeyeceksin.” dedi.

Sübey’a diyor ki: “Ebu es-Senabil bunu bana söyleyince akşam dış kiyafetlerimi giydim. Resulullaha gittim ve ona bu meselenin hükmünü sordum. Re-sulullah bana, doğum yapmamdan sonra başkalarıyla evlenmemin helal olduğu­nu ve imkân çıkarsa hemen evlenebileceğimi emretti. [77]

Ölen kocaları için, hamile olmadıkları takdirde dört ay on gün iddet bek­leyen kadınlara nelerin yasaklandığı hususunda müfessirler farklı görüşler zik­retmişlerdir:

a- Ümmü Seleme, Hafsa, Ümmü Habibe, Hz. Aişe, Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Abbastan nakledilen bir görüşe göre, kocasının ölümü sebebiyle id­det bekleyen kadın, iddeti bitmeden evlenemez, süslenemez, güzel kokular sü-rünemez ve kocası ölmeden önceki bulunduğu evden aynlıp başka bir eve gide­mez. 2ira âyet-i kerime genel bir ifade beyan etmiş ve kadının iddet beklemesi­ni emretmiştir. Koku sürme, süslenme ve kocasının evini terkedip başka yerde kalma meseleleri de evlenmeme emrinde olduğu gibi âyetin genel ifadesine ta­bidir. Zira koku sürünmeme, süslenmeme ve kocanın evinden başka yerde kal­mama hakkında Resulullah (s.a.v.)den sahih olan şu hadis-i şerifler zikredilmiş­tir.

Ümmü Seleme diyor ki:

“Bir kadın Resulullaha geldi ve dedi ki: “Ey Allahın Resulü, kızımın ko­cası Öldü. Onun gözleri ağrıyor o gözlerine sürme çekebilir mi?” Resulullah (s.a.v.) iki veya üç defa “Hayır” dedi. Soran devamla buyurdu ki: “Onun iddeti dört ay on gündür. Sizler cahiiiye döneminde ancak bir yıl bekledikten sonra kı-ğıları (deve, koyun, keçi gibi hayvanların dışkılarını) serpiyordunuz. “Hümeyd diyor ki: “Ben, hadisi Ümmü Selcmeden rivayet eden Zeynebe dedim ki: “Bir yıl sonra kığılan saçmanın mânâsı nedir? Zeyneb dedi ki: “Bir kadının kocası öldüğü zaman evlerin en kötüsüne girer ve elbiselerin en çirkinini giyerdi, koku sürünmezdi Böylece bir yıl geçirirdi. Sonra ona eşek veya koyun yahut kuş gibi bir hayvan getirilirdi. Kadın, âdet kanını ona sürerdi. Kadının âdet kanını sürdü­ğü hayvanlardan pek azı ölmezdi. Sonra kadın evden dışarı çıkardı. Ona kığı ge­tirilirdi, onu serperdi ve ondan sonra koku sürme ve diğer şeylerden dilediğini yapmaya tekrar dönerdi. [78]

Hz. Hafsa ve Hz, Aişe, Resulullah (s.a.v.)’in şöyie buyurduğunu rivayet etmişlerdir:

“Allaha ve âhiret gününe iman eden herhangi bir kadının, kocası dı­şında herhangi bir ölü için üç günden fazla yas tutması helal değildir. [79]

Taberi diyor ki: “Kadimn kocasının evinden taşınmayacağına dalı delil olarak su hadis-i şerif zikredilmiştir:

“Ebu Said el-Hııdnnin bacısı Fürey’a bint-i Mâlik demiştir ki:

Kocası, kendisine ait, yabancı adamları (kölelerini) getirmeye gitmiş sonra “Kaddum” denen yerde öldürülmüş.” Fürey’a diyor ki: “Resulullaha gittim ona, bulunduğum evden çıkıp ailemin evine gitmek istediğimi söyledim ve kal­dığım evin durumunun iyi olmadığını anlattım. Resulullah önce taşınmam için bana izin verdi. Sonra beni geri çağırdı ve dedi ki: “Vâde bitinceye kadar ailenin yanında kal[80]Bu hususta Hz. Aişenin, kocası ölen kadın hakkında, iddeti bitinceye kadar yas tutmasına/renkli ve kokulu elbise giymemesine, içinde ko­ku bulunan sünneyi kullanmamasına dair fetva verdiği zikredilmektedir. Abdul­lah b. Ömer’in de, kocası Ölen kadının sürme çekemeyeceğini, iddet beklediği yerden ayrılamayacağını ve renkli elbiseler giyemeyeceğini söylediği rivayet edilmektedir.

b- Atanın, Abdullah b. Abbastan naklettiğine ve Hasan-ı Basriye göre ise kocası ölen kadın dört ay on gün iddet beklerken yasaklanan şey sadece evlcn-memesidir. Bunlara göre kocası ölen kadın koku sürünebilir, süslenebilir, koca­sının evinden çıkıp başka yerde iddet bekleyebilir. Zira Allah teala, kocası ölen kadına, sadece evlenmemesi İçin iddet beklemesini emretmiştir. Nitekim Esma bint-i Umeys, kocası Cafer ölünce Resulullahın ona şöyle söylediğini rivayet et­miştir. “Üç gün yas elbisesini giy. Ondan sonra dilediğini yap.”

Taberi birinci görüşü tercih etmiş ve bu görüşte olan âlimlerin, Esma bin-ti Umeysden rivayet edilen hadisi şu şekilde izah ettiklerini söylemiştir. “Resıı-hıllahm Esmaya üç güne kadar yas elbisesini giyip üç günden sonra çıkannasini emretmesi onun, kocası ölen kadına yas tuünasmı kaldırdığını ifade etmez. Bu­rada Resulullah Esmaya üç güne kadar belli bir yas elbisesini giymesine izin vermiş üç günden sonra ise her türlü yas elbisesini giyebileceğini beyan etmiş­tir. Elbetteki bu elbiseler süslü ve kokulu elbiseler olmayacaktır. Nitekim bir kı­sım elbiseler vardır ki onlar süslü ve kokulu değildirler. Bununla birlikte yas için giyilen çok özel elbiseler gibi de değildirler. Bunların, yas süresi içinde gi­yilmeleri Resulullah tarafından serbest bırakılmıştır. [81]

 

235- İddet bekleyen kadınlara, kapalı bir şekilde evlenme teklif etme­nizde veya bu isteği içinizden geçirmenizde sizin için bir günah yoktur. Al­lah onları yakında anacağınızı bilmektedir. Fakat onlarla gizlice vaadlcş-meyin. Ancak meşru bir şey konuşmanız müstesnadır. İddct bitinceye ka­dar nikah akdine kalkışmayın. Bilin ki Allah, içinizde olan şeyi bilir. O hai-dc ondan çekinin. Bilin ki Allah, çok bağışlayan ve çok yumuşak davranan­dır.

Ey erkekler, iddet bekleyen kadınlara açıkça değil de imalı yollarla, ev­lenme isteğinde bulunduğunuzu bildirmenizde size bir sıkıntı ve günah yoktur. Onlara, nikahlama niyetinde olduğunuzu söylemediğiniz halde içinizden geçir­menizde de bir günah yoktur. Allah, iddet bekleyen o kadınlar hakkındaki dü­şüncelerinizi yakında açıklayacağınızı bildiği için bu imalı konuşmaları size mubah kıldı. Onlarla zina ve çirkin bir fiil için anlaşmayın. Doğru dürüst konu­şun. Bu şekilde konuşmanız da, açıkça evlenme teklifi yapmadan onlarla nikah­lanmak istediğinizi imalı yollarla hissettirmenizdir. İddet bitinceye kadar nikah akdine kalkışmayın. İddet süresi bitmeden onlarla nikah yapmayı sahih kabul etmeyin, geçerli saymayın. Bilin ki Allah, içinizde olan şeyi, kadınlarla gizlice vaadleşme ve benzeri şeyleri bilir. O halde ondan çekinin. Yine bilin ki Allah, çok bağışlayan ve çok yumuşak davranandır. O, günâhları örten ve ceza verme­de acele etmeyendir.

Ayet-i kerimede: “İddct bekleyen kadınlara kapalı bir şekilde evlen­me teklif etmenizde sizin için bir günah yoktur.” Duyurulmaktadır. Bu âyeti kerime, kocaları Ölmüş olan kadınlara, iddetlerini beklerken imalı bir şekilde evlilik teklifinde buîunulabileceğine müsaade etmektedir. Kocası ölen kadın id­det beklerken ona açıktan evlenme teklif yapılamaz. Ancak imalı bir şekilde ya­pılır. İmalı şekilde evlenme teklifinin nasıl olacağı hususunda müfessirler şunla­rı zikretmişlerdir:

Abdullah b. Abbasa göre bu imalı teklif “Ben evlenmek istiyorum.” “Ben, şöyle şöyle olan bir kadınla evlenmek istiyorum.” “Ben inşallah senin dı­şında biriyle evlenmek istemiyorum.” “Ben, saliha bir kadınla evlenmek istiyo­rum.” “Beni de hesaba katmadan nikah hakkında karar vermemen gerektiği ka­naatindeyim.” “Allahin, benimle senin aranı müsait hale getirmesini isterim.” şeklindeki sözlerle olabilir.

Mücahide göre ise bu teklif, erkeğin kadına: “Sen güzelsin, sen geçer ak­çesin.” “Senin sonun hayırlıdır.” şeklindeki sözler olabilir.

Said b. Cübeyre göre bu teklif “Ben evlenmek istiyorum. Evlendiğim tak­dirde hanımıma çok iyi davranacağını.” “Ben sana bir şeyler vereceğim.” “Ben sana iyilikte bulunacağım.” “Ben sana şunu ve şunu yapacağım.” şeklindeki sözler olabilir.

Abdurrahman b. Kasıma göre: “Vallahi ben senin hakkında istekliyim.” “Ben sana karşı çok harisim.” şeklindeki sözler olabilir.

Kasım b. Muhammede göre ise: “Şüphesiz ki sen güzelsin.” “Şüphesbiz ki sen geçerli bir akçesin.” “Şüphesiz ki senin sonun hayırlıdır.” “Şüphesiz ki ben senin hakkında istekliyim.” Ben sana karşı harisim.” “Ben sana hayranım.” şeklindeki sözler olabilir.

İbrahim en-Nehaiye göre evlenme teklifi kadına hediye vermekle de ola­bilir.”

Diğer bazı müfessirler de kocası ölen kadına iddetini beklerken yapılacak imalı evlilik tekliflerinin bunlara benzer sözlerle olabileceğini zikretmişlerdir. Ancak hepsi de açıktan evlilik teklifinin caiz olmadığı hususunda ittifak etmiş­lerdir. Zira daha Önce de belirtildiği gibi âyetin devamında açıkça evlenme tek­lifi yasaklanmıştır.

Taberi, kocasının ölümü sebebiyle iddet bekleyen kadına ima yoluyla ev­lilik teklifi ile açıktan evlilik teklifinin farklı hükümlere tabi oldukları gibi iffet­li bir kadına zina isnadında da, imalı bir şekilde zina isnadıyla açıktan zina isna­dının farklı hükümlere tabi olduklarını söylemiştir.

Âyet-i kerimenin devamında “Fakat onlarla gizlice vaadleşmcyin.” bu­yuru İm aktadır. Müfessirler burada yasaklanan “Gizlice vaadleşmekten” maksa-tın ne okluğu hakkında farklı görüşler zikredmişlerdir.

a- Cabir b. Zeyd, Ebu Miclez, Hasan-ı Basri, İbrahim en-Nehai, Katade, Dehhak, Abdullah b. Abbas ve Rebi’ b. Enese göre “Gizlice vaadleşmekten” maksat, zina edeceklerine dair gizlice anlaşmalarıdır.

b- Said b. Cübeyr, Şa’bi, Mücahid, İkrime, Süddi, Katade, Süfyan es-Sev-ri ve Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen “Gizlice vaadleşmek”ten maksat, bir erkeğin, kocasının ölümü sebebiyle iddet Bekleyen kadından, kendisinden başka bir erkekle evlenmeyeceğine dair söz al maşıdır.

c- Mücahidden nakledilen başka bir görüşe göre burada zikredilen “Gizli­ce vaadi eşmekten” maksat, kocasının ölümü sebebiyle iddet bekleyen kadına bir erkeğin: “Beni düşünmeden kendin hakkında karar venne.” şeklindeki sözüdür.

d- İbn-i Zeyde göre ise burada zikredilen “Gizlice vaadlcşmek”ten mak­sat, kocasının ölümü sebebiyle iddet bekleyen kadınla gizlice nikah akdi yap­maktır.

Taberiye göre bu görüşlerden tercihe şayan olanının, gizlice vaadlcşmek-ten maksadın, zina yapmaya dair anlaşmak olduğunu söyleyen görüştür. Zira âyet-i kerimede geçen ve “Gizlice” diye tercüme edilen kelimesinin Taberiye göre üç anlamı vardır. Bunlar da kadının erkekle cinsi münasebette bulunması veya kişinin bir şeyi içinde gizlemesi yahut da kişinin toplum içinde şerefli biri olması mânâlarıdır. Âyette zikredilen kelimesini, kişinin kavmi içinde şerefli olması mânâsına almak mümkün olmadığından diğer iki mânâdan birine yorumlamak zaruridir. Bu mânâlardan: “Kişinin içinde bulun­duğu sır” mânâsına yorumlamak da doğru değildir. Zira kişinin kadına, evlene­ceğini söylemesi bunu, içindeki bir sır olmaktan çıkarmıştır. O halde kelimesini “Cinsi münasebette bulunmak” mânâsına almaktan başka bir yol yoktur. Bu mânâya göre de âyetin bu bölümünün izahı şöyledir: “Siz, kocaları­nın ölümü sebebiyle iddet bekleyen kadınlarla zina edeceğinize dair vaadleşme-yin. Onlarla ancak meşru bir şey konuşmanız müstesnadır.” Bu meşru söz de Allah tealanın mubah kıldığı imalı bir şekilde evlilik teklifidir.

Ayet-i kerimenin: “İddet bitinceye kadar nikah akdine kalkışmayın”

bölümünün harfi tercümesi şöyledir: “Kitabın belirlediği vade doluncaya kadar nikah akdi yapmaya girişmeyin.” Kur1 anı kerim, kocaları ölen kadınların iddet bekleme vadeleri olarak dört ay on gün belirlemiştir. İşte bu âyetin bu bölümü bu süreye işaret etmektedir. [82]

 

236- Kadınlara yaklaşmadan veya onlara mehir takdir etmeden bo-şarsaniz, sizin için bir mcs’uliyct yoktur. Bu durumda zengin kendi imkânına göre fakir de kendi imkânına göre, usulüne uygun bir şekilde on­lara, faydalanacakları bir şeyler verin. Bu, iyilikle bulunanların üzerine bir borçtur.

Ey iman edenler, evlendiğiniz ve kendilerine mehir takdir ettiğiniz kadın­ları, kendilerine dokunmadan önce boşamanızda bir günah yoktur. Yine sizlerin, kendileriyle evlendiğiniz, kendilerine mehir takdir etmediğiniz ve kendilerine dokunmadığınız kadınları boşamanızda sizin için bir günah yoktur. Kadınları boşamanız halinde onlara, “Mut’a” diye adlandırılan bir kısım şeyler veriniz. Bu eşyalar zenginin kendi haline göre fakirinde Rendi haline göre takdir edilir. Bu eşyalar Allanın size emretiiği veçhile verilir. Bunlar, iyilikte bulunanlar üzerine gerekli olan bir borçtur.

Taberiye göre bu âyetin baş tarafında, evlendikten sonra kemlilerine ‘dokunulmayan ve bu haliyle boşanan iki sınıf kadın zikredilmiştir.

Bunlardan biri, evlenildikten sonra kendilerine dokunulmayan ve evlenir­ken kendilerine mehir takdir edilen kadınlardır. Kişi böyle bir kadını hoşaflığın­da; bundan sonra gelen âyette de zikredikliği gibi, ona takdir edilen nıehirin ya­rısını veımek zorundadır.

Diğeri ise, evlenildikten sonra kendilerine dokunulmayan ve mehir dciak-dir edilmeyen kadınlardır. Kişi böyle bir evlilik yapar ve kadına dokunmadan boşayacak olursa bu kadının mehiri zikredilmediğinden ona”Mut’a*1 diye adlan­dırılan bir kısım eşyalar verilir.

Âyet-i kerimede geçen ve “Faydalanacakları şeyler verin.” diye tercüme edilen kelimesinden anlaşılan “MutV’dan neyin kastedildiği hususun­da müfessirler farklı görüşler zikretmişlerdir:

a- Bazılarına görer erkeğin, boşadığı kadına vermesi eredilen “Eşya”dan maksat, en fazla bir köle, orta olanı para en azı ise elbisedir. Elbisenin ise bir başörtüsü, bir vücudun üst kısmına giyilen bir elbise ve vücudun alt kısmına gi­yilen elbise bir de çarşaftır. Kadı Şüreyh bu “MutY’yı beş yüz dirhem olarak takdir etmiştir. İbn-i Şîrîn, mut’anm bir köle veya nafaka yahut elbise olacağını açıklamış ve Hz. Alinin oğlu Hasanın, boşadığı kadına on bin dirhem verdiğini söylemiştir.

b- Diğer b ir kısım âlimler ise mut’anın, boşanan kadının benzeri olan ka­dınlara verilen mehirin yansı kadar olacağını söylemişlerdir. Zira mehiri belli olan kadınlar dokunulmadan boşanacak olurlarsa onlara mehirleriniıi yarısı veri­lir. Mehilleri tesbit edilmemişse onlara da “Mut’a” denen şeyler verilir. Bu şey­lerin de, kendisine mehir tesbit edilen kadının mehirinin yarısı kadar değerde ol­ması hakkaniyete daha uygundur,

Taberi, âyet-i kerimede: “Zengin kendi imkânına gorc, fakir de kendi imkânına göre” buyurulmasını gözönünde bulundurarak “Mut’a” denen eşya­nın, kadının mehiri gözönünde bulundurularak takdir edilemeyeceğini, erkeğin

mali gücü gözöntinde bulundurularak takdir edileceğini bu itibarla birinci görü­şün tercihe şayan olduğunu söylemiştir.

Müfessirler: “Faydalanacakları bir şeyler verin.” diye tercüme edilen emrinin farziyet mi yoksa mendubiyet mi ifade ettiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir. Bazılarına göre bu emir farziyet ifade etmektedir. Karı­sını boşayan erkeğin ona bir kısım eşyalar vermesi farzdır. Diğer bazılarına göre ise karısını boşayan erkek ona bir kısım eşya verip vermemekte serbesttir. An­cak vermesi daha evladır. Bu görüşleri şu şekilde özetlemek mümkündür.

a- Hasan-i Basri, Ebul Âliye ve Said b. Cübeyre göre erkek karısını hangi halde boşarsa boşasın onun, boşadiğı karısına “Mut’a” diye adlandırılan bir kı­sım eşyalar vermesi onun üzerine farzdır. Bu hususta Hasan-ı Basri’den, kendi­sine mehir takdir edilen ve dokunulmadan boşanan kadına “Mut’a” denen eşya verilecek midir? diye sorulunca o da: “Evet vallahi” demiştir. Görüldüğü gibi bunlara göre evi eni lirken kendisine mehir takdir edilen ve kendisine dokunul­madan boşanan kadına dahi mehirin yansı verildiği gibi “Mut’a” denen diğer bir kısım eşya da verilir.

b- Abdullah b. Ömer, Said b. el-Müseyyeb, Mücahid, Nâfi, İbn-i Ebu Neciyh ve Kadı Şüreyhten nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen ve “Mut’a” diye adlandırılan eşya, kendisine mehir takdir edilmeden evlenilen ve kendisine dokunulmadan boşanan kadınlar için farzdır. Böyle bir evlilik ya­pıp sonra da karısını boşayan bir erkeğin, karısına “Mut’a” diye adlandırılan eş­yayı vermesi, üzerine farzdır. Kaîade bu hususta Said b. el-Müseyyebin şunları söylediğini rivayet etmiştir. “Ahzab suresinin şu âyet-i kerimesinde, kendisine dokunulmadan boşanan her kadın için şöyle Duyurulmuştur: “Ey iman edenler, mümin kadınları nikahlar sonra da kendilerine dokunmadan boşarsanız artık sizin, onların üzerinde iddet sayma hakkınız yoktur. Derhal onlara boşama bedellerini verin ve onları güzellikle salıverin. [83]Daha sonra ise şu âyet-i kerime nazil oldu ve kendilerine dokunulmadan boşanan kadınlardan mehir takdir edilenlere mehirlerinin yarısının verileceği emredildi. Ahzab süre­sindeki âyeti nesneden Bakara süresindeki âyet şudur: “Eğer kadınlara mehir (akdir ettiğiniz halde onlara dokunmadan boşarsanız tayin ettiğiniz mehi­rin yarısını onlara verin. [84]

c- Zühriden rivayet edilen başka bir görüşe göre bu âyette zikredilen ve “Mut’a” diye adlandırılan eşya, boşanan her kadının hakkıdır. Ancak bu hak, bo­şanan kadınlardan bazıları için mahkeme kararıyla teminat altına alınan haklar dandır. Diğerleri için ise boşayan kişinin vicdanına kalmış olan haklardandır.

Yani kendisine mehir takdir edilmeden evlenilen ve kendisine dokunulmadan boşanılan kadın için mut’a alma bir haktır. Boşayan koca bunu vermediği takdir­de kadın mahkeme kararıyla bu hakkını alır. Zira böyle bir kadının mehiri hiç zikredilmediğinden kocanın ondan herhangi bir şey almaya (mehrin yarısını vermemek gibi) hakkı yoktur. Buna mukabil kendisine mehir takdir edilen ka­dın, gerek zifaftan önce gerekse sonra boşandığı takdirde bunun da “Mut’a” diye adlandırılan bazı şeyler alma hakkıdır. Ancak kocası bunu vermezse kadın her­hangi bir mercie baş vurarak bu hakkını alma imkânına sahip değildir. Bu izaha göre bu âyette zikredilen “Mut’a”dan maksat, hakim kararıyla teminat altına alı­nan eşyadır. Bu surenin yüz kırk birinci âyetinde zikredilen “MutY’dan maksat ise hakim kararıyla teminat altına alınamayan sadece takva sahiplerinin insiyati-fınde kalan bir mut’adır.

d- Kadı Şüreyhden rivayet edilen başka bir görüşe göre boşanan kadına mut’a, yani bir kısım eşya vermek farz değildir. Kadın ne suretle boşanırsa bo-şansın bu gibi eşyayı kocasından hakim kararıyla alma hakkına sahip değildir. Bu gibi eşyayı vermek koca için menduptur. Zira mut’a verilmesini beyan eden ayetlerden birincisinin sonunda “Bu, iyilikte bulunanların üzerinde bir haktır.” Duyurulmakta diğerinin sonunda ise “Bu, takva sahipleri üzerinde bir haktır.” Duyurulmaktadır [85]Şayet mut’a verme mendup olmayıp farz olsaydı bütün in­sanların üzerinde bir hak olduğu zikredilirdi. Sadece iyilikte bulunanların ve takva sahiplerinin üzerinde bulunan bir haktır.” şeklinde zikredilmezdi.

Taberi diyor ki: “Tercih edilen görüş şudur ki: Mut’a denen eşya, boşanan her kadın için bir haktır. Boşayan kocanın bu hakkı yerine getimıesi bir vecibe­dir. Taberi bu görüşü tercih edişinin gerekçesi olarak mut’a vermeyi emreden âyet-i kerimenin mutlak bir şekilde zikredilmiş olmasını göstermiştir. Mutlak olarak zikredilen bir âyeti, delilsiz olarak özel bir şekilde yorumlamaya kimse­nin hakkı olmadığını beyan etmiştir. Taberi diyor ki: Eğer denilecek olursa ki “Sen âyetin umum ifade ettiğini söylüyorsun halbuki Allah teala, kendilerine mehir takdir ediierek, dokunulmadan boşanılan kadınlara mehirlerinin yarısının verileceğini beyan etmiş, bunlara daha başka şeyler verileceğini zikretmemiştir. Bu da gösteriyor ki mut’a vermeyi emreden âyet, umumi mânâ ifade etmemek­tedir. Sadece belli bir durumda boşanan kadınlar için geçerlidir.” Cevaben deni­lir ki: “Allah teala, kitabının herhangi bir yerinde belli bir şeyin farz olduğunu belirtirse artık her yerde aynı şeyi tekrar etmesi gerekli değildir. Allah teala şu âyette, her boşanan kadına, mut’a diye adlandırılan eşyanın verileceğini beyan etmiş ve buyurmuştur ki: “Boşanan kadınların örfe göre faydalanacakları bir kı­sım eşyalar (mut’a) alma hakları vardır. Bu, takva sahipleri üzerine bir borçtur. [86]

Aiiah teala bu âyetinde, herhangi bir ayırım yapmaksızın, boşanan ka­dınlara mut1 a vermenin bir hak okluğunu beyan ettiğine göre, kendilerine doku­nulmadan boşanan kadınların mehillerinin yansını almalarından sonra artık mut’a almaya haklarının olmadığım söylemek, delilsiz b ir iddiadır. Zira böyle bir kadının, hem mehirin yansını hem de mut’a diye adlandırılan eşyayı birlikte almayı hak ettiğini söylemeye engel nedir? Ancak âyetlerden biri bu kadının haklarından birini, diğeri ise diğer haklanın beyan etmiştir.

Taberi diyor ki: “Kanaatim kısaca şudur ki: “Boşanan her kadının, mut’a diye adlandırılan bir kısım eşyalar alması, onun, kendisini boşayan kocasının üzerinde bulunan bir hakkıdır. Koca, karısının mehirini verme hususunda huku­ken hesaba çekileceği gibi bu eşyayı verme hususunda da hesaba çekilir. Koca­nın böyle bir borçlan kurtulması ya bunu ödemesiyle veya karısının ona bunu bağişlamasıyla mümkündür. Bunu vermekten imtina eden kocanın, satılarak borcu ödenecek mah yoksa hapsedileceği kanaatindeyim. Zira Allah teala izah ettiğimiz bu âyet-i kerimede cümlesiyle “Onlara met’a verin” diye emretmektedir. Allah tealanın kayıtsız şartsız emirleri ise, memlup oldukları yi­ne bizzat kendisi tarafından bildirilmediği takdirde farziyet ifade eder. Diğeryandan “Boşanan kadınların Örfe göre faydalanacakları bir kısım eşyalar alma haklan vardır[87] âyet-i kerimesi, bütün müfcssirlerin görüş birliği ile “Koca­lar üzerindeki-haktır” anlamına gelmektedir. Durum böyle olduğuna göre koca­nın, bu borçlarından kurtulması için yukarıda zikredilen ödeme veya borcunun bağışlanması şıklarından birine haiz olması gerekir. Şayet, kafası çalışmayan bi­risi diyecek olursa ki “Allah teâla mut’a diye adlandırılan eşyanın verilmesini beyan ettiği âyetlerin sonunda “Bunu vermek, iyilikte bulunanların üzerine bir borçtur. Bunu vermek, takva sahiplerinin üzerine bir borçtur. [88]buyurarak, bu borçların farz olmadığını ifade etmiştir! Zira bu borçlar farz olsaydı, sadece iyilikte bulunanlara ve takva sahiplerine değil bütün insanların üzerine borç ol­duğu beyan edilirdi.” Cevaben denilir ki: “İnsanları, iyilikte bulunmak ve takva sahibi olmakla sıfatlandırmak, bu gibi sıfatlara sahip olan insanların yükümlü oldukları vazifelerle diğer insanlaınn yükümlü olmadıkları anlamına gelmez. Zira Allah teala bütün insanların, iyilikte bulunanlardan ve takva sahibi olanlar­dan olmalarını istemektedir. O halde iyilikte bulunanlara ve diğer lakva sahiple­rine farz kıldığı şeyler, diğer insanlar için de farzdır.

Taberi sözlerine devamla diyor ki: “Bütün müfessirlere göre evlenme sı­rasında kendisine mehir tayin edilmeyen ve kendisine dokunulmadan boşanılan kadınlar için “Mut’a” diye adlandırılan eşyanın verilmesi farzdır. Zira bunlar, mehirden herhangi bir şey almaya haklan olmadığı için onun yerine “Mut’a” diye adlandırılan eşyayı alırlar. Nitekim Abdullah b. Abbas, Hasnn-ı Basri, Nafi, Mücahid, Süddi, Katade ve Dehhuk, kendisine mehir takdir edilmeyen ve ken­disine dokunulmadan boşanan kadının mut’a dan başka bir şey alamayacağı hu­susunu zikretmişlerdir.

Taberi diyor ki: “Eğer denilecek olursa ki “Âyet-i kerimede “Kadınlara yaklaşmadan boşarsanız sizin için bir mes’uliyet yoktur.” buyurulınaktadır. Şa­yet kadınlara yaklaştıktan sonra onları boşayacak olursak bizim için bir mes’uli­yet mi vardır?” Cevaben denilir ki: “Sırf kadınlardan zevk almak için evlenip sonra da boşamak doğru bir davranış değildir. Bu hususta Resulullahin: “Şüp­hesiz ki Allah, sırf zevkini tatmin için evlenen erkekleri, yine sırf zevkini tatmin etmek için evlenen kadınları sevmez.” buyurduğu rivayet edilmekte­dir. Diğer bir.hadis-i şerifinde de:

“Ne oluyor şu bir kısım insanlara ki onlar, AHahın koyduğu sınırlar ile oynuyorlar. Onlardan biri karısına “Seni boşadım. Seni tekrar geri al­dım.” ve seni tekrar boşadım.” şeklinde konuşuyor? [89]

Âyet-i kerimede, kendisine dokunulmayan kadının boşantimasından bir mes’uliyet olmadığının bildirilmesinin bir sebebi de şudur: “Kendisine dokunul­mayan kadın, iddetli iken de boyanabilir. Halbuki kendisiyle zifafa girilen ka­dın, ancak kendisine yaklaşılmayan bir temizlik halinde boşanır. Bu nedenle âyeti kerimede: “Kentlilerine dokunulmayan kadının her zaman boşanıl-masında bir mcs’uliyct olmadığını Bildirilmiştir. [90]

 

237- Eğer kadınlara mchir takdir ettiğiniz halde onlara dokunmadan boşarsanız, tayin ettiğiniz mehirin yansını onlara verin. Ancak kadınların, haklarından vazgeçmesi veya nikah akdi elinde bulunanın (erkeğin) vaz­geçmesi müstesnadır. Fakat sizin lütufkâr davranmanız, takvaya daha ya­kındır. Aranızdaki iyiliği unutmayın. Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızı çok iyi görür.

Eğer kadınları nikahlayıp mehirlerini de takdir ettiğiniz halde onlarla cin­si münasebette bulunmadan boşarsanız onlara, tayin edilen mehirin yarısını ver­mek zorundasınız. Ancak o boşanan kadınlar buluğa ermiş ve rüştlerine kavu­şup reşit olmuşlarsa onların, bir lütuf olarak mehillerinin yarısını istemekten vaz geçmeleri veya boşayan kocasının, mehirin tamamını vererek lütufta bulun­ması müstesnadır. Fakat sizin birbirinize karşı lütufkâr davranmanız takvaya da­ha yakındır. Ey İnsanlar, aranızdaki sevgiyi, iyiliği ve güzel muameleyi unutma­yın. Yaptıklarınızdan hiçbir şey Allaha gizli kalmaz ve o sizin yaptıklarınızın karşılığını verir.

Allah teala bundan önceki âyet-i kerimede, kendisine mehir takdir edil­meden ve cinsi münasebette bulunulmadan boşanan kadına ait hükmü beyan et­miş ve ona “Mut’a” diye adlandırılan birtakım eşyanın verileceğini zikretmiştir. Bu âyet-i kerimede ise yine kendisiyle evlenilen ve cinsi münasebette bulunul­madan boşanan ancak evlenilirken kendisine mehir takdir edilen kadına ait hü­küm zikredilmiş ve böyle bir kadına, takdir edilen mehirin yarısının verileceği beyan edilmiştir. Abdullah b. Abbas, Mücahid, Katacle, Rebi’ b. Enes ve Zühri bu âyetin sadece kendisi için mehir takdir edilen kadına ait hükmü zikrettiğini söylemişlerdir.

Ayet-i kerimede “Ancak kadınların, haklarından vazgeçmesi müstes­nadır.” buyurulmaktadır. Bu ifadeden maksat, kendisine mehir takdir edilerek evlenilen ve kendisiyle cinsi münasebette bulunulmadan boşanan kadınların haklan olan mehirin yansını kocalarından almamaları ve onlara bağışlamalarıdır. Nitekim, îkrîme, Dehhak, Abdullah b. Abbas, Mücahid Rebi’ b. Enes, Kadı Şü-reyh, Muhammed b. Şîrîn, Süddi, Nafı, Zühri, Ebu Salih, İbn-i Zeyd ve Süfyan es-Sevri âyetin bu bölümünü bu şekilde izah etmişlerdir. Taberi ise böyle olan kadınların, mehirin yansı olan haklarından vazgeçebil mel eri için ergenlik çağı­na gelmiş olmaları ve reşit olmaları şartını aramıştır.

Ayet-i kerimede: “Veya nikah akdi elinde bulunanın vazgeçmesi müs­tesnadır.” buyurulmaktadır. Müfessirler, “Nikah akdi elinde bulunurfdan ki­min kastedildiği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir:

a- Abdullah b. Abbas, Alkame, Esved b. Zeyd, Hasan-i Basri, İbrahim en-Nehai, Şa’bi Ebu Salih, Zühri, İbn-i Zeyd, Rebia ve İkrimeye göre, Tavus Mücahid ve Kadı Şüreyhin de önceki görüşlerine göre burada zikredilen “Nikah akdi elinde bulunan”dan maksat, kadının velisidir. Bunlara göre âyetin bu bölü­münün mânâsı şöyledir: “Veya kadının nikah akdini yapan velisinin, kadının hak ettiği mehirin yansını kadını boşayan kocaya bırakmasında bir mahzur yok­tur.” Yani kadın, hak ettiği mehirin yansım kendisini boşayan kocasından alma­yıp ona bağışlayabilir. Ancak Taberi, velinin böyle bir bağışı yapabilmesi için boşanan kadının kendi malından tasarrufta bulunamayacak bir durumda olması­nı şart şart koşmuştur.

b- Hz. Ali, Abdullah b. Abbas, Kadı Şüreyh, Cübeyr b. Mut1 im, Said b. el-Müseyyeb, Mücahid, Said b. Cübeyr, Muhammed b. Kâ’b el-Kurezi, Şa’bi, Nafı, Rebi’ b. Enes, Dehhak, Süfyan es-Sevri ve Said b. Abdülazizden nakledi­len diğer bir görüşe göre âyetin bu bölümünde zikredilen “Nikah akdi elinde bu­lunan kişi”den maksat, kadını boşayan kocadır. Bu görüşte olanlara göre âyetin bu bölümünün manası şöyledir: “Eğer mehir takdir edilerek evlenilen ve kendi­siyle cinsi münasebette bulunulmadan boşanan kadının kocası, mehirin sadece yansım değil de tümünü ona verecek olursa bunun bir mahzuru yoktur. Bu hu­susta Amr b. Şuayb diyor ki: “Resulullah: “Nikah akdi elinde bulunan kocadır. O, hoşgörülü davranabilir veya boşanan kadın hoşgörülü davranabilir.” buyur­muştur.

Taberi diyor ki: “Bu görüşlerden tercihe şayan olanı: “Nikah akdi elinde bulunadan maksat, kadını boşayan kocadır.” diyen görüştür. Zira bütün âlimler, evlenen büyük veya küçük bir kadının velisinin, kocası bu kadını boşamadan önce mehilinden herhangi bir miktarını kocasına bağışlamış olmasının bâtıl ola­cağı hakkında ittifak etmişlerdir. Kadın, boşanmadan önce velinin böyle bir hakkı olmadığına göre boşandıktan sonra da velinin durumu böyledir. Yine bü­tün âlimler, kocasından bâin talak ile boş olan kadının velisinin, kadını boşayan kocasına, kadının malından herhangi bir şeyi bağışlamasının bâtıl olduğu hak­kında ittifak etmişlerdir. Kadının hak ettiği mehiri de kadının malı olduğuna gö­re velinin mehiri bağışlayacağı nasıl söylenebilir? Keza bütün âlimler, bekâr kı­zın, amcasının oğullarının ve öz kardeşlerinin oğullanılın evlendirme hususunda velisi oldukları hakkında ittifak etmişlerdir. Ancak bu velilerin, bekâr kızın ma­lından veya kocasıyla gerdeğe girdikten sora evli olan bu kadının malından, her­hangi bir şeyi kocasına bağışlamalarının bâtıl olduğu hakkında da ittifak etmiş­lerdir. Madem ki amca oğlu veya kardeş oğlu olan kişilerin, kadının malından herhangi bir şeyi kocasına bağışlamayacağı hakkında ittifak edilmiştir o halde diğer bütün veliler de bunlar gibidir. Zira âyet-i kerime umumi bir şekilde be­yanda bulunmuştur. “Nitekim akdi elinde bulunan” demiştir. Eğer bu ifade­den velinin kastedildiği söylenirse -ki bu görüşte olanlar böyle izah etmişlerdir-buradan her türlü velinin bu hakka sahib olduğu anlaşılmalıdır. Bir kısım velilerden bu hakkı alırken diğerlerine vermenin hiçbir delili yoktur. O halde âyelte zikredilen “Nikah akdi elinde bulıınan”dan maksat, kadının velisi değil onu bo­şayan kocadır. Kocanın mehirden vazgeçmesi ise mehirin bir kısmını değil onun tümünü vermesiyle olur.

Âyet-i kerimenin devamında “Fakat sizin lütufkâr davranmanız tak­vaya daha yakındır.” buyurulmaktadir. Müfessirler bu âyet-i kerimede “Sizin” diye hitabedüen kişilerden kimlerin kastedildiği hususunda iki görüş zikretmiş­lerdir:.

Abdullah b. Abbas ve Said b. Abdülazizden nakledilen bir görüşe göre buradaki hitap, hem kadınları boşayan erkeklere hem de boşanan kadınlara ait­tir. Bu izaha göre âyetin mânâsı şöyledir: “Ey insanlar, sizlerin evlenme dolayi-sıyle ortaya çıkan mehir hakkında, boşama anında birbirinize karşı hoşgörülü olmanız Allahtan korkmaya daha yakındır.

Şa’biden nakledilen diğer bir görüşe göre burada kendilerine hitabedüen kişiler, kanlanın boşayan kocalardır. Bu görüşe göre âyetin izahı şöyledir: Ey Karılannn boşayan erkekler, sizlerin, boşamadan Önce Karılarımıza verdiğiniz mehirlerin bir kısmını, onları boşadiktan sonra geri almayıp bağışlamanız, Al­lahtan korkmaya daha yakındır.

Taberi diyor ki: “Tercihe şayan olan görüş, buradaki hitabın, birbirlerin­den ayrılan kadına da erkeğe de ait olduğunu söyleyen görüştür. Bunların birbir­lerine karşı, mehir hususunda hoşgörülü olmaları kendilerini Takvaya daha faz­la yaklaştırır. Mesela, taraflardan herhangi biri, diğerine verdiğinden herhangi bir şeyi geri almazsa veya diğerinde kalan hakkının tamamını almaktan vazge­çecek olursa böylece birbirlerine karşı hoşgörülü olurlar ve takvaya daha fazla yaklaşmış olurlar. Böyle davranmaları sadece Allah rızası için olacağından on­ları takvaya yaklaştırmış olur.

Âyet-i kerimede “Aranızdaki iyiliği unutmayın” buyurulmakfadır. Bu Jf adeden maksat şudur: “Ey insanlar, birbirinize karşı lütufkâr davranmayı unut­mayın. Karısıyla cinsi münasebette bulunmadan önce onu boşayan erkek, karı­sının mehirinin tamamını vermemiş ise ona mehirin tamamını vererek lütufta bulunsun. Şayet mehirin tamamını vermişse yansını geri almama lütfunda bu­lunsun. Şayet taraflardan herbiri hakkını tam olarak geri almakta ısrar edecek olursa kadına mehirin yansı verilir.”

Mücahid, Rebi’ b. Enes, Dehhak, Süddi, İkrime, İbn-i Zeyd, Siifyan es-Sevri ve Said b. Ciibeyr, âyetin bu bölümünü bu şekilde izah etmişlerdir. [91]

 

238- Namazlara ve orta namaza devam edin. Gönülden boyun eğerek Allahnı huzurunda durun.

Farz namazlara ve orta namaza, yani ikindi namazına devam edin. Na-mazlannızda Allanın huzurunda, gönülden itaat içinde, huşu ile sessizce durun.

Müfessirler, âyet-i kerimede zikredilen “Orta namaz”dan neyin kastedil­diği hususunda farklı görüşler beyan etmişlerdir.

a- Hz. Ali, Abdullah b. Abbas, Ebu Hureyre, Ebu Said el-Hudri, Hz. Ai-şe, Ümmü Seleme, Hz. Hafsa, Abdullah b. Mes’ud, Semüre b. Cündeb, Ümmü Habibe, Hasan-ı Basri, İbrahim en-Nehai, Rüzeyn b. Hubeyş, Katade, Dehhak, Mücahid, Ebu Eyyub ve Zır b. Hubeyşe göre bu âyette zikredilen “Orta na-maz”dan maksat, ikindi namazıdır. Bu hususta bazı sahabilerden şu hadis-i şe­rifler rivayet edilmiştir:

Hz. Aişenin azadh kölesi Ebu Yunus diyor ki:

“Aişc (r.anh.) bana, kendisi için bir Kur’an nüshası yazmamı emretti ve dedi ki: “Namazlara ve orta namaza devam edin.” âyetine gelince onu bana bildir.” Ben de o âyete geiincc ona haber verdim. O da bana: “Na­mazlara, orta namaza ve ikindi namazına devam edin.” şeklînde yazdırdı ve dedi ki: “Ben bunu Rcsulullah (s.a.v.)dcn duydum. [92]

Ümmü Selemenin azadh kölesi Abdullah b. Rafı de Ümmü Selemenin kendisine Kur’an nüshası yazdırırken aynen Hz. Aişeden rivayet edilen şekilde yazdırdığını, Nafı de Hz. Hafsanın Kur’an nüshası yazdınrken yazana aynen Hz. Aişenin söylediği şeyleri söyleyip yazdırdığını rivayet etmişlerdir.

Bu hususta Semure b. Cündeb, Resulullah (s.a.v.)’in, “Orta namaz ikin­di namazıdır” buyurduğunu rivayet etmiştir. [93]

Abdullah b. Mes’ud da Resulullah (s.a.v.)’in “Orta nama/ ikindi nama­zıdır.” buyurduğunu söylemiştir[94]

Hz. Aliye (r.anh.) Hendek savaşı sırasında ikindi namazı hakkında Resu-lullahın şöyel buyurduğunu rivayet etmiştir:

“Düşmanlar bizi orta namazdan alıkoydular. Nihayet güneş battı. Alah onların kabirlerini ve evlerini ateşle doldursun.” (I)iğef bir rivayette, “Kabİrierirîi ve içlerini ateşle doldursun,” şeklindedir”)[95] Hu hadis-i şe­rif Abdullah b. Mes’ud ve Abdullah b. Abbasîan da rivayet edilmiştir. Bcrâ b. Âzib ise şöyle demiştir: “Bu âyet indiğinde “Namazlara ve ikindi nama­zına devam edin.” şeklindeydi. Ben bunu Rcsulullalnn döneminde Allanın dilediği kadar okumuştum. Daha sonra ise Allah teala âyetin bu şeklini neshetti ve “Namazlara ve orta namaza devam edin.” şeklinde indirdi.

İbrahim b. Yezitl ed-Dımışkî diyor ki: “Ben Abdulaziz b. Mervanın ya­nında oturuyordum. O bir adama: “Ey filan, falan adamın yanına git ve ona de ki: “Sen Resulullahtan orta namaz hakkında ne işittin?” Bunun üzerine orada oturan bir adam şöyle dedi: “Ben, küçük bir çocuk iken Ebubekir ve Ömer, orta namazın ne demek olduğunu sormam için beni Resulullaha gönderdiler. O be­nim, serçe parmağımı tuttu “İşte sabah namazı budur” Sonra serçe parmağımın yanındaki parmağı tuttu “Öğle namazı da budur.” dedi. Sonra baş parmağımı tuttu “Akşam namazı budur.” dedi. Daha sonra onun yanmdakini (şehadet par­mağını) tuttu ve “Yatsı namazı budur” dedi. Sonra da “Hangi parmağın kaldı?” dedi. Dedim ki: “Orta parmağım.” Dedi ki: Hangi namaz kaldı?” Dedim ki: “İkindi namazı.” dedi ki: “İşte orta namaz budur.”

Resulullah, ikindi namazını kılmayanlar için büyük bir ceza bulunduğunu haber vermiştir.

Abdullah b. ÖmerResulullahın, ikindi namazını geçiren kimse için

“O adam, ailesi ve malı helak edilmiş gibidir.” buyurduğunu söylemiştir[96]

b- Abdullah b. Ömer ve Zeyd b. Sabit’ten nakledilen diğer bir görüşe gö­re bu âyette zikredilen “Orta namaz”dan maksat, öğle namazıdır. Zeyd b. Sabit diyor ki: “Resulullah öğle namazını sıcaktan dolayı insanların ortalıktan çekil­dikleri zamanda kılardı. Resulullahın kıldığı namazlar içinde, sahabilere bundan daha zor gelen bir namaz yoktu. Onların bu zorlanmaları üzerine “Namazlara ve orta namaza devam edin.” âyeti nazil oldu. Zeyd b. Sabit, diyor ki: “Öğleden önce de iki namaz vardır. Ondan sonra da iki namaz vardır.

Hz. Hafsamn Kur’an-ı Kerim nüshası yazdırırken bu âyeti: “Namazlara, orta namaza ve ikindi namazına devam edin.” şeklinde yazdırdığı ve bunu Resu­lullahtan işittiği rivayet edilmektedir. Görüldüğü gibi bu rivayete göre ikindi na­mazı, orta namazdan ayn bir namaz olarak zikredilmiştir. Bu da orta namazın, öğle namazı olduğunu göstermektedir.

c- Kubeyse b. Züeyb’e göre ise “Orta namaz”dan maksat, akşam namazı­dır. Zira, rekatlarının sayısı bakımından namazların ne en azı ne de en çoğudur. Onların ortasındaki bir sayıdadır. Ayrıca, yolculukta dahi kısaltılmaz. Keza Re­sulullah onun ne vaktini ertelemiş ne de onu acele ederek kılmıştır.

d- Abdullah b. Abbas, Cabir b. Abdullah, Ata, İkrime, Müeahid, Abdullan b. Şeddad ve Rebi’ b. Enesten nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikre­dilen “Orta namaz”dan maksat, sabah namazıdır. Taberi diyor ki: “Bunların, “Orta namaz”dan maksadın sabah namazı olduğunu söylemelerinin sebebi, şu­dur: “Bunlar âyetin devamında gelen ve “Gönülden boyun eğerek.” şeklinde ter­cüme edilen ifadesini “Kunut duası yapanlar” şeklinde izah etmişlerdir. Buradaki “Orta namaz”dan maksadın da sabah namazı olduğunu söylemişlerdir.

c- Abdullah b. Ömer, Rebi’ b. Haysem ve Said b. el-Müseyyebden nakle­dilen diğer bir rivayete göre bu âyette zikredilen “Orta namaz” beş vakit namaz içinde herhangi bir vakittir. Bu vaktin hangi vakit olduğu belirtilmemiştir. Zira bu vakit belirtilecek olsaydı insanlar sadece ona titizlik gösterir diğerlerini ih­mal ederlerdi. Bu nedenle “Orta namaz”dan maksadın hangi vakitte kılman na­maz olduğu belirtilmedi. Ta ki kullar bütün vakitlere devam etmek suretiyle ona da devam etmiş olsunlar.

Taberi diyor ki: “Zikrettiğimiz bu görüşler içerisinde doğru olanı, hakkın­da Resulullahtan birbirini destekleyen çokça haberler zikredilenidir. O da ikindi namazıdır.”

Allah teala, kullarını özellikle bu vakitte namaz kılmaya teşvik etliği gibi Resulullah da bu vakitte namaz kılmaya teşvik etmiştir.

Ebu Basra el-Ğifari diyor ki:

“Resulullah “Muhammas” denen yerde bizlere ikindi namazını kıldırdı. Sonra buyurdu ki: “Bu namaz, sizden öncekilere arzcdilmişti. Fakat onlar bunu zayi ettiler. Kim bu namaza devam edecek olursa onun için iki kat nıükâfaat vardır. Şahit doğuncaya kadar bu namazdan başka namaz yok: tur. (Yani başka namaz kılınmaz) Şahit ise yıldızdır. [97]

Resulullah (s.a.v.) ikindi namazını geçiren kimse için “O adam, ailesi ve malı helak edilmiş gibidir. [98]buyunnuştur.

Umare b. Rüeybe eliyor ki:

“Resulullah (s.a.v.)’in güneşin doğmasından önce ve batmasından önce namaz kılan bir kimse asla cehennem ateşine girmeyecektir. “Yani sabah ve ikindi namazını kılan bir kimse asla cehennem ateşi görmeyecektir.” buyurdu­ğunu işittim. [99]

Taberi diyor ki: “Bütün namazlara devam etmek farz loduğu halde Resu-lullalıın özellikle ikindi namazına devam etmeyi teşvik etmesi gösteriyor ki Al­lah teala da “Orta namaza devam edin” buyurarak ikindi namazına devam etme­yi teşvik etmiştir. Taberi devamla diyor ki: “Diğer vakitler arasında, özellikle ikindi namazına devam edilmesinin emredilmesi şu hikmete binaen olmalıdır. Akşam yatsı ve sabah namazları insanların çoğunun işlerini bıraktıkları ve din­lendikleri vakitlerde olduğu için onları kılmaları kendileri için bir zorluğa sebep olmaz. Öğlen namazı da sıcağın şiddetli anma rast geldiğinden, insanların istira­hata çekilme anlarında kılınır. Bu da onlar için zor değildir. İkindi namazı ise. insanların çalışmalarının yoğun olduğu bir zamana rastlar. Bu bakımdan onu ih­mal etme durumu tlaha çoktur. Bu sebeple Allah teala bütün namazlara devam edilmesini emrederken, özellikle ikindi namazına da devam etmelerini emret­miştir. İkindi namazına “Orta namaz” denmesinin sebebi ise, kendisinden Önce iki vakit kendisinden sonra iki vaktin bulunması ve kendisinin beş vakit nama­zın tam ortasında bulunmasındandır.

Âyet-i kerimenin devamında zikredilen ve “Gönülden boyun eğerek Alla­nın huzurunda durun.” diye tercüme edilen cümlesinde ge­çen ve “Gönülden boyun eğerek” diye tercüme edilen kelimesinden ne­yin kastedildiği hakkında müfessirler farklı görüşler zikretmişlerdir:

a- Şa’bi, Ata, Said b. Cübeyr, Dehhak, Abdullah b. Abbas, Hasan b. Ebil Hasan, Mücahid, Atiyye, Said b. Abdülaziz, Tâvûs ve Ebu Said eMIudriden ri­vayet edilen bir görüşe göre bu âyette zikredilen kelimesinin mânâsı “İtaat ediciler” demektir. Bu hususta Ebu Said el-Hudri, Resulullahın:

“Kur’anda zikredilen her kelimesinden maksat, “İtaattir. [100]buyurduğunu rivayet etmiştir.

b- Süddi, Abdullah b. Mes’ud, Zeyd b. Erkam, İkrime ve İbn-i Zeyd’den rivayet edilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen kelimesinden maksat “Sükut edenler, konuşmayanlar.” demektir.

Bu hususta Abdullah b. Mes’ud diyor ki: “Resulullah beni, namazda iken selamımı almaya alıştırdı. (O namazda iken selam verdiğimde selamımı alırdı) Yine bir gün onun yanma varıp namazda iken selam verdim. Selamımı almadı. (Namazı bitirince) şöyle buyurdu: “Allah, dilediği zaman işinde yeniük ya­par. O namazda, AHahı zikretme, onu şanına layık bir şekilde teşbih etme ve yüceltme dışında herhangi bir kimsenin herhangi bir şey konuşmaması esasını İhdas etti. Siz, Allah için sükut ederek namaz kılın.”

Zeyd b. Erkam diyor ki:

“Biz, daha önceleri namaz kılarken birbirimizle konuşuyorduk. Öyle ki bazımız diğer kardeşinden ihtiyacı olduğu şeyi istiyordu. Nihayet, “Na­mazlara ve orta namaza devam edin ve sukut ederek Allanın huzurunda durun.” âyeti indi ve namazın içinde iken susmamız emredildi. [101]

c- Mücahid ve Rebi” b. Enese göre, burada zikredilen kelime­sinden maksat, “Rüku eden, huşu içinde olan” demektir. Bu hususta Mücahidin şunları söylediği rivayet edilmektedir. “Namazda rtikuun uzun oluşu, gözlerin kapalı olması, namaz kılan kimsenin rabbine karşj kendisini zelil hissetmesi ve Allah korkusundan dolayı huşu içinde olması (Bunların hepsi) kunuttardır. Alimlerden biri namaz kıldığında Rahman olan Allanın huzurunda ondan çeki­nerek etıafına bakamazdı. Secde yerindeki çakıl taşlarını dahi bir tarafa ilemez­di. Herhangi bir şeyle oynayamaz hatta dünyaya ait bir işi hatırından bile geçiremezdi. Ancak dalgın olduğu durumlarda böyle bir şey olurdu.

d- Abdullah b. Abbastan nakledilen başka bir görüşe göre bu âyette zik­redilen kelimesinden maksat “Dua edenler” demektir. Buna göre âyetin mânâsı “Siz, namazı, AUaha yalvararak onun için kılın” demektir. Bu hususta Ebu Reca diyor ki: “Ben, Basra Mescidinde Abdullah b. Abbasın arkasında sa­bah namazını kıldım. O, rükudan Önce kunut yaptı. Sonra dedi ki: “Allah teala-nın “Kunut yapanlar” olarak Allah için namaz kılın.” buyurduğu orta namaz iş­te budur.” dedi.

Teberi diyor ki: “Bu âyetin tefsirinde tercihe şayan olan görüş kelimesinden maksat “İtaat edenler”dir, diyen görüştür.. Allaha itaat, namazda susmayı da huşu içinde olmayı da Allaha yalvarmayı da kapsar. Bu nedenle, âyeti geniş şekilde yorumlamak daha evladır. [102]

 

239- Eğer korku içinde bulunursanız, yaya olarak yahut binckli iken namazınızı kılın. Emniyet İçinde olduğunuzda da, bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği şekilde Allahı zikredin.

Eğer savaş sırasında düşman korkusundan dolayı, durup ta namazı ayakta kilamıyorsanız, yürüken yahut bineklerin üzerinde kılın. Düşmanlarınızın saldı­rısından emin olur da korku kalmazsa, namazınızı, Allanın size öğrettiği şekilde ona şükür ve övgüde bulunarak kilin. Yani namazı, rükuu ile, secdesi ile ve di­ğer erkânı ile tam olarak kılın.

İbrahim en-Nehai, Zühri ve Rebi’ b. Enesten nakledilen bir görüşe göre, düşmanla çarpışmakta olan kişi kıbleye tam olarak yönelme şartı olmaksızın, dilediği yöne doğru, yürüyerek veya bineğinin üzerinde namazını kılabilir. Bu durumda namaz iki rekattır ve ima ile kılınır. Yani secdeyi rükudan biraz daha fazla eğilerek yapar.

Said b. Cübeyr, Hasan-i Basri, Mücahid, Süddi ve Ata da, korku içinde olan kimsenin, bineğinin üzerinde veya yürüyerek ve ima ile namazını kılacağı­nı söylemişlerdir.

Dehhak ise dilediği yöne doğru, bineğinin üzerinde veya yürüyerek na­maz kılabileceğini söylediği gibi, ima ile namaz kılma imkânı bulamaması ha­linde de iki kere tekbir alarak namaz kılmış olabileceğini söylemiştir.

Katade, Hasan-ı Basri ve Cabir b. Abdullah ise, korku anında iki rekat kı-lamayanm tek rekat kılması halinde bunun yeterli olacağını söylemişlerdir.

Taberi ise, âyette zikredilen korkunun insanı helake sürüklemesi ihtimali kuvvetli olan hertürlü korku olduğunu, düşman korkusu, yırtıcı hayvan saldırısı, evcil hayvanların saldırması ve sel baskını gibi bütün korkuların bu âyette zik­redilen korkuya dahil olduğunu, zira âyetin genel olarak korkuyu zikrettiğini söylemiştir. Ayrıca korku namazı hakkında Abdullah b. Ömerin şöyle dediği ri­vayet edilmiştir:

Resulullah (s.a.v.) korku namazını şöyle kıldırdı. (Müslümanlar iki guru­ba ayrıldı). Resulullah bir guruba bir rekat namaz kıldırdı. Diğer gurup düşma­nın karşısında duruyordu. Resulullah birinci guruba bir rekat namaz kıldırınca onlar ayrılıp arkadaşlarının yerine düşman karşısına gittiler. Düşmanın karşısın­da bulunan gurup geldi. Resuiullah bir rekat da onlara kıldırdı. Somu selam ver­di. Bundan sonra ise her gurup, eksik kalan birer rekatlarını kendi kendilerine tamamladılar[103]

Ayet-i kerimede zikri geçen namaza “Korku namazı” denmektedir. Ebu Hanifeye göre, muharebe sırasında namazı nomıal şekilde durup kılma imkanı olmazsa, yaya olanlar namazı tehir edip sonra kaza ederler. Eğer binekli iseler binekleri üzerinde kılarlar. Çünkü Resulullah (s.a.v.) Hendek muharebesinde öğle, ikindi ve akşam namazlarını, güneş battıktan sonra hep birlikte kılmıştır.

Bu hususta Cabir b. Abdullah diyor ki:

“Hendek savaşında Ömer b. Hattab gelip Kureyş kâfirlerine fena sözler söyledi ve “Ey Allanın Resulü, ben daha ikindiyi kılmadım, güneş neredeyse batmak üzere.” dedi. Resulullah da: “Vallahi ben de kılmadım.” dedi. Sonra bir düzlüğü indi, abdest aldı, güneş battıktan sonra, önce ikindiyi, daha sonra da ak­şam namazmı kıldi. [104]

İmam Şafıiye göre ise, savaşın kızıştığı zamanlarda, binekli olsun yürü­yerek olsun, kıbleye karşı olsun veya başka tarafa doğru olsun, namaz işaretle kılınır.

İmam Şafii, Ebu Hanifenin delil gösterdiği hadîsi şerife mukabil şöyle demektedir: “Hendek savaşı zamanında henüz bu âyet nazil olmamıştı ve korku namazı da yoktu. Âyet-i kerime daha sonra nazil oldu. Korku namazı hakkında daha geniş bilgi için Nisa suresinin yüz bir ve yüz üçüncü âyetlerinin izahına bakınız. [105]

 

240- İçinizden ölüp tc geride eşler bırakan erkekler, kadınlarının, ev­lerinden çıkarılmayarak bir yıla kadar bırakılmasını vasiyet etsinler. Şayet kadınlar evden çıkacak olurlarsa, kendileri için yaptıkları meşru işlerde si­ze bir günah yoktur. Allah, her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Ey müminler, sizden kim ölür de geride de eşleri kalırsa, Allah, size o kadınları, tam bir yıl, ölen kocalarının evlerinden çıkarmamanızı farz kıldı. Eğer kadınlar, ölen kocalarının evlerini, bir yılı tamamlamadan icrkcdcrlcrse onların, kocalarının yasını tutmayarak evlerini terkelmelerinde. süslenip koku sürmele­rinde, ölenin varisleri için bir zorluk ve sorumluluk yoktur. Allah, ceza verişin­de her şeye galiptir, koyduğu şeriat ve hükümlerde hikmet sahibidir.

Katade, Rebi’ b. Enes, Abdullah b. Abbas, Dehhak, Ata, Mücahid ve İbn-i Zeyde göre bu âyet-i kerime, Nisa suresinin on ikinci âyeti ve Bakara su­resinin iki yüz otuz dördüncü âyetiyle neshedilmiştir. Zira, önceleri bir insan ölür de geride kansı sağ kalırsa o kimse ister karısı lehine vasiyetle bulunsun, isterse bulunmasın kansı, ölen kocasının evinde bir yıl kalırdı. Bu âyet-i kerime bu hususu beyan etmektedir. Ancak, Bakara suresinin iki yüz otuz dördüncü âyeti inerek kocası ölen kadınların bir yıl değil dört ay on gün iddet bekleyecek­lerini beyan etti. Nisa suresinin on ikini âyeti de nazil oldu ve kocası ölen kadı­na nafaka verilmeyeceğini, zira onun, kocasının malına mirasçı olacağını koca­sının çocukları varsa malının sekizde birini, yoksa dörtte birini alacağını beyan etti ve böylece kadının artık nafaka alamayacağı bildirildi.

Katade ve Süddiden nakledilen diğer bir görüşe göre de bu âyet-i kerime mensuhtur. Ancak neshedilen bu âyet, sadece kadına vasiyette buluntılabileeeği-ni beyan etmektedir. Öyle ki mirasın nasıl taksim edileceğini beyan eden âyetler nazil olmadan önce kişi, hanımına ve dilediği kimselere terekesinden vasiyette bulunabiliyordu. Mirasın hükümlerini beyan eden âyetler nazil olunca artık kişi­nin, karısı lehine vasiyette bulunması hükmü kaldırılmış oldu. Yine kişinin ha­nımına terekesinden bir yıl nafaka veriliyordu. Daha sonra bu da, kocası ölen kadının dört ay on gün iddet bekleyeceğini beyan eden âyetle ne.shedilmiş oldu.

Mücahid ve Abdullah b. Abbastan nakledilen başka bir görüşe göre bu âyet-i kerime mensuh değildir. Hükmü geçerlidir. Allah teala. Bakara suresinin iki yüz otuz dördüncü âyetinde kocası ölen kadınların mutlaka ilört ay on gün iddet beklemelerini emretmiş bu âyet-i kerimede ise kocalarının ölümünden sonra kanlanılın bir yıl evlerinde kalıp kendi mallarından yiyebileceklerine dair vasiyette bulunabileceklerini beyan etmiştir. Böylece kadın dilediği takdirde, döıt ay on gün olan mecburi iddetini bekledikten sonra kocasının vasiyetine uyarak yedi ay yirnıi gün daha kocasının evinde kalabilir. Veya bu vasiyete uy­mayarak dört ay on günden sonra kocasının evinden çıkabilir. Çünkü âyet-i ke­rimenin sonunda “Şayet kadınlar evden çıkacak olurlarsa, kendileri için yaptık­ları meşru işlerden size bir günah yoktur.” Duyurulmaktadır.

Taberi diyor ki: “Bu görüşlerden tercihe şayan olan görüş şudur: Allah teala, ölen erkeklerin hanımlarına bir yıl kocalarının evinde kalma ve kocaları­nın bıraktıkları mallardan nafaka olarak harcama hakkını vermiştir. Ölen kişinin mirasçılarına da bir yıl tamamlanıncaya kadar bu kadını içinde yaşadığı evden çıkarmamayı emretmiştir. Böylece bir kadın, ölen kocasının evini, kendiliğin­den terkedecek ol nisa artık mirasçılar için bir günah olmayacağını beyan etmiş­tir. Ancak daha sonra gelen miras âyeti, kadına harcanacak nafakayı kaldırmış, kadınların dört ay on gün iddet bekleyeceklerini hükme bağlayan âyet de bu ka­dınların yedi ay yirmi günlük mesken haklarını kaldırmıştır. Ancak kocasının ölümü üzerine dört ay on gün iddet bekleyecek kadının bu müddet içerisinde kocasının meskeninde kalma hakkına sahip olduğu, Resulullahın hadisi şen fi ile beyan edilmiştir.

Bu hususta Fürey’a bint-i Malik (Başka bir rivayete göre Faria bim-i M;ı-Uk)in anlattığına göre kocası, köleleri ücretle çalışmıyormuş. Bir gün köleler birleşerek kocasını öldürmüşler. Fürey’a Resulullaha gelerek meseleyi anlatmış ve şunlan söylemiştir: “Ben, şimdi mülkiyeti kocama ait olan bir evde değilim. Kocam tarafından bana herhangi bir nafaka da gelmiyor. Ben yetimlerimle bir­likte aileme gidip onlara orada bakayım mı?” Resulullah ila ona “Yap” demiş daha sonra “Ne demiştin?” diye sormuş kadın da sorusunu tekrarlayınca Resu­lullah ona- “Kocanın ölüm haberi sana geldiği yerde iddetini bekle.” buyunmıştur. [106]

Diğer bir rivayette Resulullah o kadına şöyle demiştir:

“Sen, süre doluncaya kadar, dört ay on gün evinde kal. [107]

Âyet-i kerimenin sonunda: “Şayet kadınlar evden çıkacak olurlarsa ken­dileri için yaptıkları işlerde size bir günah yoktur.” buyrulmaktadır. Yani, kadın­ların, kocalarının ölümünden sora, kocalarının evinde kalmaları halinde bir yıl kalma haklan vardır. Öyle ki ölenin mirasçıları bu bir yıl içinde kadın istemedikçe onu evden çıkaramazlar. Ancak kadın kendi isteğiyle kocasının evini bir yıldan önce terkedecek olursa bu takdirde mirasçılara herhangi bir vebal yoktur. Kadın da aynı evde kalıp kalmama mecburiyeti yoktur. Bu onun için bir haktır. Kadın, dört ay on günlük müddeti bittikten sonra, iddet beklemekte olduğu ko­casının evini terkedip yas tutmaya sona erdirebiiir ve kendisiyle evlenmek iste­yenlere imkân verebilir. [108]

 

241- Boşanan kadınların, örfe göre faydalanacakları bir lakım şeyler alma haklan vardır. Bu, takva sahipleri üzerine bir borçtur.

Her boşanan kadının, örfe göre elbise, giyim kuşam ve iyilikle istifade edilecek şeylerde hakkı vardır. Bu, rablerinin emirlerini tutup yasaklarından ka­çınan takva sahiplen üzerine bir borçtur.

* Boşanan kadınlara verilmesi gereken eşyaya İslam hukukunda “Mut’a” denir. Mut’umu, boşanan her kadına mı yoksa belli şartlar altında boşanan ka­dınlara mı verileceği hususunda farklı görüşler zikredilmektedir.

a-Said b. Ciibeyr, Zühri ve Alaya göre. her boşanan kadına nıut’a vermek gerekmektedir. Çünkü bu âyet-i kerime genel bir mânâ ifade etmekte, boşanan­lar arasında ayırım yapmamaktadır.

b- Atâ ve Mücahide göre bu âyette, kendilerine mut “a verileceği beyan edilen kadınlar, kendiieriyie zifafa girildikten sonra boşnan kadınlardır. Zira kendilerine dokunulmadan boşanan kadınların durumu şu âyelte beyan edilmek­tedir. “Ey iman edenler, mümin kadınları nikahlar sonra da kendilerine dokun­madan bozarsanız arlık sizin, onların üzerinde iddet sayma hakkınız yoktur. Derhal onlara boşanma bedellerini (faydalanacakları bir takım eşyayı, mut’ayı) verin ve onları güzellikle salıverin. [109]

c- İbn-i Zeydc göre ise, burada kendilerine nıut’a verilmesi emredilen ka­dınlar, boşanan bütün kadınlardır. Ancak bu âyetin nüzul sebebi şu âyetin yanlış anlaşılmasını önlemektir. “…Zengin kendi imkânına göre fakir de kendi imkânına göre. usulüne uygun bir şekilde onlara faydalanacakları bir şeyler ve­rin. Bu, iyilikte bulunanların üzerine bir borçtur. [110] Bu âyet nazil olunca bir kişi: “Bğer ben iyilikte bulunursam bunu yaparım. İyilikte bulunmazsam bunu yapmam” demiş bunun üzerine de: “Boşanan kadınların, örfe göre faydalana­cakları bir takım şeyler alma haklan vardır. Bu, takva sahipleri üzerine bir borç­tur.” âyeti nazil olmuştur.

Taberi diyor ki: “Bu âyel-i kerimede zikredilen mut’anm, boşunanan her kadına verilmesi gereken mut’a olduğunu söyleyen görüş, doğru olan görüştür. Yani her boşanan kadının mut’a alma hakkı vardır. Zira Allah teala, Kur’an-ı Kerimin diğer âyetlerinde, belli durumlarda olup ta boşanan kadınlara mut’a ve­rileceğini beyan etmiştir. Mesala: Kendilerine mehir takdir edilmeyen ve kendi­leriyle cinsi münasebetle de bulunulmadım boşanan kadınlara mut’a verileceği şu âyette beyan edilmiştir. “Kadınlara yaklaşmadan ve onlara mehir takdir et­meden boşarsanız sizin için bir mes’uliyet yoktur. Bu durumda zengin kendi imkânına göre fakir de kendi imkânına göre, usulüne uygun bir şekilde onlara, faydalanacakları bir şeyler verin. Bu, iyilikte bulunanların üzerine bir borçtur. [111]Kendisiyle evlenilen ve zifafa girildikten sonra boşanılan hür kadınlara mut’a verileceği şu âyette zikredilmektedir. “Ey Peygamber, hanımlarına şöyle de: “Eğer dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız, gelin boşanma bedellerinizi ve­rip hepinizi güzellikle salıvereyim, [112]Kendilerine mut’a verilip verilmeyece­ği açıklanmayan kadınlar, kâfir kadınlar, köleler bir de küçük yaşta iken evlenip boşanan kadınlardır. İşte âyet-i kerimede boşanan bu gibi kadınlara da mut’a ve­rileceğini umumi bir şekilde beyan etmiştir. [113]

 

242- Allah, âyetlerini size, düşünesiniz diye böylece açıklıyor.

Allah size, hükümlerini bildirdiği, birbirinize karşı olan vazifelerinizi açıkladığı gibi Peygamberine indirdiği âyetlerde diğer hükümleri de açıklıyor ki, koymuş okluğu hudutları tanıyasınız. Dininiz ve dünyanız için doğru ve fay­dalı olanı bilesiniz. [114]

 

243- Sayıları binlere vardığı halde, ölüm korkusundan memleketleri­ni tcrkcdcnlcri görmedin mi? Allah onlara “Ölün” dedi. Ve sonra kendile­rine yine hayat verdi. Şüphesi/, kî Allah, insanlara karşı lütuf sahibidir. Fa­kat insanların çoğu şükretmezler.

Ey Muhammed, sayıları binlere vardığı halde, ölümden kaçmak için memleketlerini terkedeııleri bilmedin mi? Allah onları önce öldürdü sonra tekrar diriltti. Şüphesiz ki Allah, yarattıklarına karşı lütuf sahibidir. Fakat o insanların – çoğu, nimetlere şükretmezler ve AMahtan başka ilahlar edinirler.

Âyet-i kerimede geçen ve “Binler” diye tercüme edilen kelimesi müfessirler tarafından iki şekilde izah edilmiştir.

a- Abdullah b. Abbas, Vehb b. Münebbih, Haccac b. Ertee, Siiddi, Atâ el Horasani ve Muhammed b. İshaka göre bu âyette geçen kelimesi, kelimesinin çoğuludur ve mânâsı “Bilenler” demektir. İsrailoğulları ya Taun hastalığından veya cihad etmenin korkusundan dolayı memleketlerinden binlerce sayıda çıkıp gitmişler, neticede ölümden kurtulamamış ve öldürülmüş­ler daha sonra ise Allah teâla onları diriltmiş ve vadeleri gelinceye kadar yaşa­mışlar sonra tekrar Ölmüşlerdir.

b- İbn-i Zeyd, Hasan-ı Basri, Amr b. Dinar ve benzeri âlimlere göre bu âyette zikredilen kelimesi kökünden türetilmiştir. Mânâsı “Ülfet ve uyum içinde olarak” demektir. Yani İsrailoğullan, memleketlerinden çıkarken kendi aralarında ayrılığa düşmemişler birbirlerine karşı huğuz eder halde olmamışlar, bilakis birlik ve beraberlik içinde çıkmışlardır” elemektir.

Bu kelimeyi sayı mânâsına alan Abdullah b. Abbastan özetle şunlar riva­yet edilmektedir: Yerlerinden çıkan İsrailoğullannın sayısı dört bin idi. Onlar Taun hastalığından kaçarak köylerinden çıkmışlar ve “Biz, ölümün olmadığı bir yere gidelim.” demişlerdi. Fakat onlar belli bir yere varınca Allah onlara “Ölün” demiş.onlar da ölmüşlerdi. Bunun üzerine Peygamberlerden bir Peygamber on­ların yanından geçmiş, Allah tealaya onlan dirilitmesi için niyazda bulunmuş Allah teala da onları diriltmişti. Vehb b.Münebbihe göre bu Peygamber “Hez-kil”dir. Abdullah b. Abbastan nakledilen başka bir rivayete göre Yahudiler Taun hastalığından değil Allah yoyunda cihad etmekten kaçmışlar ve başlarına yuka­rıda anlatılan olay gelmiştir.

Eş’as b. Eşlem el-Basri diyor ki: “Ömer namaz kılarken geri tarafta iki Yahudi bulunuyordu. Ömer rüku yapınca kamını içeri çekerdi. Bu Yahudiler­den biri diğerine: “Bu o mu?” diye sordu. Ömer namazı bitirince dedi ki: “Siz­den birinizin arkadaşına “Bu o mu?” diye sorduğunu hissettim.” Onlar da “Biz kitabımızda Allahm izniyle ölüleri dirilten Hezkil’e verilen demir boynuzun benzerinin o anlattığınız kişiye de verileceğini bulmaktayız.” dediler. Ömer de: “Biz, Allahın kitabında ne Hezkil’i ne de İsanın dışında, Allahm dışında ve ölü­leri dirilten birini görüyoruz.” dedi. Onlarda: “Sen, Allahın kitabında ” Bazıları­nı da sana anlatmadığımız Peygamberler gönderdik. [115] âyetini bulmuyor mu­sun? dediler Ömer de “Evet” dedi. Onlar da: “Ölüleri diriltmesi meselesine ge­lince biz onu sana anlatalım.” dediler ve şunları söylediler: “İsrailoğullan Veba hastalığına yakalandılar. Onlardan bir topluluk Vebadan kurtulmak için yurtları­nı terkedip gittiler. Oradan bir mil uzaklaşınca Allah onları Öldürdü. Diğer in­sanlar onların mezarlarının etrafını duvarlarla çevirdiler. Kemikleri çürüdükten sonra Allah Hezkil Peygamberi gönderdi. O, onların öldüğü yerde Allahın dile­diği kadar kaldı. Allah onlan Hezkil vasıtasıyla diriltti. Eş’as diyor ki: “İşte Al­lah teala bu âyeti bunlar hakkında indirmiştir.”

Âyette zikredilen kelimesinin mânâsının “Binlerce” demek de­ğil “Ülfet içinde” demek olduğunu söyleyen İbni-i Zeyd ise bu hususta özetle şunları söylemiştir: Bu âyet. Taun hastalığına uğrayan bir kasabadan bahset­mektedir. O kasabanın halkından bir gurup kasabayı tevketmiş diğer bir kısmı ise orada kalmıştır. Orada kalanlara taun hastalığı büyük zayiat vermiş, çıkanla­ra ise bir şey olmamıştır. Ertesi yıl tekrar taun hastalığı çıkmış bu defa, daha ön­ce çıkanlardan daha çok sayıda insan kasabayı terketmiştir. Taun hastalığı, ora­da kalan insanları kasıp kavurmuştur. Üçüncü yılda tekrar taun hastalığı gelmiş bu defa İsrailoğulları ayrılığa düşmeden hep birlikte kasabayı terketmişlerdir. Fakat onlar,’ yaşamak için gittikleri yere varınca Allah onlara “Hep birlikte ölün” demiş onlar da Ölmüşlerdir. Oradan geçen bir kişi parlayan kemikleri gö­rünce dikkatini çekmiş, durup onlara bakmış ve kendi kendine şöyle demiştir: “Allah bunları öldürdüktensonra acaba nasıl diriltecektir?” Allah bu defa o kişi­yi de öldürmüş ve yüz yıl sonra diriltmiştir.

Taberi diyor ki: “Bu iki görüşten tercihe şayan olan kelimesi­nin mânâsının “Binler” olduğunu söyleyen görüştür, israiloğullannın kasabadan kaçmalannın sebebi ise cihattan veya taun hastalığındandır. Kaçan İsrailoğulla­nnın sayısı ise on binin üzerindedir. Zira kelimesi, on’dan yukan sa­yılarda kullanılan çoğullar kahbındandır.

Ayet-i kerimenin devamında, memleketlerini terkeden İsrailoğullannın, ölüm korkusuyla terkettikleri zikredilmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi İs-railoğullan ya uğradıkları taun hastalığı sebebiyle ölçeklerinden korkmaları yü­zünden memleketlerinden çıkmışlar veya Allah tealadan bir komutan gönder­mesini istemeleri üzerine kendilerine komutan geldiğinde düşmanla savaşarak ölecekleri korkusundan dolayı çıkmışlardır. Allah teala bunların kıssalarını mü­minlere anlatarak kendilerine Allah yolunda cihad etmeyi ve din düşmanları ile savaşta dirençli olmayı teşvik etmekte, öldürmenin de diriltmenin de sadece kendi elinde olduğunu hatırlatarak mümin kullarına cesaret vermekte ve savaş­tan ve cihattan kaçıp kalelere, evlere ve müstahkem mevkilere sığınmanın hiçbir kimseyi Allanın kaza ve kaderinden kutaramayacağmi bildirmektedir. Nitekim taun hastalığından kaçan İsrailoğulları Allanın kaderinden kurtulamamış ve yine ölmüşlerdir.

Âyet-i kerimenin sonunda: “Şüphesiz ki Allah, insanlara karşı lütuf sahi­bidir. Fakat insanların çoğu şükretmezler.” buyunılmaktadır. Allah tealanm, in­sanlara hidayet yolunu göstermesi ve onları helak olacakları yönlerden sakındır­ması, kullarına lütfettiği nimetlerdendir. Ölüm korkusuyla memleketlerinden çı­kan insanları öldürüp onları tekrar diriltmesi, kullarına ibret olması bakımından Allah tealanm lütuf ve nimetlerindendir[116]

 

244- Allah yolunda savaşın. Bilin ki Aîlah hçr şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir.

Ey iman edenler, Allanın dini için, din düşmanlarıyla savaşın. Sizi dini­nizden alıkoyan ve rabbinizin yolundan çeviren Şeytana itaat yolunda savaşma­yın. Allah düşmanlarıyla savaşmaktan çekinmeyin. Zira diri kalmanız veya öl­meniz Allanın elindedir. Sakın ölüm korkusu sizi, düşmanlarla sataşmaktan alı­koymasın, Aksi takdirde zelil olursunuz, siz de daha Önce ölüm korkusuyla ev­lerinden çıkıp kaçanlar gibi Ölümden kurtulamazsınız. Sizler de evlerinizde ölürsünüz. Bilin ki rabbiniz, samimi olan müminleri de bilir sinelerinde nifak ve inkârı saklayanları da. Ve herkesin söylediği sözü de. Bu itibarla herkesi layık olduğu şeyle cezalandıracak veya mükafaatlandıracaktır. [117]

 

245- O kimdir ki Allah için güzel bir ödünç takdim etsin de Allah onun karşılığını kat kat versin. Rızkı daraltan da Allahtır bol veren de. Yi­ne ona döndürüleceksiniz.

Sizden kim Allah yolunda ve onun rızasını isteyerek harcamada bulunur, zayıf olana yardım eder, fakiri destekler, ihtiyaç sahiplerine infakta bulunursa Allah, yapmış olduğu iyiliklerden dolayı o kişiye sınırsız ve sayılamayacak ka­dar kat kat mükâfaat verir. Dilediği kulu için rızkı daraltan dilediği için de bol-laştıran Allahtır. Sonunda dönüşünüz Allahadir. Sizleri amellerinize göre ceza­landıracak veya mükâfaatlanuıracaktır.

Bu konuda diğer bir âyet-i kerimede de şöyle buyrulmaktadir: “Malları­nı Allah yolunda harcayanların durumu, her başağında yüz tane olmak üzere ye­di başak veren bir tanenin durumuna benzer. Allah, dilediğini kat kat verir. Al­lah, lütfü geniş olan ve her şeyi bilendir. [118]

Abdullah b. Mes’ud diyor ki: “Bu âyet-i kerime inince Ebudderda dedi ki: “Ey Allanın Resulü, Allah bizden ödünç mü istiyor?” Resulullah da “Evet ya Ebudderda.” dedi. Ebudderda ise “Ver elini ya Resulullah,” dedi. Resulullah da elini on verdi. Ebudderde: “Ben (hurma) bahçemi rabbime karz-ı hasen olarak verdim. Onun içinde altı yüz hurma ağacı bulunmaktadır.” dedi. Sonra yürüye­rek bahçesine geldi. Kansı Ümmü Dahdah ve çocukları bahçede bulunuyorlardı. Ebudderda hanımına “Ey Ümmü Dahdah, diye seslendi. Ümmü Dahdah “Buyur emrin nedir?” diye cevap verdi. Ebudderda “Bahçeden çık zira ben içinde altı yüz hurma ağacı bulunan bahçeyi rabbime karz-ı hasen olarak verdim.” dedi. Resulullah, Abudderda öldüğünde onun cenaze namazını kıldırdıktan sonra hakkında şöyle buyurmuştur: “Cennette Ebudderdanın asılı duran nice hurma salkımları bulunmaktadır”[119]

Âyet-i kerimede, malını Allah yolunda harcayana Allahın kat kat karşılığını vereceği vaadedilmektedir. AUahm vaadettiği nimetlerin hududu belirtilme­mekte, kişilerin ihlas ve niyetlerine göre karşılık alabileceklerine işaret edilmek­tedir. Bu hususta bazı âlimler şöyle demişlerdir: “Allah size dünyayı ödünç ola­rak verdi ve onu sizden ödünç olarak istedi. Şayet sizler içinizden gelerek gö­nüllü bir şekilde onu Ödünç verecek olursanız o ödüncünüzün karşılığında size on ile yedi yüz arasında değişen, hatta daha da fazla olabilen karşılık verilecek­tir. Şayet Allah dünyayı sizden, istemediğiniz halde çekip alacak olurda siz de buna sabreder ve iyi davranırsanız bu sizin için bir rahmet olur ve sizin hidayete kavuşmanıza sebep olur

Ayet-i kerimenin devamında “Rızkı daraltan da Allahtır bol veren de”, bu ym İ m aktadır. Allah teala bu ifade ile kendilerine bol nzık verdiği mümin kul­larını, nzıklan dar olanlara karşı infakta bulunmaya teşvik etmekte ve onları müşriklere karşı savaşmak için mallarını Allah yolunda harcamaya davet etmek­tedir. Zira bu harcamalar onların azıklarını azaltmayacaktır. Çünkü nzıklan da­raltan da genişleten de Aîlahtır. Kullar yaptıkları harcamaların karşılığını kat kat alacaklardır.

Taberi, âyetin bu bölümünün izahında, rızkın dar veya bol oluşunun Alla-tim elinde olduğunu beyan etmiştir ve Resulullahın şu hadis-i şerifinde de aynı meseleninbeyan edildiğini zikretmiştir.

Enes b. Malik diyor ki:

“Resulullah (s.a.v.)’m zamanında (bir ara) fiyatlar yükseldi. Dediler ki: “Ey Allanın Resulü, bize fiyat (Narh) koysana ” Resulullah: “Şüphesiz ki fiyat koyan, daraltan, bollaştıran ve nzıklandıran ancak Allahtır. Ben dilerim ki rab-bimiıı huzuruna çıktığımda sizden herhangi biriniz benden kanı ve malı hakkın­da bir haksızlıktan dolayı bir şey istemiş olmasın. [120]

 

246- Musadan sonra gelen îsrailoğuHarından bir topluluğu görmedin mi? Onlar Peygamberlerine şöyle demişlerdi: Bize bir hükümdar gönderde allah yolunda savaşalım.” Peygamber de “Ya savaş size farz kılınınca sa­vaşmazsanız?” dediğinde “Memleketimizden ve çocuklarımızdan üzskîsş–tırıldığımız halde niye Allah yolunda savaşmayalım?” demişlerdi. Fakat onlara savaş farz kılınınca da pek azı müstesna, savaştan yüz çevirdiler. Allah zalimleri çok iyi bilir

Ey Muhammed, Musanın ölümünden sonra İsrailoğullarmm ileri gelenle­rini, başkalarım ve şereflilerini kalb gözüyle görüp benim de sana haber ver­memle bilmedim mi? Bir zaman onlar. Peygamberleri İsmıûle veya Şem’una ya­hut Yûşâ b. Nun’a “Bizim için ordumuza komutan olacak birini gönder de onun­la birlikte Allah yolunda, düşmanlarımıza karşı savaşalım.” demişlerdi. Pey­gamberleri de onlara: “Ya savaş size farz kılınır da Allah yolunda cihad edece­ğinize dair yaptığınız vaadi yerine getirmeyip savaşmazsanız ne olacak” dedi. Onlar: “Bizleri Allah yolunda düşmanlarımıza karşı ve Allahın düşmanlarına karşı savaşmaktan alıkoyacak ne olabilir? Halbuki bizler ezilerek ülkelerimiz­den kovulup çoluk çocuğumuzdan ayn düştük.” dediler. Kendilerine düşmanla­rıyla savaşmak farz kılınınca da Talutla beraber nehiri geçen çok az kimseler hariç savaştan kaçtılar. Peygamberlerinden istedikleri cihadın farz oluşunu aya­ğa düşürdüler. Allah, vaadinde durmayan, verdiği sözü bozan zalimleri çok iyi bilmektedir.

Âyet-i kerimede, İsrailoğullannın ileri gelenlerinin kendisinden bir ko­mutan istedikleri bildirilen Peygamberin hangi Peygamber olduğu hususu mü-fessirler tarafından ihtilaf konusu olmuştur. Vehb b. Münebbihe göre bu Pey­gamber îsmaildir. Süddiye ve Mücahide göer ise Şem’undur. Şem’umm mânâsı ise “Allah duamı kabul etti.” demektir. Zira Şem’unun annesi Alİahtan kendine oğlan çocuğu nasibetmesini niyaz etmiş Allah da nasibetmiş o da oğlunun adını “Şem’un” koymuştur. Kaîadeye göre ise bu Peygamber Yûşâ b. Nûn’dur.

îsrailoğulannın ileri gelenlerinin, Peygamberlerinden, kendisiyle birlikte savaşacakları bir komutan istemelerinin sebebi, çeşitli şekillerde izah edilmiştir.

a- Vehb b. Münebbihin, İsrailoğullannın bu isteklerinin sebebini şöyle izah ettiği rivayet edilmektedir: Vehb diyor ki: “Hz. Musadan sonra İsrailoğul-(arına Peygamber olarak Yuşa b. Nun gönderilmişti. O, İsrailoğull arına Tevratı ve Allahın diğer emiTİerini tatbik ediyordu. Nihayet Allah onu da vefat ettirdi. Ondan sr-nra İsrail oğullarına Kâlib b. Yukarına gönderildi. O, da onlara Tevratı ve Allahın diğer emirlerini tatbik etti. Allah onunda ruhunu aldı. Ondan sonra İsrailoğullanna Hizkil b. Buzi gönderildi. Allah teala onun da ruhunu aldıktan sonra İsrailoğuIIan arasında olaylar büyüdü. Onlar, Allaha verdikleri ahdi unut­tular. Öyle ki, putlar dikip Allanın dışında onlara tapmaya başladılar. Allah on­lara, İlyas b.Nesi (Yasin) b. Finhasi Peygamber olarak gönderdi. Hz. Musadan sonra, İsrailoğullanna gönderilen Peygamberler, Tevratın unutulan bölümlerini hatırlatmak için gönderilirlerdi. İlyas, İsrai loğu fi arından “Ehab” diye adlandırı­lan bir Kralla birlikte bulunuyordu. Kral, İlyas Peygamberin sözünü dinliyor ve Onu tasdik ediyordu. İlyas da Krala yol gösteriyordu. İsrailoğull an nin diğer ka­bileleri ise bir kısım putlar edinmiş, Allahın dışında onlara tapıyorlardı. İlyas onları Allaha davet ediyor fakat bu Kral dışında diğer İsrailoğuIIan onun hiç bir sözünü dinlemiyorlardı. O zamanda çeşitli Krallar bulunuyordu. Bunlar Şam di­yarında çeşitli bölgelere yayılmışlardı ve her Kraİ belli bir bölgeyi kendisine ül­ke edinmişti ve orada yaşıyordu. Bir gün. Peygamber İlyasın sözünü dinleyen Kral ona: “Ey İlyas, vallahi senin insanları davet ettiğin şeyin batıl olduğunu görüyorum.” dedi. İsrailoğullannın diğer Krallarını sayarak sözlerini şöyle de­vam ettirdi. “Bütün bunlar, Allahı bırakıp putlara tapıyorlar, bununla birlikte bunlar aynen bizim gibiler. Yiyorlar içiyorlar, çeşitli nimetlerden istifade edi­yorlar, çeşitli eşyaları var. Dünyada hiçbir şeyleri eksik değil. Bizim onlardan herhangi bir üstün tarafımız olduğunu da görmüyorum.” dedi. Bunun üzerine İl-‘ yas üzüldü ve istircada bulundu. Yani dedi. Saçları ve tüyleri üıperdi. Kralı bırakıp yanından çıktı. Kral da diğer Kralların yaptığı gibi putlara tapmaya devam etti.

Ilyastan sonra da İsrailoğullanna Elyesa Peygamber geldi. O da, Allahın dilediği kadar onların içinde kaldı. Sonra Allah onun da ruhunu kabzederek kendisine aldı. Bundan sonra İsrailoğullanna, bir kısım insanlar geldiler. Fakat İsrailoğullannın günahları gittikçe arttı. İsrailoğullannın elinde büyüklerden bir­birlerine intikal edip gelen bir Tabut bulunuyordu ki bu tabutun içinde, bir hu­zur ve Musa ile Hanımın ailesinin bıraktıklarından aita kalanlar vardı. İsrailo-ğuiları, düşmanla her karşılaştıklarında bu tabutu Önlerine alarak yürüyorlar ve bu sayede, Allah onlann düşmanlarını mağlup ediyordu.

Sonra İsrailoğullanna “İyla” isimli bir Kral geldi. Allah, İsrailoğullannın “İlya” denen yerdeki dağlarını bol ve bereketli kılmıştı. O dağa düşman gelemi­yor, İsrailoğuIIan da o dağın dışında başka bir yere muhtaç olmuyorlardı. Öyle ki kayalar üzerine serdikleri topraklara ektikleri mahsuller, sıktıklan zeytin yağ­lan onlara yetiyordu. İsrailoğuIIan arasında olaylar büyüyünce ve onlar, Allaha verdikleri sözü terkedince, kendilerine düşman musallat oldu. Onlar da önceleri yaptıklan gibi tabutu da yanlarına alarak düşmana karşı çıktılar, savaştılar. Fa­kat mağlup oldular. Öyle ki düşman, tabutlanm alıp götürdü. Onlar da Kralları, İyla’ya giderek tabutun düşman tarafından gaspedildiğini bildirdiler. Bunun üze­rine Kral başını yere eğdi ve üzüntüsünden öldü. İşte bundan sonra İsraiİoğulla-nnın işi iyice karıştı. Düşmanları onlara baskın yaptı. Çocuklannı ve kadınlarım esir aldı. O sırada içlerinde Allahın Peygamberi İşmoil bulunuyordu. Fakat İsra­iloğuIIan onun hiçbir sözünü dinlemiyorlardı. İşte Allah teala bu âyette, Hz. Muhammede bu Peygamberi haber vermektedir.

İsrailoğuIIan, Peygamberleri, İşmoil b. BâH’ye: “Bize bir hükümdar gön­der de Allah yolunda savaşalım.” dediler. Zira, İsrailoğullannın, iyi olma du-rumlan, Kral ve Peygamberle uyum içinde olmaları halinde gerçekleşiyordu. Kral onları sevk ve idare ediyor fakat Peygamberi dinleyip emirlerine bağlı kalı­yordu. İşte böyle olduklannda İsrailoğuIIan mutlu oluyorlardı. Fakat Kralları Peygamberlerine karşı gelip onların emirlerini bırakınca İsrailoğull arının hali perişen oluyordu. Zira insanlar, Peygamberi bırakıp Kralın emrine talip oluyor­lardı. Böylece Peygamberlerden bazılarını yalanlıyor, bazılarını da öldürüyor­lardı. İsrailoğulannın bu kötü durumları devam etti. Nihayet Peygamberlerine “Bize bir komutan gönder de onunla birlikte Allah yolunda savaşalım.” dediler. Peygamberleri de onlara: “Sizde vefakârlık, sadakat ve cihad isteği yoktur.” de­di. Onlar da “Biz, cihaddan çekiniyor ve ondan geri duruyorduk. Çünkü bizler, memleketimizde güven içindeydik. Kimse bizim topraklanmıza ayak basmıyor ve kimse bize orada galip gelemiyordu. Şimdi ise durum farklı. Bizim cihad et­mekten başka çaremiz yoktur. Düşmanımıza karşı cihad hususunda rabbimize itaat edeceğiz. Çocuklanmizi ve kadınlarımızı düşmana karşı koruyacağız.” de­diler

b- Süddi ise, İsrailoğullarnn Peygamberlerinden, savaşmak için bir ko­mutan istemelerinin sebibini şöyle izah etmiştir. İsrailoğullan, Âmâlıklara karşı savaşıyorlardı. Onlann o zaman ki Kralı Calut idi. Âmâlıklar, İsrailoğullanna galip geldiler. Onları haraca bağladılar ve.Tevratlarmi ellerinden aldılar. Bu yüzden İsrailoğullan, Allah tealaya, kendisiyle düşmana karşı savaşacakları bir Peygamber göndermesin! diliyorlardı. Ancak İsrailoğullannın, kendilerinden Peygamberler gelen torunun kolu helak olmuştu. Onlardan sadece hamile olan bir kadın kalmıştı. îsrailoğullan o kadını bir yerde ikamete mecbur eltiler. Kadı­nın kız çocuğu doğurup onu oğlan çocuğu ile değiştireceğinden korkuyorlardı. Çünkü kadın, kendisinden doğacak olan çocuğa, İsrailoğullarınm çok rağbet et­tiklerini anlamıştı. Kadın Allaha yalvarıyor, kendisene erkek çocuk nasibetme-sini niyaz ediyordu. İşte bu kadın nihayet bir erkek çocuk doğurdu. Çocuğun is­mini “Şem’un” koydu. Bu çocuk büyüdü, Kadın onu, Tevrat ı öğrenmesi için Kudüse gönderdi. İsrailoğullarınm âlimlerinden bir yaşlı din adamı onu evlat edinip büyütmeyi üzerine aldı. Çocuk Peygamber olacak çağa ulaşınca, kendisi­ni büyüten o ihtiyar din adamının yanında uyurken ona Cebrail geldi ve ihtiya­rın sesine benzer bir sesle “Ya Şimol” diye seslendi. Çocuk uyanıp ihtiyar zatın karşısına dikildi ve ona “Beni sen mi çağırdın baba?” dedi. İhtiyar çocuk kork­masın diye hayır demedi yat uyu evladım dedi. Çocuk yatıp uyudu. Cebrail tek­rar seslendi. Çocuk yine kalktı ve ihtiyara aynı şeyi sordu. İhtiyar da ona: “Yat uyu şayet seni üçüncü defa çağırırsam bana cevap verme.” dedi. Fakat üçüncü defa Cebrail çocuğun gözüne göründü, ve ona: “Kavmine git. Onlara, rabbinin Peygamberliğini tebliğ et. Zira Allah seni onlara Peygamber olarak gönderdi.” dedi. Şem’un kavmine gidip durumu anlatınca onlar onu yalanladılar ve: “Sen Peygamberlikte acele ettin. Sen henüz bu mertebeye erişmedin. Eğer sen doğru isen bize bir komutan tayin et de Allah yolunda onunla birlikte savaşalım. O ko­mutan de senin peygamberliğinin mucizesi olsun.” elediler. Şem’un da onlara “Belki de savaşmak size farz kılınınca savaşmayacaksınız” dedi.

Âyet-i kerimede: “memleketimizden ve çocuklarımızdan uzaklaştırıldığı­mız halde niye Allah yolunda savaşmayalım” buyurulmaktadır aslında bu ayetin ifadesi genel bir mana taşımakta ise de İsrail oğullarından sadece belli bir sınıf memleketlerinden çıkarılmıştır. Bunlar da esir düşen insanlardır. Çünkü pey-gamberilerinden komutan gönderilmesini isteyen İsrailoğullan bu istekleri esna­sında kendi vatanlarında bulunuyorlardı.

Yine âyet-i Kerime’de “Fakat onlara savaş farz kılınınca da pek azı müs­tesna savaştan yüz çevirdiler.” buyrulmaktaehr. Bu âyette istisna edilen “Pek az” kimseler, Talutla birlikte nehirden su içmeyerek karşıya geçen itaakâr askerler­di.

Taberi diyor ki: “Bu âyet-i kerime, Peygamberimizin döneminde bulunan Yahudileri, Allanın Resulünü yalanlamaları ve rablerinin emrine karşı gelmeleri sebebiyle kınamaktadır. [121]

 

247- Peygamberleri onlara şöyle dedi: “Allah size hükümdar olarak Talutu gönderdi.” Onlar da: “Nasıl olur da Talut bize hükümdar olur. Halbuki biz hükümdarlığa ondan daha iaytkız. Ona çok mal verilmemiş­tir.” dediler. Peygamber: “Allah onu sizin için hükümdar seçti, ilim ve vü­cut bakımından geniş imkân vererek gücünü artırdı., Allah, mülkünü dile­diğine verir. Allah, lütfü bol olandır ve her şeyi çok iyi bilendir” dedi.

Peygaberleri onlara dedi ki: “Allah size dilediğiniz şeyi verdi. Ordunuza komutan olarak Talutu gönderdi.” Onlar da Peygambere şu cevabı verdiler: “O bizim üzerimize nasıl hükümdar olacak? O, Bünyaminin torunlarındandir. Onla­rın ne hükümdarlığı ne de Peygamberliği vardır. Biz, hükümdarlığa Talutta;ı üa-ha layıkız. Çünkü biz, Yakubun oğlu Yahudanın torunlarıyız. Ayrıca Talut ken­disine çokça mal verilen birisi değildi.” Peygamber onlara: “Allah onu, ilim ve vücut bakımından sizden üstün kıldı. Ona sizden fazla ilim ve sizden büyük bir vücut verdi. Allah, mülkünü yarattıklarından dilediğine verir. Çünkü mülkünün tasarrufu onun elindedir. Allah, lütfü ve ihsanı bol olan ve kimlerin ikrama layık Olduklarını çok iyi bilendir.” dedi.

Katade diyor ki: “îsrailoğulkmndan meşhur olan iki torun soyu yardi: Bi­risi Peygamberlik verilen torunlar diğeri de hükümdarlık verinlen torunlardı. Kendilerine Peygamberlik verilen torunlar, Leyinin torunlarıdır. Talut bu iki to­run soyundan da gönderil mey i ne e İsrailoğullan onu benimsemediler ve karşı çıktılar.

Talutun İsrailoğullanna hükümdar tayin edilmesi olayı, müfessirler tara­fından özetle şu şekilde anlatılmaktadır:

a- Vehb b. Münebbih eliyor ki: “İsrailoğullarınm ileri gelenleri, Peygam­berleri İşmoil b. Bâli’ye “Bize bir hükümdar gönder de onunla birlikte Allah yo­lunda savaşalım.” dediler. Peygamberleri kendileri için bir hükümdar gönder­mesini Allahtan diledi. Allah da onların Peygamberlerine “Evindeki boynuzun içindeki yağa bak. Senin yanına biri gelir de boynuzdaki yağ damlamaya başlar­sa işte İsrailoğullarınm hükümdarı o kimse olacaktır. Sen o kimsenin başını o boynuzdaki yağ ile yağla ve onu İsrailoğullanna hükümdar tayin et ve ona vazi­fesini bildir” diye buyurdu. İşmoil Peygamber böyle bir adamın gelmesini bek­lemeye başladı. Talut, deri tabaklayan bir sanatkârdı ve Bünyaminin soyundan gelen torunlardandı. Bu torunlarda ise Peygamberlik ve hükümdarlık yoktu. Bir gün Talut, kaybolan bir hayvanını armaya çıktı. Yanında da oğlu bulunuyordu. Peygamberin evinin yanından geçerken oğlu ona “Bu Peygamberin evine girip te kaybolan hayvanımızı ona anlatsak o bize bir yol gösterir ve o hayvan hak­kında bizim için hayırlı bir duada bulunur.” dedi. Talut oğluna: “Söylediğin şe­yin bir mahzuru yok” dedi. İkisi birden Peygamberin evine girdiler.

Hayvanlarının durumunu ona anlatıp dua etmesini isterken, orada boynu­zun içindeki yağ damlamaya başladı. Peygamber kalkıp yağı aldı ve Taluta “Ba­şını uzat.” dedi. Talut başını uzattı. Peygamber onun başını yağladı ve ona: “Sen, İsrailoğuUannın hükümdarısın. Allah bana seni onların başına hükümdar yapmamı emretti.” dedi.Talutun Süryanicedeki adı “Şadil b. Kays” idi. “Talut, Kral oldu.” demeye başladılar. Bunun üzerine İsrailoğuHannin ileri gelenleri, Peygamberlerinin yanına vardılar. Ve ona “Nasıl olur da Talut bize hükmeder? Halbuki o ne Peygamberlik ne de hükümdarlık ailesindendir. Sen de biliyorsun ki peygamberlik ve iktidar Levi ve Yehuda ailelerine aittir.” Bunun üzerine Peygamberleri onlara “Allah onu sizin üzerinize seçti. İlim ve vücut yönünden onu sizden güçlü kıldı.” dedi.

Süddi ise, Talutun hükümdar oluşunu şöyle anlatmaktadır: İsrailoğullan Şem’un Peygamberi yalanlayınca ve ona “Eğer sen doğru isen, bize bir komutan getir de onunla birlikte Allah yolumla savaşalım. O da senin Peygamberliğinin mucizesi olsun.” dediler. Şem’un da onlara “Bel ki de savaş size farz kıhmrsa savaşmazsınız.” dedi. Onlar da: “Allah yolunda nasıl savaşmayız? Bizler yeri­mizden ve çoluk çocuğumuzdan uzaklaştırıldık.” dediler. Bunun üzerine Şem’un Allaha niyaz etti. Allah da ona, İsrailoğulianna hükümdar olacak kişinin boyu­nu belirleyen bir âsâ gönderdi. Şem’un, İsrailoğulianna “Size gelecek olan hü­kümdarın boyu bu âsa’nın boyu kadar olacaktır.” dedi.

Onlar, kendi boylarını Ölçtüler. Fakat âsâya uygun olmadığını gördüler. Talut da suculuk yapan birisiydi. Merkebiyle su taşıyordu. Merkebi kayboldu. Talut onu aramaya başladı. İsrailoğullan onu görünce, çağırıp onun boyunu ölç­tüler. Talutun boyu tam âsâya denk geldi. Bunun üzerine. Peygamberleri, İsrai­loğulianna: “Allah size hükümdar olarak Taiutu gönderdi.” dedi. İsrailoğullan da: “Sen şu andakinden daha fazla yalancı olmamıştın. Soyundan hükümdarlar çıkan torunlar biziz. O, bu gibi torunlardan değil. Ayrıca ona bolca mal verilme­miş ki biz ona uyalım.” dediler. Peygamberleri de onlara: “Allah onu, size karşı seçti. İlim ve vücut yönünden onu sizden daha güçlü kıldı.” dedi.

Talutun ilminin fazla oluşunun sebebinin, ona vahiy gelmesi hadisesin­den olduğu rivayet edilmiştir. Boyunun da İsfailöğU Harından uzun olduğu, diğer insanların ancak onun omuzuna ulaşabildikleri rivayet edilmiştir[122]

 

248- Peygamberleri onlara dedi ki: “Onun hükümdarlığının delili, Tabut denilen sandığın size gelmesidir. Onun içinde size, rabbinizden bir huzur ve Musa ailesi ve Harun ailesinin bıraktıklarından arta kalanlar vardır. Onu, melekler taşıyacaktır. Eğer iman ediyorsanız bunda sizin için ibret vardır.

Peygamberleri onlara şöyle dedi: “Talutun hükümdarlık alâmeti, kendi­siyle zafer dilediğiniz tabutun size tekrar iade edilmesidir. O tabutta sizin için bildiğiniz alametlerden dolayı vakar ve gönül rahatlığı vardır. Yine onda Musa ailesinden, Harun ailesinden geri kalan, Musanın âsâsı, takunyaları. Musanın Tur dağında kendisine vahyedilenlerin yazılı olduğu Levhalardan bir kısmı bu­lunmaktadır. O tabutu melekler getirip Talutun evine koyacaklardır. Şüphesiz ki tabutun Melekler tarafından taşınarak size gelmesinde sizin için bir alâmet ve delil vardır. Şayet sizler, söylediğim şeylerde bana inanıyorsanız bu böyledir.

Allah teala bu âyet-i kerimede, İsrailoğuUannın. Peygamberlerinden kendilerine gönderilmesini istedikleri hükümdara uymadıklarını, o hükümdar­dan, gerçek hükümdar olup olmadığını ortaya koyan bîr delil istediklerini, bu­nun üzerine de Peygamberlerinin tabutun gelmesini delil gösterdiğini beyan et­mektedir.

Her ne kadar bu âyet-i kerime, geçmişteki İsrailoğuUannın, Peygamberle­rine karşı geldiklerini haber verir mahiyette ise de aslında âyet-i kerime, Rcşu-lullahın. Hicreti esnasında çevresinde bulunan Kureyza ve Nadr oğullan gibi Yahudileri ııyamıaktadir. Bunların, daha Önce Resulullahı vasıta yaparak düş­manlarına karşı yardım dilediğinde bulunmalarına rağmen Resulullah geldikten sonra ona karşı çıkmalarını ve ona iman etmemelerini kınamakla, onlun ataları­nın izini takibetmekle suçlamaktadır.

Aynea âyet-i kerime, Hz. Muhammede iman eden samimi Müslümanları da cihattan geri kalma, zevkti Kafaya dalıp eğlenme gibi davranışlarda Yahudile­re uymamaları hususunda uyarmaktadır Onları cihada teşvik etmektedir.

Âyette zikredilen “Tabuf’dan maksat, İsrailoğullanmn, düşmanlarına kar­şı beraberlerinde taşıdıkları ve onun sayesinde düşmanlarım mağlup ettikleri bir tabuttur. İsrailoğullan peygamberlerine karşı çıktıkça Allah teala bu tabutu elle­rinden almış ve zaman zaman da onlara geri vermiştir.

Müfessirler Allah tealanın, gelmesini Talutun hükümdarlığına bir alamet kıldığı bu tabutun geliş şekil ve sebebini izahta çeşitli görüşler zikretmişlerdir. Bazılarına göre bu tabut, Musa ve Hamının zamanından itibaren, babadan oğula miras olarak intikal etmek üzere İsrailoğuilannın elinde bulunuyordu. Fakat bir zaman geldi ki, kâfirlerin Krallarından biri bu tabutu israiloğuilannın elinden gasbetti. Sonra Allah teaia, Talutun hükümdarlığına bir delil olmak üzere onu tekrar İsrailoğullarına döndürdü.

Vehb. b..Münebbih’in bu hususu şöyle anlattığı rivayet edilmektedir. “Şi-moil Peygamberi besleyip büyüten “Ayli” adındaki yaşlı bir zatın iki genç oğlu bulunuyordu. Bu gençler, kesilen kurbanlar hakkında daha önce olmayan iki âdet icadetmişlerdi. Öyleki İsrailoğullan, kesmiş oldukları kurbanların etlerini pişirirken karıştırmak için kanca şeklinde iki kaşık icadetmişlerdi. Bu iki kanca­ya takılıp çıkan etler, onu karıştıran kâhine ait oluyordu. Aylinin oğulları, bir çok kancalar yaptılar. Kadınlar, Kudüse gelip namaz kıldıklarında bu adamlar o kadınlara laf atıyorlardı. Bir gün Şimoil, Aylinin evine doğru yatmış uyurken gaipten “Ey Şimol” diye bir ses işitti. Şimoil yerinden fırlayıp Aylinin yanına geldi ve ona “Emret, beni niçin çağırdın?” dedi.

Ayli de: “Ben seni çağırmadım, git uyu.” dedi. Şimoil giüip uyudu. Tek­rar “Ey Şimoil” diye bir ses işitti. Yine yerinden kalkıp Ayliye gitti ve ona “Bu­yur, ne emrediyorsun, beni niye çağırdın?” dedi. Ayli, “Ben seni çağırmadım. Dön ve tekrar uyu. Yine bir şey işitecek olursan de ki: “Buyur emret yapayım.” dedi. Şimoil gidip tekrar uyudu. Yine “Ey İşmoil” diye bir ses işitti, Bu defa “Buyur, işte ben buradayım emret yapayım.” dedi. O ses “Ayli’ye git ve ona de ki: Çocuk sevgisi sana oğullanılın, Kudüsün ve kurbanlarımın haklarında bir kı­sım şeyler uydurmalarına ve bana karşı gelmelerine mani olmanı engelledi. Ben, kâhinliği ondan ve oğullarından alacağım. Onu da iki oğlunu da mutlaka helak edeceğim.” dedi. Sabah olunca Ayli İşmoile, kendisine ne söylendiğini sordu.

O da meseleyi ona anlattı. Bunun üzerine Ayli dehşetli bir şekilde korktu. Sonra çevrelerinde bulunan düşmanları onlara saldırdı. Ayli iki oğluna düşmana karşı çıkmalarını ve onunla savaşmalarını emretti. İki oğlu çıkıp, yanlarına tabu­tu da alarak düşmanlarına karşı savaşmaya gittiler. Tabutun içinde Levhalar ve Musanın âsâsı da bulunuyordu. Onlar tabutu, düşmanlarına karşı zafer elde et­meleri için yanlarında götürmüşlerdi. Onlar savaşa gidince Ayli de arkalarından haberlerini beklemeye başladı. Ayli tahtında otururken bir adam geldi ve ona, iki oğlunun da öldürüldüğünü ve diğerlerinin de mağlup olduklarını bildirdi. Ayli “Tabut ne oldu?” diye sordu. Adam, tabutu düşmanın alıp götürdüğünü söyledi. Bunun üzerine Ayli göğsünü geçirerek, kürsüden kafasının üzerine düş­tü ve öldü. Tabutu gasbedenler, onu götürüp putların bulunduğu bir binanın içinde, tapmış olduklan putun altına koydular.

Fakat sabahleyin, putun aşağı düştüğünü, tabutun ise, onun üstüne çıktı­ğını gördüler. Bunun üzerine tabutu aşağı indirip putu yukarı çıkardılar ve onun ayaklanın tabuta çivi ile çaktılar. Ertesi gün sabahleyin gelip putun iki elinin ve iki ayağının koptuğunu ve tabutun uluna yüzü koyun düştüğünü gördüler. Bu­nun üzerine birbirlerine şöyle dediler: “Siz biliyorsunuz ki hiçbir şey, İsrailoğul-lan hin ilahına karşı mukavemet edemez. Siz bunu putlarınızın bulunduğu bina­dan çıkann” Onlar tabutu çıkarıp şehirlerinin bir kenarına attılar. Bunun üzerine o yörede yaşayan insanların boyunlarında bir ağrı meydana geldi. Onlar bunun sebebini anlamayarak “Bu nedir?” diye hayrete düştüler. İs rai I oğullarından, esir düşen bir cariye onlara, “Bu tabut burada bulunduğu müddetçe sizler arzu etme­diğiniz şeyleri görmeye devam edersiniz. Siz bunu şehirinizden çıkarın” dedi. İsrailoğullan o cariyeye “Yalan söylüyorsun.” dediler.

Cariye de “Bunun doğnı olduğunun delili şu olacaktır. Sizler yeni doğur­muş ve hiç koşulmamış iki inek getirin. Sonra onlan bir arabaya koşun, tabutu da arabanın üzerine koyun ve onları sürün, yavrularını da geride bırakın. Göre­ceksiniz ki onlar tam boyun eğerek gidecekler. Sizin ülkenizden çıkıp İsrailo­ğuilannın toprağına ayak basınca da boyunduruklarım kırıp yavrularına doğru koşup geleceklerdir.” Onlar bunu yaptılar. Koşulan hayvanlar, kendi toprakla­rından çıkıp İsrailoğuilannın topraklarına varınca boyunduruklarını kırıp yavru-lanna doğru koşmaya başladılar. Tabutu ise, İsrailoğuilannın sebzeliği olan bir harabeye bıraktılar. İsrailoğullan tabutu görünce korkup şaşırdılar.,Ve ona doğ­ru yöneldiler. Fakat ona yaklaşan herkes ölüyordu.

Bunun üzerine Peygamberleri îşmoil “Bunu insanlara gösterin. Kim, ken­disinde buna yaklaşma gücü hissederse o yaklaşsın.” dedi. Bunun üzerine insan­ları çağırıp tabutu onlara gösterdiler. İsrailoğullan m! an. iki adam dışında kimse ona yaklaşamadı. İşmoil Peygamber bu iki adama, tabutu götürüp annelerinin evine koymalarına izin verdi. Anneleri dul bir kadındı. Bu tabut, Talut hüküm­dar olup İsrailoğullannın aralan, Peygamberleri İşmoil ile düzelinccye kadar o kadının evinin önünde kaldı.

Vehb b. Münebbihe göre bu tabutu gasbedip götüren Kral Calul idi Tabu­tu Ürdün’e götünnüştü. Diğer bir kısım müfessirlere göre, ise, Allah tealanın Talutun hükümdar­lığına alamet kıldığı bu tabut gasbedilmişti. O, çölde bir yerde bulunuyordu. Zi­ra Hz. Musanın vefatı sırasında onu genç arkadaşı Yuşa b. Nûn’a bırakmıştı. Melekler onu oradan alıp Talutun evine getirmişlerdi. Katade ve Rehi’ b. Enes bu görüştedirler.

Taberi diyor ki: “Tercihe şayan olan görüş, Tabutun, İsrailoğullarının elinde iken düşmanları tarafından gasbedildiğini, daha sonra da düşmanlarının elinden çıkıp tekrar İsrailoğullanna döndürüldüğünü söyleyen görüştür. Zira, Tabut kelimesi âyet-i kerimede harf-i tarifi ile zikredilmiştir. Bu da, tabu­tun İsrailoğullan tarafından tanınan bir tabut olduğunu ifade eder. Şayet onların bilmedikleri ve çölde bulunan bir tabut olsaydı tabut kelimesi harf-i tari­fiyle zikredilmezdi.

Âyet-i kerimede; “O tabutun içinde size rabbinizden bir huzur vardır.” buyrulmaktadır. Müfessirler, burada “Huzur” diye tercüme edilen ke­limesinden neyin kastedildiği hakkında çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

a- Hz. Aliden nakledilen bir görüşe göre buradaki “Sekinet” kelimesinden maksat, insanın yüzüne benzer bir yüzü bulunan ve esen bir çeşit rüzgârdır.

b- Mücahide göre ise bu âyette zikredilen “Sekinet” kedi başı gibi bir başı bulunan ve iki de kanadı bulunan bir yaratıktır.

c- Vehb b. Mühebbihten nakledilen başka bir görüşe göre “Sekinet” öl­müş kedi başı şeklinde bir yaratıktır. Tabutun içinden kedi sesi çıkınca İsrailo-ğırilan zafere erişeceklerini garanti ediyorlardı.

d- Abdullah b. Abbas ve Süddiden nakledilen başka bir görüşe göre bura­da zikredilen “Sekinet”ten maksat, içinde Peygamberlerin kalbi yıkanan altın­dan bir leğen idi.

e- Vehb b. Münebbihten nakledilen başka bir görüşe buradaki “Seki­nef’ten maksat, Allah tarafından gönderilen ve konuşan bir ruh idi. İsraioğullan bir şey hakmda ihtilafa düştükleri zaman o ruh konuşuyor ve onlara istediklerini bildiriyordu.

f- Ata b. Ebi Rebaha göre buradaki “Sekinef’ten maksat, İsraioğullannin bildikleri bir takım alametlerdi. Bunları gördüklerinde sükunete kavuyuyorlardı.

g- Rebi’ b. Enesten nakledilen başka bir görüşe göre buradaki “Seki­nef’ten maksat, rablerinin rahmetiydi.

h- Katadeden nakledilen diğer bir görüşe göre buradaki “Sekinef’ten maksat, vakar ve sükunettir.

Taberi diyor ki: “Sekinet hakkında ifade edilen bu görüşlerden doğruya en yakın olanı, Ata b. Ebi Rebahtan nakledilen görüştür. O da Sekinetten mak­sat, İsrailoğullarının bildikleri ve kendisini görünce sükunete kavuştukları bir kısım alametlerdir.” şeklindeki görüştür. Zira, “Sekinet” kelimesi Arapçada kökünden gelmekte, mânâsı ise “Sakin olmak, mutamın olmak” demektir. Sekinet1 in mânâsı bu olduğuna göre bu âyette zikredilen “Sekinef’ten maksat, Hz. Alinin dediği gibi özel bir şekil olan ve estiğinde sükunete kavuştu­ran bir rüzgâr olabilir. Mücahidin dediği gibi özel bir şekilde olan ve İsrailoğul-lanni huzura kavuşturan bir hayvan olabilir. Diğerlerinin zikrettikleri yaratıklar şeklinde de olabilir. Önemli olan, ortaya çıktığında İsrailoğullanna huzur ver­miş olması ve onları mutam in etmesidir.

Yine âyet-i kerimede, “O tatubutun içinde Musa ailesi ve Harun ailesinin bıraktıklarından arta kalan vardır.” bu ynıl m aktadır. Müfessirler, bu arta kalan şeyler hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbas, Katade, Süddi, Rebi’ b. Enes ve îkrimeye göre bunlardan maksat, Hz. Musanın âsâsi bir de Hz. Musanın, rabbinden getirdiği levhaların parçalandır.

b- Ebu Salih ve Atiyye b. Sa’de göre burada zikredilen “Ana kalan” şey­lerden maksat, Hz. Musanın âsâsı, Hz. Hanımın asası, bir de levhaların az bir kısmı idi.

c- Sevri’den nakledilen başka bir görüşe göre bu arta kalan şeylerden maksut, Hz. Musanın âsâsı ve takunyaları idi.

d- Vehb b. Münebbihten nakledilen başka bir görüşe göre buradaki “Arta kalan şey”den maksat, sadece Hz. Musanın âsâsıdır.

e- Abdullah b. Abbas ve Ata b. Ebi Rebah’dan nakledilen diğer bir görüşe göre burada ifade edilen, arta kalan şeylerden maksat, Hz. Musaya gönderilen levhaların parçalan ve kınklan idi.

f- Dehhaktan nakledilen başka bir görüşe göre bu âyette, Hz. Musa ve Harundan kaldığı söylenen şeylerden maksat, Allah yolunda cthâd etmektir.

Taberi diyor ki: “Tercihe şayan olan görüş, burada zikredilen “Arta kalan şeyler”in herhangi bir şey olduğunu kesin olarak söylemeyen görüştür. Zira bu arta kalan şeylerin, Hz. Musanın âsâsı, levhaların parçalan, Tevrat veya Teyra-tın bir bölümü yahut takunyalar ya da Allah yolunda cihad etme emri olması mümkün olduğu gibi bunların hepsi veya bir bölümü de olabilir. Bu arta kalan­ların ne olduğunu beyan eden herhangi bir kelime zikredilmediğine ve bu hu­susta kesin ilim ifade eden herhangi bir haber bulunmadığına göre bu görüşler­den herhangi birini tercih edip diğerini zayıf görmeye mahal yoktur.

Âyet-i kerimede, tabutu Meleklerin taşıyacağı beyan edilmektedir. Meidelerin tabutu nasıl taşıyacakları müfessirler tarafından iki şekilde izah edilmiş­tir:

Abdullah b. Abbas, İbn-i Zeyd, Süddi ve Katadeye göre melekler bu ta­butu, göklerle yer arasında taşımışlar ve İsrailoğulfannm arasına koymuşlardır. Zira İsrailoğulları, Peygamberleri İşmoilden, Talutun gerçekten hükümdar oldu­ğunu beyan eden bir mucize istemeleri üzerine melekler de tabutu gündü^Ieyin getirip göz göre göre İsrailoğullannin arasına koymuşlar onlar da istemeyerek Talutun hükümdarlığını kabul etmek zorunda kalmışlar ve öfkeli bir şekilde onun evinden çıkıp gitmişlerdir.

Sevri ve Vehb b. Münebbihten nakledilen diğer bir görüşe göre melekler tabutu, sığırların çektiği arabayı idare ederek ve sığırları sürerek getinnişlerdir.

Taberi diyor ki: “Tercih edilen görüş, meleklerin tabutu, gökle yer arasın­da bizzat yüklenerek getirdiklerini söyleyen görüştür. Zira âyette meleklerin ta­butu taşıdıkları zikredilmekte, onların onu herhangi bir vasıta ile getirdikleri bil­dirilmemektedir. [123]

 

249- Talut ordusuyla birlikte ayrıldıktan sonra şöyle dedi: “Şüphesiz ki Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim o ırmaktan su içerse ben­den değildir. Kim ondan tatmazsa bendendir. Eliyle bir avuç alan müstes­na.” Onların pek azı hariç, hepsi ırmaktan içtiler. Talut ve kendisiyle bir­likte iman edenler, ırmağı geçtikten sonra: “Bugün Calut ve askerleriyle savaşmaya gücümüz yoktur.” dediler. İçlerinden, Allaha kesinlikle kavuşacaklarına inananlar da: “Nice az topluluklar vardır ki nice çok sayıdaki topluluklara, Allanın izniyle galip gelmişlerdir. Allah, sabredenlerle bera­berdir.” dediler.

İs rai loğu 11 an, Peygamberlerinin kendilerine söylediği sözlere inandılar. Allahın Talutu kendilerine gönderdiğini kabul ettiler ve onun emirlerine boyun eğdiler. Talut da seksen bin savaşçıdan meydana gelen ordusunu düzenleyip Kudüsten ayrılınca şöyle dedi: “Allah, kendisine nasıl itaat edeceğinizi ortaya çıkarmak için sizleri bir ırmakla imtihan edecektir. Sizden kim o ırmağın suyun­dan içerse o benim ordumdan ve bana itaat edenlerden değildir. Kim de bu ır­mağın suyundan tatmazsa o benim ordumdandır ve bana itaat edenlerdendir. Ancak eliyle tek bir avuç alıp içenler hariç. Bunlar bendendir.” Fakat onlardan pek azı hariç, hepsi ırmaktan içtiler. Çok içenler daha fazla susadı, emre uyarak tek avuç içenlerin ise susuzluğu gitti. Talut, kendisiyle beraber olan inanmış as­kerleriyle birlikte ırmağı geçince askerleri ona şöyle dediler: “Calut ve ordusuna karşı savaşmaya bizim gücümüz yetmez Allahın huzuruna kesinlikle çıkacakla­rına ve sonunda mutlak Allaha döneceklerine inanlar ise şöyle dediler: “Nice az topluluklar vardır ki Allahın izni va takdiriyle nice çok sayıdaki topluluklara ga­lip gelmişlerdir. Allah, yardımı ve zafer nasibetmesiyle, sabredenlerle beraber­dir.

Âyet-i kerimede Talutun ordusuyla birlikte ayrıldığı zikredilmekledir. İsrailoğullan, Talutun gerçekten hükümdar olduğuna inamca içlerinden hasta, yaşlı ve savaşmaya gücü yetmeyen özürlüleri dışında hep birlikte Talutun ordu­suna katılmışlardır. Bu ordunun sayısının seksen bin savaşçıya ulaştığı rivayet edilmektedir. Allah teaîa, çok sayıda olan bu orduyu susuzluğa düşürdükten sonra onlan bir nehire rastlatarak imtihan etmiş ve onları Taluta tanıtmıştır. Bu nehirin hangi nehir olduğu hakkında miifessirler iki görüş zikretmişlerdir.

a- Reb’ b. Enes, Katade ve Abdullah b. Abbastan nakledilen bir görüşe göre bu nehir, Ürdün ile Filistin arasında bulunan, suyu tatlı bir nehirdir.

b- Yine Abdullah b. Abbas ve Süddiden nakledilen diğer bir görüşe göre bu nehir Filistin nehridir.

Talut ordusuna bu nehirden su içmemeyi emretmiş ancak bir avuç içmeye müsaade etmiştir. Fakat ordusundan pek az kimseler hariç diğerlerinin hepsi bu nehirden su içmiş ve Talutun emrine karşı gelerek imtihanı kaybetmişlerdir. Bu nehirden hiç su içmeyenler veya sadece bir avuç içip fazla içmeyenler, gerçek­ten iman etmiş olan kişilerdi. Kâfir ve münafıklar ise orada bolca su içiyorlar buna rağmen suya kanmıyorlardı.

Ayet-i kerimede Talutun ve ona iman edenlerin, nehri geçtikleri zikredil­mektedir. Müfessirler, Talutla birlikte nehiri geçen İnsanların sayısının ve “Bugün Biz Caluta ve ordusuna güç yetiremeyiz.” diyenlerin sayısının ne kadar ol­duğu hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Berab. Âzib, Katade ve Rebi’ b. Enese göre, Talutla birlikte nehirden sadece iman eden insanlar geçmişlerdir. Ve sayıları da Bedir savaşına katılan sahabilerin sayısı kadardır. Yani, üç yüz on kişidir.

Ebu İshak diyor ki:

“Ben, Bera b. Âzibin şunu söylediğini işittim.” “Ben muhammed (s.a.v.)’in Bedir savaşını gören sahabilerinden işittim ki onların sayıları Talutla birlikte nehri geçen Talutun arkadaşlarının sayısı kadarmış. Bu sayı üç yüz oh küsur imiş. [124]

b- Süddi ve Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre, Ta­lutla birlikte nehirden dört bin kişi geçmiş ancak, Cakıtu ve ordusunu gördükten sonra, kâfir ve münafıklar, Talulun ordusundan ayrılmışlar geride sadece, Bedir savaşma katılan müminlerin sayısı kadar samimi müslüman kalmıştır.

Taberi, bu son görüşü tercih etmiş. Talutla beraber müminlerle birlikte bir kısım kâfirlerin de nehirden geçtiklerini ve bu kâfirlerin Calütuıı ordusunu gördükten sonra Taluttan ayrılıp onu müminlerle birlikte, düşmanın karşısında bıraktıklarını söylemiştir. Zira, nehiri geçen insanlardan bir kısmı “Bugün Calut ve askerleriyle savaşmaya gücümüz yoktur.” demişlerdir. Bunların, mümin kişi­ler oynadıkları muhakkaktır. Çünkü, diğer bir kısım insanlar da “Nice az toplu­luklar vardır ki nice çok sayıdaki topluluklara Allahın izniyle galip gelmişler­dir.” demişlerdir. Bunlar da, âyette de belirtildiği gibi, mümin kimselerdir. Fa­kat Allah teala, âyette sadece mümin kimselerin ırmaktan geçtiğini belirt mistir. Çünkü gerçekte Talutla beraber kalanlar sadece onlar olmuşlardır. Diğerleri ise ayni ip gitmişlerdir. Bununla birlikte müfessirler, âyet-i kerimede zikredilen şu iki fırkanın da mümin mi yoksa birinin mümin diğerinin kâfir mi olduğu husu­sunda iki görüş zikretmişlerdir. Bu fırkalar, âyetin şu bölümünde zikredilenler­dir. “Calut ve ordusuyla savaşmaya gücümüz yoktur” diyen fırka ve “Nice az topluluklar vardır ki nice çok sayıdaki topluluklara Allahın izniyle galip gelmişlerdir.” diyen fırkadır. Daha önce de belirtildiği gibi, Süddi, Abdullah b. Abbas ve İbn-i Cüreyce göre bu fırkalardan birincisi, nehiri geçen kâfir ve münafık olan fırkadır. İkinci fırka ise yine nehiri geçen samimi müminlerdir. Fakat Kata­de ve İbn-i Zeyde göre bu iki fırka da aslında nehirden çok az su içen ve Talutla birlikte orayı geçen mümin fırkalardır. Ancak bu mümin fırkalardan birinci ola­rak zikredilenler imanlan zayıf olanlardır. İkincileri ise imanlan güçlü olanlar­dır. Zira müminlerin bir kısmının diğerlerinden daha azimli ve daha kararlı ol-malan mümkündür.

Taberi, daha önce de beyan edildiği gibi, Abdullah b. Abbas, Süddi ve İbn-i Cüreycden nakledilen birinci görüşü tercih etmiş ve bu fırkalardan birinin kâfir diğerinin mümin olduğunu söylemiştir.

İbn-i Abbas diyor ki: Bu ırmak Ürdün ile Filistin arasında bulunan, suyu tatlı ve güzel bir ırmaktır. Talutun ordusu susuzluktan şikayet etmiş o da onlara yukanda geçen cevabı vermiştir. [125]

 

250- Müminler Calut ve ordusuyla karşılaştıklarında şöyle dediler “Ey rabbimiz, üzerimize sabır yağdır. Ayaklarımıza kuvvet ve sebat ver ve kâfir kavme karşı bize yardım et.

Talut ve ordusu, Calut ve onun ordusuyla karşılaşınca şöyle dua ettiler: “Ey rabbimiz, sen bizim üzerimize sabır indir, ayaklanmızı yerlerinde sabit kıl. Calut ve ordusu karşısında mağlup duruma düşmememiz için bize kuvvet ver. Sen, ilahhğını inkâr edip putlara tapan bu kâfirlere karşı bize zafer nasibet. [126]

 

251- AHahın izniyle kâfirleri bozguna uğrattılar. Davut Calutu öl­dürdü. Allah, Davuda hükümdarlık ve hikmet verdi. Ve dilediği şcyîeri ona öğretti. Eğer Allah, insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla dcfctmcscydi yeryüzü fesada uğrardı. Fakat Allah, âlemlere karşı lütuf sahibidir.

Allah, müminlerin duasını kabul etti, Talut ve ordusu, Calutun taraftarla­rım, Allanın izni ve takdiriyle mağlup etli. Müminlerden biri olan Davud, azgın olan kâfir Calutu öldürdü. Allah, Davuda hükümdarlık ve Peygamberlik verdi. Ve ona zırh yapma sanatı gibi, dilediği şeyleri öğretti. Eğer Allah, iman ve itaat ehli vasıtasıyla şirk ve isyan ehlini defetmeseydi yeryüzü fesada uğrar, orada bulunanlar helak olur ve orada fitne çıkardı. Fakat Allah, bütün yaratıklarına karşı lütuf sahibidir. Onun için böyle yaptırdı.

*Hz. Davudun, kâfirlerin Kralı olan Calutu ne şekilde öldürdüğü husu­sunda müfessirler çeşitli rivayetler nakletmişlerdir.

a- Vehb b. Münebbihten nakledilen bir rivayette Vehb özetle şunları an­latmıştır: Talut, Calutun karşısına çıkınca Calut ona “Benimle teke tek vuruşa­cak bir kimseyi ortaya çıkarın. Eğer beni öldürürse benim ülkem sizin olsun, şa­yet ben onu öldürecek olursam sizin ülkeniz benim olsun” demiştir. Bunun üze­rine Hz. Davud, Taluta getirilmiş Talut da ona: “Eğer Calutu öldürecek olursa kızını onunla evlendireceğini ve onu, mallarının idarecisi yapacağını söylemiş­tir. Talut onu silahla teçhizattandırmış Davud ise bunu istememiş ve “Eğer Al­lah, ona karşı bana yardım etmeyecek olursa silahın hiçbir faydası olmaz.” de­miştir. Davud, Caluta karşı sapanla ve içine taş doldurduğu bir sepetle çıktı. Ca­lut onu “Benimle sen mi savaşacaksın? dedi. Davud : “Evet” detli. Calut “vay ha­line, benim karşıma köpeğin karşısına çıkıyormuşcasına sapan ve taşla mı çıkı­yorsun? Ben, senin etlerini parçalayacağım ve bugün seni kuıtlara kuşlara yem edeceğim.” dedi. Davud da ona : “Ey Allahın düşmanı, sen, köpekten daha kötü­sün.” dedi. Bir Taş alıp sapanına koydu ve Caluta doğru attı. Taş Calutun iki gö­zünün arasına isabet etti. Kafasını kırarak içine girdi. Calut yere düştü. Ordusu mağlup oldu. Davud, Calutun kafasını kesti. Ordu, Calutu mağlup ettikten sonra Taluta dönünce herkes Calutu, kendisinin Öldürdüğünü idda etmeye başladı. Ba­zıları kılıcını getiriyor, bazıları diğer silahlarını getiriyor bazıları da Calutun vü­cudundan bir kısım parçalar kopararak getiriyordu. Davud, Calutun kestiği kafa­sını saklamıştı. Talut, “Kim Calutun başını getirirse onu öldüren odur.” dedi. Bunun üzerine Davut Calutun başını getirdi ve Taluta: “Bana vaaüettiğini ver” dedi. Fakat Talut daha önce vermiş olduğu sözden dolayı pişman oldu ve Davu­da “Biliyorsun ki Kralların kızlarının mehirleri pahalıdır. Sen cesaretli bir adamsın. Kızımın mehiri, düşmanlarımızdan üç yüz kişinin, sünnet edilirken ke­silmesi gereken kabuklandır” dedi. Talut, bu davranışıyla Davudu öldürtmek is­tiyordu. Fakat Davut savaştı, düşmanlarından üç yüz kişiyi esir aldı. Onları sün­net edip kabuklarını aldı ve Taluta götürdü. Talut bu durumda kızını Davuda vermekten başka çare bulamadı. Fakat daha sonra buna pişman oldu ve Davudu Öldürmek istedi. Davud kaçıp dağlara sığındı. Talut onu takibetti ve çenber içi­ne aldı. Bir gece Talut ve muhafızları uykuya daldılar. Davud dağdan gelip Ta­lutun su içtiği ve abdest aldığı ibriği aldı. Sakalından kıllar, elbisesinden de par­çalar kesip aldı. Sonra yerine dönüp Taluta şöyle bağırdı: “Muhafızlarını değiş­tir. Eğer ben isteseydim seni dün öldürürdüm. İşte senin ibriğin, sakallarının kıl­ları ve elbisenin parçalan “Davud bu aldığı şeyleri Taluta gönderdi. Talut anladı ki, Eğer Davud isteseydi kendisini öldürmüş olurdu.” bunun üzerine Talut Da­vuda yumuşak davranmaya başladı. Ona güven verdi. Kendisinden Davuda her­hangi bir kötülük gelmeyeceğine dair Allaha söz verdi ve çekilip gitti. Talut, son zamanlarda yine de Davudu öldümıek için planlar kuruyordu. Fakat ona bir şey yapamadan öldü.

Talut, savaştığı her düşmanı mağlup ediyordu. Vehb b. Münebbihe “Ta­lut Peygamber miydi?” diye sorulunca o şeyle cevap vermiştir: “Taluta vahiy gelmiştir. Fakat onun yanında, kentlisine vahiy gelen “İşmoil” isimli bir Pey­gamber vardı. Talutu hükümdar yapan da o idi.

Vehb b. Münebbihin, Hz. Davudla Talutun arasında geçen bu olayı, daha farklı şekilde izah ettiği de rivayet edilmiştir. Mesela, diğer bir rivayette Vehb’in özetle şunları söylediği nakledilmektedir.

İsrailoğulları Talutun hükümdarlığını kabul edince, Peygamberlerine şöy­le bir vahiy gelmiştir: “Taluta söyle, Medyen halkına karşı savaşsın. Orada hiç­bir cani bırakmayarak hepsini öldürsün. Çünkü ben onu onlara galip getirece­ğim.” bunun üzerine Talut, ordusuyla birlikte Medyenin üzerine yürüdü. Kralla­rı hariç orada bulunanların hepsini öldürdü. Krallarını ise esir edip getirdi. Ayrı­ca canlı hayvanlarını da sürüp getirdi. Bunun üzerine Allah teala, Peygamberi İşmoile: “Talutun yaptıklarına hayret etmiyor musun? Ben ona bir şey emrettim. O ise emrime karşı geldi. Medyenlilerin Kralım sağ bırakıp esir aldı ve hayvan­larını da sürüp getirdi. Git ve ona de ki: “Ben, hükümdarlığı onun ailesinden mutlaka alacağım. Sonra da, kıyamete kadar bir daha bu duruma dönemeyecek­tir. Çünkü ben, bana itaat edene ikram eder, emrimi tutmayanı da hor ve hakir hale getiririm.” diye vahyetti. İşmoil Talutu gördü ve ona “Ne yaptın? Niçin on­ların Kralını esir alarak getirdin ve hayvanlarını da sürüp getirdin?” dedi. Talut, “Ben, hayvanlarını kurban etmek için getirdim.” dedi. İşmoil Taluta, “Allah, hü­kümdarlığı senin ailenden aldı. Bir daha kıyamete kadar ona dönmeyeceksin.” dedi. Sonra Allah, İşmoile şunu vahyetti: “Sen îşi’ye git. O, oğullarını sana gös­tersin. Sana emrettiğim oğlunu Kudüsün yağı ile yağla. O, İsrailoğulhırının hü­kümdarı olsun’.” İşmoil îşi’ye gitti ve “Oğullarını bana göster” dedi. îşi1 en bü­yük oğlunu çağırdı, O, vücudu iri ve yakışıklı bir genç olarak çıkıp geldi. İşmoil ona bakmca beğendi ve “Alhıha hamdolsun, şüphesiz ki Allah, kullarını çok iyi görendir.” dedi. Allah teala da ona “Senin gözlerin zahiri görüyor. Ben ise kalblerde olanı bilirim.” diye vahyetti. Bunun üzerine İşmoil “Bu oğlunu değil diğer oğlunu göster.” dedi. îşi’, îşmoile, altı oğlunu da gösterdi. Herbirinde İşmoil “Bu değil” dedi. Nihayet ona “Senin bunlardan başka herhangi bir çocuğun var-mı?” dedi. îşi’, “Benim, çobanlık yapan küçük bir oğlum daha var.” dedi. İşmoil “Birini gönderip onu getirt.” dedi. Bunun üzerine Davud geldi. O, beyaz ve kır­mızı tenli birisiydi. İşmoil onu Kudüs yağı ile yağladı ve babasına “Sen bunu gizle, zira Talut bunun gelecekteki durumunu anlayacak olursa onu öldürür.” dedi. İşte o dönemlerde Calut, ordusuya birlikte İsraioğullannm üzerine yürüdü. Talut da, İsrailoğullan ile birlikte Calutun karşısına yığınak yaptı. Her iki ordu da savaş hazırlığı yaparken, Calut, Taluta bir adam göndererek ona “Niçin sen benim kavmimi ben de senin kavmini öldüreceğiz? Seninle ben teke tek savaşa­lım veya sen dilediğin kimseyi benimle teke tek savaştır. Eğer ben seni öldüre­cek olursam iktidar benim olsun. Sen beni öldürecek olursan iktidar senin ol­sun.” dedi. Bunun üzerine Talut, askerinin içine bir adam göndererek Calutla te­ke tek savaşacak kim var? Eğer o Calutu öldürecek olursa, Kral Talut kızını onunla evlendirecek ve onu mülküne ortak yapacak.” diye ilan ettirdi. Bu sırada, Davudim babası îşi’, Davudu Talutun ordusunun içinde bulunan diğer kardeşle­rinin yanına gönderdi ve ona “Git kardeşlerini bana çağır ve diğer insanların du­rumunun ne olduğunu öğren ve bana bildir.” dedi. Davud, kardeşlerinin yanına geldi ve orada, Kral Talut, Caluta karşı savaşıp onu öldürene kızını verecek ” şeklinde bir ilan duydu. Davut, kardeşlerine “Sizin içinizde Calutla teke tek sa­vaşıp ta Kralın kızı ile evlenecek birisi yok mu?” dedi. Onlar da: “Sen, ahmak bir çocuksun, Caluta karşı kim güç yetirebilir? O, zorbaların hayatta kalanların-dandir.” dediler, Davut, kardeşlerinin istekli olmadıklarını görünce “Ben, gidip onu Öldüreceğim.” dedi. Kardeşleri onu azarladılar ve ona kızdılar. Fakat Davut, onların bir ara dalgınlıklarından istiafade ederek gidip Kralın tellalının yanına vardı ve ona: “Caluta karşı teke tek ben savaşacağım.” dedi. Tellal onu alıp Kra­la götürdü. Kral ona: “Bana İsrailoğullanndan bu gencin dışında kimse cevap vermedi ha? O da bu genç öyle mi?” dedi. Sonra gence “Yavrum, sen Caluta karşı teke tek savaşıp onu öldürecek misin?” dedi. Davud, “Evet” dedi. Kral, “Sen, şimdiye kadar, kendine güveneceğin bir şey yaptın mı?” dedi. Davud: “Evet, ben koyunlara çobanlık yapıyordum. Bir arslan bana hücum etti. Ben onun iki çenesini tutup ağzını ayırdım.” dedi. Bunun üzerine Talut ona bir yay ve diğer bütün teçhizatı istetti. Davut onları giyip ata bindi. Halkın yanına vardı. Ve orada attan inerek tekrar Kralın yanına döndü. Kral ve yanında bulunanlar “Bu genç korktu” demeye başladılar. Davut gelip Kralın yanında durdu. Kral ona “Ne var?” dedi. Davut, “Eğer Allah onu Öldürmeyecek olursa bu at ve bu si­lahlar onu öldüremez. Bırak beni de onunla dilediğim gibi savaşayım.” dedi. Kral ona “Peki yavrum.” dedi. Bunun üzerine Davut, torbasını aldı, içine taş doldurdu. Çobanlık yaparken yanında bulundurduğu sapanını aldı. Caluta doğru ilerledi. Ordusuna yaklaşınca, “Calut nerede Benimle teke tek savaşsın.” dedi. Calut, bütün silahlarını kuşanmış bir şekilde atının üzerinde geldi. Davudu gö­rünce “Teke tek seninle mi savaşacağım?” dedi. Davut, “Evet.” dedi. Calut: “Sen benim karşıma köpeğin karşısına çıkarmış gibi sapan ve taşlarla mı çıkı­yorsun?” dedi. Davut “Evet öye.” dedi. Calut: “Peki şimdi senin etlerini gökler­deki kuşlara ve yerdeki kurtlara yem edeceğim.” dedi. Davut, “Belki de Allah senin etini öyle yapar.” dedi. Bunun üzerine sapanına bir taş koyup onu Caluta doğru fırlattı. Taş, Calutun başında bulunan miğferin burun tarafına isabet etti. Onun kafasını kırıp beynine işledi. Calut, kafası üzerine yere düştü. Davut iler­leyip kafasını kılmayla kesti. Boynundaki torbasıylîı birlikte, Talutu techizatıy-la birlikte sürükleyerek götürüp Talutun önüne attı. Herkes sevinç içindeydi. Talut geri dönerken, şehrin kapısına varınca, bütün insanların Davultan bahset­tiklerini gördü. İçinden onu kıskandı. Bu arada Davut, Taluta gelip “Hanımımı ver.” dedi. Talut, “Sen Kralın kızıyla mehirsiz olarak mı evlenmek istiyorsun?” dedi. Davut ona: Sen bana mehiri şart koşmam ıştın. Benim verecek bir şeyim yok.” dedi. Talut ona: “Ben seni gücünün yetmediği bir şeyle yükümlü tutmaya­cağım. Sen cesaretli bir adamsın. Bizim dağlarımızda insanlara karşı savaş açan bazı insanlar var. Bunlar sünnetsiz kişilerdir. Onlardan iki yüz kişiyi öldür ve kabuklarını bana getir.” dedi. Bunun üzerine Davut, öldürdüğü her kişinin, sün­net eder gibi kabuğunu kesip ipe düzüyordu. İki yüz kişi tamamlanınca onların kabuklanın getirip Taluta verdi. Ve ona: “Artık hanımımı bana ver. Şart koştu­ğun şeyi getirdim.” dedi. Talut da kızını onunla evlendirmek zorunda kaldı. Bu­nun üzerine insanlar Davudu daha fazla Övmeye başladılar. Bu defa Talut oğlu­na: “Davudu öldüreceksin.” dedi. Talutun oğlu, “Sübhanallah, bu sana yakışır mı?” dedi. Talut “Sen ahmak bir çocuksun, yakında o seni de aileni de iktidar­dan uzaklaştıracaktır.” dedi. Talutun oğlu, babasından bunları işitince, kızkarde-şinin yanına gitti ve ona: “Ben babamın, senin kocan Davudu Öldüreceğinden korkuyorum. Kocana söyle de tedbirini alsın ve babamın gözünün önünden kay-bolsun.” dedi. Davudun karısı durumu kocasına anlattı. Bunun üzerine Davut ortadan kayboldu. Sabah olunca Talut, Davudu çağırması için bir adam gönder­di. Davudun kansı, yatakta birisi yatıyormuş gibi bir şekil yaptı vq üzerine yar-ganı öıttü. Talutun gönderdiği adam geldi ve “Davut nerede? Kral onu çağırıyor gelsin.” dedi. Kız ona: “Geceleyin hastalanmıştı. Şu anda gördüğünüz gibi yata­ğında uyuyor.” dedi. Adamlar gidip Taluta durumu anlattılar. Talut biraz durdu, sonra tekrar adam gönderdi. Kızı yine: “Gördüğünüz gibi henüz uyanmadı.” de­di. Gelen bu adamlar Krala gidip durumu anlatınca bu defa Kral, “Uyuşa da kal­dırıp getirin.” dedi. Onlar gidip yatağı kontrol ettiler fakat içinde kimseyi bula­madılar. Tekrar Kralagidip durumu anlattılar. Kral bu sefer kızını çağırttı ve ona “Bana karşı yalan söylemene sebep neydi?” dedi. Kızı da: “Böyle yapmamı benden Davut istemişti. Eğer öyle yapmayacak olsaydım beni öldüreceğinden korkuyordum.” dedi. Davut dağlarda kaçak olarak yaşamaya devam etti. Nihayet Talut öldürüldü. Ondan sonra Davut gelip İsrailoğullanna hükümdar oldu.

b- Süddi ise Hz. Davulla Talutun arasında geçen bu hadiseyi özetle şöyle nakletmiştir. “Talutla birlikte nehirden Davudun babası on üç oğlu ile birlikte geçti. Davut, babasının en küçük evladı idi. Bir gün babasına geldi ve ona: “Ey babacağım, bu sapanımla her attığımı öldürüyorum,” dedi. Babası ona: “Müjde­ler olsun sana evladım. Allah senin rızkını, bu sapanına bağladı.” dedi. Yine bir gün Davut, babasına gelerek: “Ey babacığım ben, dağların arasında yürüdüm. Orada yatan bir arslan gördüm onun sırtına binip kulaklarından tuttum. O bana bir şey yapmadı.” dedi. Bunun üzerine babası ona: “Müjdeler olsun oğlum. Bu büyük bir şey, Allah bunu sana verdi.” dedi. Yine başka bir gün, Davut babasına gelerek “Ey babacığım, ben dağların arasında yürüyor ve Allahı teşbih ediyo­rum. Benimle birlikte, Allahı teşbih etmeyen hiçbir dağ kalmıyor.” dedi. Bunun üzerine babası ona: “Müjdeler olsun evladım. Bu, hayırlı bir şeydir. Allah bunu sana verdi.” dedi. Davut, çobanlık yapıyordu. Babası ona ve diğer kardeşlerine azık getiriyordu. Bu sırada tsrailoğullannın Peygamberleri, içinde yağ bulunan bir boynuzu, demirden yapılmış bir elbiseyi (Zırhı) Taluta göndermiş ve ona “Sizin arkadaşlarınızdan Calutu öldürecek olan kişinin başına bu boynuz konul­duğunda boynuz kaynayacak, ondan akan yağlarla o kişi başını yağlayacak fa­kat o yağlar, kişinin yüzüne akmayacak ve sadece başında bir taç gibi kalacak­tır. O kişi bu elbiseyi onlara giydirdi. Fakat hiçbirinin vücuduna uygun gelme­di. Onları elbiseyi giyecek ve vücuduyla onu dolduracaktır.”Bunun üzerine Ta­lut bütün İsrailoğullarmı çağırıp bu elbiseyi onlara giydirdi. Fakat hiçbirinin vücuduna uygun gelmedi. Onlar elbiseyi deneme işini bitirdikten sonra Talut, Da­vudun babasına : “Senin bizim göremediğimiz herhangi bir oğlun kaldı mı?” de­di. Davudun babası: “Evet, oğlum Davut kaldı. O bize azığımızı getiriyor.” de­di. Davut yolda gelirken, kendisine üç taş tesadüf etti. Taşlar onunla konuşlu ve ona “ey Davut, sen bizi al Calutu bizimle öldürürsün.” dediler. Davut onları alıp torbasının içine koydu. Talut: “Kim Calutu öldürürse kızımı onunla evlendirece­ğim ve onu mülküme ortak edeceğim.” demişti. Davut gelince, boynuzu başına koydular. Boynuz kaynadı ve içindeki akan yağ ile yağlandı. Elbiseyi giydi. As­lında Davut hastalıklı ve sararmış birisiydi. Elbiseyi daha önce kim giyiniş idiy­se, onun içinde kaybolur gibi olmuştu. Fakat Davut giyince ona dar geldi. Da­vut, Caluta doğru ilerledi. Calut insanların vücutça en irileri ve en güçlüleri idi. Davudu görünce kalbine korku düştü. Ve ona: “Ey genç, geri dön ben .sana acı­yorum ve seni Öldürmek istemiyorum.” dedi. Davut, “Bilakis ben seni öldürece­ğim.” dedi. Torbasından taşı çıkarıp sapana yerleştirdi. Her taşı çıkardığında ona bir şey okudu. Birinciye “Bu, atam İbrahim adıyla” İkinciye “Bu, Atam İs-hakin adıyla.” Üçüncüye de: “Bu, atam Yakubun adıyla.” dedi. Sonra taşlan at­maya girinşince hepsi tek taş haline geldi. Davut pnlan fırlatıp attı. Taş Calutun iki gözünün arasından girip kafasını deldi ve onu öldürdü. Bundan sonra Davut, Talutun kızıyla evlendi. Fakat Talut bu sefer Davudu kıskanmaya başladı ve onu öldürmeye kalktı. Bunu hisseden Davut, yatağına içki dolu bir küp koyarak kaçtı. Davudun yatakta olduğunu sanan Talut, küp’e bir kılıç vurdu. Küpten ağ­zına bir damla sıçrayınca “Allah Davuda rahmet etsin. Ne de çok içki içiyor-muş.” dedi. Ertesi gün Davut, Tuluk uyurken onun evine vardı. Başına iki, ayak­ları ucuna İki, sağına İki, soluna da iki ok bıraktı. Talut uyanınca okları gördü ve meseleyi anladı. Kendi kendine şöyle dedi: “Allah Davuda rahmet eylesin, o benden daha hayırlı. Zira ben onu yakaladığımda vurdum. Fakat o beni yakala­dığında bana dokunmadı.” dedi. Sonra bir gün Talut, atının üzerinde çölde ge­çerken Davudun oralarda dolaştığını gördü ve “Allık bugün Davudu öldürece­ğim.” dedi. Davut, korktuğu zaman kaçarken ona hiçbir şey kavuşamazdı. Talut kovaladı. Davut kaçtı. Nihayet Davut bir mağranin içine girdi. Allah örümceği, mağaranın önüne, ağını Örmesini ilham etti. Talut mağaranın önüne varınca, örümceğin ağını gördü ve “Şayet Davut buraya girmiş olsaydı bu ağı delerdi.” dedi. Böylece Allah, Talutun Davuda dokunmasına engel oldu.

Bu olayı İbn-i İshak, Mücahid, Rebi’ b. Enes, İbn-i Zeyd ve İbn-i Cüreyc de bazı farklarla zikretmişlerdir…

Âyet-i kerimede: “Allah Davuda hükümdarlık ve hikmet verdi ve dilediği şeyleri ona Öğretti.” bu yortmaktadır. Burada zikri geçen “Hüküm d arlık “tan maksat, iktidar, “Hikmef’ten maksat, Peygamberlik, kendisine öğretilen şeyler­den maksat ise, zırh yapma sanatı ve sağlam ömıe işidir. Süddiye göre burada zikredilen “Hükümdarlık”tan maksat, Talutun hükümdarlığı, “Hikmef’ten mak­sat da, Şem’unun Peygamberliğidir. Allah teala Hz. Davuda hem hükümdarlığı hem de Peygamberliği vermiştir.

Âyet-i kerimede: “Eğer Allah, insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla def etmeseydi yeryüzü fesada uğrardı. Fakat Allah, âlemlere karşı lütuf sahibi­dir.” buyrulmaktadır.

Taberi diyor ki: “Allah teala bu âyet-i kerime ile, Resulullahın dönemin­de bulunan ve cihaddan geri kalan münafıkları, kalblerindeki şüphelerinden do­layı, müşrik ve kâfirleri de inançlarının sakatlığından dolayı uyarmakta, geçmiş ümmetlerde olduğu gibi Muhammed ümmetinde de, iman edenleri onlara galip geticerek sırlamı bertaraf edeceğini bildinnektedir. Evet, Allah teala, salih bir kulu sayesinde salih olmayan kullarını düzeltir. Ve salih kul, çevresinde bulu­nan akrabalarına ve komşularına da faydalı olur. Bu hususta Abdullah b. Ömer-den Resulullahın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir. “Şüphesiz ki Allah, salih bir müminle,, komşularından yüz evin ailesinden belayı defeder.” Cebir b. Ab­dullah da bu hususta Resulullahın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir. “Şüp­hesiz ki Allah, müşlüman bir insanın salih olmasıyla onun çocuğunu ve çocuğu­nun çocuğunu ev halkını ve çevresinde bulunan evlerin balkını salih kılar. O salih kul, içlerinde bulunduğu müddetçe onlar Allahın himayesindedirler.” [127]

 

252- Ey Muhammed, bunlar, Allahın âyetleridir. Onları sana gerçek olarak okuyoruz. Ve şüphesiz sen Peygamberlerdensin.

Ey Muhammed, Allahın sana, ölüm korkusuyla memleketlerinden çıkan insanların kıssalarım îsrailoğullarının ileri gelenlerinin, Peygamberlerinden bir hükümdar isteme hadisesini ve ondan sonra zikredilen olayları ihtiva eden âyetleri, Allahın kuvvet ve kudretini gösteren delilleri, zikretmesi, onun varlığı­nı ve birliğini ispat eden alâmetlerdir. Ölümden kaçan binlerce insanı bir anda öldürüp tekrar bir anda diriltmesi, sakalık veya dericilik yapan bir adam getirip İsrailoğullarma hükümdar kılması, bu hükümdarın günah işlemesi yüzünden ik­tidarı ondan alıp Davuda vermesi de, ehl-i kitap olan Yahudi ve Hristiyanlara birer öğüt ve ibrettir. Bu haberler, Tevrat ve İncil mensupları tarafından bilinen ve Kuranda geçen şu gibi haberlerdir: “Ey Muhammed bu haberler, senin için de gizli olan haberlerdendi. Biz bu haberleri bir gerçek olarak sana bildirdik. Yahudi v Hristiyanlar da biliyorlar ki sen bu haberleri tahminlere dayanarak söylemedin ve uydurmadın. Bu bakımdan, senin hak Peygamber oluşun bunlar-ca şüpheli bir şey değildir. Açık ve seçiktir. Şüphesiz ki sen, gönderilen Pey­gamberlerdensin. Bana itaat etmeyi ve benim nizamıma uygun hareket etmeyi kendine esas edinmişsindir.”. [128]

 

253- işte bu Peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onların bazılarıyla konuştu, bazılarının da derecelerini yükseltti. Meryemoğlu İsaya da apaçık deliller verdik ve onu ruhul Kudüs ile teyid ettik. Eğer Allah dileseydi, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra Pey­gamberlerin ardından insanlar birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat onlar arakırında ihtilafa düştüler. Bir kısmı iman etti bir kısmı ise inkâr etti. Eğer Allah dileseydi onlar birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat Allah, dilediğini ya­par.

Musa, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup, Davud ve diğerleri, hepsi Allahın Peygamberleridir. Bunlardan bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlar­dan İmran oğlu Musa gibi bazılarıyla konuştu. Muhammed ve İbrahim gibi. ba­zılarını da üstün kılarak derecelerini yükseltti. Biz, Meryemoğlu İsaya da, körle­rin gözünü açma, cüzzamlıları iyileştirme, ölüleri diriltme gibi, Peygamberliğini ispat eden mucizeleri ve apaçık delileri verdik. Biz onu Cebrail ile destekledik ve güçlendirdik. Eğer Allah dileseydi insanlar, âyetlerin gelmesinden ve hak olan yolun kendilerine açıklanmasından sonra Peygamberlerin ardından birbir­lerine düşmezlerdi. Fakat insanlar Allahın birliğini ve Peygamberlerinin Pey­gamberliklerini ispat eden delillerin gelmesinden sonra da ihtilafa düştüler. Ba­zıları iman etti bazıları inkâr ettiler. Eğer Allah onların kötlük yapmalarını en­gellemek isteseydi onlar birbirlerini öldüremez ve ihtilafa düşmezlerdi. Fakat Allah dilediğini yapar. Bazılarım itaat etmeye muvaffak kılar da itaat ederler, bazılarını da başıboş bırakır onlar da inkâr ve isyan ederler.

Âyet-i kerimede Allah teala, Peygamberlerinden bir kısmını diğerlerin­den üstün kıldığını beyan etmektedir. Mesela Hz. Muhammed (s.a.v.)’i bütün in* sanlara, ve cinlere Peygamber kılmıştır. Bu hususta Ebu Zerel-Gifari, Resuhıl-lah (s.a.v.)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir.

“Bana, benden Önce herhangi bir Peygambere verilmeyen beş özellik ve­rilmiştir. Ben, kırmızı renkliye de siyah renkliye de Peygamber olarak gönderil­dim. Yeryüzü benim için Mescid ve teiniz kılındı. Ganimetler bana helal kılındı ki benden önce hiçbir kimseye helal kılınmamıştı. Düşmanın kalbine korkum salınmakla yardım olundum. Bir aylık mesafedeki düşman benden korkar oklu. Bana “İste isteğin verilsin.” denildi. Ben de isteğimi, ümmetime şefaat etmek için âhirete bıraktım. Sizden, Allaha herhangi bir şeyi ortak koşmayan kimseye. Allah dilerse şefaatim erîşecektir. [129]

 

254- Ey iman edenler, alış veriş, dostluk ve şefaatin olmayacağı o gün gelip çatmadan size verdiğimiz rızıklardan, Allah yolunda harcayın. Kâfirler, zalimlerin ta kendileridir.

Ey iman edenler, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayın, Alış verişin fayda vermeyeceği kıyamet günü gelmeden önce rızıklar­dan, harcamanızı farz kıldığımız kadarını yerine getirin. Çünkü o. kıyamet günü sevap ve ceza günüdür, çalışma ve kazanç günü değildir.

Kâfirler, zalimlerin ta kendileridir. Allahı ve onun Peygamberini yalanla­yanlar, kendi kendilerine zulmedenlerdir.

Katade diyor ki: “Kâfirler, zalimlerin ta kendileridir, “buyuran Allaha hamdolsun, Zira o, “Zalimler kâfirlerdir.” buyurmadı. Eğer böyle buyursaydı, yaptıkları zulümler sebebiyle insanların çoğu kâfir sayılır ve mahvolurdu.

Bu âyet-i kerimede, kendilerine şefaat edilmeyeceği bildirilen kimseler­den maksat, kâfirlerdir. Zira, daha önce de beyan edildiği gibi müminler, birbir­lerine karşı şefaatçi olacaklardır. Âyetin sonundaki: “Kâfirler, zalimlerin ta ken­dileridir.” ifadesi de burada, şefaat görmeyecekleri beyen edilenlerin, kâfirler olduklarını ortaya koymaktadır. [130]

 

255- Allah kendisinden başka ilah olmayan, daima diri ve yarattıkla­rını koruyup idare edendir. Onu ne uyuklama ne de uyku tutar. Gökler de ve yerde olanlar onundur. Onun izni olmadan katında kini şefaat edebilir? O, insanların geleceklerini ve geçmişlerini bilir. İnsanlar ise onun ilminden, onun dilediğinin dışında bir şey kavrayamazlar. Onun kürsüsü (hükmü) gökleri ve yeri kuşatmıştır. Yeri ve göğü koruyup gözetmek onun için zor değildir. O, yücedir, büyüktür.

Allah, kendisinden başka ibadete layık bulunmayandır. O, bakidir, ölme­yen diridir. O, yarattıklarını, rızkı ve korumasıyla muhafaza edendir. O, ne uyuklar ne du uyur. O, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin sahibidir. Her şey onun mülkü ve yaratığıdır. O halde ondan başkasına ibadet etmek yakışmaz. Rahman olan Allanın izni olmadan kimse kimseye şefaat edemez. Onun ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hiçbir şey ona gizli kalmaz. Onun bildirmesi dışında hiçbir kimse hiçbir şeyi bilemez. Rahman olan Allanın ilmi gökleri ve yeri kuşattığı gibi, kürsüsü de bunların hepsini kuşatmıştır. Göklerin ve yerin korunması ve muhafazası ona asla güç ve ağır gelmez. O, yarattıklarına karşı yücelik sahibi­dir. Hiçbir şeyin yücelikte kendisine ulaşmadığı azamet sahibidir.

Bu âyet-i kerime, putların şefaatçi olacağını zanneden ve “Biz ancak onlara, bizi Allaha daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz. [131]diyen ka­firlere bir cevaptır.

Bu âyet-i kerimeye “Âyet el-Kürsi” denmektedir. Bunun fazileti ve insan­ları, şer güçlerden muhafaza edeceği hususunda çeşitli hadis-i şeritler zikredil­miştir.

Peygamber efendimiz, Hadis-i Şeriflerinin birinde şöyle buyuruyor:

“Her şeyin bir zirvesi vardır. Kur’anın zirvesi de Bakara süresidir. Bakara suresinde âyetlerin efendisi olan bir ayet bulunmaktadır ki o da Ayet el-Kürsidir. [132]

Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyuruluyor:

“Kim, mümin suresinin üçüncü âyetine kadar ve âyet el-Kürsi’yi sabahla­dığında okursa o kimse, o ikisi sayesinde akşama kadar muhafaza edilir. Yine kim, o ikisini akşamleyin okuyacak olursa, sabaha erinceye kadar o ikisi saye­sinde korunmuş olur. [133]

Übey b. Kâ’b diyor ki:

“Resulullah (s.a.v.) bana şöyle dedi: “Ey Ebul Münzir, senin yanında bu­lunan Allanın kitabındaki en büyük âyetin hangisi olduğunu biliyor musun?” Dedim ki: “Allah ve Resulü daha iyi bilir.” Resulullah tekrar “Ey Ebul Münzir, senin yanında bulunan, Allanın kitabındaki en büyük âyetin hangisi olduğunu biliyormusun?” dedi. Ben de dedim ki: ” Âyet el-Kürsidir.” Bunun üzerine Re­sulullah (s.a.v.) göğsüme vurdu ve şöyle buyurdu: “Ey Ebul Münzir, ilim (Bu öğrendiğin bilgi) sana mübarek olsun. [134]

Âyet-i kerimede, Allah tealanın daima diri olduğu ifade edilmiştir. Allah tealanın diri oluşunun başlangıcı ve sonu yoktur. O, ezelden diridir. Ebedi ola­rak ta diri kalacaktır.

Müfessirier, Allah tealanın, kendisini diri olarak isimlendirmesini şu şe­kilde izah etmişlerdir: Allah teala, işleri sevk ve idare ettiğinden, eşyayı ölçüle­rine göre takdir etliğinden kendisine bu ismi vermiştir. Yani o sevk ve idare etmekte diridir.” demek istediğini söylemişlerdir.

Bazılarına göre ise Allah teala, bu isimle kendisinin, dirilik sıfatı bulun­duğunu beyan etmek istemiştir.

Diğer bazılarına göre ise Allah teala, bununla, isimlerinden birinin de “Diri” olduğunu ifade etmek istemiştir. Biz de onun emrine boyun eğerek onu bu isimle çağırırız.

Allah teala, âyet-i kerimede kendisinin “Kayyum” olduğunu beyan etmiş­tir. Kayyum ise “her şeyin başında bulunan ve onları rızıklandırıp koruyan” de­mektir.

Âyet-i kerimede “Onu ne uyuklama ne de uyku tutar” buyrulmaktadır. Allah tealanın uyuklaması ve uyuması söz konusu değildir. Aksi takdirde gökler ve yer ve onlarda bulunanlar, birbirine çarpar ve yok olup gider. Abdulla b. Ab-bas, âyetin bu bölümünün izahında şunları söylemiştir, “Hz. Musa meleklere” Allah hiç uyur mu?” diye sormuştur. Allah da meleklere, Musayı uyurken peş-peşe üç kere uyandırmalarını ve uyumaya bırakmamalarını emretmiş melekler de bunu yapmışlar ve Allanın emriyle Musanın iki eline iki şişe bağlamışlar bunları ellerinde tutmasını ve kırmamasını söylemişler, Musa ise şişeler ellerin­de iken uyuklamaya başlamış, uyuklamış uyanmış, uyuklamış uyanmış ve so­nunda biraz derince uyuklayınca şişeleri birbirine çarpmış ve ikisini de kırmış­tır. Böylece Allah, Hz. Musaya, kendisinin uyamadığını, şayet uyuyacak olursa göklerle yerin birbirine çarparak çarçalanmış olacaklarını göstermiştir,

Taberi, Ebu Hureyrenin, Resulullahtan, bu mânâyı ifade eden şu hadisi rivayet ettiğini söylemiştir. “Ben Resulullahın, minberin üzerinde iken, Musa-dan şu kıssayı anlattığını dinledim. Resulullah buyurdu ki: “Bir zaman, Musanın hatırına “Acaba zikri yüce Allah uyunnu?” diye bir düşünce gelmiş Allah teala da Musaya bir melek göndermiş onu üç defa uyandınnış sonra da melek onun ellerine birer şişe vermiş ve ona “Bu şişeleri muhafaza etmesini emretmiştir. Musa uykuya dalmış, elleri birbirine çarpar gibi olunca uyanmış birini diğerin­den uzaklaştırmıştır. Tekrar uyumuş bu defa elleri birbirine çarpmış ve şişelerin ikisi de kırılmıştır. Böylece Allah, Musaya, şayet uyuyacak olsaydı göklerle ye­rin, bulundukları yerlerde kalmayacaklarını göstermiş oldu.”

Âyet-i kerimede “Göklerde ve yerde olanlar onundur.” buyrulmaktadır. Bu ifadeden maksat, Allahtan başka herhangi bir şeye kulluk etmenin, kullara yakışmayan bir davranış olduğunu beyan etmektir. Zira kulun sahibi Allahtır. Kul ise Allanın mülkü ve kuludur. Kul, ancak efendisinin emrini uygular. Her­hangi bir şeye hizmet etmesi de efendisinin iznine bağlıdır. Bu itibarla, Allah izin vermediği halde herhangi bir varlığa kulluk etmek, akıl sahibine yakışma­yan bir tavırdır.

Âyet-i kerimede “Onun izni olmadan katında kim şefaat edebilir? buyu-rulmaktadır. Yani, Allah tealanın, mülkü olan yaratıklarını cezalandırmayı iste­mesi halinde kim onun cezalandırmasına engel olabilir? veya cezalandırılacak­lara yardımcı olabilir? Elbette ki Allanın, yardımcı olmaya izin verdiği kimse­ler dışında hiçbir kimse şefaatçi olamayacaktır.

Taberi diyor ki: “Allah tealanm böyle buyurmasının sebebi, puta tapan müşriklerin şöyle demeleridir: “Biz, Allanın dışındaki varlıklara ancak bizi Al-laha yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz. [135]

Allah teala, bunlara bildirmiştir ki: “Gökler, yer ve onlarda bulunanlar benim mülkümdür. Benim dışımda herhangi bir şeye kulluk etmeniz size yakış­maz. O halde sizi bana yaklaştıracaklarını zannettiğiniz putlara tapmayın. Çün­kü onlar size herhangi bir fayda veya zarar sağlayamazlar. Benim yanımda şefa­atçi olacaklar, ancak benim Peygamberlerim, velileri ve bana itaat eden salih kullarımdir.”

Ayet-i kerimede geçen ye “O, insanların geleceklerini ve geçmişlerini bi­lir.” diye tercüme edilen cümlesindeki ifadesi Hakem Mücahid ve Süddi tarafından, “Dünyada olanlar.” diye izah edil­miş ifadesi ise “Âhirette olanlar” diye izah edilmiştir. Bu izahlara göre, âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: “Allah onların, dünyada yaptıkları­nı da âhirette ne yapacaklarını da bilir.”

Ibn-i Cüreyc ise âyetin bu bölümünü şöyle izah etmiştir:”Allah onların geçmişlerini de geleceklerini de bilir. “Mealde bu izah şekli tercih edilmiştir.

Ayet-i kerimede Allah tealanın kürsüsünün, gökleri ve yeri kuşattığı zik­redilmektedir. Burada geçen “Kürsü” kelimesinden neyin kastedildiği hususu, müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir:

a- Abdullah b. Abbas ve Said b. Cübeyrden nakledilen bir görüşe göre burada zikredilen “Kürsü”den maksat, Allah tealanın ilmidir.

b- Ebu Musa, Süddi ve Dehhaka göre buradaki “Kürsü”den maksat ayak­ların konulduğu yerdir. Yani göklerle yer, kürsünün içinde bulunmakta, kürsü, rahmanın, ayaklarının koyduğu yer olmaktadır.

c- Dehhak ve Hasanı Basriden nakledilen başka bir görüşe göre buradaki “Kürsü” den maksat Allah tealanın arşıdır.

Allah tealanın kürsüsünün büyüklüğü hususunda şunlar zikredilmiştir: Rebi, b. Enes diyor ki: “Onun kürsüsü gökleri ve yeri kuşatmıştır.” âyeti nazil olunca Resulullahın sahabüeri: “Ey Allanın Resulü, bu kürsü gökleri ve yeri kusattığına göre Arş nasıldır?” diye sordular. Bunun üzerine Allah teala: “Onlar, AUahı hakkıyla takdir edemediler. Halbuki bütün yeryüzü, Onun kudret ve ha­kimiyeti altındadır. Gökler onun kudretiyle durulmuş olacaktır. O, müşriklerin koştuğu ortaklardan münezzeh ve yücedir. [136] âyetini indirdi. İbn-i Zeyd ise, kürsünün büyüklüğü hakkında, babasının, Resulullahtan şunu rivayet ettiğini zikretmektedir. Resulullah buyuruyor ki: “Yedi kat gök, kürsüye göre, halkanın içine atılmış yedi dirhem paraya benzer.” Yine İbn-i Zeyd, Ebu Zerin, Resulul­lahın şöyle buyurduğunu duyduğunu söylemiştir: “Arş’a nisbetle kürsü, yeryü­zünde bir çöle atılmış bir demir halka kadardır.”

Taberi diyor ki: “Bütün bu görüşlerden her birinin kendisine göre bir izah şekli vardır. Ancak âyet-i kerimeyi izah etmeye daha uygun olanı, hakkında Re­sulullahtan hadis rivayet edilenidir. Bu da Abdullah b. Halifenin rivayet ettiği şu hadiste zikredilendir. “Abdullah b. Halife diyor ki: “Bir kadın Resulullaha geldi ve ona “Allaha dua et de beni cennetine koysun.” dedi. Bunun üzerine Re­sulullah, Allah tealanın yüceliğini zikretti sonra da şöyle buyurdu: “Allah teala­nın kürsüsü, gökleri ve yeri kuşatmaktadır. O, onun üzerine oturmaktadır. Kür­sünün sadece dört parmak kadar kısmı ondan fazla gelmektedir. O kürsünün, yeni yapılmış bir semerin, üzerine ağır bir kimsenin binmesi halinde çıkardığı gıcırtı gibi bir gıcırtısı vardır. [137]‘Taberi sözlerine devamla diyor ki: “Kur’an-ı Kerimin zahirine göre ise kürsü hakkında tercihe şayan olan görüş, Abdullah b. Abbastan nakledilen görüştür. O da, kürsüden maksadın, Allanın ilmi olduğunu söyleyen görüştür. Zira, âyet-i kerimenin devamında “Yeri ve göğü koruyup gö­zetmek, onun için zor değildir” buyrulmaktadır. Allahın onları koruyup gözet­mesi, onları bilmiş olmasını gerektirir ki, o da kürsüden maksadın ilim olduğu­nu ifade eder. Nitekim, Allah teala. meleklerinin dua edişlerini beyan ederken de, ilimin her şeyi kuşattığını zikrederek, dua ettiklerini şöyle bildirmiştir. “Arşı taşıyanlar ve onun etrafında bulunan melekler.. Müminlerin günahlarının bağış­lanmasını dileyerek şöyle derler. “Ey rabbimiz, rahmet ve ilmin her şeyi kuşat­mıştır. O halde tevbe edenleri ve yoluna tabi olanları bağışla. Onları cehennem azabından koru. [138]Taberi sözlerine devamla diyor ki: “Kürsü” kelimesinin mânâsı ilimdir. Bu nedenle, üzerine ilim yayılan bir sahifeye”Kürrase” denilmektedir. Keza, âlimlere de “Kürsüler” denilmektedir. Çünkü onlar, kendilerine güvenilen kimselerdir. Nitekim şair bir sözünde:

“O insanları, yüzleri beyaz olan ve gelecek felaketlerin Kürsüsü olan bir topluluk kuşatmaktadır…” demiştir. Burada geçen “Felaketlerin kürsüsü” ifade­sinden maksat, felaketleri bilen ve inceleyen âlimler” demektir. Araplar bir şe­yin aslına da “onun kürsüsü” ifadesini kullanmışlardır. Accac, Ebul Abbasi met­hederken: “O, yöneticiler ocağındandir ve kürsüsü üstün olandır.” demiştir. Ya­ni “Aslı üstün olan” demek istemiştir.

Âyet-i kerimenin sonunda “O, yücedir, büyüktür.” buyrülmaktadır, Mii-fessirler, bu ifadeleri farklı şekillerde izah etmişlerdir. Bazılarına göre “Yüce­dir” ifadesinden maksat, Allahın benzer ve emsalden beri ve yüce olmasıdır. Di­ğer bazılarına göre ise, bu ifadelerden maksat, Allah tealanın, yarattıklarından daha yüksekte olmasıdır.

Müfessirler “Büyüktür” sıfatını da farklı şekillerde izah etmişlerdir. Bazı­larına göre burada geçen “Büyüktür” sıfatından maksat, Ululanmıştır” demektir. Yani yaratıktan onu uhılarlar ve ondan korkup çekinirler.” demektir; Diğer ba­zılarına göre “Büyüktür” kelimesi, Allah teaîanm sıfatıdır. Biz, Allahın böyle bir sıfatı okluğunu söyler fakat bu büyüklüğün keyfiyetini tasvir etmekten kaçv nırırz. Aksi takdirde, Allahı. yaratıklarına benzetmiş oluruz’.

Başka bir kısım müfessirlere göre buradaki “Büyüktür” sıfatının mânâsı, “Allah, yaratı ki an ndan büyüktür. Bütün yaratıkları ondan küçüktür.” demektir. [139]

 

256- Dinde zorlama yoktur, Artık hak bâtıldan seçilip belli olmuştur. Kim Tağutu reddedip Allaha iman ederse, muhakkak ki o, kopmayan sağ­lam bir kulpa sarılmıştır. Allah, her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir.

İslamda, dine ginnek için zorlama yoktur. Artık hak ile bâtıl açıkça orta­ya çıkmıştır. Kim, Şeytan ve putlar gibi, Allahtan başka tapınılan tağutları tanı­maz da Allahın, kendisinin rabbi ve hak mabudu olduğuna iman ederse şüphesiz ki o, en sağlam bir iman kulpuna yapışmıştır. O kulp kendisine sarılanı Allahın azabı ve cezasından kurtaracak olan en sağlam bir kulptur. Allah, kendi birliğini tasdik edenlerin ikrarını işiten, ihlas ve samimiyetlerini çok iyi bilendir.

Bazı âlimlere göre bu âyetin hükmü kaldırılmıştır. Fakat sahih olan gö­rüşe göre bu âyetin hükmü kaldırılmamıştır. Bu âyet, İslam devletine Cizye ve­rerek boyun eğen ehl-i kitabın durumunu hükme bağlamaktadır. Bunlardan, ciz­ye verenleri İslama girmeye zorlama yoktur. Fakat putlara tapanlar ve İslam dininden donenler bu hüküm dışmdadırlar. Onlar, İslamı kabul etmeye zorlanırlar.

Bu âyet-i kerimenin hükmünün kaldırılıp kaldırılmadığı hususundaki gö­rüşleri şöylece özetlemek mümkündür:

a- Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr, Âmir eş-Şa’bi ve Mücahide göre bu âyet-i kerime, Ensardan bir kısım insanlar hakkında nazil olmuştur. Bu in­sanların kadınlarının çocukları yaşamadığında bu kadınlar, çocukları yaşadığı takdirde onu Yahudi yapacaklarına dair adakta bulunurlardı. Çünkü bunlar müş­riktiler. Yahudiler ise ehl-i kitaptandı. Bu sebeple müşrikler ehl-i kitabın üstün­lerini kabul ediyorlardı.

Resullah (s.a.v.) Medineden Yahudi kabilesi Nadr oğullarını uzaklaştırdı­ğı zaman bunların içinde, Ensarın, Yahudileşmiş bu gibi çoeuklan-tla bulunu­yordu. Ensar, “Biz çocuklarımızı bırakmayız.” dediler. Bunun üzerine Allah tea-la: “Dinde zorlama yoktur. Artık hak bâtıldan seçilip belli olmuştur.” âyetini in­dirdi[140] Ensann, çocuklannı zorla Yahudilikten çevirip Müslüman yapmaları­nın doğru olmadığını, onlan kendi iradelerine bırakmalım gerektiğini, onlar, İs­lam gelmeden önce Yahudiliği kabul ettiklerinden, kendilerine ehl-i kitap mua­melesi yapılacağım beyan etti.

b- Abdullah b. Abbas ve Süddiden nakledilen diğer bir görüşe göre ise bu âyet-i kerime, Ensann Salim b. Avf oğullanndan “Hüseyni” adlı bir kişi hakkın­da nazil olmuştur. Bu kişi Müslümandı ve onun, Hristiyan olan iki de oğlu var­dı. Bu kişi, oğullarının, kendi istekleriyle Hristiyanlıktan dönmemeleri üzerine, Resulullahtan, bunların zorla Müslüman edilmelerini istedi. İşte bunun üzerine de Allah tealabu âyeti indirdi[141]

c- Katade, Dehhak, Mücahid ve Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime, cizye verip boyun eğen ehl-i kitap hakkında nazil olmuştur. Bu sebeple hükmü bakidir, mensuh değildir. Zira bunlarla “Ki­tap ehlinden Allaha ve âhiret gününe iman etmeyenler, Allahın ve Peygamberi­nin haram kıldığını haram saymayanlar ve hak din olan İslamı din edinmeyen-İerle, boyun eğip kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşm. [142]ayeti gere­ğince Müslümanlara boyun eğip cizye verdikleri takdirde zorla İslam dinine so­kulmaları için savaşılmaz. Daha sonra açıklanacağı üzere Taberi bu görüşü tercih etmektedir.

d- Zeyd b. Eslem’e göre ise bu âyet-İ kerime, kâfirlere karşı savaşmayı emreden şu âyetlerle neshedilmiştir. Ve attık bütün insanların İslam dinine da­vet edilmeleri gerekmektedir. İnsanlar bu daveti kabul ederlerse Müslümanların kardeşleri olacaklarını, kabul etmezlerse öldürülmeleri gerektiğini, ancak bu in­sanlardan ehl-i kitap olanların müslümanlara boyun eğerek cizye vermeleri ha­linde Öldürülmeyeceklerini söylemiştir.

Bu konuda âyet-i kerimelerde şöyle buyrulmaktadır: “Ey müminler, çev­renizde bulunan kâfirlerle savaşın. Sizi sert ve kuvvetli bulsunlar. İyi bilin ki Allah, kendisinden korkanların yanındadır: [143]“Ey Peygamber, kâfir ve mü­nafıklarla cihad et. Onlara karşı sert davran. Onların varıp kalacakları yer ce­hennemdir. Orası varılacak ne kötü bir yerdir[144]“Ey Muhammed, savaşa ka­tılmayıp geride kalan Bedevilere sen şöyle de: “Yakında güçlü kuvvetli bir ka-vim’e savaşa çağırılacaksınız. Onlarla ya savaşacaksınız veya müslüman ola­caklar. Eğer bu davete uyarsanız Allah, size güzel bir mükâfaat verecektir. Eğer daha önce yüz çevirdiğiniz gibi yine de yüz çevirecek olursanız sizi, can yakıcı ağır bir azapla cezalandıracaktır. [145]

Taberi, âyet-i kerimenin, cizye veren ehll-i kitap ve Mecusilerin hüküm­lerini beyan ettiğini söyleyen, bu nedenle mensuh olmadığını zikreden görüşü tercih etmiş ve gerekçe olarak ta özetle şunları zikretmiştir: Bir nasşın mensuh olabilmesi için, onu nesneden diğer nass ile tamamen çelişmesi ve aralarını te’lif etmenin imkânsız olması halinde söz konusu olur. Şayet iki passın birini âmm (Genel) ifadeli diğerini hâss (Özel ifadeli) kabul etmek mümkünse, âyetlerin bir­birlerini neshettiklerini söylemek isabetli değildir. Bu âyet de bu kabilendir. Ya­ni, cizye vererek boyun eğen ehl-i kitabı ve mecusileri zorla dine sokmak caiz değildir. Buna makabil cizye vermeyen veya ehl-i kitap ve mecusi olmayan kâfirleri zorla dine girmeye mecbur etmek caizdir. O halde bu âyetle, kâfirleri öldürmeyi emreden âyetlerin arasını te’lif etmek mümkündür. Bu da bu âyetin, özel bir kısım kâfirlerin hükmünü, yani eh-li kitap olan Yahudi ve Hristiyanla-nn bir de Mecusilerin hükmünü beyan ettiğini göstermektedir.

Bu konuda Âlûsî de şunları söylemektedir. “Kişiyi İslam dinine sokmaya çalışmak onu zorlamak de ğildir. Zira zorlamak, kötü şeyleri kabul ettirmeye ça­lışmakla olur. Müslüman olmak ise bütün insanların hayrınadır. Bu itibarla Müslüman olmayan bir kişiyi kılıçla İslama davet etmek, onu zorlamak değildir. Bilakis ona ikramda bulunmaktır. Âyet-i kerime bunu ifade etmektedir.

TAĞUT: Âyette zikredilen “Tağut” kelimesinden maksat, Ömer b. el-Hattab, Mücahid, Şa’bi, Dehhak, Katade ve Süddiye göre “Şeytan” demektir Ebul Âliye ve Muhammede göre sihirbaz demektir. Said b. Cübeyr, İbn-i Cüreyc ve Cabir b. Abdullaha göre, “Kâhin” demektir.

Taberi, Tağut hakkında söylenecek en doğru görüşün, onun, “Allaha kar­şı azgınlaşan ve Allanın dışında kendisine tapınılan şeydir.” diyen görüş oldu­ğunu söylemiştir. İsterse tağut, kendisine tapanları zorla taptınnış olsun, isterse onun zoru olmadan insanlar kendilerinden ona tapmış olsunlar. Bu nedenle, kendisine tapılan bu varlık Şeytan da olabilir Heykel de, put da yahut başka her­hangi bir şey de.

Allah teala bu âyet-i kerimede, ifade buyurmaktadır ki, kim Allanın dı­şında kendisine t apılan bir kısım varlıkların ilahtık ve rablıktarını reddeder ve . Allaha hakkıyla iman edecek olursa, işte kopmayan sağlam kulpa sarılan kişi o’dur.

Âyet-i kerimede, tağutu inkâr edip Allaha iman edenin, kopmayan bir kulpa sarılmış olacağı beyan ediliyor. Buradaki kulptan maksat, Mücahide göre iman, Süddiye göre İslam, Said b. Cübeyre göre ve Dehhaka göre demektir. Yani, Allah teala, müminin imanını, kopmayan sağlam bir kulpa ben­zetmiştir. Nasıl ki sağlam bir kulptan tutan kimse tehlikeden kurtulur. İman eden kişi de, dünya ve âhirette hedefine ulaşır. [146]

 

257- Allah, iman edenlerin dostudur. Onları, karanlıklardan aydınlı­ğa çıkarır. İnkâr edenlerin dostları ise tağutlardır. Onları aydınlıklardan karanlıklara düşürürler. İşte onlar cehennemliktirler. Orada ebedi olarak kalacaklardır.

Allah, müminlerin dostudur. Yardım ve muvaffak kılmasıyla onları ko­rur. Onları, inkârın karanlıklarından çıkarıp imanın nuruna kavuşturur. Allanın birliğini inkâr edenlerin dostları ise, Allahtan başka taptıkları putlar ve benzeri tağutlardır. Bunlar, kendilerine tapanları imanın nurundan çıkarır inkârın ve azgınhğın karanlıklarına sürüklerler. Allahtan başka şeylere ibadet eden kimseler ise cehennemliktirler. Orada ebedi olacak kalacaklardır.

Âyette zikredilen “Karanlıklardan maksat, Katadeye göre, sapıklık, Dehhak ve Reb’ b. Enese göre, inkarcılıktır. “Nur”dan maksat ise Katadeye gö­re, Hidayet, Dehhak ve Reb’ b. Enese göre de imandır. Bu izahlara göre Allah teala, kâfirliği ve sapıklığı, karanlıklara benzetmiştir. Çünkü inkâr içinde olan kişinin, basireti kapanır. İmanın aydınlığını göremez olur. İman ve hidayet ise aydınlıktır. Mümin olan kişinin basireti açıktır. Hak ve hakikati aydınlık bir şe­kilde görür.

Mücahid ve Abede b. Ebi Lübabe bu âyetin izahında şunları söylemişler­dir. Hz. İsa gelince bir kısım insanlar, ona iman etmiş, diğerleri ise inkâr etmiş­lerdir. Hz. Muhammed gelince de Hz. İsayi inkâr edenler, Hz. Muhammede iman etmiş, Hz. İsaya iman etmiş olan Hristiynlar ise Hz. Muhammedi inkâr et­mişlerdir. İşte âyet-i kerime bu iki sınıfı beyan etmektedir. Yani Allah, Hz. Mu­hammede iman edenlerin dostudur. Onlan, İsaya iman etmeyerek düştükleri inkârın karanlıklarından çıkarır ve imanın aydınlığına kavuşturur. Muhammede iman etmeyen kâfirlerin dostları ise Şeytanlardır. Şeytanlar onları, İsaya iman etmenin nurundan çıkarır. Muhammedi inkâr etmek karanlıklarına sokarlar.

Görüldüğü gibi, Mücahid ve Abede bu âyeti, özellikle Hristiyanİara ve Hz, Muhammede iman eden putperestlere yorumlamışlardır. [147]

 

258- Allahin, kendisine hükümdarlık verdiğinden dolayı, İbrahim ile, rabbi hakkında münakaşa eden kimseyi görmedim mi? İbrahim ona: Be­nim rabbim dirilten ve öldürendir.” dediğinde o: “Ben de diriltir ve öldü­rürüm.” demişti, ibrahim ona: “Allah güneşi doğudan getiriyor sen de ba­tıdan getir de görelim.” dediğinde ise inkâr eden kimse şaşırıp kaldı. Allah, zalim bir topluluğu doğru yola sevketmez.

Ey Muhammed, kendisine hükümdarlık verildi diye şımararak İbrahim ile rabbi hakkında münakaşaya giren kimseyi kalb gözünle görüp benim de sana bildirmemle bilmedin mi?” İbrahim ona: “Benin rabbim hayatı ve ölümü elinde bulundurandır. Dilediğini yaşatır dilediğini ise öldürür.” elediğinde: “Onu ben de yaparım. Ben de yaşatır ve öldürürüm.” demişti. İbrahim ona: “Benim rabbim güneşi doğudan getiriyor sen de ilahlık iddiasında samimi isen onu batıdan getir de görelim.” dedi. Bunun üzerine o inkarcı şaşırıp kaldı ve ileri sürecek hiçbir delil bulamadı. Zira Allah, zalimleri, tartr.ma ve husumetlerinde delil bulmaya mavaffak kılmaz.

Hz. İbrahim ile rabbi hakkında tartışan bu adamın Nemrud b. Men’an adında, yeryüzünde ilk zorbalık yapan bir hükümdar olduğu Mücahid, Katade, Rebi’ b. Enes, Sütldi ve İbn-i Zeyd tarafından rivayet edilmektedir.

Mücahid diyor ki: “Bu zorba hükümdara iki adam getirildi. O, adamların birisini öldürdü diğerini bıraktı ve dedi ki: “İşte ben şunu öldürdüm şunu yaşatı­yorum.” Bu davranış Nemrudun ahmaklığını, beyinsizliğini ve anlamsız bir de-megojiye giriştiğini gösterir. Çünkü yaşatma ve öldürme, yok olan bir şeyi var edip ona hayat venne, verdiği cam alıp onu öldürmedir. Yoksa bir insanı öldü­rüp diğerini affetme değildir,

Zeyd b. Eşlem diyor ki: “Yeryüzünde ortaya çıkan ilk zorba kişi Nemrut­tu. İnsanlar gelip yiyeceklerini ondan alıyorlardı. Hz. İbrahim de bu insanlar gi­bi yiyecek almaya gelmişti. Nemrut, önünden geçen herkese “Rabbiniz kimdir?” diye sorar, onlar da “Sensin” derlerdi. Nihayet önünden İbrahim geçerken ona da: “Rabbin kimdir?” diye sordu. İbrahim de: “Rabbim, dirilten ve öldürendir.” dedi. Nemrut “Ben de diriltir ve öldürürüm.” dedi. İbrahim ona: “Şüphesiz ki Allah güneşi doğudan getiriyor sen de onu batıdan getirsene.” dedi. Bunun üze­rine inkarcı Nemrut, şaşırıp kaldı ve İbrahime yiyecek vermeden geri çevirdi. İbrahim, ailesine dönerken boz renkli bir kum yığının yanından geçti ve kendi kendine: “Ben, bundan biraz alıp aileme götürsem de, onların yanına vardığım­da gönülleri hoşnut olsa acaba nasıl olur?” dedi. Sonra o kumdan biraz alıp aile­sine götürdü. Eşyasını yere koyduktan sonra yatıp uyudu. Kansı getirdiği şeye baktı. Bir de ne görsün, o zamana kadar gördüğü yiyeceklerin en güzelini getir­miş. Ondan yemek yapıp kocasına ikram etti. Kocası, ailesinde yiyecek bir şey olmadığım biliyordu bu sebeple “Bunu nereden buldun?” dedi. Karısı da: “Se­nin getirdiğinden yaptım.” dedi. Bunun üzerine İbrahim bu yiyeceklerin, Alla-hm verdiği bir nzik olduğunu anladı ve ona hamdetü. Sonra Allah, bu zorba Nemruda bir melek göndererek “Bana iman et, seni iktidarında bırakayım.” diye emretti. Nemrut, “Benden başka bir rab mı var?” dedi. Melek ikinci defa ona geldi ve aynı şeyleri söyledi. Nemrut da aynı durumda ısrar etti. Melek üçüncü defa geldi. Nemrut yine ısrar etti bunun üzerine Melek ona: “Üç güne kadar, toplayacağın ne gücün varsa topla.” dedi. Zorba Nemrut, gücünü topladı. Allah meleğe emretti. Melek, sivrisineklerin gelecekleri mânevi bir kapı açtı. Sivrisi­neklerin havada yoğun bir şekilde bulunuşundan dolayı güneşin doğuşunu dahi hissedemez oldular. Allah, bu sinekleri onlara musallat kıldı. Sinekler onların etlerini yeyip kanlarını emdi. Kemiklerinden başka bir şey kalmadı. Nemnıda ise bir şey olmamıştı. Nihayet Allah teala ona da bir sivrisinek gönderdi. Sinek onun burnundan girdi. Dört yüz sene kafasının içinde kaldı. Sineğin verdiği ra­hatsızlığı önlemek için kafasına çekiçlerle vuruluyordu. Ona en çok merhamet eden, iki eliyle birlikte vuran kimseydi. Bu kişi dört yüz sene zorbalık yapmıştı. Bu sebeple Allah teala ona, dört yüz sene azap etti. Sonra da onu öidüıdü. Nem­rut, yüksekçe bir kule yaptırmıştı. Allah onun kulesini temelinden yıkarak başı­na uçurdu. Şu âyet-i kerime bu hususa işaret etmektedir. “Kendilerinden önceki kâfirler de tuzak kurdular. Fakat Allah, onların binalarını temelinden sarstı. Ta­vanları başlarına geçti. Azap, beklemedikleri bir yönden kendilerine geldi. [148]

Süddi de Hz. İbrahim ile tartışan Nemrudun kıssasını özetle şöyle anlat­maktadır: “Hz. İbrahim, ateşten kurtulup çıkınca onu Kralın yanına götürdüler. Hz. İbrahim daha önce Kralın yanına hiç gitmemişti. Kral onunla konuştu. Ve ona: “Rabbin kimdir?” diye sordu. Hz. İbrahim, “Rabbim, dirilten ve öldüren­dir.” dedi. Bunun üzerine Nemrut, “Ben de diriltip öldürürüm. Dört kişiyi eve hapsederim. Onlara yiyecek içecek vermem. Açlıktan ölecek duruma gelince ikisine yemek ve su verip ölmelerini önlerim yaşarlar. İkisini de bırakırım Ölür­ler,” dedi. Hz. İbrahim, Nemrudun sahip olduğu imkânlarla bunu yapacağını an­layınca ona şu cevabı verdi: “Benim rabbim odur ki, güneşi doğudan getirir. Sen de onu batıdan getirsene.” Bunun üzerine inkarcı Nemrut şaşırıp kaldı ve Hz. İbrahime “Bu, deli bir kimse bunu buradan çıkarın. Görmediniz mi bu, deliliğin­den dolayı putlarınıza karşı gelme cesaretini gösterdi ve onları kırdı. Ve kendi­sini de ateş yakmadı.” dedi. Nemrut, daha fazla tartışırsa, kavminin huzurunda rezil olacağından korktuğu için Hz. İbrahimi huzurunda çıkardı. Allah teala bu hususta şöyle buyurmuştur. “Bu, İbrahime, kavmine karşı verdiğimiz delilimiz-dir. Biz, dilediğimizin derecelerini yükseltiriz. Şüphesiz ki rabbin, hüküm ve hikmet sahibidir. Her şeyi iyi bilendir. [149]

Ayet-i kerimenin sonunda “Allah, zalim bir topluluğu doğru yola sevket-mez.” buyrulmaktadır. Yani, Allah, inkâra düşerek kendine zulmeden bir kav­me, müminleri mağlup edecek herhangi bir delil göstermez. Hak ehlinin karşı­sında, âciz kalıp susmaya mahkum olurlar. [150]

 

259- Veya altı üstüne gelmiş bir şehire uğrayan kimseyi görmedin mi? O kimse “Burayı ölümünden sonra Allah nasıl diriltecek?” demişti. Bunun üzerine Allah, o kimseyi öldürüp yüz yıl ölü olarak bıraktı. Sonra tekrar diriltti. Ve ona: “Ne kadar kaldın?” dedi. O da: “Bir gün veya bir günün bir bölümü kadar kaldım.” dedi. Allah da: “Hayır sen yüz sene ölü kaldın. Yiyeceğine içeceğine bir bak, hiç değişmemiş, bir de eşeğine bak. Biz seni, insanlara bir ibret olasın diye böyle yaptık. Kemiklere bak, onları nasıl bir araya getirip sonra et giydiriyoruz.” dedi. Allahın kudreti ona apaçık belli olunca: “Artık Allahın her şeye kadar olduğunu iyice anla­dım.” dedi.

Ey Muhammed, İbrahim ile münakaşa eden adam gibi, altı üstüne gelmiş şehre uğrayan adamı da kalb gözünle görüp bizim de sana haber vermemizle bilmedin mi? O kimse dedi ki: “Allah, bu şehri tamamen yıkılmış, halkı da yok olmuş iken nasıl diriltilebilir?” Bunun üzerine Allah, kudretini bizzat onun üze­rinde kendisine gösterdi. Onu Öldürdü ve aradan yüz sene geçtikten sonra diriltti ve ona: “Ben seni diriltmeden kaç sene ölü kaldın?” diye sordu. O da: “Bir gün veya bir günün bir kısmı kadar kaldım.” dedi. Çünkü Allah onun ruhunu öğle­den evvel almış ve yüz sene sonra yine bir günün öğleden sonrası onu diriltmiş-ti. Ona ne kadar kaldığı sorulunca güneşe baktı ve nerdeyse batmak üzere oldu­ğunu gördü. Bunun içindir ki: “Bir günün bir kısmı kadar kaldım.” diye cevap vermişti, Allah ona: “Hayır tam yüz sene ölü olarak kaldın.” dedi. Yine devamla dedi ki: “Yiyecek ve içeceklerine bak, bu kadar uzun bir süre içinde hiç bozul­mamışlar. Allah ona tekrar şöyle dedi: “Eşeğine bak. O da seninle beraber Öl­müştü. Bak, kudretimizle onu da nasıl diriltiyoruz? Kudretimizden habersiz ve büyüklüğümüzden şüphede olanlara seni bir delil yapmak için Öldürdük sonra dirilttik. Kendi kemiklerine ve eşeğinin kemiklerine bak, onları gözlerinle görü­yorsun. Bak onlan nasıl bir araya getiriyor sonra da onları etle kaplıyoruz.” Al­lahın kudreti ve yüceliği açıkça ortaya çıkınca o kişi şöyle dedi: “Artık Allahın her şeye kadir olduğunu çok iyi anlıyorum.”

“Allah, ölümünden sonra bu şehri nasıl diriltecektir?” diyerek harap olan ülkenin tekrar diriltilebileceğini yadırgayan o kişiye bu işin olurluğunu is­pat için Allah teala, paramparça olmuş kemikleri bir araya getirip nasıl düzene koyacağını göstererek bir mucize meydana getirdi. O kişi, merkebine baktı. Onun çürümüş olduğunu gördü. Allah bir rüzgâr gönderdi, merkebe ait kemik­leri dağlardan, ovalardan toplayarak bir araya getirdi. O kişi, bakıp dururken o kemikleri birbirine ekledi ve bu, Allah tealanın açık bir delili oldu.

Âyet-i kerimede zikredilen ve harabe haline gelmiş bir şehrin halkının nasıl dirileceğini soran bu kişinin kim olduğu hususunda iki görüş zikredilmiş­tir.

a- Naciye b. Kâ’b, Süleyman b. Büreyde, Katade, Rebi’ b. Enes, İkrime, Süddi, Dehhak ve Abdullah b. Abbas göre bu kişi Hz. Üzeyirdir.

b- Vehb b. Münebbih ve Abdullah b. Ubeyd’e göre bu kişi “Enniya” isimli bir Peygamberdi. Taberi, doğru olan görüşün, bu kişinin kim olduğunu kesin olarak söylemeyen görüş olduğunu bildirmiş ve özetle şunları söylemiştir: “Ayetin zikredilişinin asıl sebebi Allah tealanın, ölüleri tekrar dirilteceğine dair, kudretini inkâr eden kişilere karşı, insanların dikkatini çekmek ve bu inkarcıların tavrına olan hayreti beyan etmek ve Resulullahın hicreti esnasında çevresinde bulunan Yahudilee, Resulullahın hak Peygamber olduğunu ortaya koymak ve Yahudilerin mazeretlerini ortadan kaldırmaktır. Âyetin maksadı, ha­rap olmuş bir kentin nasıl dirileceğine hayret eden bir kişiyi bize tanıtmak değil­dir. Eğer böyle olacak olsaydı Allah teala, o kişinin adını açıkça Kur’anda zikre­derdi. Zikretmediğine göre bu kişi, Üzeyir de olabilir, Ermiya da, Bizim, bunun adını bilmeye ihtiyacımız yoktur.

Müfessirler, harabe halinde olan bu şehrin hangi şehir olduğu hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Vehb b. Münebbih, Katade, Dehhak, İkrime ve Rebi’ b. Enesten nakle­dilen bir görüşe göre bu şehir Kudüstür. Onu harebe haline getiren de Buhtun-nasr’dır.

b- İbn-i Zeyde göre ise bu şehir, ölümden kaçan binlerce İsrailoğulunun öldürüldükleri şehirdir. Bunlar, Taun hastalığına yakalanarak ölmüşlerdir. Allah teala bunlar hakkında “Sayılan binlere vardığı halde, ölüm korkusundan memle­ketlerini terkedenleri görmedin mi? Allah onlara “Ölün” dedi. Sonra kendilerine yine hayat verdi[151] buyun-nuştur.

Ayet-i kerimede geçen ve “Altı üstüne gelmiş bir şehir”diye tercüme edilen cümledeki kelimesi, “Halkından boş kalmış, harap olmuş, tavanları yıkılmış” şeklinde izah edilmiş kelimesi ise “Evler, binalar ve tavan­lar” şeklinde izah edilmiştir.     .

Âyet-i kerimede “Burayı ölümünden sonra Allah nasıl diriltecek?” buy-rulmaktadır. Müfessirler, bunu söyleyen Üzeyir veya Ermiyanın bu sözünü ne maksatla söylediği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Bazılarına göre bu sözü söyleyen, Allanın Ölüleri dirilteceğine dair kudretinden şüphe ettiği için bu sözü söylemiştir, Allah da bizzat o kişinin ken­disinde ve harabe olan şehirde kudretini göstererek o kişiyi ikna etmiştir. Bu so­ruyu soran (Kendisine Hızır da denilen) Ermiyadır. Bu hususu Vehb b. Müneb­bih, uzun bir şekilde şöyle rivayet etmiştir. “Allah teala, Ermîyayı Peygamber olarak İsrailoğullanna gönderdiğinde ona şunları vahyetmiştir: “Ey Ermiya, ben seni yaratmadan önce Peygamber seçtim. Annenin rahminde şekillendirmeden önce seni takdis ettim. Seni annenin kamından çıkarmadan önce temizledim. Yürüme durumuna gelmeden önce seni Peygamber yaptım. Olgunluk çağına erişmeden Önce seni seçtim. Ben seni, büyük bir iş için seçtim.” Bundan sonra, Allah teala, Ermiyayi İsraioğuSlannın Kralına gönderdi. O, Kralı irşad ediyor onu düzeltiyor ve ona Allah tarafından haberler getiriyordu. Sonra İsraioğulla-nriçîa hadiseler büyüdü. Onlar isyana düştüler. Haramları helal saydılar. Allahın kendilerine yaptığı şeyleri ve kendilerini, düşmanları Sencarip’ten kurtardığını unuttular. Allah teala da Ermiyaya “Kavmin İsrailoğullanna git. Sana emretti-ğim şeyleri onlara anlat: Onlara lütfettiğim nimetleri hatırlat ve ne yaptıklarını da onlara göster.” diye variyetti. Sonra Allah teala Ermiyaya “Ben, İsnûloğulla-nnı, Nuhun oğlu Yafesin soyundan gelen ve Babilde yaşayan Yafeslerin eliyle helak edeceğim.” dedi. Ermiya, rabbinin bu vahyini işitince bağırıp ağlamaya başladı. Üstünü başını yırttı. Başına topraklar saçtı ve kendi kendine: “Lanet ol­sun doğdum güne ve Tevratla karşılaştığım güne. Benim en kötü günüm, doğ­duğum günmüş. Benim İsrailoğullannın son Peygamberi olmam da benim için kötü bir şey olduğundanmış. Eğer benim için hayır dilenmiş olsaydı, İsrailoğul­lannın Peygamberlerinin sonuncusu olur muydum? Benim yüzümden lsrailo-ğullan sefalete düşüyor ve helak oluyorlar.” dedi. Allah teala, Emıiyanın yal­varma ve ağlamalarını işitince ona “Ey Enniya, vahyettiklerim sana ağır mı gel­di” diye nida etti. Enniya: “Evet ey rabbim, hiç arzu etmediğim şeyler, beni ls-railoğullan hakkında mahvetti.” diye cevap verdi. Allah teala: “İzzetime yemin olsun ki, Kudüsü ve İsraioğullarını, sen istemedikçe helak etmeyeceğim.” dedi. Bunun üzerine Ermiya sevindi. Allah tealanın sözünden gönlü hoşnut oldu ve kendi kendine “Musayi ve diğer Peygamberlerini hak olarak gönderen Allaha yemin olsun ki, rabbimden İsroiloğullarım helak etmesini asla istemeyeceğim.” dedi. Sonra İsrailoğullannın hükümdarına gelerek Allahın kendisine vahyettik-lerini ona bildirdi. O da sevindi. Hoşnut oldu ve “Eğer rabbimiz bize azabedecek olursa bizzat bizim işlediğimiz büyük günahlar yüzündendir. Eğer bizi affe­decek olursa onun kudretindendir.” dedi. Bu vahiyden sonra İsrailoğulları üç se­ne yaşadılar. Bu yıllar içerisinde isyanlarını artırmak ve kötülüklerinde inat et­mekten başka bir şey yapmadılar. “Bu da onların helak olmalarına yakın bir za­mandaydı. Bu sırada, vahiy gelişi azalmıştı. Öyle ki, artık âhireti hatırlamaz ol­dular. İsrailoğulları, dünyaya dalıp onunla meşgul olunca Ermiya onlardan elini çekti. Bunun üzerine Kralları onlara: “Ey İsrailoğullan, Allahtan size bir ceza gelmeden ve Allah size bir kısım merhametsiz Kralları musallat etmeden önce bu halinizden vaz geçin. Zira rabbiniz, tevbeyi kabul eden, hayır nasibetmekte eli açık olan ve tevbe edene karşı merhametli olandır.” dedi. Fakat İsrailoğullan, yaptıkları şeylerden vaz geçmediler ve Krallarına karşı direttiler. Bunun üzerine Allah, Buhtunnasr’ın kalbine, Kudüse doğru yürümeyi ve dedesi Sencaribin ora­ya yapmak istemiş olduğu şeyi yapmasını ilham etti. Buhtunnasr, altı yüz bin sancağı ile birlikte Kudüs halkının üzerine yürüdü. Ordu hareket edince İsrailo-ğullafmm Kralına Buhtunnasr’ın kendileriyle savaşmak üzere yola çıktığı haberi geldi. Kral, Ermiyaya adam göndererek onu yanına çağırttı ve ona: “Ey Enniya, hani sen, zannediyordun ki, rabbimiz sana vahyetmiş ki sen istemedikçe o, Ku­düs halkını helak etmeyecekmiş?” dedi. Enniya da Krala: “Rabbim vaadinden dönmez. Ben buna güveniyorum.” diye cevap verdi. Zaman yaklaşıp ta, İsraio-ğullarının iktidarlarının yok edilme anı gelince ve Allah tealanın, onları helak etmeye azmetmesi kesinleşince Allah, kendi tarafından bir melek gönderdi ve ona, Ermiyadan bir fetva sormasını istedi. Meleğe hangi fetvayı soracağını da emretti. Melek, İsrailoğullarından bir adamın şekline girerek Ermiyaya geldi ve Enniya ona: “Sen kimsin?” diye sordu. Adam da: “Ben, İsroğiloğullarından bir kişiyim. Bir kısım meselelerim hakkında senden fetva soracağım:” dedi.” dedi. Enniya ona izin verdi. Melek ona: “Ey Allanın Peygamberi, ben sana. Allanın bana emrettiğine göre, kendilerine iyilikte bulunduğum akrabalarım hakkında fetva soruyoum. Ben onlara iyilikten başka bir şey yapmadım. Elimden gelen herhangi bir ikramda bulunmaktan geri durmadım. Fakat benim onlara ikramım, ancak onların bana kızmalarına sebep oldu. Ey Allanın Peygamberi, sen bunlara ne yapacağımı söyle.” dedi. Enniya da ona dedi ki: “Seninle Allah arasındaki şeyleri güzelce yap. Allanın sana iyilikte bulunmanı emrettiği kimselere iyilikte bulun ve neticede hayıra ulaşmayı bekle.” Melek oradan ayrılıp gitti. Bir kaç gün sonra Enniyaya, daha önce şekliyle geldi. Önüne oturdu. Enniya ona: “Sen kimsin?” dedi. Melek ona: “Ben, daha önce sana, akrabalan hakkında şikayete gelen kişiyim.” dedi. Enniya da ona: “Şimdiye kadar ahlakları düzelmedi mi? Sen onlardan istediğin durumu görmedin mi?” dedi. Melek ona: “Ey Allahin Peygamberi, seni hak peygamber olarak gönderen Allaha yemin olsun ki, ben onlara herhangi bir insanın, akrabalarına yapabileceği en iyi ikramı yapmaktan geri durmadım. Hatta daha fazlasını yaptım. ” Peygamber de: “Sen akrabalarına dön. Onlara iyilikte bulun. Ben salih kullarını ıslah eder. Allahtan sizin aranızı düzeltmesini ve sizi, razı olacağı bir şey üzerinde birleştirmesini ve sizi gaza­bından uzaklaştırmasını dilerim.” dedi. Bunun üzerine melek kalkıp gitti. Ara­dan bir müddet geçtikten sonra, Buhtunnasr, ordusuyla Kudüsün yakınında ka­rargah kurdu. Ordusu, çekirgelerden daha çoktu. İsrailoğulları bundan dolayı büyük bir korku içine düştüler. İsrailoğullarınır. Kralı güç durumda kaldı. Enni-yayı çağırdı ve ona: “Ey AH ahin Peygamberi, Allanın sana olan vaadi nerede?” dedi. Enniya da: “Ben, rabbime güveniyorum.” dedi. Enniya, Beytül Makdisin duvarında otunnuş gülüyor ve rabbinin kendisine vaadettiği zaferi sevinçle bek­liyordu. İşte bu sırada ona melek geldi, önüne oturdu. Enniya ona: “Sen kim­sin?” diye sordu. Melek ona: “Ben, akrabaları hakkında senden iki defa fetva soran kişiyim.” dedi. Peygamber ona: “Onların, içinde bulundukları o halden hâlâ uyanma zamanlan gelmedi mi?” dedi. Melek ona: “Ey Allanın Peygambe­ri, bu güne kadar onlar tafarafından bana ne gibi bir kötülük dokunuyordu ise ona karşı sabrediyor ve bu kötülüklerini sırf beni kızdınnak için yaptıklarını bi­liyordum. Bu gün onların yanına vardım ve onlann, Allanın razı olmadığı ve sevmediği bir şeyi yaptıklannı gördüm.” dedi. Peygamber de ona: “Ne yaptıkla­rını gördün?” dedi. O da: “Ey Allahın Peygamberi, ben onların, Allahı gazap-landıracak bir şey yaptıklarını gördüm. Şayet onlar, bu günden önce yaptıklarını gördüğüm şeyleri yapmış olsalardı, benim onlara karşı öfkem kabannazdı. On­lara karşı sabreder ve onlar için iyi dileklerde bulunurdum. Fakat ben bugün on­lara Allah için ve senin için kızdım. Durumlarını sana bildirmek için geldim. Ben, seni, hak Peygamber olarak gönderen Allah hakkı için senden, onları helak etmesine dair Allaha niyaz etmeni istiyorum.” dedi. Enniya da: “Ey, göklerin ve yerin hükümdarı olan Allahım, eğer onlar hak üzereyseler ve yaptıkları doğru ise sen onları sağ bırak. Şeyat onlar, senin gazabını çekmişjerse ve senin razı ol­mayacağın amelleri işliyorlarsa sen onlan helak et.” dedi. Bu söz, Enniyanın ağzından çıkar çıkmaz, Allah gökten Kudüse bir yıldırım gönderdi. Yıldırım, kurbanların kesildiği yeri yaktı ve Kudüsün kapılarından yedisini yerin dibine geçirdi. Enniya bunu görünce ağlayıp feryad etti. Elbiselerini yırttı, başına kül­ler saçtı ve “Ey göklerin hükümranı ve ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allahım, senin bana verdiğin vaadin nerede?” diye niyaz etti. Bunun üzerine, Enniyaya şöyle nida edildi: “Onların başına gelenler, senin, bizim elçimize ver­diğin fetvaların icabıdır.” Bunun üzerine Enniya: “Bu olayın sebebinin, kendisi­nin verdiği üç fetvadan biri olduğunu ve kendisine gelen kişinin Allahın elçisi bir melek olduğunu anladı. Kudüşü terkedip vahşi hayvanların yaşadıkları yer­lere gitti. Buhtunnasr ve ordusu, Kudüse girdi. Düşman ordusu Şam toprakları­na ayak bastı. Buhtunnasr İsrailoğullarını, soylarını tüketircesine öldürdü. Ku-düsü yaktı. Sonra ordusuna, kalkanlanyla toprak taşıyarak Beytül Makdisin bu­lunduğu yeri doldurmalarını emretti. Ordusu da bu emri yerine getirdi. Öyle ki, Beytül Makdisin yeri dolduruldu. Sonra da Buhtunnasr, Babile gitmek üzere oradan ayrıldı. İsrailoğullanndan aldığı esirleri de beraberinde götürüyordu. Buhtunnasr Kudüsten ayrılmadan önce, orada bulunan büyük küçük herkesi toplayıp kendisine getirmelerini emretti. Bunun üzerine İsroiloğullan, toplanıp kendisine getirilde. Buhtunnasr, onlann içinden doksan bin çocuğu seçip ayırdı. Ordunun ganimeteleri biriktirilip dağtılması istenince Buhtunnasr’ın yanında bulunan ileri gelenler ona şöyle dediler: “Ey Kral bütün ganimetlerimiz senin olsun. Sen, seçip ayırdığın bu çocukları bizim aramızda taksim et.” Buhtunnasr onların bu istekerini kabul edip çocukları onlara dağıttı. Her birine dört çocuk düştü. Danyal, Azerya, Mesail ve Hananya bu çocçuklardandır. Buhtunnasr, on­lardan aldığı esirleri üç guruba ayırdı. Üçte birini Şam topraplarında bıraktı. Üç­te birini esir aldı, üçte birini de öldürdü. Kudüsten aldığı esirleri ve doksan bin çocuğu Babile götürdü. İşte bu olay, Allah tealanın, Resulullaha durumunu bil­dirdiği ve zulmetmeleri sebebiyle uğradıklarını haber verdiği kavmin olayıdır. Buhtunnasr, Kudüsü terkedip Babile doğru yönelince, Ermiya, merkebine bin­miş, bir matara üzüm suyu bir sepet de inciriyle birlikte İlyaya gelmiştir. Ermi­ya, İlyayı ve oranın yıkıldığım görünce içine şüphe ginniş ve kentli kendine “Burayı ölümünden sonra Allah nasıl diriltecek?” demiş Allah da onu öldürmüş ve onu ve merkebini yüz yıl ölü olarak bırakmıştır. Üzüm suyu ve inciri de ya­nında kalmıştır. Allah, gözleri Enniyayı görmeye karşı kör etmiş, herhangi bir kimse onu görmemiştir. Sonra da Allah Enniyayı diriltmiş ve ona “Burada ne kadar kaldın?” diye sornıuş o da “Bir gün veya bir günün bir bölümü kadar kal­dım.” demiştir. Allah teala da ona: “Bilakis, sen burada yüz yıl kaldın. Yiyece­ğine ve içeceğine bak, bunlar değişip bozulmamıştır. Merkebine de bak. Biz se­ni, insanlara bir mucize olman için böyle yaptık. Kemiklere de bak. Biz onlan nasıl bir araya getirip sonra da onlara et giydiriyoruz.” dedi. Emriya merkebine baktı. Merkep onunla birlikte Ölmüştü bir de ne görsün, merkebinin eklemleri birbirine ulanıyor. Damarları ve sinirleri birbirine bağlanıyor, sonra üzerine et bürünüyor ve düzgün bir hale geldikten sonra ona ruh üfleniyor. Merkep te aya­ğa kalkıp anırıyor. Emriya bir de üzüm suyuna ve incire baktı. Gördü ki onlar da aynen bıraktığı gibi duruyorlar. Ermiya, Allanın kudretini bizzat gözleriyle görünce “Bildim ki Allah her şeye kadirdir.” dedi. Allah teala bundan sonra da Enmiyayi yaşattı. İşte bugün yeryüzünün çöllerinde ve çeşitli şehirlerinde göıii-len kimse budur (Yani, Ermiya ismi taşıyan Bızırdır.)

Vehb b. Münebbih, başka bir rivayetinde Özetle şunları anlatmıştır. “Er­miya, Mısırda bulunuyordu. Allah ona, İlya şehrine gitmesini emretti. O, mer­kebine binerek bir sepet üzüm ve inciriyle bir de su kabıyla yürüyüp Kudüse geldi. Oranın harabe haline getirildiğini görünce “Buranın halkı öldükten sonra Allah burayı nasıl diriltecek?” dedi. Kudüste bir yeri kendisine mekan edindi. Merkebini bir yere bağladı. Su kabını bir yere astı. Allah onu uyuttu. Uyuyunca da canını aldı ve Ermiya bu haliyle yüz yıl kaldı. Ermiya bu haliyle, yetmiş yıl geçirince Allah, Fars Krallarından birine bir melek göndererek ona “Allah, sana. gidip Kudüsü ve İlyayı yapmanı emrediyor. Böylece Kudüs, eskisinden mamur hale gelsin istiyor.” diye söyletti. Kral hazırlık için üç gün mühlet istedi. Üç günden sonra üç yüz tane idareci seçti. Her idarecinin emrine bin kadar işçi ve yeteri kadar malzeme verdi. Üç yüz bin işçi ile idareciler Kudüse gittiler. Orada çalışmaya başlayınca, Allah Ermiyanın sadece gözlerine can verdi. Vücudunun diğer ki simi an Ölü idi. Ermiya, İlya şehrine ve çevresindeki köylere, mescitlere, nehirlere, ekinlere bakıp duruyordu. İnsanlar, oralarda çalışıyor oraları düzelti­yorlardı. Nihayet oralar eski durumuna dönüştü. Böylece otuz sene de geçip yüz yıl tamam olunca Allah, Ermiyanın vücudunun tamamını diriltti. Ermiya yiye­ceğine içeceğine baktı. Onlar bozulmamıştı. Merkebine baktı. Onu, bağladığı gündeki gibi ayakta gördü. Merkebin boynundaki yuların, yeni olarak aynen durduğunu gördü. Halbuki üzerinden, soğuk ve sıcağıyla yüz yıl geçmişti. Er­miyanın vücudu, çürümekten mütvellit incelmişti. Allah, ona yeniden et giydir­di. Kemiklerini bir araya getirirken de Ermiya gözleriyle onlara bakıyordu. Al­lah teala ona: “Biz seni insanlara bir ibret olasın diye böyle yaptık. Kemiklere bak, onlan nasıl bir araya getirip sonra et giydiriyoruz.” dedi. Allanın kudreti apaçık belli olunca: “Artık Allahin her şeye kadir olduğunu iyice anladım.” dedi b- Süddiye göre ise bu sözü söyleyen Üzeyirdir. O, bu sözünü Allahın, ölen kişileri ve harabe olan bir yeri yeniden nasıl diriltip imar edeceğinden şüp­he etmesinden dolayı söylememiş, sadece yüce mevtanın kudret ve kuvvetine hayret ettiğini belirtmek istemiştir. Bu hususta Süddi diyor ki: “üzeyir Şamdan merkebine binmiş, yanında da bir miktar üzüm suyu ve bir sepet inciriyle birlik­te gelirken bir kasabaya uğramış orayı görünce durmuş ve ellerini kaldırarak: “Buranın halkını öldürdükten sonra Allah burayı nasıl diriltecek?” demiştir. Üzeyirin bu tavrı bir yalanlama ve bir şüpheden kaynaklanmıştır. Allah Üzeyiri ve merkebini Öldürmüş, onlann üzerinden yüz yıl geçmiştir. Sonra da Allah tea­la Üzeyiri diriltmiş ve ona: “Ne kadar yıl kaldın?” diye somıu o da “Bir gün ve­ya bir günün bir bölümü kadar kaldım.” demiştir. Bunun üzerine Üzeyire, orada yüz yıl kaldığı bildirilmiş ve ona, yiyeceğine, içeceğine bakması, merkebinin diriltiliş şeklini gözlemesi emredilmiş, o da bunları görünce Allahın her şeye kadir olduğunu söylemiştir.

Taberi diyor ki: “Öldürülüp yüz yıl kaldıktan sonra tekrar diriltilen Enni-ya veya Üzeyir yahut ta Allahın haberini bize naklettiği fakat kim olduğunu bil­mediğimiz bu kişinin, bu kadar zaman geçmesine rağmen “Bir gün kaldım” ve­ya “Bir günün bir bölümü kadar kaldım.” demesinin sebebi şudur: “Allah teala bu zatı, gündüzün başlangıcında öldürmüş ve yüz sene sonra onu güneşin bat­ması anında d iri İtmiştir. Bu sebeple o kişi, sabahleyin uyuyup akşam olmadan uyandığını zannetmiş, bir gün veya bir günün bir bölümü kadar kaldığını söyle­miştir. Nitekim Katade ve İbn-i Cüreyc âyetin bu bölümünü bu şekilde izah et­mişlerdir.

Âyet-i kerimede “Yiyeceğine, içeceğine bir bak. Hiç değişmemiş.” buy-rulmaktadir. Buradaki yiyecek ve içecekten maksat, bazılarına göre bir sepet in­cir ve üzüm, bir testi de su idi. Bazılarına göre ise, bir sepet üzüm, bir sepet in­cir, bir tulum da üzüm suyu idi. Diğer bazılarına göre ise yiyecek bir sepet üzüm, içecek te bir küp veya bir matara içki idi.

Âyet-i kerimede geçen ve “Hiç değişmemiş” diye tercüme edilen kelimesini Vehb b. Münebbih, Katade, Südi, Dehhak, İkrime ve İbn-i Zeyd “Değişmemiştir” mânâsına yorumlamış Mücahid ve Reb’ b. Enes tarafın­dan ise “Kokmamıştır” şeklinde izah edilmiştir.

Âyet-i kerimede “Bir de eşeğine bak.” buyrulmaktadır. Müfessirler âyetin bu bölümünü ve devamını farklı şekillerde izah etmişlerdir.

a- Vehb b.Münebbih ve Süddiye göre, Allah teala dirilttiği kimsenin bü­tün vücudunu düzgün hale getirip onu tamamen dirilttikten sonra merkebini de nasıl dirilteceğini ona göstermek için bunu emretmiştir. Yani, “Merkebini nasıl dirilteceğimize ve onun kemiklerini bir araya getirip sora da onlan etle kapla­yacağımıza bir bak.” demiştir.

b- Mücahid ve İbn-Cüreyce göre ise, Allah teala, dirilteceği kimsenin sa­dece gözlerine hayat verdikten sonra, hem kendisinin hem de merkebinin nasıl diriltildiğine bakması için ona bunu emretmiştir. Yani ona “Hayata kavuşturdu­ğumuz gözlerinle, bizzat kendi vücudunun ve merkebinin nasıl diriltildiğine bak.” demiştir. Görüldüğü gibi bu izaha göre Allah teala, dirilttiği kimsenin ön­ce gözlerini diriltmiş, onlara hayat vermiş, ondan sonra da bu kişinin vücudunu ve merkebini, gözü önünde diriltmiş, böylece kudretini ona göstemiştir.

c- Vehb b. Münebbih, Dehhak, Katade, Rebi’i b. Enes ve İbn-i Zeyde gö­re ise, Allah teala, öldürdüğü o kişinin, önce kafasını diriltmiş, gözlerine hayat vermiş sonra da ona kendi vücudunun nasıl diriltildiğini göstenniştir. Yüz yıl boyunca ölü kalan bu kişinin merkebi ise başucunda yemeden içmeden dipdiri ayakta durmuştur. Bu izaha göre âyetin mânâsı şöyledir: “Sen, başucunda bulu­nan merkebine bak. Bir de kendi kemiklerine bak. Biz, çürüdükten sonra onlan nasıl bir araya getiriyor sonra da onları et ile buruyor daha sonra da sana hayat vererek onlan da diriltiyoruz. Böylece Allanın, öldürdükten sonra bu kasaba halkını nasıl dirilteceğini bilmiş ol.”

Taberi diyor ki: “Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, Allah tealanın, öl­dürdüğü bu kimseye hem bizzat kendisinin hem de merkebinin nasıl diriltilece-ğine bakmasını emrettiğini söyleyen görüştür. Çünkü Allah teala, Öldürdüğü bu kişiye “Sen, kemiklere bak.” buyurmuştur. Bu kemiklerin sadece o öldürülen ki­şiye veya merkebe ait olduğuna dair herhangi bir delil yoktur. Bu kemiklerin her ikisine de ait olduğunu söylemek, âyetin genel anlamda alınmasına daha yakındır. Ayrıca, merkebin üe telef olduğu muhakkakın”. Bu itibarla, “Merkep, ölen kişinin başucunda bıraktığı gibi mevcut duruyordu. Allah ona, sadece ken­disinin nasıl diriltileceğine bakmasını emretti.” diyen görüş isabetli değildir. Hasılı “Allah teala, altı üstüne getirilen şehrin nasıl dirileceğini düşünün o kim­seye, bizzat kendisinin ve merkebinin diriltilmesin! göstererek şehir halkının da diriltileceğim göstermiştir. Yiyeceğin ve içeceğin bozulmadığını göstererek de o şehrin bağ bahçe ve evlerinin nasıl tekrar iade edileceğini ona göstenniştir.

Âyet-i kerimede “Biz seni, insanlara ibret olasın diye böyle yaptık.” buy­rulmaktadır. Yani, “Biz seni, kudretimizi bilmeyen ve azametimizde şüphe eden insanlara bir ibret ve bir alamet olasın diye öldürüp, yüz yıl ölü olarak bıraktık ve sonra dirilttik. Biz, öldünne, diriltme, yok etme, icadetme, nimet verme, ni-. metleri kısma, zelil kılma, güçlü kılma gibi dilediğimiz çeşitli şeyleri yapmaya kadiriz. Bütün bunlar, bizim elimizdedir. Bizim dışımızda hiçbir kimsenin gücü bunlara yetmez.

Müfessirler, öldürülüp tekrar deriltilen bu kişinin insanlara ne yönüyle ib­ret olduğu hususunda iki görüş zikretmişlerdir:

A’meşe göre bu kişinin, insanlara ibret oluşu, yüz yıl sonra ihtiyarlayan oğul ve torunlarının yanına genç olarak gelmesidir.

Süddiye göre ise bu kişinin, insanlara ibret olması, yüz yıl sonra geldiğin­de tanıdığı insanlardan herhangi bir kimsenin kalmamış olmasıdır. Süddi bu hu­susta şunlan söylemiştir. “Öldürülüp yüz yıl ölü kaldıktan sonra tekrar diriltilen bu kişi (Üzeyir) ailesine dönmüş, evinin satıldığını, üzerine bina yapıldığını ve tanıdığı kimselerin yok olduğunu gönrıüştür. Bunun üzerine: “Evimden çıkın.” demiş insanlar da “Sen kimsin?” diye sonnüşlar o da: “Ben Üzeyirim.” demiştir. Onlar da “Üzeyir şu kadar zamandır helak olmuş değil midir?” dediler. O da: “İşte ben Üzeyirim. Bana şöyle şöyle oldu.” dedi. İnsanlar onu tanıyınca evin­den çıkıp kendisine teslim ettiler.

Taberi diyor ki: “Âyetin izahında’ söylenecek tercihe şayan görüş şudur: Allah teala, bu âyette, sıfatlanın belirttiği kişiyi, insanlar için bir delil ve bir ib­ret kıldığını zikretmiştir. Bu kişi, kendisini tanıyan çocuklanna da kavmine de bir ibrettir. Onu tanımayan ve kendilerine Peygamber olarak gönderilen kimse­ler için de bir öğüt ve ibrettir.

Âyet-i kerimede “Kemiklere bak. Onlan nasıl bir araya getiriyoruz.” buy­rulmaktadır. Burada zikredilen ve “Bir araya getiriyoruz.” diye tercüme edilen kelimesi iki şekilde okunmuştur.

a- Kûfe’li kurralann hepsi de bu kelimeyi Kur’anda da tesbit edildiği gbi şeklinde okumuşlardır. Bu kelimenin lügat mânâsı, “Yerden yukarı kalkmak ve baş kaldırmak” demektir. Bu itibarla çocuk boy atınca denir. Kadın kocasına karşı itaatsizlik edince denir. Bu kıraata göre âyetin mânâsı şöyledir: “Sen kemiklere bak. Biz onları nasıl birbi­riyle birleştiriyor ve vücuttaki yerlerine yerleştiriyoruz.” Abdullah b. Abbas ve Süddi, âyetin bu kısmını buna yakın bir şekilde izah etmişlerdir.

b- Medine halkının tümü ise bu kelimeyi şeklinde okumuş­lardır. Bunun mânâsı ise “Hayat vermek” demektir. Nitekim Allah ölüleri dirilt­ti.” demek isterken demişlerdir. Buna göre âyetin bu bölümü­nün mânâsı şöyledir: “Sen kemiklere bak. Bizonları, nasıl diriltiyoruz.” Müca-hid ve Süddi, âyetin bu bölümünü bu şekilde izah etmişlerdir.

c- Bir kısım kurralar da bu kelimeyi şeklinde okmuşlardır. Bu­nun mânâsının ise bir şeyi yaymak” demektir. Veya “Bir şeyin dirilmesi” de­mektir. Taberi bu kıraatin caiz olmadığını çünkü bu kıraata göre hem âyetin mânâsı doğru olmayacağını hem de bu kıraatin şaz bir kıraat olduğunu söyle­miştir. Diğer birinci ve ikinci kıraatların ise, mânâları birbirlerine yakın olan ki-raatlar olduğunu ve her ikisinin de Müslümanlar tarafından okunan yaygın kıra-atlar olduğunu, bu nedenle iki kiraatla okumanın da caiz olduğunu söylemiştir.

Âyet-i kerimenin devamında “Artık Allanın her şeye kadir olduğunu iye­ce anladım.” dedi.” buyrulmaktadir. Bu bölümde geçen ve “İyice anladım.” diye tercüme edilen kelimesi, iki şekilde okunmuştur.

a- Küfe halkının hepsi bu kelimeyi, emir olark şeklinde oku­muşlardır. Bunlar, âyetin bu bölümünün Abdullah b. Mes’udun kıraat ma göre şeklinde olduğunu rivayet etmişler, Abdullah b. Abbas ve Reb’i b. Enesin de bu şekilde okudukları rivayet edilmiştir. Bu kıraata göre âyetin mânâsı şöyledir: “Öldürülüp, yüz yıl Ölü olarak kaldıktan sonra diriltilen kimse­ye, Allanın emir ve kudretinin ne olduğu açığa çıkınca Allah o kimseye dedi ki: “Şimdi bil ki, Allah her şeye kadirdir.” Taberi diyor ki: Bu kıraata göre âyete şu şekilde mânâ verilmesi de mümkündür: “Öldürülüp diriltilen kimseye, Allanın kudreti ortaya çıkınca o kimse dedi ki: “Bil ki Allah her şeye kadirdir.” Buna göre kişi başkasına emreder gibi kendi nefsine emir ve hitabetin iştir.

b- Medine halkının hepsi ve bazı İrak kurraları bu kelimeyi şeklinde fiil-i muzari nefs-i mütekellim olarak okumuşlardır. Âyet-i kerimeye Mealde bu kıraata göre mânâ verilmiştir. Vehb b. Münebbih, Katade, Süddi, Dehhak ve İbn-i Zeyd, âyeti bu kıraata göre izah etmişlerdir.

Taberi, bu kiraatlardan emir şeklinde okuyan, emredenin de Allah teala olduğunu söyleyen birinci kıraatin daha doğru olduğunu söylemiş ve gerekçe olarak ta şunları zikretmiştir. “Âyetin başlangıcı: “Allah tealanm, öldürüp dirilt­tiği kimseye “Yiyeceğine içeceğine bir bak hiç değişmemiş. Bir de eşeğine bak. Kemiklere bak.” şeklinde emirlerle devam etmektedir.

Âyet-i kerimenin sonunda Allah tealanın, yine dirilttiği o kimseye: “Bil ki Allah her şeye kadirdir.” şeklinde buyurduğunu söylemek, âyetteki ahengi sağlama yönünden daha isabetli ve mânâ yönünden daha tesirlidir. Çünkü Al­lah, kudretini müşahade eden bu kuluna “Bütün bunları yapanın Allah olduğunu bil.” demiş olur ki bu da bundan sonra gelen âyet-i kerimenin son bölümüne ta­mamen uygundur. Zira onun da son bölümünde “Bil ki Allah her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahbidir.” buyrulmaktadır. [152]

 

260- Yine bir zaman İbrahim: “Rabbim, ölüleri nasıl diriltirsin bana göster.” demişti. Allah da: “İnanmıyor musun?” dedi. İbrahim: “Evet ina­nıyorum, fakat kalbim iyice mutmain olsun istiyorum.” dedi. Allah: “Öy­leyse dört tane kuş al, onları kendine alıştır sonra da kesip her dağın başı­na onlardan birer parça koy. Sonra onları çağır. Koşarak sana gelecekler­dir. Bil ki Allah her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.” dedi.

İbrahim Peygamber demişti ki: “Rabbim, ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster.” İbrahim bunu söylerken Allanın varlığından ve kudretinden şüphe etmi­yor sadece öğrenmek istiyordju. Bunun üzerine Allah ona: “Ey İbrahim, benim buna gücümün yeteceğini inanmıyor musun?” deyince: “İnanıyorum rabbim. Fakat istedim ki onu bana gösteresin de gördüğüm kudretinden dolayı kalbim iyice mutmain olsun.” dedi. Allah da istediğini ona göstermek için dedi ki: “Dört tane kuş al onlan kendine iyice alıştır sonra da onları kesip parça parça et. Her bir parçayı götürüp bir dağa at ve ardından onları: “Allanın izniyle ge­lin.” diye çağır. Onlar sana koşarak geleceklerdir.

Rivayet ediliyor ki, bunlar, Horoz, Tavus, Karga ve Güvercin idi. Hz. İbrahim bunlan kesti ve etlerini, kemiklerini ve tüylerini birbirine karıştırdı ve her bir parçayı götürüp bir dağa attı. Sonra onları “Allanın izniyle gelin.” diye çağırdı. Çağırmasıyla birlikte parçalar uçarak birbirlerini buldular ve tekrar kuş haline dönüşüp koşarak Hz. İbrahime geldiler. Bunun üzerine Allah teala buyur­du ki: “Ey İbrahim bil ki bu kuşları dirilten ve onlara tekrar can veren rabbin Allah, her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Müfessirler, Hz. İbrahimin, rabbinden, ölüleri nasıl dirilteceğini sorması­nın sebebinin ne olduğu hakkında çeşitli görüşler zikretmişlerdir:

a- Bazılarına göre Hz. İbrahimin rabbinden bunu sormasının sebebi, onun, ölmüş bir hayvanın, yırtıcı hayvanlar ve kuşlar tarafından parçalanıp ye­nildiğini görmesi ve rabbinden, gökteki kuşların kursağına ve yerdeki yırtıcı hayvanların midesine giderek parça parça olan bu hayvanı nasıl dirilteceğini kendisine göstermesini istemesidir Ta ki ilmiyle bilmiş olduğu şeyi bizzat gö­züyle de görmüş olsun ve kesin bilgisi pekişmiş olsun. Allah teala da ona, zik­rettiği şekliyle istediğini göstenniştir. Katade, Dehhak, İbn-i Cüreyc ve İbn-i Zeyd, Hz. İbrahimin sorusunun sebebini bu şekilde izah etmişlerdir. İbn-i Cü­reyc bu hususta şunları zikretmiştir: “3ize ulaşan rivayetlere göre İbrahim (a.s.) bir yolda yürürken, ölmüş bir merkebin leşiyle kanşlaşmiş ve leşin çevresinde yırtıcı hayvanların ve kuşların bulunduğunu görmüş, merkebin etlerinin didik didik edilip yendiğini, geriye sadece kemiklerinin kaldığını görmüştür. Kuşlar semaya doğru uçup, yırtıcı hayvanlar da dağlara ve onnanlara gidince İbrahim orada durmuş, hayret etmiş ve kendi kendine “Rabbim, ben biliyorum ki sen bu leşin parçalarını yırtıcı hayvanların ve kuşların karnından toparlayıp bir araya getireceksin. Rabbim sen bana, ölüleri nasıl dirilteceğini göster.” demiştir. Allah teala da: “Sen buna inanmıyor musun?” diye sormuş İbrahim de: “Evet inanıyo­rum fakat haberden öğrenme ile gönne aynı değildir.” demiştir.

b- Diğer bir kısım üfessirleie göre ise, Hz. İbrahimin, rabbinden Ölüleri nasıl dirilteceğini istemesinin sebebi, Hz. İbrahim ile Nemrut arasında geçen tartışmadır. Bu hususta Muhammed b. İshak şunları zikretmiştir: Allah tealanın Enbiya suresinde anlattığı gibi Hz. İbrahim ile kavmi arasında belli hadiseler ol­muş ve Nemrut, İbrahime şunları sormuştur: “Ey İbrahim, senin kendisine taptı­ğın ve kendisine ibadet etmeye çağırdığın ve kendisinin diğer şeylerden daha büyük olduğunu anlattığın ilahın nedir?” İbrahim de “Benim rabbim dirilten ve öldürendir.” demiştir. Nemrut ta “Ben de dirilitir ve öldürürüm.” demiştir. İbra­him ona: “Sen nasıl diriltir ve öldürürsün?” diye sormuş ve neticede âyet-i keri­menin anlattığı şekilde Nemrutu mağlup etmiştir. İşte o sırada İbrahim: “Rab­bim göster bana ölüleri nasıl diriltecesin?” demiş Allah teala da” Sen inanmadın mı?” diye sormuş İbrahim de: “Evet inandım fakat kalbim mutmain olsun diye bunu istiyorum.” demiştir. Hz. İbrahim bunu isterken Allah tealanın kuvvet ve kudretinden şüphe ettiği için istememiş fakat olayı bizzat gözüyle görüp kesin bilgisinin pekişmesini arzuladığı için sormuştur.

Taberi diyor ki: “Bu iki görüş te birbirine yakındır. Zira her ikisinde de Hz. İbrahimin bildiği şeyi bizzat gözüyle görmesi için sorduğu nakledilmekte­dir.

c- Diğer bir kısım âlimler ise Hz. İbrahimin rabbinden Ölüleri nasıl dirilteceğini kendisine göstermesini istemesinin sebebi, Allah tealanın Hz. İbrahimi dost edindiğini müjdelemesidir. Hz. İbrahim, dost edinildiğinin derhal ortaya çıkması için rabbinden bunu istemiş ta ki kesin bilgisi pekişsin ve kalbi mutma­in olsun. Bu hususta Süddi diyor ki: “Allah teala İbrahimi dost edinince ölüm meleği rabbinden İbrahime bunu müjdelemesi için izin istedi. Rabbi de ona izin verdi. Melek İbrahime geldi. İbrahim evde bulunuyordu. Melek evden içeri gir­di. İbrahim insanların en kıskanç olanı idi. Öyle ki evden dışarı çıktığında kapı­yı dıştan kilitlerdi. İbrahim evine döndü. Evinde bir kişi bulunduğunu gördü. Onu yakalamak için hamle yaptı ve onu “Benim evime girmen için sana kim izin verdi?” dedi. Ölüm meleği: “Bu eve girmeme dair rabbim bana izin verdi.” dedi. İbrahim: “Doğru söyledin” dedi ve onun Ölüm meleği olduğunu anladı. Yi­ne de ona: “Sen kimsin?” dedi. O da: “Ben ölüm meleğiyim. Ben sana geldim ki Allahm seni dost edindiğine dair seni müjdeliyeyim.” dedi. Bunun üzerine İbra­him Allaha hamdetti ve dedi ki: “Ey ölüm meleği, sen bana kâfirlerin ruhunu alırken göründüğün şeklini göster.” Ölüm meleği de: “Ey İbrahim, sen buna ta­hammül edemezsin.” dedi. İbrahim: “Evet ederim.” diye cevap verdi. Bunun üzerine ölüm meleği: “Yüzünü çevir.” dedi. İbrahim yüzünü çevirdi. Sonra dö­nüp ona baktı bir de ne görsün başı göklere değen simsiyah bir adam, Ağzından alevler çıkıyor. Vücudundaki her tüyü siyah bir adam şeklinde. Ağızlarından ve kulaklarından ateşler çıkarıyor. Bunu gören İbrahim bayılıp düştü. Sonra ayıldı. Bu sırada ölüm meleği önceki şekline girmişti. İbrahim ona: “Ey ölüm meleği, kâfir olan insan, ölümü sırasında hiçbir bela ve üzücü şey göremese de sadece senin bu şeklini görse bu onun için elbette ki kâfidir. Şimdi sen bana müminle­rin ruhlarını alırken hangi şekle girdiğini göster.” dedi. Ölüm meleği ona: “Yü­zünü çevir.” dedi. İbrahim yüzünü çevirdi. Sonra dönüp ona baktı. Bir de ne görsün, önünde genç bir adam yüzü. İsanlann en güzel olanı. Kokusu en güzel olanı ve beyaz bir elbise içinde bir kişi. İbrahim, “Ey ölüm meleği, şayet mü­minlerin rablerinin katında kendilerini sevindirecek şeyler ve ikramlar bulunma-saydı sadece senin bu şeklin bulunmuş olsaydı elbette ki onlar için kafi gelirdi.” dedi. Bundan sonra ölüm meleği geçip gitti. İbrahim ayağa kalkıp rabbine yal­varmaya ve ona “Ey rabbim, sen bana göster, ölüleri nasıl dirilteceksin? ta ki ben senin dostum olduğumu bilmiş olayım” diye niyaz etti. Allah teala da ona “Sen benim, senin dostun olduğuma inanmıyor musun?” dedi. İbrahim de “Evet inanıyorum. Fakat senin dostuluğuna dair kalbim mutmain olsun diye bunu isti­yorum.” diye cevap verdi.

d- Diğer bir kısım müfessirlere göre ise Hz. İbrahimin, Allah tealanın, ölüleri nasıl dirilteceğini kendisine göstermesini istemesinin sebebi, Şeytanın, Hz. İbrahimin kalbine, AUahın, ölüleri dirilttiğine dair kudreti hakkında şek ve şüphe sokmasıdır. Hz. İbrahimin kalbine doğan bu şüpheyi bertaraf etmek için Allah tealanın, ölüleri nasıl dirilteceğini kendisine göstermesini istemiştir. Bu hususta Ata b. Ebi Rebah, şunları söyemiştir. “Hz. îbrahimin kalbine, bir kısım insanların hatırına gelen şeyler gelmiş o da rabbinden “Rabbim, göster bana sen Ölüleri nasıl dirilteceksin?” demiştir. Rabbi de ona: İnanmadın mı?” demiş o da “Evet inandım fakat kalbim mutmain olsun diye bunu görmek istiyorum.” de­miştir. Rabbi de ona, ölüleri nasıl dirilteceğini göstermek için “Dört kuş al…” demiştir.

Yine bu hususta Ebu Hureyre, Resulullah (s.a.v.)in şöyle buyurduğunu ri­vayet etmiştir.

“Biz, şüphe etmeye İbrahimden daha layikız. Zira İbrahim rabbine “Ey rabbim, ölüleri nasıl diriltirsin bana göster.” demişti. Allah da “İnanmıyor mu­sun?” dedi. İbrahim “Evet inanıyorum fakat kalbim iyice mutmain olsun istiyo­rum. [153] dedi

Abdullah b. Abbas da Hz. İbrahimin, Allahtan, ölüleri nasıl dirilteceğini göstermesini istemesinin sebebinin, hatırına gelen bir şüphe olduğuna işaret ederek bu âyet hakkında şunu söylemiştir: “Bana göre Kur’anda bu âyetten daha çok ümit verici bir âyet yoktur.” yani kul, belli hususlarda şüpheye düşse dahi bu âyet-i kerime kulun dinden çıkmış olmayacağını, bu şüphesini giderme yol­larını aramasının gerektiğini beyan etmektedir ki bu da devamlı olarak Şeytanın vesvesesine maruz kalan insan için en büyük ümit kaynağıdır.” Abdullah b. Ab-basın bu kanaatini rivayet eden Said b. el-Müseyyeb diyor ki: “Bir zaman bir araya geleceklerine dair Abdullah b. Abbasla Abdullah b. Amr b. el-Ass sözleş­tiler. Biz o zaman genç çocuklardık. Onlardan biri diğerine: “Allah tealanın ki­tabında bu ümmet için en büyük ümit veren âyet hangisidir?” diye sordu. Ab­dullah b. Amr. dedi ki: “Ey Muhammed, kullanma şöyle dediğimi söyle. Ey kendi aleyhlerine haddi aşan kullarım, Allanın rahmetinden ümidinizi kesme­yin. Şüphesiz kî Allah, bütün günahları bağışlar. Muhakak ki o çok affeden ve çok merhamet edendir. [154] âyetidir. Abdullah b. Abbas da: “Sen ümmet için bu âyetin en büyük ümit kaynağı olduğunu söylüyor isen de aslında ümmet için ondan da daha fazla ümit verici âyet şu âyetir. “Bir zaman İbrahim, “Rabbim, ölüleri nasıl diriltirsin?” demişti. Allah da, “İnanmıyor musun?” dedi. İbrahim: “Evet inanıyorum. Fakat kalbim iyice mutmain olsun istiyorum.” dedi[155]

Taberi diyor ki: “Hz. İbrahimin sorusunun sebebinin, kalbine Şeytan tara­fından sokulan bir şüphe olduğunu söyleyen görüş, tercihe şayan olan görüştür. Zira bu hususta Resulullahtan nakledilen sahih bir hadis rivayet edilmektedir.

Âyet-i kerimede “Fakat kalbim iyice mutmain olsun.” buyrul m aktadır. Bu ifadede zikredilen “Kalbim mutmain olsun.” cümlesi müfessirler tarafından iki şekilde izah edilmiştir.

a- Said b. Cübeyr, Dehhak, Katade, Rebi’ b. Enes, Mücahid ve İbrahim en-Nehaiye göre “Kalbim mutmain olsun” ifadesinden maksat: “Kalbim sükuna ersin ve ulaştığı yakin ile huzura kavuşsun. Yakinim ve imanım artsın.” demek­tir.

b- Abdullah b. Abbasa göre ise “Kalbim mutmain olsun” ifadesinden maksat, “Kalbim senden bir şey dilediğinde dileğini kabul ettiğini ve bir şey is­tediğinde de istediğini verdiğini bilmiş olsun.” demektir.

Âyet-i kerimede: “Dört tane kuş al.” buyrul m aktadır. Burada zikredilen dört kuş’tan maksat, Muhammed b. İshak, Mücahid, İbn-i Cüreyc ve İbn-i Zeyd’e göre, Horoz, Tavus kuşu , Karga ve Güvercindir.

Âyet-i kerimede geçen ve “Onları kendine alıştır” diye tercüme edilen kelimesi çeşitli şekillerde okunmuştur.

a- Bütün Medine, Hicaz ve Basra halkı bu kelimeyi şeklinde, Sad harfinin ötresiyle okumuşlardır. Bu kıraata göre bu kelime, kökünden türetilmiştir. Asıl mânâsı:

aa- Bir şeye meyletmek ve onu Özlemek demektir. Buna göre âyetin bu bölümünün mânâsı “Sen o kuşları kendine meylettir ve yönelt” demektir. Yani sen onlan kendine doğru çağır sonra onlan kes sonra dağın üzerine onlardan bi­rer parça koy.” demektir.

bb- Diğer bir mânâsı ise “Bir şeyi kesmek ve parçalamak” demektir. Bu­na göre âyetin izahı şöyledir: “Sen o kuşlardan dört tanesini kendine al. Onları kes sonra her dağın başına onlardan bir parça koy.”

b- Küfe halkından bir topluluk âyetin bu bölümünü şeklinde Sac! harfinin esresiyle okumuşlar mânâsının da “Sen onlan kes” demek olduğu­nu söylemişlerdir.

c- Kûfeli Navîh âlimlerinden bir topluluk, bu kelimenin, Sad harfinin öt-reli okunmasıyla da esreli okunmasıyla da, Arap dilinde “Kesmek” mânâsına gelmediğini, bunun her iki okunuş şekliyle de “Meyletme” mânâsına geldiğini, Sad harfinin esresiyle okuyan şivenin, Huzeyl ve Süleym kabilesine ait olduğu­nu iddia etmişlerdir.

d- Kûfeli Nahiv âlimlerinden bir kısmı da kelimesini Sad harfi­nin ötreli okunmasıyla da esreli okunması halinde de bu kelimenin “Kesmek” mânâsına gelmediğini, ancak, Sad harfinin esresiyle okunan lehçede bu kelime­nin son harfiyle orta harfinin yer değiştirdiği ihtimaliyle bu kelimenin “Kes­mek” mânâsında kullanıldığını iddia etmişlerdir. Yani, nun aslı dir. Bu da Arapçada “Kesmek” mânâsında kullanılmıştır.

e- Basrah Nahiv âlimleri ise bu kelimenin kökünden türe­miş olup şeklinde, Sad harfinin ötresiyle okunması halinde de kökünden türemiş olup şeklinde Sad harfinin esresiyle okunması durumunda da “Kesmek” mânâsına geldiğini söylemişler ve buna dair Arap edebiyatından örnekler göstermişi erdir.

Taberi bu son görüşü tercih etmiş, buna gerekçe olarak ta özetle şunları zikretmiştir: “Müfessirlerin hepsi bu kelimenin mânâsının ya “Onları kes” veya “Onları tut, al” elemek olduğu hususunda icma etmişlerdir. Bunlar, Sad harfinin ötreli veya esreli okunması arasında mânâ bakımından herhangi bir ayırım yap­mamışlardır. Bu itibarla bu kelimenin “Kesmek” mânâsına gelmediğini söyle­yenler yanılmışlardır.

Diğer yandan, Abdullah b. Abbas, Ebu Mâlik, Said b. Cübeyr, İkrime, Mücahid, Katade, Dehhak, Süddi ve İbn-i İshaktan ifadesinin mânâsının “Sen onları kes, parçala” şekilde olduğu rivayet edilmektedir. Bu da gösteriyor ki, bu kelimenin mânâsı, Sad harfinin ötresiyle de okunsa esresiyle de okunsa “Sen onları parçala” anlamına gelmektedir. Ancak, buna göre, Sad harfinin ötresiyle okunması daha evladır. Çünkü yaygın olan kıraat budur.

Bu kelimenin mânâsının “Sen onları bağlayıp tut.” şeklinde olduğu pek az müfessirler tarafından nakledilmiştir. Bunlar da, Abdullah b. Abbas, Ata ve İbn-i Zeyddir.

Ayet-i kerimede “Sonra da onlardan her dağın başına birer parça koy.” buyrulmaktadır. Müfessirler bu ifadeyi çeşitli şekillerde izah etmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbas, Katade, Rebi’ b. Enes, İbn-i İshak ve İbn-i Zeyd’den nakledildiğine göre bu ifadeden maksat, şudur: “Sen o dört kuşu kesip parçaladıktan ve parçalarını birbirlerine karıştırdıktan sonra onları dört kısma ayır, Her kısmı da, dünyanın dört ucunda bulunan dört dağın başına koy. Sonra onları çağır. Hepsi koşarak sana geleceklerdir.” İşte Allah, kıyamet gününde dünyanın dört bucağında bulunan ölüleri de böylece diriltip kendisine çağıracak onlar da koşarak ona geleceklerdir. Bu hususta Katade diyor ki: “Allah teala, Peygamberi İbrahime, dört kuş alıp kesmesini, onların etlerini, tüylerini ve kan­larını birbirine karıştırmasını sonra da onlan dört kısma ayırarak dört dağın ba­şına koymasını emretmiştir. İbrahim bunları yaptıktan sonra kuşların kanatları­na işaret koymuş kafalarını da elinde tutmuştur. Onlan çağırınca, her kuşa ait olan kemik kendisine, tüy kendi tüyüne her parça kendina ait olana gidip eklen­di. Bütün bunlar Allanın dostu olan İbrahim (a.s.)ın gözü önünde cereyan etti. Sonra İbrahim onları çağırdı. Onlar ayaklan üzerinde koşarak geldiler. Her kuş kendi kafasıyla birleşti. Bu olay, Allah tealanın, Hz. İbrahime gösterdiği misal­dir. Bununla denilmek istenmiştir ki: “Nasıl ki bu dört dağın üzerine serpilen kuşlar bir araya getirilerek diriltilmiş ise kıyamet gününde de Allah insanları, dünyanın dört bir tarafından toplayıp diriltilecektir.

b- İbn-i Cüreyc ve Süddiye göre ise “Sonra da onlardan her dağın başına birer parça koy.” ifadesinden maksat şudur. “Sen o kesip parçaladığın ve birbiri­ne kanştırdığın dört kuşun parçalarını, bir leşi yemeleri sırasında gördüğün yır­tıcı hayvanlann ve kuşların bannaklan olan yedi dağın üzerine koy.” Bu hususta İbn-i Cüreyc diyor ki: “İbrahim, bir leşi yiyen kuş ve yırtıcı havyanların yanları­na yaklaştığı sırada, dağılıp çeşitli yerlere gittiklerini görünce bu ölen hayvanın nasıl diriltileceğı hususunda tefekkür etmiş, dehşete kapılmış ve rabbinden, ölü­leri nasıl dirilteceğini bir örnekle kendisine göstermesini istemiştir. Allah teala da İbrahim, dört kuş alıp kesmesini ve âyette zikredilen diğer hususları emret­miştir. İbrahime, kuşlan alıp kesmiş, onların kanlarını, tüylerini ve etlerini bir­birlerine kanştırmiş sonra da leşi yiyen havyanların ve kuşlann dağılıp gittikleri yedi dağdan herbirinin üzerine, birbirine kanşturdığı dört kuşun parçalarını koymuştur. Kuşlann kafalarım elinde tutmuş ve sonra AHahın emriyle onları kendisine çağırmıştır. İbrahim, her damla kanın diğer bir damla kanla, uçarak gidip birleştiğini, her tüyün uçarak gidip diğer tüyle birleştiğini, her parça kemi­ğin de yine uçup giderek diğer kemikle birleştiğini, böylece kuşlann vücutlan-nın parçlannın semada birbirleriyle birleştiğini sonra da koşarak gelip kendi ka-falanyla birleştiklerini görmüştür

c- Mücahid ve Dehhaka göre ise “Sonra da onlardan her dağın başına bi­rer parça koy,” ifadesinden maksat, Hz. îbrahimin, kesip birbirine kanştırdığı dört kuşun parçalarını, bilebildiği her dağın başına koymuş olmasıdır. Yani İb­rahim, dört veya yedi dağa değil bilebildiği bütün dağların başına bu kuşlann parçalannı koymuştur.

Taberi âyet-i kerimede zikredilen ve “Her” anlamına gelen keli­mesinin bulunması nedeniyle bu son görüşü tercih etmiş “Dünyanın dört buca­ğındaki dört dağa koyması emredilmiştir.” diyen görüşün, yine “Yırtıcı hayvan­ların ve kuşlann kaçtıklan yedi dağ üzerine koyması emredilmiştir.” diyen görüşün herhangi bir dayanağı olmadığından sahih olmadıklarını söylemiştir. [156]

 

261- Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu: Her başağında yüz tane olmak üzere yedi başak veren bir tanenin durumuna benzer. Al­lah dilediğine kat kat verir. Allah, lütfü geniş olan ve her şeyi bilendir.

Malını Allah yolunda hercayan kimsenin sevabını AUah, toprağa ekilen bir adet buğday tanesinin yedi yüz adet olması gibi yedi yüz kat verir. Aliah, kullarından dilediğinin sevabını yedi yüz kattan daha fazla da artırır. Allah, lüt­fü geniş olandır, dilediğinin mükâfaatını artırır. O, her şeyi bilendir, kimin mükâfaatının artması gerektiğini çok iyi bilir.

Bu âyet-i kerime, malını Allahın düşmanlarına karşı cihad için harca­yan Mücahidin durumunu anlatan bir misaldir. Allah, kendi yolunda malını har­cayanlara işte böyle kat kat ve hesapsızca maddi karşılık ve âhirette de kıymeti­ni takdirden âciz olduğumuz manevi nimetleri ihsan edecektir.

Ebu Mes’ud el-Ensari diyor ki:

“Bir adam, yulan boynunda bulunan bir devesini getirip “Bu, Allah yoiu-na olsun.” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a,v.) “Bunun karşılığında kıyamet gününde sana yedi yüz deve verilecektir, hepsi de yularlı olacaktır.” buyur­du[157]

Peygamber efendimiz (s.a.v.) diğer bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:

“Kim, Allah yolunda bir şey harcarsa ona yedi yüz katı yazılır, (veri) [158]

Bir başka hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:

“İnsanlar dört sınıftır. Ameller de altı çeşittir. İnsanların bazıları dünyada da âhirette de bolluk içindedirler. Bazıları ise dünyada bolluk, âhirette kıtlık içindedirler. Bazıları da dünyada kıtlık âhirette ise bolluk içindedirler. Bazıları da dünyada da perişan, âhirette de perişandır. Altı çeşit olan amellere gelince: Onlardan iki amel vardır ki neticesi kesindir. Diğer iki çeşidi vardır ki onların sadece karşılıkları verilir.

Başka bir amel vardır ki onun karşılığında on katı verilir. Bir başka amel vardır ki onun karşılığında yedi yüz katı verilir. Neticeleri kesin olan iki amel şunlardır, kim Allaha hiçbir şeyi ortak koşmadan Müslüman ve mümin olarak ölecek olursa onun için cennet kesindir. Kim de kâfir olarak ölecek olursa onun için de cehannem kesindir. Sadece karşılığı verilen ameller ise şunlardır: Kim bir iyilik yapmayı diler de onu yapmaz ve Allah teala, kişinin bu ameli gönülden istediğini ve bunu yapmaya gayret gösterdiğini bilirse böyle bir kişi için de bir sevap yazılır. Yine kim bir kötülük yapmayı düşünür de onu yapmayacak olursa karşılığında kendisine hibir günah yazılmaz. Şayet bu kötülüğü işleyecek olursa ona, bu kötülüğe karşılık sadece bir günah yazılır ve günahı artinlmaz. Karşılığında on kat sevap verilen amel de şudur: Kim herhangi bir güzel ameli işleyecek olursa ona karşılığında on katı verilir. Karşılığında yedi yüz kat sevap verilen amele gelince o amel şudur: Kim, Allah yolunda bir şey harcayacak olursa ona, karşılığında yedi yüz katı verilir. [159]

Taberi bu âyetin izahında özetle şunları zikretmiştir: Bu âyet-i kerime mânâ bakımından şu âyetin devamı mahiyetindedir. “O kimdir ki, Allah için gü­zel bir ödünç takdim etsin de Allah ona, karşılığını kat kat versin. Rızkı daraltan da AUahtır, bol veren de. Ona döndürüleceksiniz. [160] Taberi sözlerine devam­la diyor ki: “Bu iki âyet arasında zikredilen diğer âyetler, cümleyi mu’tariza ma­hiyetindedir.

Allah tealanın, bu âyetleri, mut’teriza olarak zikretmesinin sebebi ise şun­lardır. “Öldükten sonra dirilmeyi ve kıyametin kopacağını yalanlayan bir kısım müşriklere cevap vermek, bir kısım müminlere, “Allah yolunda savaşın ve bilin-ki Allah, her şeyi işiten ve bilendir.” buyurarak onları, Allah yolunda cihad et­meye teşvik etme, o müminlere, AH ahin rızasına uygun şekilde hareket edenle­rin sayılan az dahi olsa, düşmanlarına galip geleceklerini bildirme, Resulullahm hicret ettiği Medinenin çevresinde yaşayan Yahudilere, kendilerine gelen Pey­gamberin, onlara ait sırlan bildiğini ve haber verdiğini ortaya koyarak Yahudi­lerin bu Peygambere iman etmemelerine dair herhangi bir mazeretleri bulunma­dığını beyan etme ve münafık olan insanları, kendileri gibi olan insanların şehir­lerinin altlan üstlerine çevrildiğini hatırlatarak onlan uyarma ve Hz. Muhamme-de iman etmelerine dair herhangi bir mazeretleri bulunmadığını beyan etmedir, işte Allah, bu iki âyet arasında, bu ve benzeri mânâ ve maksatları ifade ettikten sonra tekrar birinci âyette verilmesi teşvik edilen karz-ı hasenin büyük mükâfaatlara vesile olacağını bu âyet-i kerimede beyan etmiştir.

Taberi diyor ki: “Bu âyette zikredilen “Allah yolu”ndan maksat, Allah yolunda cihad etmektir.”

Âyet-i kerimede: “Allah, dilediğine kat kat verir.” buyrulmaktadır. Mü-fessirler âyetin bu bölümünü iki şekilde izah etmişlerdir:

a- Dehhaka göre bu ifadeden maksat, “Allah kendi yolunda harcamayan-lardan, dilediği kimseninkini artırır.” demektir. Yani, Allah, kendi yolunda har­cayanların mallarını yedi yüz katına kadar artırır. Ancak malını yolunda harca-mayanlardan ise sadece dilediği kimselerinkini artırır. Yalnız onların, malını ar­tırması, sadece Allah yolunda hare ayanı nkini amrmasna asla ulaşamaz.

b- Abdullah b. Abbasa göre ise bu ifadenin mânâsı şudur: “Allah, malını kendi yolunda infak edenin sevabım, yedi yüz katına kadar artırır. Aynca bu, in-fak edenlerden, Allanın dilediği bazılarını nkini yedi yüz kattan da fazla artırır.

Taberi, bu görüşü tercih etmiş ve Allah yolunda malını harcamayanm herhangi bir sevaba erişeceğine veya sevabının artacağına dair herhangi bir zik-redilmediğini söylemiştir.

Âyet-i kerimenin sonunda: “Allah, lütfü geniş olan ve her şeyi bilendir.” buyruîmaktadır. ibn-i Zeyd, âyetin bu bölümünü şu şekilde izah etmiştir: “Al­lah, malını kendi yolunda harcayanların mükâfaatım, yedî yüz kattan daha fazla artırmada lütfü geniş olandır. Ve bu lütfunu kim için artıracağını çok iyi bilen­dir.

Diğer bir kısım âlimler ise, âyetin bu bölümü şu şekilde izah etmişlerdir: “Allah, malını kendi yolunda harcayanların mükâfaatım, yedi yüz kat vermede, lüfu bol olandır. Mallarım Allah yolunda harcayanların, harcadıklarım çok iyi bilendir. [161]

 

262- Mallarını Allah yolunda harcayıp sonra harcadıklarını başa kakmayan ve eziyet etmeyenlerin mükâfaatları, rablcri katındadır. Onlara korku yoktur. Veoriİar üzülmeyeceklerdir de.

Mallarını, Allah rızasını ve or.#n katında olan sevabı umarak Allah yo­lunda harcayan ve bunu yaparken de harcadıklarını başa kakıp eziyet ve kötülük yapmayanların alacakları sevap ve mükâfaat, rableri katındadır. Onlar, kıyame­tin sıkıntılarından korkmaz, dünyada bıraktılanna da üzülmezler.

Âyet-i kerimede, mallarını Allah yolunda harcayanların, rableri katında kendilerine hazırlanan mükâfaatları alabilmeleri için iki husustan kaçınmaları gerektiği beyan edilmektedir. Bunlardan birisi yapılan iyiliği başa kakmaktır. Bu hususta Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır:

“Üç kimse vardır ki kıyamet gününde Allah onlarala konuşmayacaktır. Bunlardan biri verdiği her şeyi başa kakan diğeri yalan yeminle malını satan üçüncüsü ise elbisesinin eteğini (kibir için) uzatandır. [162]

Kişilerin, rableri katında kendileri için hazırlanan mükâfaatı alabilmeleri için, yaptıkları iyilik sebebiyle insanlara eziyet etmemeleri de gerekmektedir. Bu hususta bir âyet-i kerimede şöyle buyrulmaktadir: “Mümin erkeklere ve mü­min kadınlara, yapmadıkları bir şeyden ötürü eziyet edenler, şüphesiz iftira et­mişler ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir. [163]

Taberi diyor ki: “Mallarını Allah yolunda harcayanlardan maksat, malla­rını Allanın düşmanlarına karşı cihad eden mücahitlere harcayanlardır. Harca­nan şeyi başa kakmak, yaptığını ya dille söylemek şeklinde olur veya davranış­larıyla yaptığını hissettirme şeklinde olur. “Eziyet etme” ise, malını infak ettiği kimselerin, gerekeni yapmadıklarını söyleme gibi davranışlarda bulunmaktır. Bu hususta İbn-i Zeyd diyor ki” “Bir kadın gelip babama “Ey Üsame, sen, ger­çekten Allah yolunda cihada çıkan bir adamı bana göster. Çünkü onlar, ancak meyve yemek için gidiyorlar. Benden bir av yeleği ve içinde dolu oklar var. Onu ona vereyim.” Bunun üzerine babam o kadına dedi ki: “Allah senin av ye­leğini de oklarını da mübarek kılmadı. Çünkü sen onları vermeden önce verece­ğin kişilere eziyet ettin.”

Dehhak diyor ki: “Kişinin, malını harcayıp sonra da başa bakıp eziyet et-mesindenşe hiç harcamaması daha evladır. [164]

 

263- Güzel söz söylemek ve bağışlamak, peşinden eziyet gelen sada­kadan daha hayırlıdır. Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir. (Yarattıklarına) yumuşak davranandır.

Kişinin, müslüman kardeşi için dua etmesi suretiyle ona güzel bir söz söylemesi ve fakirin düşük halini örterek kusuruna bakmaması, Allah katında, önce verilip sonra da verilen kişiye eziyet edilen sadakadan daha hayırlıdır. Al-lahm, sizin sadaka olarak verdiğiniz şeye ihtiyacı yoktur. O, yaptığı yardım se­bebiyle eziyet edenlerin cezasını vermekte acele etmez. Çünkü o, yumuşak dav­ranandır. [165]

 

264- Ey iman edenier, malım insanlara gösteriş için harcayan ve AI-laha, âhiret gününe iman etmeyen kimse gibi başa kakarak ve eziyet yapa­rak sadakalarınızı boşa çıkarmayın. Böyle bir kimsenin durumu, üzerinde toprak bulunan kaygan bir kayaya benzer ki, ona şiddetli bir yağmur isa­bet eder, üzerindekini götürür, çıplak bir taş bırakır. İşte bunlar da kazan­dıklarından bir şey elde edemezler. Allah, kâfir bir topluluğu hidayete er­dirmez.

Ey iman edenler, malını Allah rızası için değil de insanlar kendisini met­hetsin “Çok cömert adam” desinler diye harcayan, Allanın birliğine ve öldükten sonra dirileceği âhiret gününe iman etmeyen münafık bir insanın yaptığı gibi başa kakarak ve eziyet ederek sadakalarınızı boşa çıkarmayın. İki yüzlü olan böyle bir insanın durumu, üzerinde toprak bulunan kaygan bir taşa benzer ki ona şiddetli bir yağmur isabet ettiğinde toprak kayıp gider. İşte bu kaygan taşın üzerinde bulunan toprağın kayıp gitmesi gibi, yardımı yapıp sonra da onu başa kakan insanların yaptıkları hayırın karşılığı kaybolup gider. Bunlar, kıyamet gü­nünde amellerinden dolayı hiçbir sevaba erişemezler. Çünkü bunlar, yaptıkları­nı, insanlara gösteriş için ve kendilerini Övmelerini istedikleri için yapmışlardır. Allah, böyle bir kâfir topluluğun hakka ve doğruya ulaşmasını nesibetmez. On­ları, sapıklıkları içerisinde bırakır, bocalar dururlar.

Görüldüğü gibi, âyeti-i kerimede, “Allaha ve âhiret gününe iman etme­yenler.” diye sıfatlanan kimselerden maksat, münafıklarıdır. Çünkü kâfirlerin, mallarını gösteriş için harcamaları beklememez. Zira onların kâfir oldukları bi­lindiği için müminler, onların mallarını sevap bekleyerek harcamadıklarını bil­mektedirler. Bu itibarla, kâfir ve müşriklerin mallarım gösteriş için harcamaları anlamsızdır. Halbuki, münafıklar görünüşte kendilerini müslüman gibi göster­diklerinden, müminler onların harcamalarının, Allah nzası için olacağına ihti­mal verirler. Onlar da müminlere gösteriş yapmak için harcarlar. Fakat gerçekte Allah nzası için harcamadıklarından, karşılığında hiçbir sevap alamazlar. Haki­ki müminler de mallarını Allah nzası için harcadıklan halde neticede bunu başa kakarlar veya mallarını verdikleri kimselere herhangi bir eziyette bulunacak olurlarsa onlar da tıpkı mallarını gösteriş için harcayan münafıklar gibi hiçbir sevap alamazlar[166]

 

265- Allahın rızasını kazanmak ve içlerindeki imanı sağlamlaştırmak için mallarını harcayanların durumu ise, yüksek yerde bulunan bir bahçe­ye benzer ki, oraya bol yağmur yağınca mahsulünü iki kat verir. Yağmur yağmasa da bir çisinti düşer. Allah, yaptıklarınızı çok iyi görendir.

Mallarını, Allah rızasını isteyerek, ona itaat yolunda harcayan, Allahın vaadine kesin olarak inanıp durumlarını sağlamlaştıranların hali yüksek yerde bulunan bir bahçenin haline benzer ki oraya bol yağmur yağdığında mahsulü iki kat olur. Böyle yerlere yeteri kadar yağmur yağmasa da çisinti ve ıslaklık isabet eder. Allah, sizin amellerinizi çok iyi görür. İnsanlara gösteriş için harcayanı da, kendi rızasını kazanmak için harcayanı da bilir.

Allah teala o bahçeyi yüksek yerde olan bir bahçe olarak vasıflandır­mışım Çünkü böyle bahçeler bitkileri daha güzel, meyveleri daha tatlı olan bir bahçedir.

Ayet-i kerimede zikredilen ve “İçlerindeki imanı sağlamlaştırmak için” şeklinde tercüme edilen ifadesi, müfessirler tarafmdan çeşitli şekillerde izah edilmiştir:

a- Katade, Şa’bi ve Ebu Salih bu ifadeyi “Kendileri tasdik ederek ve kesin şekilde bilmiş olarak mallarını harcarlar.” şeklinde izah etmişlerdir. Taberi bun­ların bu izahlarından maksatlarının şunu söylemek olduğunu zikretmiştir. “On­lar, mallarını, Allahın vaadettiği şeyleri tasdik ederek ve Allahın vaadlerine ula­şacaklarını yakinen idrak ederek harcarlar. Bu itibarla onlar, mallarını harcama­da kararlılıklarını sağlamlaştırmış bir şekilde harcarlar. Vaadedilenlerin kendile­rine ulaşacağı hususunda güvensizlik içinde harcamazlar.” Taberinin de katıldı­ğı izaha göre kelimesinin mânâsı “Kararlı kılmak, kuvvetlendirmek ve sağlamlaştırmak”tır. Allahın, infak edilen mallar karşısında vereceği sevaba ula­şacağına inanan ve bunu kesin olarak bilen kişi, malım harcarken tereddüt için­de olmaz. İradesini sağlamlaştırmış bir şekilde harcar. İşte âyet-i kerimede bu ince noktaya işaret buyrulmaktadır.

b- Mücahid ve Hasan-ı Basri ise ifadesini şu şekilde izah etmişlerdir; Onlar, mallarım harcayacakları yeri tesbit ettikten sonra har­carlar. Yani malının zekatım verirken kimlerin onu almaya layık olduğunu tes­bit ederek onlara verirler.”

Taberi bu görüşün isabetli olmadığını söylemiştir. Zira kelimesi, “Araştırma” mânâsına gelmemektedir. Şayet araştırma mânâsı kastedilecek ol­saydı. yerine kelimesi kullanılırdı.

c- Katadeden nakledilen başka bir görüşe göre ifade­sinden maksat, “Mükâfaatını bekleyerek” demektir. Taberi, bu izah tarzının da

âyetin zahirinden uzak olduğunu söylemiştir. Zira kelimesinin,

mükâfaat bekleme mânâsına geldiği bilinmemektedir. Ancak, “Harcamada ken­dilerini kararlı kılanların mükâfaat beklediklerini söylemek mümkündür. Fakat bu izah, kelimesinin asıl mânâsını açıklama değil, onun lüzumu mânâsını açıklamadır. [167]

 

266- Sizden herhangi biriniz istermi ki, altından ırmaklar akan, için­de her türlü meyvenin de bulunduğu üzüm ve hurma bahçesi olsun ve ken­di üzerine ihtiyarlık çökmüş olsun, ayrıca âciz, zayıf çocukları da bulun­sun. Sonra da bu bahçeye ateşli bir kasırga İsabet etsin de yansın? İşte Al­lah size âyetlerini böyle açıklar ki düşünesiniz.

Allah teala, bu âyet-i kerimeyi, Allah rızası için değil de insanların öv­gülerini kazanmak için, gösteriş olsun diye mallarını harcayanlara bir misal ola­rak indirmiştir. Kıyamet gününde bunlar, harcadıklarından faydalanmak istedik­lerinde Allah bunlara sevap venneyecektir. Böylece yaptıklarının karşılığını al­maya en çok muhtaç oldukları bir zamanda hiçbir şey bulamayacaklardır. Tıpkı âyet-i kerimede misal verilen kişinin durumuna düşeceklerdir. Öyle ki bu kişi bahçesi için yatırım yapmış, gereken emeği vermiş, bahçesi yetiştiğinde de ken­disi yaşlanmış çoluk çocuğu çoğalmış ve o bahçeye olan ihtiyacı şiddetle art­mıştır. İşte tam o anda yakıcı bir kasırga gelmiş ve bahçeyi tamamen yakmıştır ve o kişi bu bahçeden hiçbir fayda elde edememiştir.

Süddiye göre bu âyet-i kerime, yaptıklarım gösteriş için yapan münafık kimsenin, âhiretteki durumuna bir misaldir. Mücahide göre ise bu âyet-i kerime, dünya hayatında, Allaha itaatta kusur işleyen kimsenin âhiretteki durumuna bir örnektir. Hz. Ömer, Abdullah b. Abbas ve Mücahidden nakledilen diğer bir gö­rüşe göre bu ayet-i kerime, önce güzel ameller işleyen daha sonra da Şeytanın vesveselerine kapılarak isyankâr olan ve yaptığı amellerinin yok olmasına sebep olan kişiye misaldir. Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki:

“Bir gün Halife Ömer b. Hattab, Resulullahın sahabelerine şöyle dedi: “Bu âyet-i kerimenin kim hakkında indiği kanaatindesiniz?” Onlar: “Allah daha iyi bilir.” cevabını verdiler. Bunun üzerine Ömer kızdı ve şöyle dedi: “Biliyoruz veya bilmiyoruz deyin.” Bunun üzerine kendisine ben şöyle dedim: “Ey mümin­lerin emin, bu âyet hakkında benim bir kanaatim var.” Ömer: “Söyle yeğenim kendini küçük görme.” dedi. Dedim ki: “âyet, yapılan bir amele misal verilmiş­tir. Ömer: “Hangi amele misal verilmiştir.” dedi. Dedim ki: “Herhangi bir amele misaldir.” Ömer bunun üzerine şöyle dedi: “Bu âyet, zengin bir adama misaldir ki, Allaha itaat uğrunda amel işler sonra Allah ona Şeytanı gönderir. Adam gü­nah işler ve amellerini[168]Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime, dünyada iken bolluk içinde yaşayan ve âhirette hiçbir şeye sahip olamayacak olan kâfire bir Örnektir, Reb’ b. Enese göre bu âyet dünyadayken sapıklık ve is­yan içinde yaşayan, âhirette ise hiçbir şey bulamayacak olan kimseye örnektir. İbn-i Zeyde göre ise bu âyet, verdiği sadakayı başa kakarak ve verdiği kimseye eziyet ederek boşa çıkaran kimseye bir örnektir. Dehhaka göre de bu âyet, dünyada bolluk içinde yaşayıp âhirette bir şey bulamayan kâfire bir örnektir. O, se­vap ve yardıma en çok muhtaç olduğu zaman hiçbir şey bulamayacak, bahçesi yanan bir ihtiyara benzeyecektir.

Taberi diyor ki: “Bu âyet-i kerimenin, gösteriş yapmak için sadaka veren münafıkın halini beyan ettiğini söyleyen görüş tercihe şayandır. Zira Allah teala bundan Önceki âyette, müminlere verdikleri sadakayı başa kakmalarını ve sada­ka verdikleri kimseye eziyet etmemelerini emretmiştir. Bu âyette de verdiği sa­dakayı başa kakan ve eziyet eden kimseye misal olarak gösteriş için mallarını harcayan münafıkı zikretmiştir. Münafık, verdiği sadakadan, âhirette mükâfaat beklemediği için dünyada yeteri kadar mükâfaat görmezse, sadaka verdiği kişi­lerin basma kakar, onlara eziyet eder.

Âyet-i kerimede geçen ve “Ateşli kasırga” diye tercüme edilen ifadesinde zikredilen ateş’ten maksat, Abdullah b. Abbas, Katade, Süddi ve Reb’i b. Enese göre, vücudun gözeneklerinden geçen çok güçlü bir ateştir. Abdullah b. Abbas, bu ateşin, cinlerin kendisinden yaratıldığı güçlü ateş oldu­ğunu söylemiştir. Hasan-ı Basri ve Dehhaka göre ise buradaki “Ateşli kasırga” ifadesinden maksat, “Çok soğuk olan bir kasırgadır” çünkü o da mahsulleri yak­maktadır.

Âyet-i kerimenin sonunda “Allah size âyetlerini böyle açıklar ki düşüne-siniz.” buyrulmaktadır. Yani, Allah teala sizlere, mallarınızı onun yolunda nasıl harcayacağınızı, nelerin lehinize, nelerin de aleyhinize olacağını beyan ettiği gi­bi, bunların haricindeki âyet ve hükümlerini de size açıklar ki düşünesiniz. Alla-hın zikrettiği delillerden öğüt ve ibret alasınız böylece kendisine itaat edesiniz. Abdullah b. Abbas diyor ki: “Dünyanın geçici olduğunu, âhiretin ise baki oldu­ğunu düşünmüş olasınız.” [169]

 

267- Ey iman edenler, kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkar­dıklarımızın helal ve temiz olanlarından Allah için harcayın. Ancak gözü­nüz kapalı iken alabileceğiniz kötü şeyleri sadaka olarak vermeyin. Bilin ki Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, övülmeye layık olandır.

Ey, Allahı ve Resulünü tasdik edenler, ticaretten kazanmış olduğunuz mallarınızdan, elinizde bulunanların en iyi ve güzellerinden Allah yolunda harcayın. Yerden sizin için çıkarmış olduğumuz meyve ve her türlü mahsullerden de infak edin. Vereceğiniz şeyin kötülerini vermeyin, iyilerini verin. Sizler, hak­kınız olan şeyleri almak istediğiniz de, sadaka olarak verdiğiniz bu kötü şeyleri ancak gözünüz kapalı olursa alırsınız. Yani gönül hoşluğu ile değil, istemeyerek alırsınız. O halde kendiniz için istemediğiniz bir şeyi, Allah rızası için bir fakire vermeye gönlünüz nasıl razı olur? Bilin ki Allahın, sizin sadakalarınıza hiç ihti­yacı yoktur. Allah, yarattıklarına bolca lütufta bulunmasından dolayı övülmeye layıktır.

Âyet-i kerimede geçen ve “Allah için harcayın.” diye tercüme edilen ifadesinden maksat, “Zekâtınızı verin ve tasaddukta bulun.” demektir.

Âyet-i kerimede geçen ve “Helal ve temiz olanlarından” şeklinde tercüme edilen ifadesinden maksat, Abdullah b. Abbas göre “Mallarınızın en güzel ve en değerlilerinden” demektir. Mücahid, Süddi ve Hz. Aliye göre ise “Altın ve gümüş”ten demektir. Yani, ticaret yaparak veya çalışarak kazandığınız altın ve gümüşten zekât verin, tasaddukta bulunun” demektir.

Âyet-i kerimede “Yerden çıkardıklarımız” diye zikredilen ifadeden mak­sat, Hz. Aliye göre, hububat, meyve, kendisinden zekat verilmesi icabeden her türlü mahsuldür. Mücahidden nakledilen bir görüşe göre, hurma, diğer bir görü­şe göre ise sadece meyvedir.” Süddiden nakledilen başka bir görüşe göre ise bu­rada “Yerden çıkarıldığı zikredilen” şeyden maksat, hurma ve hububattır.

Taberi, burada ifade edilen “Yerden çıkarılan şey”den maksadın hurma, üzüm, buğday, Arpa ve kendilerinden zekat verilmesi gereken bütün bitkiler ol­duğunu söylemiştir.

Ayet-i kerimede: “Kötü şeyleri sadaka olarak vermeyin.” buyrulmaktadır. Bu ifadede zikredilen ve “Kötü şeyler” diye tercüme edilen kelimesi müfessirler tarafından iki şekilde izah edilmiştir:

a- Bera b. Âzib, Ali b. Ebi Talib, Ebu Ümame b. Sehl. Katade ve Müca­hide göre burada zikredilen kelimesinden maksat, malın âdisi ve kö-tüsüdür. Allah teala bu âyette kendilerine farz kılınan zekatı veren müminlere zekatı verirken mallarının kötülerini vermemelerini emretmiştir. Bu hususta Be­ra b. Azib diyor ki: “Artık bundan sonra birimiz bir şey tasadduk etmek istedi­ğinde elinde bulunanın en güzelini vermeye başladı. [170]

Bu hususta Hz. Ali ise şunları söylemiştir: “Bu âyet-i kerime, farz olan zekat hakkında nazil olmuştur. İnsanlar, hurmaları topladıktan sonra iyi olanla­rını ayırıyorlardı. Zekat memuru geldiğinde ona kötülerinden veriyorlardı. İşte bunun üzerine, Aziz ve Celil olan Allah, “Kötü şeyleri sadaka olarak vermeyin.”buyurdu.

b- İbn-i Zeyd ise demiştir ki: “Bu âyette zikredilen den maksat, haram olan mallar demektir. Allah teala, kişiye haram olan mallarından infak et­mesini yasaklamıştır. Zira Allah, temizdir ve ancak helah ve temiz olanları ka­bul eder.”

Taberi birinci görüşü tercih etmiştir. Çünkü sahabiler ve diğer müfessir­ler, bu ifadeyi bu şekilde izah etmişlerdir.

Âyet-i kerimede geçen ve “Ancak gözünüz kapalı iken alabileceğiniz.” şeklinde tercüme edilen ifadesi müfessirler tarafın­dan çeşitli şekillerde izah edilmiştir.

a- Hz. Ali, Süddi, Abdullah b. Abbas, Mücahid, Reb’ b. Enes ve Dehhak-tan nakledilen bir görüşe göre, onlar bu ifadeyi şu şekilde izah etmişlerdir: “Si­zin, başkalarında alacağınız olsaydı, size verecekleri kötü mallan ancak düşük değerde tutup fazlasını isterdiniz” demektir. Yani, kendinizin başkalarında ala­cağınız olduğunda kötü malları kabul etmezsiniz. Değerini düşük tutarsınız. Alacağınız miktardan daha fazlasını istersiniz. O halde, mallarınız için üzerinize borç olan zekatları verirken, onları alma hakkına sahip olan fakirlere, mallarını­zın kötüsünü nasıl verirsiniz? Abdullah b. Abbas, âyetin bu bölümünün izahında şöyle demiştir: “Şayet sizin bir kimsede alacağınız olsa o da size, hakkınızı öderken kötü mal verecek olsa, siz onu, iyi malın yerine almazsınız, değerini düşürürsünüz. O halde ey insanlar, sizler, kendiniz için razı olmadığınız şeyi, benim rızamı kazanmak için nasıl verebilirsiniz? Halbuki benim, sizin üzeriniz­deki hakkım, mallarınızın en güzeli ve en değerlisidir. Abdullah b. Abbas diyor ki: “Allah teala, bunu şu kelamıyla ifade buyurmuştur: “Sevdiğiniz şeylerden Allah için harcamadıkça asla iyiliğe erişemezsiniz. [171]

b- Hasan-ı Basri ve Katadeden nakledilen bir görüşe göre âyetiirbu bölü­münün mânâsı şöyledir: “Sizler, bu kötü mallan, başka birinden satın aldığınız zaman, ancak onların değerini düşürerek satın alırsınız. O halde bu kötü mallan, nasıl tam değerinde kabul ederek zekat verirsiniz.?

c- Bera b. Âzibden nakledilen başka bir görüşe göre, bu ifadeden maksat şudur: “Şayet sizlere, kötü mallar hediye edilecek olsaydı, sizler onu gönül hoş­luğu ile değil istemeyerek ve utandığınızdan dolayı gözünüzü kapayarak alırdı­nız. O halde bu gibi mallan başkalarına zekât olarak nasıl verirsiniz?

d- İbn-i Ma’kilden nakledilen diğer bir görüşe bu ifadeden maksat şudur: “Sizlerin, başkalarında alacağınız olsa kötü malları, ancak hakkinizin yenildiği­ni belirterek alırsınız. 0 haide bu gibi kötü malları zekat olarak başkalarına nasıl verirsiniz?

e- İbn-i Zeyde göre ise bu ifadenin mânâsı şudur: “Sizler, kazançlarınız­dan haram olanları zekat ve sadaka olarak vermeyin. Çünkü sizler, bu gibi ha­ram şeyleri ancak günahına göz yumarak alırsınız. O halele böyle mallan başka­larına vermeyin.

Taberi diyor ki: “Bize göre âyetin izahına en uygun olan tefsir şunu söy­lemek olur. “Aziz ve Celil olan Allah, bu âyet-İ kerimesiyle kullarını tasaddukta bulunmaya ve mallarında zekât vermeye teşvik etmiş ve zkât vermeyi kullarına farz kılmıştır. Allah tealanın, zenginlerin mallan için, üzerlerine farz kıldığı zekât, ona layık olanların hakkıdır. O hak sahipleri, zekât verenlerin ortağı gibi­dir. Nasıl ki ortaklardan biri, ortak olan mallarından kötüsünü almayı kabul et­mezse, zekatı hak edenlere de o malın kötüsünü veremez. Ortaklardan biri böyle bir şeyi kabul etmesi için ya verilen malı düşük değerde tutacaktır yahut da iste­meyerek kabul edecektir. Bu itibarla, kendilerine zekat verilenlerin durumu da öyle olacaktır. O halde, Allahın rızasını kazanmak isteyen sizler, ortağına hak­sızlık yapacak olan kimsenin durumuna düşmeyin,

Taberi diyor ki “Malların kötüsünü vermenin yasak olması, zekat gibi, verilmesi farz olan malî yükümlülükler için söz konusudur. Teberruda bulunan kimsenin böyle bir yükümlülüğü yoktur. Her ne kadar, teberruda bulunan kim­senin de, malının en güzelini vermesinin uygun olacağı kanaatinde isem de, ben, böyle bir kimseye malının kötüsünü vermesinin haram olduğunu söyleye­mem. Zira, malın kötüsünden teberru eden, daha fazla miktarda verebilir, yok­sullar da daha fazla faydalanmış olur.Nitekim bu hususta Ubeyde es-Selaminin şunu söylediği rivayet edilmiştir. “Bu âyet, zekat hakkında nazil olmuştur. Kişi teberruda bulunurken hurma da verebilir, değeri düşük para da. Aslında, değeri düşük para hurmadan daha evladır. [172]

 

268- Şeytan sizi, fakirlikle korkutur ve sîze hayasızlığı emreder. Al­lah ise size katından bağışlama ve lütuf vaadediyor. Allah, lütfü geniş olan ve her şeyi bilendir.

Ey insanlar, Şeytan sizi “Eğer Allah yolunda harcarsanız fakir düşersi­niz.” diye korkutur. Sizlere, Allaha isyan etmeyi ve ona itaati terkedip hayasız olmayı emreder. Allah ise sizlere, harcamalarınıza karşılık, günahlarınızın affedileceğini ve tarafından bir lütuf olarak azıklarınızı bol vereceğini vaadeder. Allah, lütfü bol olan, kimin ikrama layık olduğunu çok iyi bilendir.

* Abdullah b. Mes’ud diyor ki” “Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Âdemoğlunun kalbine şeytan da bir şey sokar melek te. Şeytanın soktu­ğu şeyler, kötülükler vaadetmek ve hakkı yal anlatmaktır. Meleğin soktuğu şey ise, hayırlı ümitler vaadetmek ve hakkı tasdik ettirmektir. Kim, kendisinde bu durumu hissederse bilsin ki bu, Allah tarafındandir. Bundan dolayı Allaha ham-detsin. Kim de diğerini hissederse, kavulan şeytanın şerrinden Allaha sığınsın.” ve sonra bu âyeti okdu [173]

 

269- Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime de hikmet verilirse ona çok hayır verilmiş olur. Bundan ancak akıl sahipleri ibret alır.

Allah, hikmeti yani anlayışı, sözünde isabetli olmayı, işi yerli yerince yapmayı kullarından dilediğine verir. Kime de hikmet verirse, yani kime de an­layışı, söz ve davranışlarında isabetli olma kabiliyetini verirse şüphesiz ki o kimseye çokça hayır verilmiş olur. Bunları ancak akıl sahipleri düşünüp öğüt alırlar

Müfessirler, âyette zikredilen hikmetten neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir:   .

a- Abdullah b. Abbas, Katade, Abul Âliye ve Mücahidden nakledilen bir görüşe göre bu âyette zikredilen “Hikmef’ten maksat, Kur’andır ve Kur’anı anlainaktır. Bu hususta Abdullah b. Abbasııı şunları söylediği rivayet edilmektedir. Âyetteki “Hikmef’ten maksat, Kur’anın nâsihini, mensuhunu muhkemini, müte-şabihini, mukaddemini, muahharını, helalini, haramını ve misallerini anlamak ve bilmektir.

b- Mücahitten nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen Hikmet­ten maksat, sözde ve işte isabetli olmaktır.

c- İbn-i Zeyde göre, burada zikredilen hikmetten maksat, dini anlamak ve ona uymaktır.

d- İbrahim en-Nehaiye göre hikmet’ten maksat, anlayışlı olmakür.

e- Reb1 b. Enese göre bundan maksat, Allahtan korkmadır. Çünkü her şe­yin başı Allahtan korkmaktır. Ve Allah teala: “Kullan içinde Allahtan hakkıyla korkanlar ancak âlim kullardır. [174] buyurmuştur.

f- Süddiye göre ise buradaki “Hikmef’ten maksat, Peygamberliktir.

Taberi diyor ki: “Aslında hikmetten maksat, davranışlarda isabetli olmak­tır. Davranışlarında isabetli olan, bilinmesi icabedeni bilendir, Allahtan korkan­dır. Fakihtir, âlimdir. Peygamberler de böyledir. Bu itibarla hikmeti, isabetli ol­ma anlamında almak, bu görüşlerin hepsini kapsamaktadır. [175]

 

270- Harcadığınız her şeyi veya adadığınız her adağı şüphesiz Allah bilir. Zalimlerin hiç yardımcıları yoktur.

Allah yolunda verdiğiniz herhangi bir nafakayı veya hayır işleme maksa­dıyla adadığınız herhangi bir adağı şüphesiz ki Allah bilir. Hiç bir şey ondan gizli kalmaz. O size bunların karşılığını verecektir. Zalimlerin ise Allanın azabı­na karşı hiçbir yardımcıları yoktur.

* Âyette zikredilen “Zalimler”den maksat, mallarını gösteriş için harca­yanlar ve AUaha itaata vesile olmayacak bir şeyi adayanlardır. Bunlar, yapacak­ları şeyleri gerçek yerlerinin dışında yaptıkları için zalim olmuşlardır. [176]

 

271- Sadakaları açıkça verirseniz ne güzel. Eğer onları gizler ve fa­kirlere verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Allah bununla günahlarınız­dan bir kısmını öter. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.

Eğer sadakalarınızı açıkça verirseniz bu güzel bir şeydir. Şayet onları kimseye göstermeden gizler ve gizlece fakirlere verirseniz, bu sizin için açıkça vermenizden daha hayırlıdır. Çünkü gizli verilen sadaka daha hayırlıdır, daha faziletlidir. Allah, sadakalarınız sebebiyle bir kısım günahlarınızı Örter. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. Amellerinizden hiçbir şey ona gizli kalmaz.

Peygamber efendimiz (s.a.v.) sadakayı gizlice verenin kıyamet günün­de arşın gölgesinde gölgelendirilecek yedi sınıf insandan biri olacağını beyanla buyuruyor ki:

“Yedi kimse vardır ki, Allanın arşının gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı bir günde Allah onları, arşın gölgesi altında gölgelendirecektir. Bunlar, adaletli Halife, AUaha ibadet ederek yetişen genç, kalbi mescitlere bağlı olan kişi, Allah için birbirlerini seven iki arkadaş (öyle ki, bunlar Allah için bir araya gelir ve Allah için ayrılırlar.) Mevki ve güzellik sahibi bir kadın kendisini (hayasızlığa) davet ettiği halde: “Ben, Allahtan korkarım” diyerek onu reddeden kişi,, sağ elinin verdiği sadakayı sol elinin duymayacağı kadar gizlice sadaka veren kişi ve hiç kimsenin bulunmadığı bir yerde Allahi anarak gözlerinden yaş döken kişilerdir. [177]

Peygamber efendimiz diğer bir hadis- şerifinde de şöyle buyuruyor:

“Allah teala yeryüzünü yaratınca, yeryüzü sarsılıyordu. Bunun üzerine Allah teala dağlan yarattı. Onları yeryüzüne yerleştirdi ve yüryüzü istikrara ka­vuştu. Melekler, dağların güçlülüğüne şaşarak: “Ey rabbimiz, yaratıkların ara­sında dağlardan daha güçlü bir şey var mı?” diye sordular. Allah: “Evet, demir var.” buyurdu. Melekler: “Ey rabbimiz, yaratıkların içinde demirden daha güçlü bir şey var mı?” dediler. Aİlah: “Evet ateş var.” buyurdu. Melekler: “Ey rabbi­miz, yaratıkların arasında ateşten daha güçlü bir şey var mı?” dediler. Allah : “Evet su var.” buyurdu. Melekler: “Ey rabbimiz, yaratıkların arasında sudan da­ha gülçü bir şey var mı?” dediler. Allah: “Evet rüzgâr var.” buyurdu. Melekler: “Ey rabbimiz, yaratıkların arasında rüzgârdan daha güçlü bir şey var mı?” dedi­ler. Allah, “Evet var. O, sağ eliyle bir sadaka verip onu sol elinden gizleyen Âdemoğludur.” buyurdu[178]

Ebu Zer el-Gifari (r.a) diyor ki:

…Dedim ki: “Ey Allanın Resulü, sadakanın karşılığı nedir?” Resulullah (s.a.v.) “Kat kattır.” buyurdu. Dedim ki: “Ey Allahın Resulü, hangi sadaka daha üstündür” Resulullah: “Malı az olanm zorlukla verdiği bir de gizli olarak fakire verilen sadakadır.” buyurdu[179]

Peygamber efendimiz diğer bir hadis-i şerifinde buyurmuştur ki:

“Suyun ateşi.söndürdüğü gibi, sadaka da hataları söndürür. [180]

Abdullah b. Abbasa göre burada gizli verilmesinin daha efdal olduğu be­lirtilen infak, farz olmayan bağışlardır. Çünkü farz onlanların açıktan verilmesi daha evladır. Bu âyetin izahında Abdullah b. Abbasm şunları söylediği rivayet edilmektedir: Allah teala, gizli olarak verilen bağışı, açık olarak verilenden yet­miş kat üstün kılmıştır. Farz olan şeyin açıktan verilmesini ise gizli verilmesin­den daha üstün kılmıştır. Açıktan verilenin sevabının, gizli verilenden yirmi beş kat üstün olduğu söylenmektedir. Diğer bütün farzlarda ve nafilelerde de durum böyledir.

Yezid b. Habib ise bu âyet-i kerimenin, Yahudi ve Hristiyan olan ehl-i ki­tap hakkında indiğini söylemiş ve âyeti şöyle izah etmiştir: “Eğer sizler, ehl-i kitap olan Yahudi ve Hristiyanlara verdiğiniz sadakaları açıktan verecek olursa­nız ne güzel, şayet onu gizler ve onların fakirlerine verecek olursanız, bu sizin için daha hayırlıdır.” Yezid b. Habib, fakir müslümanlara verilecek olan zekat­ların da bağışlarında gizli verilmelerinin, açıkça verilmeden daha evla olduğunu söylemiştir. [181]

 

272- Ey Muhammed, onları hidayete erdirmek sana ait değildir. Fa­kat Allah, dilediğini hidayete erdirir. Yaptığınız her hayır kendiniz içindir. Zaten siz ancak Allahın rızasını kazanmak için sarfedersiniz. Allah yolun­da yaptığınız her bayırın karşılığı sîze tam olarak verilir. Ve siz, hiçbir haksızlığa uğratılmazsınız.

Ey Muhammed, müşrikleri hidayete kavuşturmak sana ait değildir. Fakat Allah, yaratıklarından dilediğini İslama ulaştırır ve o kişiyi İslama eriştirmeye muvaffak kılar. Allahın rızasını kazanmak için ne harcarsanız, onun sevap ve mükâfaati size aittir. Sizin, Allah rızası dışında harcamanız size yakışmaz. Si­zin harcamış olduğunuz hayırlı, malların karşılığı, kıyamet gününde tam olarak size verilecektir. Ve sizler, yaptığınız amellerin karşılıkları eksiltilerek bir zul-ma uğratılmayacaksınız.

*Abdlullah b. Abbas diyor ki: “Müslümanlar, müşrik olan akrabalarına sadaka vermek istemiyorlardı. Resulullahtan bu hususu sordular. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. Onlara bu hususta ruhsat tanıdı. Bu rivayet, Şaid b. Cübeyr, Katade, Rebi’ b. Enes ve Süddiden de nakledilmektedir. [182]

 

273- Sadaka, kendilerini Allah yoluna vakfedenler içindir. Bunlar (rızık aramak için) yeryüzünde dolaşmazlar. Durumlarını bilmeyen kimse, iffetlerinden dolayı onları zengin sanar. Sen onları simalarından tanırsın. Onlar, insanlardan ısrarla dilenmezler. Harcadığınız her hayırı, şüphesiz ki Allah bilir.

Allah yolunda harcanacak malların harcama yeri, kendilerini Allah yo­lunda cihad etmeye hasreden ve bu sebeple rızık kazanma çalışması yapmayan fakirlerdir. Bunların, yeryüzünde gezip dolaşarak nzık temin etmeye ve kazanç sağlamaya imkânları yoktur. Hallerinden anlamayanlar onları, iffetlerinden do­layı dilenmediklerinden, zengin zannederler. Sen onları, yüzlerindeki bitkinlik, mağduriyet ve ihlastan tanırsan. Onlar, iffetli oldukları için, insanlardan ısrarla dilenmezler. Siz, Allah yolunda neyi harcarsanız şüphesiz ki Allah onu bilir. Ve size karşılığını verir.

Âyet-i kerimede zikredilen “Kendilerini Allah yoluna vakfedenler”den maksat, Katade ve İbn-i Zeyde göre, kendilerini Allah yolunda savaşmaya vak­feden Mücahidlerdir. Süddiye göre ise, müşrikler tarafından, Medine-i Münevverede kuşatılan fakir müminlerdir. Taberi birinci görüşü tercih etmiştir.

Âyet-i kerimede “Sen onlan simalarından tanırsın.” buyrulmaktadır. Yani sen iffetli fakirleri, şekillerinden tanırsın.” demektir. Müfessirler, iffetli fakirle­rin, şekillerinden nasıl tanınacakları hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir:

a- Mücahide göre iffetli fakirlerin siması, mütevazi ve çekingen olur. On­lar, bu halleriyle tanınırlar.

b- Süddi ve Reb’i b. Enese göre ise, bu fakirlerin simaları, yüzlerindeki bitkiinlik ve fakirlik alametiyle belli olur.

c- îbn-i Zeyde göre ise bu gibi iffetli fakirler, elbiselerinin eski ve yırtık oluşuyla tanınırlar. Zira açlık hali gizli bir şeydir. İnsanlar kişinin bu halini pek iyi teşhis edemezler.

Taberi diyor ki: “Doğru olmaya daha layık olan görüş şudur: “Allah teala, Peygamberine, iffetli fakirlerin bir kısım alametleriyle ve üzerlerindeki yoksul­luk nişaneleriyle tanindıklarnı bildirmiştir. Resulullah da sahabileri de bu gibi fakirleri, doktorun hasta insanı tanıdığı gibi bir takım alamet ve belirtilerinden tanıyorlardı. Bu alametler, iffetli fakirin, çekingen olması da olabilir, üzerindeki bitkinliği de olabilir, elbisesinin yırtıklığı da olabilir. Bunların hepsi bir arada da bulunabilir. Kişinin fakirliği, vasfedilerek değil inceleme ile anlaşılır. Mesela bir kısım hastalar görünüşte çok sıhhatli imiş gibi görünebilirler. Fakat muayene edildiklerinde hasta oldukları ortaya çıkar. Bazı zengin insanlar yırtık pırtık el­bise giyerler. Siz onların fakir olduklarını sanırsınız. Halbuki onlarda fakirlik yoktur.

Âyet-i kerimede “Onlar, insanlardan ısrarla dilenmezler.” buy uru 1 makta­dır. Aslında iffetli fakirler, hiç dilenmezler. Burada zikredilen, ısrarla dilenmek, diğer fakirlerin sıfatıdır. Allah teala, bu sıfatı zikrederken, ısrarla dilenen fakir­lerin yüzsüz olduklarını beyan etmek istemiş ve bu yolla iffetli fakirleri Övmüş­tür. Bu hususta Ebu Said el-Hudri diyor ki: Bir zaman yoksul düştük. Bana de­nildi ki: “Gidip Resulullahtan bir şey istesene.” Ben de yürüyerek Resulullaha gittim. Onun konuşmalarından önüme çıkan ilk sözü şu oldu. “Kim iffetli ve va­karlı olursa Allah da onu iffetli vakarlı kılar. Kim, kendisini başkasına muhtaç göstermezse Allah da onu başkasına muhtaç etmez. Bizden bir şey isteyen kim­seye, elimizde bulunanı asla esirgemeyiz. “Bunun üzerine ben kendi kendime dedim ki: “Ben, iffetli ve vakarlı olsam da Allah da beni böyle yapsa daha iyi olmaz mı?” Ondan sonra oradan ayrıldım. Ve ondan sora, Resulullahtan onaya çıkan bir ihtiyaç için hiçbir şey istemedim. Bundan sonra dünya bize meyletti. Öyle ki bizi (mala) boğdu. Ancak Allahın koruduğu kimse bundan beri oldu. Bu hususta Katade de şunu rivayet etmiştir: Resuluüah şöyle derdi: “Allah, halim selim, zengin ve iffetli olanı sever. Allah, edepsiz, hayasız zengini ve ısrarla di­leneni sevmez. “Yine Katade, Resulullahın başka bir hadisinde: “Allah sizin için üç şeyi sevmez. Bunlar, dedi kodu, malı zayi etmek ve çokça dilenmektir.” buyurduğunu rivayet etmiştir. Katade sözlerine devamla şunları söylemiştir: “Bakarsın ki bir insan, gün boyunca dedi kodu ile meşgul olur. Bir sürü sözler biriktirir. Geceleyin de onlan insanlara aktarır. Nihayet ruhu alındığında döşeği­nin üzerinde bir leş olarak bırakılmış olur. Allah ona ne gündüzünden ne de ge­cesinden bir pay vermiş olur. Bâzı zengin insanları da görürsün ki şehvani arzu­larında, zevkü safalannda, oyun ve eğlenceler içindedirler. Bu şeyler onu, Alla-hın emirlerini yerine getirmekten alıkoyarlar. İşte malı zayi etme de böyle olur. Bazı insanları da görürsün ki, ellerini uzatmış insanlardan dilenir. Kendisine bir şey verilirse onu vereni aşırı derecede över. Verilmeyecek olursa da bu sefer o insanları aşın derecede kınar.”

Peygamber efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şerifinde gerçek yoksulu tarif ederek buyuruyor ki:

“Bir hurmanın, iki hurmanın, bir lokmanın iki lokmanın geri çevirdiği ki­şi yoksul değildir. Asıl yoksul iffetli olandır, (iffeti il iğinden dolayı dilenmeyen ihtiyaç sahibidir.) Dilersiniz şu âyeti okuyun: “Onlar, insanlardan ısrarla dilen­mezler, [183]

 

274- Gece ve gündüz, gizli ve açık olarak mallarını Allah yolunda harcayanların, rablcri katında mükâfaatları vardır. Onlar için korku yok­tur. Onlar, üzülmeyeceklerdir de.

Mallarını Allah yolunda, israf etmeksizin, cimrilik yapmaksızın, fesat çı­karıp saçıp savurmadan, gizli ve aşikâr olarak harcayanların, rableri katında se­vap ve mükâfaatlan vardır. Onlar için âhirette bir korku yoktur. Dünyada bırak­tıkları şeylerden dolayı da üzülmezler.

*Ebüdderda, bu âyet-i kerimenin, atlarıyla Allah yolunda cihad eden mü­minleri vasıflandırdığım söylemiştir. Katade ise bu âyetin, israfa kaçmaksızm ve harcamada kısıtlı davranmaksızın, mallarım Allah yolunda harcayanları va­sıflandırdığını ve bunların cennetlik kimseler olduklarını söylemiş bu hususta Resulullahın da şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir. “Mallan çok olan zengin­ler, en aşağıda bulunanlardır.” dediler ki: “Ey Allanın Peygamberi, bundan kim müstesnadır?” Resulullah yine: “Mallan çok alan zenginler, en aşağıda bulunan­lardır.” buyurdu. Orada bulunanlar yine “Ey Allanın Peygamberi, ondan kim müstesnadır?” dediler. Resulullah da tekrar: “Mallan çok olan zenginler en aşa­ğıda bulunanlardır.” buyurdu. Yine orada bulunanlar: “Ey Allanın Peygamberi ondan kim müstesnadır?” dediler ve onlar, ortık bu soruya cevap verilmeyeceği­ni zannetiler ve cevap alamamaktan korktular. Nihayet Resuluîlah buyurdu ki: “Ondan, malını sağına soluna, önüne arkasına tasadduk eden müstesnadır. Bun­lardan da pek azı bu istisnaya girer. “Evet, bu âyette zikredilenler, Allanın farz kıldığı ve razı olduğu yolda mallarını israfa, cimriliğe ve fesada kaçmaksızm harcayanlardır.

Abdullah b. Abbas Tevbe süresindeki zekata ait hükümleri belirten âyetler nazil olmadan önce bu ve bundan önce geçen iki yüz yetmiş, yetmiş bir, yetmiş iki ve yetmiş üçüncü âyetlerle amel edildiğini, Tevbe süresindeki âyetler inince de yalnızca onlarla amel edilmeye başladığını söylemiştir. [184]

 

275- Faiz yiyenler, yerlerinden, şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu onların: “Alış veriş tc aynen faiz gibidir.” dcmclerinden-dir. Halbuki Allah, alış verişi helal, faizi ise haram kılmıştır. Kim, rabbin-den öğüt gelir de yaptığını terkederse, geçmişte aldığı onundur. Ve onun işi Allaha aittir. Kim de tekrar faizciliğe dönerse işte onlar, cehennemliktirler. Orada ebedi olarak kalacaklardır.

Faizi almak vermek ve yemek suretiyle faizle muamele yapanlar, kıyamet gününde kabirlerinden, ancak şeytanın çarptığı, sara hastalığına yakalanarak kendini yerden yere atan kişinin kaltığı gibi kalkarlar. Onların, kabirlerinden bu şekilde kalkmalarının sebebi, inkâr etmeleri ve iftirada bulunarak “Alışveriş te faiz gibidir. Niçin bu haram olsun?” demelerindendir. Halbuki Allah, alış veriş suretiyle ticari kazancı helal, faizi ise bütün çeşitleriyle haram kılmıştır. Kim, rabbinden bir öğüt ve korkutma geldikten sonra faiz yemekten vaz geçerse, ha­ram hükmü gelmeden önce olan olmuştur. Ve onun işi allaha aittir. İsterse onu affeder, isterse azabeder. Kim de haram kılındıktan sonra tekrar faiz yerse onlar cehennemliktirler. Orada edebi olarak kalacaklardır.

Âyet-i kerimede, “Faiz yiyenler, yerlerinden, şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar.” buyurulmaktadır. Arapçada “Faiz’ kelimesi laf­zıyla ifade edilmiştir. Bu kelimenin mânâsı “Artmak ve fazlalaşmak.” demektir. Mallarını faize verenler, onları bu yolla artırmak istedikleri için faize “Riba” denmiştir. Faiz yiyenlerin, yerlerinden şeytanm çarptığı kimse gibi kalkacakları beyan edilmiştir. Burada ifade edilen “Yerler”den maksat, Mücahid, Abdullah b. abbas, Said b. Cübeyr, Katade, Rebi’ b. Enes, Dehhak, Siklıli ve İbn-i Zeyde göre kıyamet gününde diriklikten sonra kalkacakları kabirlerdir. Kıyamet gü­nünde faizcilerin alametleri, şeytanın çarpmış olduğu kişi gibi, saralı bir şekilde olmalarıdır.

Taberi diyor ki: “Eğer denilecek olursa ki “Âyet-i kerimede, faizi bizzat yiyenler zikredilmektedir. Ticaretlerinde faizli işlem yapan ve onu fiilen yeme­yenler de bu âyetin beyan ettiği cezaya çarptırılacaklar mıdır? Cevaben denilir ki: “Faizi sadece yiyenler değil, her türlü faizli muamelede bulunanlar bu âyetin beyan ettiği hükme dahildir. Ancak, âyetin indiği zaman-faizcilerin, faizden elde ettikleri gayr-i meşru kazancı en çok yeme ve içmelerinde kullandıkları için âyette “Faiz yiyenler ifadesi yer almaktadır. Yoksa bütün faizle muamele ya­panlar bu âyetin kapsamına girmektedirler. Nitekim şu âyet-i kerime ve şu ha-dis-i şerif bu hususu ortaya koymaktadırlar. Allah teala buyuruyor ki: “Ey iman edenler, Allahtan korkun ve eğer iman ediyorsanız faizden arta kalanı bırakın. [185] Peygamber efedimiz de hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur.

“Allah, faizi yiyene de yedirene de şahidine de kâtibine de lanet eder. [186]

 

276- Allah, faizi mahveder, sadakaları ise artırır. Allah, hiçbir günahkâr nankörü sevmez.

Allah, faizi eksiltir ve yok eder.Sadakalarm sevabını ise kat kat artırır. Sadaka verilen malı artırır. Allah, inkârda ısrar edenleri, ikaz ve nasihatlara al­dırmayarak günah işlemeye devam edenleri asla sevmez.

Allah tealanın, faizi mahvetmesi, ya onu tamamen imha etmesi veya onun karıştığı malın bereketini gödermesiyle olur. Resulullah (s.a.v.) efendimiz bir hadisi şerifinde:

“Faiz çoğalsa dahi sonunda eksilmeye mahkumdur.” buyurmuştur[187]

Sadakalar bunun aksinedir. Çünkü Allah onlara bereket verir ve onlan ar-irır. Nitekim bu hususta Allah teala diğer âyetlerinde şöyle buyumıuştur: “Mal­arını Allah yolunda harcayanların durumu: Her başağında yüz tane olmak üzere ^edi başak veren bir tanenin durumuna benzer. Allah dilediğine kat kat verir. Mlah, lütfü geniş olan ve her şeyi bilendir. [188]“O kimdir ki, Allah için güzel )ir ödünç takdim etsin de, Allah ona karşlığım kat kat versin? Rızkı daraltan da Mİahtır, bol veren de. Yine ona döneceksiniz. [189]

Peygamber efendimiz de bu hususta şöyle buyuruyor:

“Kim, helal kazancından bir hunna kadarım sadaka olarak verirse ki – Al­lah, ancak helal maldan olan sadakayı kabul eder. – Allah onu sağ eliyle (güzel­ce) kabul eder. Sonra onu, sizden birinin atının tayını beslediği gibi besler. Öyle ki, o dağ gibi [190]

Diğer bir rivayette de şöyle buyurmuştur.:

“Şüphesiz ki Allah, sadakayı kabul eder. Onu sağ eliyle alır ve sizden bi­rinizin atının tayını besleyip büyüttüğü gibi o sadakayı büyütür. Öyle ki, bir lok-ma uhut dağı gibi olur. Bunu, aziz ve celil olan Allahın kitabında doğrulayan âyetler: “Bunlar, kullarının tevbesini ve sadakaları ancak Allahın kabul ettiğini ve tevbeleri çokça kabul eden ve çok merhametli olanın sadece Allah olduğunu bilmezler mi? [191]“Allah, faizi mahveder, sadakaları ise artırır. Allah, hiçbir günahkâr nankörü sevmez. [192]âyetleri dir. [193]

 

277- Şüphesiz ki iman edenlerin, salih amel işleyenlerin, namazı kılıp zekatı verenlerin, rableri katında mükâfaatları vardır. Onlar için korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de.

Allahı ve Resulünü tasdik eden ve Allahın, kendilerine emrettikleriyle amel eden, namazı bütün erkânıyla birlikte kılan ve mallarından, farz kılınmış olan zekatı verenlerin, âhirette rableri katında mükâfaatları vardır. Onlar için korku yoktur. Onlar, dünyada bıraktıkları şeylere de üzülmezler. [194]

 

278- Ey iman edenler, Allahtan korkun ve eğer iman ediyorsanız fa­izden arta kalanı bırakın.

Ey iman edenler, emirlerine itaat ederek ve yasaklarından kaçınarak Al­lahtan korkun ve alacağınızdan, ana paranın üzerine ilave edilen faizi terkedin, almayın. Eğer sözünüzde, işinizde ve imanızda samimi kişiler iseniz bunu böyle yapın.

Suddi, İbn-i Cüreyc ve İkrime, bu âyet-i kerimenin, nüzul sebebi hak­kında şunlan söylemişlerdir: Bir kısım insanlar İslama girmeden önce mallanın faize vermişlerdi. Bunlar, faizin bir kısmını almışlardı diğer kısmı duruyordu. Allah teala bu âyet-i kerimeyi indirerek onların daha önce almış oldukları faiz­leri affettiğini ve geriye kalan faizi de almalarının haram olduğunu bildirdi. Fai­ze mal veren kişilerin, Abbas b. Abdul Muttalib ve Muğire oğullarından bir kişi olduğu, faizle mal alanların da Sakiyf kabilesinden Amr oğullan olduğu rivayet

edilmiştir. Diğer bir rivayette ise mallarını faize verenlerin Amr oğullan oldu­ğu, alanların da Muğire oğullan olduğu bildirilmektedir. [195]

 

279- Eğer böyle yapmazsanız Allah ve Resulü tarafından, size karşı harp ilan edilmiş olduğunu bilin. Şayet tevbe ederseniz, sadece sermayeniz sizindir. Böylece haksızlık etmemiş ye haksızlığa da uğramamış olursunz.

Âyet-i kerimede zikredilen ve “Bilin” diye tercüme edilen ke­limesi iki şekilde okunmuştur.

a- Bütün Medine halkı bu kelimeyi, sülasî fiilden türetilmiş bir emir ka­bul etmişler ve şeklinde okumuşlardır. Bu kıraata göre bu ifadenin mânâsı şöyledir: “Şayet sizler, bu emredileni yapmazsanız, Allah ve Resulü ta­rafından size savaş açılmış olduğunu bilin.

b- Küfe kurralarımn tümü ise bu kelimeyi, rubai fıilerden türetilmiş bir emir kabul ederek şeklinde okumuşlardır. Bu kıraata göre bu ifade­nin mânâsı şöyledir: “Şayet sizler, emrolunani yapmazsanız, Allah ve Resulüne karşı savaştığınızı diğer ihsanlara ilan edin.”

Taberi : “Bu kıraatlardan birinci kıraatin tercihe şayan olduğunu söyle­miştir. Zira, savaş ilan etme, faiz yiyenlerin hakkı değil Allah ve Resulünün hakkıdır. Nitekim bu hususta, Abdullah b. Abbas şöyle demiştir: “Şayet, faizli muamele yapan kimse, bundan vazgeçmeyecek olursa, müslümanlann imanının bu kimseyi tevbe etmeye çağırması gerekmektedir. Eğer vazgeçerse mesele yoktur. Aksi taktirde imam onun boynunu vurur. Bu hususta Katade de şunları söylemiştir: “Gördüğünüz gibi Allah, faiz yiyenleri öldünnekle tehdit etmiş ve onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar, kanlannı heder etmiştir. Reb’ b. Enes te Allah tealanın bu âyet-i kerime ile, faiz yiyenleri öldürmekle tehdit ettiğini söy­lemiştir.

Ayet-i kerime, faizin korkunç bir cinayet olduğunu ortaya koymaktadır. Bu cinayetin büyüklüğünü anlamak için, Kur’an-ı Kerimin, faizcileri nasıl vasıf­landırdığını dikkatle incelemek yeterlidir. Kur’an-ı Kerim, faizcileri, Şeytanın çarptığı, sara hastalığına yakalanmış, kendini yerden yere atan ve aklından zoru olan deliler gibi sağa sola yalpa yapan bir kimseye benzetmiştir.

Faizciler ise, Kur’an-ı Kerimin bu tasvirine rağmen faizin zararlannı yok gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Allanın, bu kadar kötü olduğunu bildirdiği fa­izi meşru gören ve onunla muamele yapanlann, Allah ve Resulünün kendilerine karşı savaş ilan ettiğini beyan eden âyete rağmen faizle iştigal ederek rablerine karşı savaşmayı basit bir olay gibi gösterenlerden ve o faizi helalmiş gibi tak­dim etmeye çalışanlardan daha zalim ki olabilir? Hangi müslüman, bu tehdidi duyduktan sonra faizli muameleye devam etmek ister? Bu âyet-i kerimeyi duy­duktan sonra yaptığından vaz geçip tevbe etmeyen, bu korkunç cinayeti işleme­ye devam eden kişilere yazıklar olsun. İmanla faiz birbirinin zıddıdır. Hiç bir zaman birleşmezler.

Cabirb. Abdullahın rivayetinde bu hususta Peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor Cabir diyor ki:

“Resulullah (s.a.v.) faizi yiyene, yedirene, yazana ve şahitlerine lanet etti. Ve “Onlar eşittir” buyurdu. [196]

Peygamber efendimiz diğer bir hadis-i şerifinde de buyuruyor ki:

“Ben isra ve miraç gecesinde, kannlan evler kadar büyük olan bir toplu­luğun yanma vardım. Karınlarında yılanlar vardı. Bu yılanlar dışarıdan görünü­yordu. Dedim ki: “Ey Cebrail, bunlar kimdir?” dedi ki: “Bunlar, faiz yiyenler-dir. [197]

Peygamber efendimiz bir diğer hadis-i şerifinde de şöyle buyuruyor:

“Faizde yeüniş günah vardır. En hafifi, kişinin, anası ile zina etmesi gibidir. [198]

 

280- Eğer borçlu darda ise ona, genişliğe çıkıncaya kadar mühlet ve­rin. Bağışlamanız ise, bilirseniz sizin için daha hayırlıdır.

Eğer borçlu sıkıntı içindeyse ve ödeme gücü yoksa genişliğe çıkıp ödeme gücü elde edinceye kadar bekleyin. Fakat, sadakanın faziletini ve sıkıntı içinde­ki borçlunun sıkıntısını gidermenin sevabını bilirseniz, alacağınızdan vaz geçip onu borçluya bağışlamanız, o malı ondan almanızdan sizin için daha hayırlıdır.

* Resulullah (s.a.v.) efendemiz buyuruyor ki:

“Kim, bir borçlusuna nefes aldırır veya onun borcunu silerse o kişi kıya­met gününde arşın gölgesinde olacaktır. [199]Müfessirler bu âyet-i kerimede, darlık içinde oldukları zaman kendilerine süre tanınması emredilen borçlulardan hangi borçluların kastedildiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir:

a- Abdullah b. Abbas, Muhammed b. Şîrîn, İbrahim en-Nehai, Katade, Dehhak vb. âlimlere göre burada zikredilen borçludan maksat, faizli muamelede borçlu durumuda olan ve faizle aldığı ana parayı ödemekten âciz kalan borçlu­lardır. Alacaklılar, ona paralanın ödemekten âciz olan bu borçlulara, ödeme imkânları oluncaya kadar süre tanımakla emrolunmuşlardir. Fakat, faizli muamele dışındaki herhangi bir muameleden dolayı borçlu olan kimseler borçları­nın vadesi geldiği zaman onu ödemek zorundadırlar. Aksi halde kendilerine ha­pis gibi hukuki müeyyideler uygulanır. Bu hususta, Muhammed b. Sîrî diyor ki: “Bir alacaklı kişi borçlusunu, Kadı Şüreyhe şikayet etti. Şüreyh de borçlunun aleyhine hüküm vererek hapsedilmesini emretti. Şüreyhin yanında bulunan bir dam, “Borçlu oJan bu kişi dardadır. Allah teala da kitabında “Eğer borçlu darda ise ona genişliğe çıkıncaya kadar mühlet verin.” buyumıaktadır.” dedi. Şüreyh dedi ki de “Bu âyet, faizli muameleleri söz konusu etmektedir. Zira Allah teala, kitabında, başka bir ayette buyuruyor ki: “Allah size, emanetleri ehline vermeni­zi ve insanlar arasında hükmederken adaletle hükmetmenizi emrediyor. [200] Kadı Şüreyh, sözlerine davamla dedi ki: “Allanın, bize bir şeyi emredip sonra da emrini yerine getirdiğimizden dolayt bize azabetmesi beklenemez.

b- Dehhak ve Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet- kerime, her türlü borçluyu ifade etmektedir. Bu borç, helal bir alış verişten de olsa, faizden de olsa aynı hükme tabidir. Bu hususta, Dehhakm şunu söyledi­ği rivayet edilmiştir. “Müslüman kardeşinde alacağı olan bir mümin, kardeşinin darda olduğunu bildiği halde, borcunu ödeyemediği için onu hapsettirmesi ve genişliğe çıkmasını beklemeyip alacağını isteyerek onu sıkıştırması helal değil­dir.

Taberi diyor ki? “Tercihe şayan olan görüş, bu âyet- kerimenin, Resulul­lah döneminde mallanın faize verip sonra da müslüman olan ve müslümün ol­duklarında faiz alacaklanni henüz tahsil edememiş olanlar hakkında nazil oldu­ğunu söyleyen görüştür. Âyet-i kerime, bu gibi insanlara faiz alacaklarını bıra­kıp sadece ana paralarını almalarını emretmiş, borçluları, ana paralarını öde­mekten âciz iseler, onlara mühlet ven-nelerini emretmiştir. Bu itibarla, bu âyet, müslüman olmadan önce, malını faize veren kimselere h i tabetmektedir. Ancak, her ne kadar âyet, faizli muamele yapan kimseler hakkında inmişse de hükmü her alacaklı için geçerlidir. Bu nedenle borcunu ödemede, darlık içinde olan her borçluya, alacaklısı tarafından, imkanı oluncaya kadar zaman tanınması gere-mektedir. Zira, alacaklının alacağı, borçlunun malı üzerinde bir haktır. Onun vücudu üzerinde bir hakkı değildir. Borçlunun ödeme gücü yoksa alacaklının, onun hürriyetin kayıt altına alıp onu hapsettirmeye veya onun kol eleştirerek sat­maya hakkı yoktur. Zira, alacaklının alacak hakkı ya malının tümü üzerinde bir hak, ya borçlunun vücudu üzerinde bir hak veya malından belli şeyler üzerinde bir hak veya malının tümü üzerinde bir hak farzedilebiler. Şayet alacaklının hakkı, borçlunun vücudu üzerinde olsaydı, borçlunun ölmesiyle bu hakkın sona

ermiş olması gerekirdi. Habluki bunun böyle olduğunu kimse söylememektedir. Şayet borçlunun belli bir malı üzeride bir hak kabul edilecek olursa o malın yok olmasıyla da alacaklının hakkının ortadan kalkması gerekirdi. Bunun böyle ol­duğunu da kimse söylememektedir. O halde, ortada, “Alacaklının hakkı, borçlu­nun malının tümü Üzerindedir.” demekten başka bir ihtimal kalmamıştır. Ma­dem ki alacaklının hakkı, borçlunun malı üzerindedir o halde alacaklının, borç­lunun vücudu üzerinde herhangi bir tasarruf hakkı yoktur. Alacaklının, böyle bir hakkı olmadığına göre, borcunu Ödemekten aciz kalan borçluya, gücü yetinceye kadar mühlet tanımasından başka bir yol yoktur. Bu da, bu âyet-i kerimede zik­redilen borçludan maksadın her çeşit borçlu olduğunu göstermektedir.

Âyet-i kerimenin sonunda “Bağışlamanız ise, bilirseniz, sizin için daha hayırlıdır.” buyurulmaktadır.

a- Katade ve İbrahim en-Nahai âyetin bu bölümünü “Sizler, mallarınızın sermayesini almanız yerine, borçlunuz olan, zengin ve fakirlere bu mallarınızı bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır.” şeklinde izah etmişlerdir. Buna göre, müslüman olmadan önce faizli muamelede bulunan alacaklı kişi, müslüman ol­duktan sonra borçlularından sadece malının sermayesini alabilir. Sermayeyi de almaması daha evladır. Borçlunun zengin veya fakir olması farketmez.

b- Süddi, Rebi’ b. Enes, Dehhak ve İbn-i Zeyde göre ise bu âyet-i kerime, ifade etmektedir, ki alacaklı kişinin alacağını, borcunu ödemekte güçlük çeken borçlusuna bağışlaması daha evladır. Zengin olan borçlusuna böyle davranması­nın daha evla oluşu söz konusu değildir.

Taberi bu görüşü tercih etmiştir. Zira âyetin bu bölümü, borcunu ödeme­de güç durumda olan borçlunun durumunu izah eden âyetin sonunda zikredil­miştir. Bu itibarla bağışlama işinin de böyle bir borçlu için yapılacağını söyle­mek daha uygundur.

Said b. el-Müseyyeb ve Âmir eş-Şa’binin, Hz. Ömerden, yine Şa’binin Abdullah b. abbastan rivayet ettiklerine göre Hz. Ömer ve Abdullah b. Abbas, faiz hükümlerini belirten bu âyetlerin, Kur’a-nı Kerimin en son inen âyetleri ol­duğunu söylemişlerdir. Bu hususta Hz. Ömerin şunu söylediği rivayet edilmek­tedir: “Kur’anın en son inen âyeti faiz âyetidir. Allanın Peygamberi onu bize tef­sir etmeden önce vafat etmiştir. Siz faizi ve şüpheli şeyleri bırakın. [201]

 

281- Allaha döneceğiniz günden korkun. Sonra herkese kazandığı ta­mamen ödenecektir. Ve onlar, zulme uğratmayacaklardır.

Allanın huzuruna çıkacağınız o korkulu günden sakının. Orada herkes da­ha önce dünyadayken yapmış olduğu iyilik ve kötülüklerin mükâfaat veya ceza­sına kavuşacaktır. Çünkü o gün amallerin karşılığının verileceği gündür. O gün insanlara, amellerinin mükâfaatından herhangi bir şey eksilterek zulmedilmez. Kötülüğün cezası, yapılan kötülük kadar, iyiliğin mükâfaatı ise on kat verilince kişiye nasıl zulmedilmiş olabilir? Abdullah b. Abbas, Atıyye, Süddi ve Said b. el-Müseyyebe göre Kur1 anı kerimin en son inen âyeti bu âyettir. İbn-i Cüreyc, Resulullahın, bu âyetin inmesinden sonra dokuz gün yaşadığını, Cumartesi gü­nü hastalanıp pazartesi günü vefat ettiğini söylemiştir.

Âyet-i kerime, Ahkemül Hakimîn olan Allah tealanın huzuruna çıkıp çe­tin bir hesap vereceğimizi hatırlatmaktadır: Bu konuda diğer bir âyette şöyle bu­yurulmaktadır. “O gün kimse kimseye bir fayda sağlayamaz. O günmir Alla-hındır. [202]

 

282- Ey iman edenler, belirli bir vadeye kadar birbirinize borçlandı­ğınız zaman onu yazın. Bunu, aranızda bir kâtip doğru olarak yazsın. Kâtip onu, Allahın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın, yazsın. Borçlu olan kimse yazdırsın. Ve rabbi olan Allahtan korksun. Borcundan hiçbir şey eksiltmesin. Eğer borçlu aklı ermez veya zayıf yahut da yazdır­maya gücü yetmeyen bir kimse ise onun yerine velisi doğru olarak yazdır­sın. Erkeklerinizden iki de şahit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa, şahit­lerden kendisine güvendiğiniz bir erkek ve biri unutunca diğerinin hatırla­ması için iki kadın (şahitlik etsin) Şahitler çağırıldıklarında kaçınmasınlar. Borç büyük olsun küçük olsun onu, müddetiyle birlikte yazmaya üşenme­yin. Bu, Allah katında en âdil, şahitlik için en doğru, şüphe etmemeniz için en yakın bir yoldur. Ancak aranızda yaptığnız ticaret, peşin olursa yazma­manızdan dolayı size bir günah yoktur. Alış veriş yaptığınız zaman da şahit tutun. Kâtibe de şahide de zarar verilmesin. Eğer zarar verirseniz o sizin için doğru yoldan sapma olur. Allahtan korkun. Allah size doğruy öğreti­yor. Allah, her şeyi çok iyi bilendir.

Ey iman edenler, belli bir vadeye kadar alış veriş veya ödünç verme gibi şeylerden dolayı birbirinize borçlandığınız zaman o borcu yazın. Aranızdaki bu borçlanmayı bir kâtip, hak ve adaleti gözeterek yazsın. Bunu yazacak olan kâtip Allahın, kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın. Bu borcu kâtibe bizzat borçlu yazdırsın. Rabbinin azabından korksun. Alacaklının hakkından herhangi bir şey eksiltmesin. Eğer borçlu, yazdırmayı bilmemek veya neyin sağlam ola­cağım idrak edememk gibi sebeplerden dolayı aklı ennez birisi ise yahut keke­melik veya dilsizlik gibi sebeplerden dolayı yazdınnaktan âciz birisi ise ya da hapiste bulunmak veya kaybolmak gibi sebeplerden dolayı yazdırma imkânı yoksa, onun yerine velisi, kâtibe doğru olarak yazdırsın.

Bu alacak hakkınızı yazdınrken iki mülsüman hür erkeği de şahit göste­rin. Eğer iki erkek bulunmazsa adaletli, dindar ve salih kimselerden uygun gör­düğünüz bir erkek ve iki kadın şahit gösterin. Zira bu kadınlardan birisi şaşırır

veya unutursa diğeri ona hatırlatır. Şahitler, çağırıldıklarında şahitlik yapmaktan kaçınmasınlar. Borç ister az olsun ister çok olsun, onun vade miktarını yazdır­maktan üşenmeyin. Çünkü yazma, hem ödeme zamanı hem de borcun miktarını tesbit etmekte en sağlam yoldur. Şahitlerin şahitlik etmeleri için de en sağlam yoldur. Çünkü bu yazı satıcının da müşterinin de veya borçlunun da alacaklının da ikrar ve ifadelerini ihtiva etmektedir. Böylece şahitlik edilecek hususta şahit­ler arasında ihtilafta olamaz. Bu şekilde yazmak, şahitlerin şahitliğinden şüphe etmemeye en yakın olanıdır.

Eğer alış veriş nakit olarak peşin yapılırsa, onu yazmamanızda bir mah­zur yoktur. Çünkü bu durumda her iki taraf birbirlerinden ayrılmadan alacakla­rını almış vereceklerini vennişlerdir.

Haklarınız zayi olmasın diye alış verişlerinizde şahit bulundurun. Kâtip te şahit de zarara uğratılmasın. Yani, Özel bir işi ile meşgul olan bir kimse kâtiplik yapmaya, yine başka bir şeyle meşgul olan bir insan da o işi bırakıp şahitlik yapmaya zorlanmasın.

Eğer kâtibe yahut şahide zarar verirseniz, rabbinize isyan etmiş günah iş­lemiş ve ona itaatten ayrılmış olursunuz. Koymuş olduğu hudutları aşmak husu­sunda Allahtan korkun. Allah size, dininizin hükümlerini, nelerin vazifeleriniz nelerin ise hakkınız olduğunu öğretiyor. Allah, sizin bütün yaptıklarınızı bilen ve sizi, amelelinize göre cezalandıracak olandır.

Âyet-i kerimede Allah teala bizlere çeşitli muamelelerimizi yazı ile tes­bit etmemizi öğretiyor, hayat sistemimizi nasıl tanzim edeceğimizi bildiriyor. Buna uyduğumuz takdirde tartışmalar yerini kaynaşmaya, ayrılmalar yerini bir­leşmeye terkeder. İslam dini zannedildiği gibi sadece ibadet dini değildir. Bu din, hayatın bütününü tanzim eden bir dindir. Evet İslam dini hem ibadet, hem ahlak hem iktisat hem siyaset hem de idari bir sistemdir. Bu yüce İslam nimeti­ne karşılık Allaha ne kadar hamdetsek azdır.

Âyet-i kerimenin başında “Ey iman edenler, belirli bir vadeye kadar bir­birinize borçlandığınız zaman” Duyurulmaktadır. Taberi buradaki “Borçlanma” ifadesine vadeli alış vadeli satış, bir malı sipariş etme, sipariş venne, bir malın bedelini verip belli bir süre sonra teslim edilmek üzere ısmarlama, ödünç verme gibi bütün borçlanmaların dahil olduğunu ve âyet-i kerimenin, bunların hepsinin yazılmasını emrettiğini söylemiştir.

Abdullah b. Abbasa göre ise buradaki “Borçlanma” ifadesine, sadece İs­lam hukukunda “Selem” diye adlandırılan, parası peşin verilip malın sonradan teslim alınması şeklinde olan alış veriş girmektedir. Ayet-i kerimede, borçlan­manın yazılması emredilmektedir. Müfessirler bu emrin mensuh olup olmadığı hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

Dehhak, ibn-i Cüreyc, Rebi1 b. Enes ve Katadeye göre buradaki emir far-ziyet ifade etmektedir ve halen geçerliliğini korumaktadır.

Şa’bi, İbn-i Zeyd, Hasan-ı Basri ve Ebu Said el-Hudriye göre ise daha ön­ce bu âyete göre borçlan yazmak farz iken şu âyet-i kerime bu farziyeti neshet-miş ve ortadan kaldırmıştır. “…Şayet birbirinize güveniyorsanız, güvenilen kim­se, emaneti yerine versin. [203]

Âyet-i kerimenin devamında “Bunu, aranızda bir katip doğru olarak yaz­sın. Katip onu, Allanın, kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin.” buyu­ru 1 maktadır.

Mücahid, Ata ve Amir eş-Şa’bîye göre, borcu yazmaya çağırılan kâtibin bu vazifeyi yerine getirjnesi onun üzerine farzdır. Çünkü âyet- kirimecle “Kâtip onu yazmaktan çekinmesin.” buyrulmaktadır.

Şa’bî, İbn-i Cüreyc, İbn-i Zeyd, Hasan-ı Basri, Ebu Said el Hûdri, Deh­hak ve Reb’ b. Enese göre ise, borcu yazmaya çağırılan kâtibin bunu yazması farz idi. Fakat daha sonra neshedildi ve “Kâtibe de şahide de zarar verilmesin.” buyuruldu.

Süddiye göre ise, borcu yazmaya çağırılan kâtibin işi olmadığı takdirde onu yazması üzerine farzdır. Şayet meşgul ise, onu yazmak üzerine farz değil­dir.

Taberi diyor ki: “Tercihe şayan olan görüş, Allah tealamn, borcunun ya­zılmasına dair burada zikrettiği emir, farziyet ifade etmektedir ve mensuh da de­ğildir. Zira, Allah teala, belli bir vadeye kadar borçlanma ile muamelede bulu­nan iki tarafa, aralarında bulunan borcu yazdırmalarını ve yazmaya çağrılan kâtibin de hakkaniyetli bir şekilde bu borcu yazmasını emretmiştir. Allah teala-nın emirleri ise aslında farzilet ifade etmektedir. Ancak, emrin farz olmayıp mendup olduğuna veya irşad edici mahiyette olduğuna dair delil bulunması ha­linde Allah telanın emirleri mendubiyet veya irşad hükmü ifade ederler. Bu âyet-i kerimede böyle bir delil olmadığına göre, borçlanan tarafların borçlarını yazdırmaları ve bunu yazmaya çağırılan kâtibin de bunu yazması farzdır. Bir kı­sım âlimlerin: “Şayet birbirinize güveniyorsanız, güvenilen kimse emaneti yeri­ne versin. [204] âyetini delil göstererek borcu yazma farziyetinin neshedildiğini söylemeleri isabetli değildir. Zira bu son âyet-i kerime, borcu yazdırmaya bir imkân olmadığı veya borcu yazacak bir kâtip bulumadığı durumları sözkonusu etmektedir. Yazma işinin mümkün olduğu ve yazacak kâtibin de bulunduğu du­rumlarda borcu yazmanın farz olması hükmü geçerlidir. Bu itibarla bu son âyetin, birinci âyeti neshettiği söylenemez. Çünkü, iki âyetin birbirini neshetti-ğini söyleyebilmek için ikisinin hükmünün bir mesele üzerinde aynı anda çakış­maları gerekir. Şayet birinin hükmünü uygulama imkân dahilinde olmadan ikin­ci hükmü, bir alternatif olarak uygulanacaksa, burada nâsih ve mensuh sözkonu­su değildir. Bir sıralama vardır. Eğer denilirse ki: “Şayet birbirinize güveniyor­sanız güvenilen kimse, emaneti yerine versin. [205] âyeti “Ey iman denler, belirli bir vadeye kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın.” âyetini neshet-miştir. Bu takdirde “Şayet hasta iseniz yahut yolculukta bulunuyorsanız veya herhangi biriniz tuvaletten gelmişse veya kadınlara dokunmuşsanız ve su da bulamamtşsanız temiz toprakla teyemmün yapın[206] ifadesinin: “Ey iman eden­ler, namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi ve ellerinizi, dirseklere kadar yıkayın[207], başlarınızı mesnedin, ayaklarınızı da topuklara kadar yıkayın.”ifadesini neshettiğini söylemek icabeder ki bunun böyle olduğunu kimse iddia edemez. Zira, abdest almaya imkân bulamayan kimselerin teyemmüm etmeleri emredil­miştir. Keza, zihar, keffareti hakkında “Azad edecek köle bulamayanın ise karı­sı ile temasta bulunmadan önce aralıksız iki ay oruç tutması gerekir. [208] âyetinin “Karılarına zıhar yapıp sonra da söylediklerinden dönenlerin kanlarıyla temasta bulunmadan evvel bir köle azad etmeleri gerekir[209] âyetini neshettiği­ni söylemek icabeder ki bunun da yanlış olduğu ortadadır. Zikredilen bu son âyetlerle bahse konu olan âyetin ve onu neshettiği iddia edilen âyetin, birbirleri­ne alternatif olma bakımından, aralarında hiçbir fark yoktur. Nasıl ki, abdest al­ma imkânı bulamayana teyemmün etmesi emredilmiş, zıhar keffaretinde köle azad etmeye gücü yetmeyene iki ay peşpeşe oruç tutması emredilmiş, aynı şe­kilde borcu yazdırmaya imkân bulamayana da “Şayet birbirlerine güveniyorlar­sa yazdnrnadan borçlanma muamelesini yapabileceklerine izin verilmiştir. Bun­ların, birbirlerini neshettiklerini söylemek yersizdir.

Âyet-i kerimede: “Borçlu olan kimse yazdırsın ve rabbi olan Allahtan korksun. Borcundan hiçbir şey eksiltmesin.” buyrulmaktadır. Bu ifadeden de anlaşıldığı gibi, borcu yazdırma yükümlülüğü borçluya aittir. Onun borcu yaz­dırması, üzerine farzdır. Borcunu yazdırırken alacaklısının hakkında herhangi bir şeyi eksiltmemesi emredilmiştir.

Âyet-i kerimede: “Eğer borçlu, aklı ermez veya zayıf yahut da yazdı rma-ya güc yetmeyen bir kimse ise onun yerine velisi doğru olarak yazdırsın.” buy-rulmaktadir. Âyetin bu bölümünde, borcunu yazdırmaktan âciz olan kimseler zikredilmektedir. Onlar da şu kimselerdir:

a- Aklı ermeyen diye tercüme edilen dir. Mücahide göre “Se-fih”ten maksat, yazdırmayı ve diğer işleri kavramayan kimse demektir.

Süddi ve Dehhaka göre ise buradaki “Sefih”ten maksat, küçük çocuktur. Taberi buradaki sefihten maksadın, yazdırmayı bilemeyen kişi okluğunu söyle­yen görüşün daha evla olduğunu, küçük çocuğun da bu ifadenin kapsamına gir­diğini söylemiştir.

b- Zayıf olan kimes’den maksat ise, dilindeki peltelikten veya konuşmak­tan acizliğinden dolayı kâtibe yazdıramayan demektir. Dehhak, Süddi ve Müca­hide göre buradaki “Zayıf kimseden maksat, ahmak olan kimsedir.

c- Yazdırmaya gücü yetmeyen kimseden maksat ise, yazma anında orada bulunmayan veya hapsedilmiş gibi kimselerdir.

Ayet-i kerimede “Erkeklerinizden iki de şahit tutun.” buyurulmaktadir. Burada geçen “Erkekleriniz” ifadesinden maksat, müslüman ve hür olan erkek­lerdir. Köleler ve kâfirler bu ifadenin dışındadır. Onların şahitlikleri söz konusu değildir. Nitekim Mücahid, bu kelimeyi bu şekilde yorumlamıştır.

Âyet-i kerimede: “Eğer iki erkek bulunmazsa, şahitlerden, kendisine gü­vendiğiniz bir erkek ve biri unutunca diğerinin hatırlaması için iki kadın şahitlik etsin.” buyrulmaktadır. Burada “Kendilerine güvendiğiniz” şeklinde tercüme ifadesinden maksat, Reb’ b. Enes ve Dehhaka göre, dinine ve dürüstlüğüne güvenilen kimselerdir

Ayet-i kerimede “Kadınlardan biri unutursa diğerinin hatırlaması için Şeklinde geçen ifade üç şekilde okunmuş­tur.

a- Bütün Hicaz ve Medine halkı ile Irak halkının bir kısmı, âyetin bu bö­lümünü, Kur’an-ı Kerimde tesbit edilmiş olan bu şekliyle okumuşlardır ve âyetin mânâsının “Şayet şahitlik edecek iki erkek bulunmazsa bir erkek iki de kadın şahitlik etsinler. Kadınların iki oluşunun sebebi, onlardan birinin meseleyi toparl ayam aması halinde diğerinin ona hatırlatması içindir.” şeklinde olduğunu söylemişlerdir.

b- Diğer bir kısım âlimler ise âyetin bu bölümünü şeklinde okumuşlardır. Âyeti bu şekilde okuyanlar, mânâsı husu­sunda iki kısma ayrılmışlardır.

Bunların bazılarına göre âyetin mânâsı şöyledir: “Eğer iki erkek bulun­mazsa, şahitlerden kendisine güvendiğiniz bir erkek ile iki kadın şahitlik etsin. Kadınların iki oluşunun sebebi, onlardan birinin meseleyi toparlayamaması ha­linde, diğeri onu takviye ederek bir erkek gibi yapması içindir.” Yani, kadınlar­dan biri şahitlik esnasında irade zaafıyetine düşecek olursa diğeri onu güçlendi­rir. Böylece ikisi bir erkeğin yerini tutmuş olur. Süfyan b. Uyeyne, âyetin bu bölümünü işte bu şekilde izah etmiştir.”

Âyetin bu bölümünü bu kıraatla okuyan diğer bazı âlimlere göre ise mânâ şöyledir: “Kadınlardan biri unutacak olursa, diğerinin ona hatırlatması için bir erkeğin yerine iki kadın şahitliği aranmıştır.”

c- Diğeri bir kısım âlimler ise âyetin bu bölümünü şu şekilde okumuşlar­dır: Mânâsının da şöyle olduğunu zikret­mişlerdir: “Erkeklerinizden iki de şahit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa, şahit­lerden kendisine güvendiğiniz bir erkek ve iki kadın şahit tutun. Eğer kadınlar­dan biri unutacak olursa diğeri ona hatırlatsın.” âyet-i kerimeyi bu şekilde A’meş okumuştur.

Taberi, birinci kıraat şeklini tercih etmiş ve âyetin bu bölümünün mânâsının: “Eğer iki erkek bulunmayacak olursa bir erkek ile iki kadın şahitlik etsin. Ta ki kadınlardan biri unutacak olursa diğeri ona hatırlatmış olsun.” şek­linde olduğunu söylemiştir. Taberi bu kıraat şeklini tercih etmesinin sebebinin, Önceki ve sonraki kurraların, âyet-i kerimeyi bu şekilde okumaları ve bu kıraa­tin yaygın bir kıraat olduğu, bunun dışındaki A’meş’in kıraatinin ise ferdi bir kı­raat olmasıdır. Taberi, Süfyan b. Uyeynenin te’vilinin de yanlış olduğunu söyle­miştir. Zira Süfyan b. Uyeyne bütün müfessirlerin aksine bir yorumda bulun­muş, ayrıca kadınlardan birinin diğerini erkek gibi yapacağım ifade eden bir açıklama yapmıştır. Onun bu izahı doğru değildir. Çünkü kadınlardan birinin meseleden sapması erkeklerde olduğu gibi onu unutmasıyla olur. Diğer kadın onu erkek haline getirmez unuttuğunu ona hatırlatır. Nitekim Reb’i b. Enes, Süddi ve Dehhak âyeti: “Onlardan biri unutursa diğeri ona hatırlatsın.” şeklinde izah etmişlerdir. Bu da bizim izah tarzımıza uygundur.

Ayet-i kerimede: “Şahitler çağrıldıklarında kaçınmasınlar.” buyrulmakta­dır. Müfessirler, şahitlerin çağınlmalan halinde hangi çeşit şahitlikten kaçınma­larının yasaklandığı hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Katade ve Rebi’ b. Enese göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir:

Bir yazışma veya herhangi bir hak için şahit olmaya çağırılan insanlar, şahit ol­maktan kaçınmasınlar, Kendilerini çağıranın çağırışını kabul etsinler.” Bu hu­susta Reb1 b. Enes diyor ki: “Kişi geliyor bir çok topluluklar geziyor, şahit tuta­cak birini arıyordu. Fakat kimse onun çağırışını kabul etmiyordu. Allah teala bu âyet-i kerimeyi indirdi ve “Çağırıldıkları vakit, şahit olacak kişiler imtina et­mesinler.” buyurdu. Böylece çağırılan kişinin şahitlik etmesi gerekli oldu.

b- Şa’bi’ye göre ise âyet-i kerimenin bu bölümü ifade etmektedir ki, her­hangi bir hak için şahit olmaya çağırılan kimsenin şahitlik yapmasının farz ol­ması için, orada çağırılan kimseden başkasının olmaması gerekir. Şayet başka kimse varsa çağırılan kişi şahit olmayı kabul edip etmemekte serbesttir.

c- Hasan-i Basri, Ma’mer ve Abdullah b. Abbastan nakledilen başka bir görüşe göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: “Şahitler bir şey için şahit tutulmaya çağırıldıkları zaman veya bildikleri bir şey hakkında şahitlik yapma­ya davet edildikleri zaman bu çağın ve daveti kabul etsinler, bundan kaçınma­sınlar.” Bu hususta Ma’mer Hasan-ı Basrinin şöyle dediğini rivayet ediyor: “Bu âyet iki şehadet şeklini ifade etmektedir. Sen, bildiğin bir şey hakkında şahitlik etmeye çağırılacak olursan şahitlik etmekten kaçınma. Yine sen bir şey için şa­hit tutulmaya çağırılacak olursan o mesele hakkında şahit olmaktan kaçınma.”

d- Mücahid, Ebu Miclez, Âmir eş-Şa’bî, İkrime, Ata, Said b. Cübeyr ve diğer bir kısım âlimlere göre âyet-i keriminin bu bölümünün mânâsı şöyledir: “Şahitler, daha önce şahit tutuldukları mesele hakkında şahitliğe çağrıldıkları zaman şahitlik yapmaktan kaçınmasınlar.” Görüldüğü gibi bunlara göre daha önce olaya şahit olmayan kimse, şahit tutulmaya çağırıldığı zaman, onu yapıp yapmamakta serbesttir. îbn-i Cüreyc diyor ki: “Ben Ataya dedim ki: “Nasıl olur da bir kişi borçlanma ile ilgili bir muameleyi yapmaya çağırıldığında onu yaz­maya mecbur olur?” Ata da dedi ki: “Bu böyledir. Kâtibin yazması, üzerine farzdır. Fakat şahidin şahit olması, üzerine farz değildir. Çünkü şahitler çoktur.

e- Atiyye el-Avfî ve Atadan nakledilen diğer bir görüşe göre Allah teala âyet-i kerimede, herhangi bir hak için şahit tutulmaya çağırılan erkek ve kadına, davete icabet etmelerini ve şahit olmaktan kaçınmamalarını emretmiştir. Ancak buradaki emir farziyet değil mendupluk ifade etmektedir. Şahitlikten kaçınan kimse günahkâr olmaz. Görüldüğü gibi bunlara göre buradaki şahitlikten mak­sat, kişinin, bildiği bir mesele hakkında şahitlik yapması değil belli bir muame­lede şahit gösterilmesidir.

Taberi diyor ki: Bu görüşlerden tercihe şayan olan görüş, buradaki şahit­likten maksadın, kişinin bildiği bir şey hakkında, idarecinin veya hakimin huzu­runda şahitlik etmesi ve böylece hak sahibinin hakkının, yükümlü olandan alın­masına vasıta olmasıdır. Kişi bu şekilde bir şahitlik yapmaya davet edildiğinde bu davete icabet etmesi gerekir.

Taberi diyor ki: “Burada zikredilen şahitten maksadın, bildiği bir mesele hakkında şahitlik yapacak kimse olduğunu söylememizin ve bu görüşü tercih et­memizin sebebi, âyet-i kerimede, bu insanlara “Şahitler” ismi verilmesidir. İn­sanlar, ancak olaylara şahit tutulmaları ve olayları daha önce bilmeleri halinde kendilerine “Şahit” denir. İnsanları belli bir olay için şahit tutmadan onlara “Şa­hit” adı vermek caiz değildir. Ayrıca “Şahitler” kelimesinin başında harf-i tarifinin bulunması, bunlann belli şahitler olduklarını, yani olayı daha önceden bilen kişiler olduklarını ifade eder ki bu da bizim izah şeklimizi te’yid etmekte­dir.

Taberi eliyor ki: “Her ne kadar, âyetin bu bölümünde zikredilen “şahit­ler” den maksat, daha önce geçen bir olaya şahit tutulan kimseler ise de herhangi bir olaya şahit olmayan kimselerin belli bir mesele veya hak hususunda şahit tu­tulmaya çağınlmalan halinde, şayet kendilerinden başka şahitlik etmeye müsaid biri bulunmayacak olursa bu gibi kimselerin de bu gibi çağırılan kabul etmeleri farzdır. Şahit olma davetine icabetten imtina edemezler. Çünkü, haklan tavsik eden bir belgeyi yazmaya çağırılan katip imtina edemeyeceği gibi, ona şahit tu­tulmak istenen kimse de imtina edemez. Bu mesele tıpkı, Allanın dinini ve İs­lam şeriatını bilen bir kimseye dini ve imanı bilmeyen cahil bir kimsenin, ken­disine din ve imanı öğretmesini istemesi gibidir. Şayet orada, bu çağırılan kişi­nin dışında imani eseslan ve İslam şeratmı bilen başka bir kimse bulunmazsa o kişinin, çağıranın davetini kabul etmesi farzdır. Ancak bu hüküm bu âyet-i keri­meden değil zikrettiğimiz diğer delillerden çıkartılmaktadır.

Âyet-i kerimede “Alış veriş yaptığınız zaman da şahit tutun.” buyurul-maktadır. Bu ifadeden maksat, peşin olarak yapılan alış verişlerde de şahit tut­maktır. Âyetin bundan önceki bölümünde peşin olarak yapılan alış verişlerin yazılmamasmın bir mahzuru olmadığı belirtildikten sonra bu bölümünde de şa­hit tutmanın yazdırma gibi olmadığı, peşin yapılan alış verişlerde dahi şahit tut­manın icabettiği belirtilmektedir. Zira, şahit tutulmaması halinde her iki tarafın da zarara uğramalanndan korkulmaktadır. Mesela, müşterinin hakkının zayi ol­ması şu şekilde olabilir. Satıcı satışı inkâr etmiş olabilir. Sattığı malın, kendi malı olduğuna dair bir şahit bulur, satıcı, şanidiyle birlikte malın kendisine ait olduğuna dair yemin edecek olursa, hakim satıcı lehine karar verir. Böylece alı­cının satın aldığı mal elinden çıkmış olur. Satıcının hakkının zayi olması ise şu şekilde olur. Müşteri teslim aldığı malı satın aldiğnu inkâr eder. Elinde bulunan malın kendisine ait olduğuna dair yemin eder. Böylece satıcının sattığı malın bedelini alma hakkı zayi olur. İşte bu gibi durumların meydana gelmemesi için alış verişlerinde şahit tutmaları emredilmiştir. Ancak müfessirler taraflara, bura­daki emrin mendubiyet mi yoksa farziyet mi ifade ettiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Hasan-i Basri ve Şa’bîye göre, âyetin bu bölümündeki şahit tutma em­ri, mendubiyet ifade eder. Peşin alış veriş yapanlar, dilerlerse şahit tutarlar dile­mezlerse tutmazlar. Bunlar, görüşlerine delil olarak şu âyeti zikretmişlerdir: “Şayet birbirinize güveniyorsanız, güvenilen kimse emaneti yerine ver­sin. [210] Görüldüğü gibi, birbirine güvenen kimselerin şahit tutmaktan muaf oldukları beyan edilmektedir.

b- Dehhaka göre ise âyetin bu bölümündeki “Şahit tutun” ifadesi, farziyet ifade etmektedir. Buna göre peşin alış veriş yapan taraflar, muamelelerini yaz-dınmak zorunda değillerse de ona mutlaka şahit tuüîiak zorundadırlar.

Taberi bu son görüşü tercih etmiş, bu görüşüne gerekçe olarak ta şunu zikretmiştir: Aslında Allah tealanın bütün emirleri farziyet ifade ederler. Ancak bu emirlerin mendubiyet ve irşad ifade ettiklerine dair kesin bir delil bulunması halinde bu emirler mendubiyet veya irşad ifade ederler. Burada buna dair her­hangi bir delil bulunmadığına göre her satıcı ve müşterinin yaptıkları alış verişe şahit tutmaları farzdır. Bu farziyeti ortadan kaldıran herhangi bir delil yoktur.

Âyet-i kerimede geçen ve “Kâtibe de şahide de zarar verilmesin.” şeklin­de tercüme edilen cümlesi müfessirler tarafından çe­şitli şekillerde izah edilmiştir.

a- Tavus, Hasan-ı Basri, Katade ve İbn-i Zeyde göre bu âyet-i kerimenin mânâsı şöyledir: “Katip te şahit te, yazdıran ve şahitlik yaptıran kimselere zarar vermesinler. Yani, katip, yazdırılandan daha fazla veya daha eksik yazarak ken­disine yazdıran tarafa ve karşı tarafa zarar vermesin. Tutulan şahit de şahitlik ederken doğruyu söylemeyerek tarafların haklarım zayi etmesin. “Görüldüğü gi­bi, âyeti bu şekilde tefsir edenler kelimesinin aslımn olduğunu kabul etmişlerdir.

b- Ata, Abdullah b. Abbas ve Mücahid de âyette zikredilen kelimesinin aslının olduğunu, bu nedenle âyetin mânâsının, “Katip te şahit te, yazdırana ve şahitlik yaptırana zarar vermesinler.” demek olduğunu söylemişler ancak kâtibin ve şahidin taraflara zarar vermelerinin, yazmaktan ve şahitlik yapmaktan kaçınmakla meydana geleceğini söylemişlerdir. Bunlara gö­re alış veriş yapan insanlar, bu muamelelerini yazmak için bir kimseyi yazmaya çağıracak olurlarsa o kimse çağıranlara uyup muamelelerini yazmalıdır. Aksi takdirde âyetin bu bölümünde de ifade edildiği gibi, taraflara zarar vermiş olur. Şahit olmaya çağırılan kimsenin durumu da böyledir.

c- Hz. Ömer, Abdullah b. Mes’ud, Mücahid, Abdullah b. Abbas, İkrime, Dehhak Süddi, Rebi1 b. Enes ve Tavustan nakledilen diğer bir görüşe göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: “Yaptıkları muameleyi yazdırmak iste­yen ve bu muameleye şahit tutmak isteyen kimseler, yazacak olan kâtibe ve şa­hitlik yapacak olan şahide zarar vermesinler. “Bunlara göre kelimesinin aslı dür. Katip ve şahide zarar verilmesi ise, bunları yapacak başka insanların bulunmasına ve bunların meşgul olmalarına rağmen, muamele­yi yazmaya ve şahit olmaya manevi bir baskı ile zorlanmaları İle olur. Mesela: “Benim işim var git başkasına yazdır.” diyen kâtibe: “Sen yazmakla emrolun-dun. Allah teala ‘Katip onu, Allanın kendisine öğrettiği gibi yazmakta!) kaçın­masın.’ buyurmaktadır.” diyerek onu mecbur etme ile olur. Şahit için de aynı şeyler sözkonusudur. Mealde bu görüş tercih edilerek âyete buna göre mânâ ve­rilmiştir. Taberi de bu görüşü tercih etmiş ve gerekçe olarak özetle şunları söy­lemiştir: “Allah teala âyet-i kerimenin başından sonuna kadar borçla muamele yapan kimselere hitabetmiş, onlara bir kısım şeyleri emretmiş ve bir kısım şey­leri de yasaklamıştır.”

Âyet-i kerimede, borçla muamele yapan tarafların dışındaki kişilere ya­pılan hitap ise emr-i gaip ve nehy-i gaip siygasıyla (istek ve dilek kalıplarıyla) ifade edilmiştir. Mesela: “Katip doğru olarak yazsın” “Şahitler çağırıldıklarımla kaçınmasınlar.” şeklinde ifade edilmişlerdir. Burada da “Katip ve şahit zarar görmesin” demek daha isabetlidir. Çünkü onlar için yine emr-i gaip siygası kul­lanılmış olur. Ayrıca âyet-i kerimenin devamında ikil kalıbı kullanılmayıp çoğul kalıbı kullanılarak: “Eğer zarar verirseniz o sizin için doğru yoldan sapma olur” buyurulması da gösteriyor ki burada kendilerine zarar verilmesi yasaklanan kimseler kâtip ve şahittir. Zarar vermemeleri istenenler ise borçla muamele ya­pan taraflardır. Şayet, kâtip ve şahidin zarar vermemesi istenecek olsaydı ikil kalıbı kullanılır ve “Eğer o ikisi zarar verirse” denirdi ve muhatap yerine gaip cümleleri kullanılırdı.

Âyet-i kerimede “Eğer zarar verirseniz o sizin için doğru yoklan sapma olur.” Duyurulmaktadır. Dehhak, Abdullah b. Abbas ve Rebi1 b. Enes âyetin bu bölümünü “Ey borçla muamele yapan insanlar, şayet sizler, kâtibe veya şahide zarar verecek olursanız, şüphesiz ki böyle yapmanız, doğru yoldan ayrılmak ve günah işlemek olur.” şeklinde izah etmişlerdir. İbn-i Zeyd ise “Şayet katip, ken­disine yazdı nl un in dışında bir şey yazarak şahit de -şahitliğini değiştirerek borçla muamele yapan kişilere zarar verecek olurlarsa bu onlar için haktan ayrılma ve yalana düşme olur.” şeklinde izah etmiştir. [211]

 

283- Eğer yolculukta iseniz ve katip bulamazsanız alınan rehinler de yeter. Şayet birbirinize güveniyorsanız, güvenilen kimse emaneti yerine versin. Kabbi olan Allahtan korksun. Şahitliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse şüphesiz o, kalbi günahkâr kimsedir. Allah, yaptıklarınızı çok iyi bilendir.

Şayet yolcu olur, alacağınızı yazdıracak bir katip de bulamazsanız malla­rınızı güvence altına almak için alacağınız karşılığında rehin alın. Şayet birbiri­nize güveniyor ve borçludan rehin alamı yorsam z, borçlu kendisine bir emanet olan borcu ödesin. Onu inkâr etmek hususunda rabbi olan Allahtan korsun. Ce­zasına çarpılmasın. Ey şahitler, hakimler huzurunda şahitlik ettiğiniz zaman şa­hitliğinizden hiçbir şey gizlemeyin. Kim, şahitlik edeceği konuda bazı hususları veya tamamını gizlerse şüphesiz ki o, günahkârdır, Allaha isyan etmiştir. Allah, bütün amellerinizi çok iyi bilen ve hayınn da şerrin de karşılğını verendir.

Kıraat âlimleri bu âyette zikredilen kelimesini iki şekilde okumuşlardır.

a- Bütün şehirlerin kurralan bu kelimeyi şeklinde okumuşlar­dır. Taberi de bu kıraat şeklini tercih etmiştir. Buna göre âyetin mânâsı şöyledir: “Ey borçla muamele yapan insanlar, eğer sizler, yolculuk haiinde, muamelenizi yazacak bir katip bulamayacak olursanız ve ona şahit de tutamıyorsamz belli bir vadeye kadar yaptığınız borçlanmaya bir teminat olmak üzere, borçlu alacaklı­ya rehin versin.” Dehhak ve Rebi’ b. Enes âyeti bu kiraaat şekline göre izah et­mişlerdir.

b- Önceki kurralardan bir topluluk bu âyette zikredilen kelime­sini şeklinde okumuşlardır. Bunlara göre âyetin mânâsı şöyledir: “Ey borçla muamele yapan insanlar, eğer sizler, yolculuk halinde olur ve yaptığınız borçlu muameleyi, mürekkep yokluğundan veya kalem bulunmamasından, ya­hut da yazacak-bir kişinin yokluğundan dolayı, yazdırma imkânınız olmazsa, haklarınızı teminat altına almak üzere borçlu olan taraf, alacaklıya rehin teslim etsin.” Abdullah b. Abbas, Mücahid ve Ebul Âliye, ayeti bu kıraata göre izah et­mişlerdir. Abdullah b. Abbas, “Yazma imkânf’ndan maksadın “Kitap, kağıt, mürekkep ve kalem” olduğunu söylemiştir. Bunlardan herhangi birinin bulun­maması halinde, tarafların yazışmayı terkederek rehine başvurmaları icabettiği-ni söylemiştir.

Ayet-İ kerimede: “Şayet birbirinize güveniyorsanız güvenilen kimse ema­neti yerine versin.” buyrulmaktadır. Bunun izahı şöyledir; “Eğer borçlu, alacaklı tarafından güvenilen bir kişi olur da yolculuk esnasında alacaklı ona güvenerek kendisinden rehin almayacak olursa borçlu, borcunu ödeme hususunda Allahtan korksun, onu nikâr etmesin, onu savsaklamasın ve alacaklıdan uzaklaşıp Ödeye­ceği borcu alıp götürmesin.”

Dehhaka göre borçla muamele yapan insanlar ancak yolculuk halinde yazma ve şahit tutma imkânı bulamadıkları için alacakları karşılığında borçlu­dan rehin alırlar veya borçlu güvendikleri bir kimse ise rehin almadan da mua­mele yapabilirler. Şayet onlar, yolcu değilseler, kâtip ve şahit buldukları takdir­de muamelelerini yazdırmak ve ona şahit tutmak zorundadırlar.

Taberi diyor ki: “Dehhakm yolculuk yapan kimseler hakkında söyledikle­ri doğrudur. Onlar, yazdırma imkânı bulamazlarsa rehin verirler veya hiç rehin almadan da muamele yapabilirler. Ancak Dehhakın, yolcu olmayan kimseler hakkında ki görüşü isabetli değildir. Zira o, yolculuk yapmayanların, borçlarını yazdirmaksızın rehin almalarını caiz görmemektedir.

Halbuki Resulullah, mukim iken vadeli olarak gıda maddeleri satın almış ve yerine zırhını rehin vermiştir. Elbette ki Resulullah Medinede kâtip ve şahit bulmaktan âciz değildi. Fakat o rehin vermişti. Bu da gösteriyor ki, mukim olan insanlar da, kâtip ve şahit bulabilecekleri halde rehinli muamele yapabilirler. Ancak, rehinli muamele yapan insanlar, bu muameleyi yaparken kâtip ve şahit bulabilirlerse hem borçlanın hem de rehinlerini yazdırmak ve onlara şahit tut­mak zorundadırlar. Bunları bulamazlarsa yazdırma ve şahit tutma yükümlülüğü onlardan düşer.

Görüldüğü gibi, Taberi ye göre rehinli muamele yapmak, hem yolculuk halinde hem de mukim iken caizdir. Böyle bir muameleyi yapmak, kâtip ve şa­hidin bulunup bulunmamasıyla alakalı değildir. Bulunurlarsa rehinli muamele de yazılır ve şahit tutulur. Bulunmazlarsa, yolculuk anında olduğu gibi yazdır­maya ve şahit tutulmaya gerek yoktur.

Ayet-i kerimede: “Şahitliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse şüphesiz p, kalbi günahkâr kimsedir.” buynılmaktadır. Allah teala bu ifade ile alacaklının ve borçlunun şahit tuttukları kişilere hitabetmek ve onlara: “Ey şahitler, sizler şahit tutulduktan sonra, idareciler ve hakimler huzurunda şahitlik yapmaya çağı­rıldığınız zaman, bildiğiniz şahitlikten herhangi bir şeyi gizlemeyin. Sizden kim, şahitlikten bir şey gizleyecek olursa şüphesiz ki, o kalbi günahkâr olandır ve günah işlemiştir.” buyurmuştur. Bu hususta Reb’ b. Enes diyor ki: “Herhangi bir kimsenin bildiği bir şeyi şahitlik ederken gizlemesi helal değildir. Velev ki o şahitliği, kendi aleyhine veya annesinin babasını aleyhine olsun.

Abdullah b. Abbas da bu hususta şunları söylemiştir: “En büyük günah, Allaha ortak koşmaktır. Çünkü bu hususta Allah teala, “Kim Allaha ortak koşarsa, şüphesiz ki, Allah ona cenneti haram kılmıştır ve onun varacağı yer cehen­nemdir. Zalimlerin hiçbir yardımcısı da yoktur. [212] buyurmuştur. Bir de yalan yere şahitlik etmek ve şahitlik ederken bazı şeyleri gizlemektir, çünkü bu husus­ta da Allah teala: “Kim şahitliği gizlerse, şüphesiz ki o, kalbi günahkâr kimse­dir.” buyurmuştur. [213]

 

284- Göklerde ve yerde ne varsa Allahındır. İçini/dc olanı açıklasa-nız da gizleseniz de Allah, onunla sizi hesaba çeker. Ve dilediğini bağışlar dilediğine ise azabeder. Allah, her şeye kadirdir.

Göklerde ve yerde bulunan her şey Allahındır. Onları sevk ve idare et­mek ve onları evirip çevirmek Allaha aittir. Onlarda meydana gelen hiçbir şey ona gizli değildir. Çünkü Allah onların maliki, sevk ve idare edeni ve her husus­ta onlar üzerinde tasarruf sahibidir. Ey insanlar, s iz, içinizde bulunan bir şeyi açığa vursaniz da örtüp gizleseniz ve bu sebeple onu kimse bilmese de Allah ondan dolayı sizi hesaba çekecektir. Allah, iman ehlini affeder, şirk ve isyan eh-line-ise azabeder. Allah, her şeye gücü yetendir.

Müfessirler bu âyet-i kerimenin mensuh olup olmadığı hakkımla çeşitli görüşler zikretmişlerdir:

a- Mücahid ve Miksem’in Abdullah b. Abbastan naklettiklerine ve İkrime ve Şa’biden rivayet edildiğine göre bu âyet-i kerime mensuh değildir. Hükmü bakidir ve hükmü şahitlerle ilgilidir. Bu izaha göre âyetin mânâsı şöyledir: “Ey şahitler, yaptığınız şahitlikten bir şey gizlemeyin. Kim, şahitlikten bir şey gizle­yecek olursa o, kalbi günahkâr olan kimsedir. Sizin o gizlediğiniz şey benden gizli kalmaz. Çünkü ben her şeyi bilenim. Göklerin ve yerin mülkiyeti, sevk ve idaresi bana aittir. Eğer sizler, şahitliğe ait gizlenmesi gereken bir şeyi açığa vu­rur veya açığa vurulması gereken bir şeyi gizleyecek olursanız, şüphesiz ki Al­lah, sizleri bundan dolayı hesaba çekecektir. Dilediğine kötü amelinden dolayı azabedecek, dilediğinin ise günahlarını affedecektir.

b- Başka bir kısım müfessirler ise bu âyet-i kerimenin, şahitler hakkında nazil olmadığını, bu âyetin, Allah tealamn, kullarının hem fiilen yaptıkları amellerden hem de yapmayı doşünüp te fiilen yapmamış oldukları amellerden hesaba çekeceğini bildinnek için nazil olduğunu söylemişler faka bunlar, kendi aralarında, bu âyetin mehsuh olup olmadığı hakkında üç ayrı görüş zikretmişler­dir:

1- Ebu Hureyre, Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr, Âmir eş-Sa’bi, Ab­dullah b. Mes’ud, Mücahid, Hasan-ı Basri, Katade, İbn-i Zeyd, Ebu Ubeyde b. Abdullah b. Mes’ud, Süddi ve Hz. Aişeden nakledilen bir görüşe göre bu âyet~i kerime, bundan sonraki âyetten sonra gelen “Allah, bir kimseyi ancak gücünün yettiği ile mes’ul tutar. Herkesin kazandığı iyilik lehine yaptığı kötülük ile aley­hinedir. [214]âyet-i kerimesiyle neshedı im iştir. Bu hususta, Ebu Hureyre diyor ki:

“Bu âyet-i kerime Resulullaha gelince bunun hükmü Resıılullahın sahabi-lerine çok ağır geldi. Onlar Resulullaha geldiler ve diz çökerek şöyle dediler: “Ey Allanın Resulü, bizler, namaz, oruç, cihad ve sadaka gibi gücümüzün yetti­ği amellerle mükellef tutulduk. Şimdi ise sana bu âyet indirildi. Biz buna güç yeti rem iyoruz.” Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Sizler de siz­den önceki iki ehl-i kitap (Yahudi ve Hristiyanlar) gibi “İşittik ve isyan ettik.”mi demek istiyorsunuz? Hayır öyle demeyin. Deyin ki: “İşitti, itaat ettik.” Ey rabbi-miz, bizi afeyle, dönüş ancak sanadır. “Bunun üzerine sahabiler: “Ey rabbimiz, işittik ve itaat ettik, sen bizi bağışla, dönüş ancak sanadır.” dediler. İnsanlar bu­nu okuyup dilleri buna alışınca, bunun arkasından Allah teala: “Peygamberler ve müminler, rabbi tarafından Peygambere indirilene iman ettiler. “Allanın Pey­gamberlerini birbirinden ayırdetmeyiz.” dediler. İşittik ve itaat ettik, rabbimiz, affını dileriz dönüş sanadır.” diyerek yalvardılar…” âyetini indirdi[215]

Sahabiler: “Bunu böyle yapınca (İşittik itaat ettik, ey rabbimiz bizi affey-le, dönüş ancak sanadır) demeye devam edince Allah teala:” İçinizden olanı açıklasanız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker.” âyetin hükmünü kaldırıp onlara şu âyetleri (Bakara suresinin bu son âyetlerini) indirdi. “Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği ile mes’ul tutar. Herkesin kazandığı iyilik lehine, yaptığı kötülük ise aleyhinedir. Kul: “Rabbimiz, eğer unutacak ve yanılacak olursak bizi sorumlu tutma.” deyince Allah: “Evet (tutmayacağım)der. Kul: “Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme.” deyin­ce Allah: “Evet (yüklemeyeceğim) der. Kul: “Rabbimiz, bize gücümüzün yet­mediğini de taşıtma.” deyince Allah: “Evet (Taşıtmayacağım) der. Kul: “Bizi af­fet, bizi bağışla, bize merhamet et, sen bizim mevlaınızsin, Kâfir topluluğa karşı bize yardım et.” deyince Allah: “Evet (Yardım edeceğim) der. [216]

Abdullah b. Abbas diyor ki:

“İçinizde olanı açklasanız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker ve dilediğini bağışlar dilediğine ise azabeder.” âyet-i kerimesi inince müminle­rin kalblerine daha önce hiç gelmeyen bir şey geldi. Bunu Resulullaha söyledi­ler. Resulullah da onlara “Deyin ki işittik itaat ettik.” buyurdu. Allah imanı on­ların kalblerine yerleştirdi ve bundan sonra gelen iki âyeti indirdi. Onlar: “Rab­bimiz, eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi sorumlu tutma.” dediler. Allah teala da: “Bunu yaptım. Sizi sorumlu tutmadım.” buyurdu. Onlar, “Rabbizimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme.” deyince Allah tea-la”Bunu yaptım size ağır yük yüklemedim.” buyurdu. Onlar: “Rabbimiz bize gücümüzün yetmediğini de taşıtma bizi bağışla bize merhamet et.” deyince Al­lah teala: “Ben bunu yaptım.” buyurdu. [217]

Sadi b. Mürcane diyor ki: “Ben Abdullah b. Ömerin yanına vardım. O, “İçinizde olanı açıklasanız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker ve dilediğini bağışlar dilediğine ise azabeder.” âyetini okudu. Sonra “Allaha yemin olsun ki eğer bizler bu âyete göre hesaba çekilecek olursak mutlaka helak olu­ruz.” dedi. ve ağladı. Öyle ki gözlerinden yaşlar aktı. Sonra ben Abdullah b. Ab-basa gittim ve dedim ki: “Ey Ebu Abbas, ben Abdullah b. Ömerin yanına gitti o, “İçinizde olanı açıklasanız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker.” âyetini okudu ve sonra dedi ki: “Allaha yemin olsun ki eğer biz bu âyetle hesaba çekilecek olursak mutlaka helak oluruz.” Sonra da ağladı ve gözlerinden yaşlar aktı.” Bunun üzerine Abdullah b. Abbas dedi ki: “Allah, Abdullah b. Ömeri af-feylesin. Resuiullahın diğer sahabileri de bu âyetten onun gibi korkmuşlardı. Bunun üzerine Allah teala: “Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği ile mes’ul tutar. Herkesin kazandığı iyilik lehine yaptığı kötülük ise aleyhinedir.” âyetini indirdi. Kişinin kalbine gelen vesveselerin günah olmalarını neshetti. Sadece söylediği sözün ve yaptığı işin muteber olduğunu beyan eti. Mücahid de Abduliah b. Ömer ile Abdullah b. Abbasın arasında geçen olayda Said b. Mürcanenin değil de kendisinin bulunduğunu rivayet etmiştir.

2- Abdullah b. Abbas, Kays b. Ebi Hazım, Reb’ ib. Enes ve Hasan-ı Bas-riden nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime, sadece şahitler hakkında inmemiştir. Bütün insanlar hakkında inmiştir. Hükmü mensuh değildir. Allah teala bu âyet-i kerimesiyle kullarına hem fiilen yaptıkları amellerden dolayı kendilerini hesaba çekeceğini hem de fiilen yapmadıkları halde yapmayı düşün­dükleri şeylerden dolayı hesaba çekeceğini bildirmiştir. Bu nedenle Allah teala kulanni hem fiilen yapmış oldukan amellerinden dolayı hesaba çekecek hem de fiilen yapmadıkları halde içlerinden yapmak istediklerinden dolayı hesaba çeke­cektir. Ancak müminlerin, fiilen yapmadıkları ve sadece yapmak istedikleri amellerini âhirette kendilerine bildirdikten sonra affedecek, kâfirlerin ve müna­fıkların ise bu gibi amellerini hem kendilerine bildirecek hem de onları cezalan­dıracaktır. Bu hususta Ali b. Ebi Talha, Abdullah b. Abbasın “İçinizde olanı açıklasaniz da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker.” âyet-i kerimesini izah ederken şunları söylediğini rivayet etmiştir: “Bu hayet neshedilmemiştir. Aziz ve Celil olan Allah, kıyamet gününde yaratıkları bir araya toplayınca onla­ra diyecektir ki: “Ben sizlere, amellerinizi yazan meleklerimin bilmedikleri giz­lediğiniz şeyleri şimdi haber veriyorum.” Sonra Allah müminlere içlerinden ge­çirdikleri şeyleri bildirdikten sonra onları affedecektir. “İşte Allah, onunla sizi hesaba çekecektir.” ifadesinden maksat budur. Yani, Allah, içinizden geçirdiği­niz şeyleri size bildirecektir. İmanında şüphe içinde olanlara ise Allah, içlerinde gözledikleri yalanlamayı haber verecektir. İşte Allah teala “o, dilediğini bağışlar dilediğine ise azab eder.” buyururken bu ikisini kastetmiştir. Diğer bir âyette ise : “Allah sizi, kalbinizin kazandığından dolayı sorumlu tutar. [218]buyur­muş ve imamlarında şek ve şüphe içinde olanları cezalandıracağını beyan etmiş­tir.

3- Dehhakm Hz. Aişeden naklettiği diğer bir görüşe göre bu âyet-i keri­me mensuh değildir. Ancak bu âyet, şahitlerle ilgili değil bütün insanlarla ilgili­dir. Allah teala, bu âyet-i kerimesiyle kullarını, yaptıkları gizli ve aşikâr bütün amellerden hesaba çekeceğini ve onların işledikleri veya işlemek istedikleri giz­li ve açık bütün amellerden dolayı kendilerini cezalandıracağını beyan etmiştir. Ancak onların işleme arzusunu taşıdıkları gizli amellerin cezasını onlara dünya­da üzüntüye ve sıkıntıya sokan felaketler ve âfetler şeklinde verir. Bu hususta, Dehhak, Hz. Aişenin şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: “Kim, bir kötülük işlemeyi arzu eder de onu fiilen yapmayacak olursa Allah ona, arzu ettiği kötü­lük kadar sıkıntı ve üzüntü gönderir. Bu sıkıntı ve üzüntüler onun bu kötülüğü arzu etmesinin keffaretidir. Zeyd, Ümeyyenİn Hz. Aişeden “İçinizde olanı açıklasanız da gizle­seniz de Allah onunla sizi hesaba çeker.” âyetiyle “Kim kötülük işlerse onun ce­zasını görecektir. [219] âyetinin mânaâlarmı sorduğunu, Hz. Aişenin de şu ceva­bı verdiğini rivayet etmiştir: “Ben bu iki âyeti Resulullahtan sorduğumdan beri kimse benden bunların mânâlarını sormamıştı. Resulullah demişti ki: “Ey Aişe. bu âyetler Allahın, kulunu takibettiğini göstermektedir. Öyle ki Allah, kuluna sıtma hastalığı veya başka bir felaket verir. (Yahut) ona bir diken batırır hatta evinde bulunan bir eşyayı kaybettirir. Ondan dolayı kulunu üzer. Sonra da o eş­yayı koltuğunun altında buldurur, böylece kulunu takibat altında tutar. Öyle ki kul, kırmızı altının, potadan alınmış olarak aktığı gibi mümin kul da günahların­dan arınmış olur[220]

Taberi özetle diyor ki: “Zikrettiğimiz bu görüşlerden tercihe şayan olan görüş: “Âyet-i kerime mensuh değildir.” diyen görüştür. Zira bir âyetin neshe-dilmiş olması için onu nesneden âyetin hükmüyle, neshedilen âyetin hükmünün, herhangi bir yönle birleştirilmemiş olması gerekir. Birinin hükmü diğerinin hükmünü ortadan kaldırmalıdır. Halbuki “Allah bir kimseyi ancak gücünün yet­tiği ile mes’ul tutar. Herkesin kazandığı iyilik lehine yaptığı kötülük ise aleyhi­nedir.âyet-i kerimesi [221]“İçinizde olanı açıklasanız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker.” âyet-i kerimesinin hükmünü tamemen ortadan kaldı­rır mahiyette değildir. ‘

Çünkü her hesaba çekme mutlaka cezalandırmayı gerektirmez. Yine ku­lun hesaba çekildiği her günahından dolayı cezalandırılması gerekmez. Zira Al­lah teala mümin kullarına büyük günahlardan kaçınmaları halinde küçük günah­larını affedeceğini vaadetmiştir ve buyurmuştur ki: “Eğer yasakladığımız büyük günahlardan kaçınırsanız kusurlarınızı örter sizi güzel bir makama koyarız. [222] bu (ja gösteriyor ki Allah teala mümin kullarım sadece içlerinden geçirdik­leri kötü şeylerden dolayı hesaba çekince onlan cezai and ırmayacak, sadece on­lara, böyle şeyleri içlerinden geçirmelerine rağmen kendilerini affetme lütfunda bulunduğunu bildirecektir. Nitekim bu hususta Resulullahtan şu hadis-i şerif ri­vayet edilmiştir: Safvanb. Muhriz diyor ki:

“Abdullah b. Ömer tavaf derken bir adam onun önüne çıktı ve ona “Ey Ebu Adurrahman, sen Resulullahhtan, insanın kalbinden geçirdiği şeyler hak­kında bir şey işittin mi?” dedi. Abdullah da: “Ben Resulullahın şöyle buyurdu­ğunu işittim” dedi. “Mümin rabbine yaklaştırılır. Öyle ki rabbi onu koltuğunun altına çeker, ona günahlarını itiraf ettirir ve ona: “Sen şu günahını biliyorsun de­ğil mi?” der. O da iki defa “Biliyorum rabbim, biliyorum rabbim.” der Allah te­la: “Ben o günahını sen dünyadayken örttüm bugün de onu bağışlıyorum.” bu­yurur. Sonra onun iyi amellerini yazan sahifeler dürülür. Kâfirlere gelince, onla­ra şahitlerin huzurunda: “Bunlar rablerine yalan nisbet ettiler[223] diye sesleni­lir. [224]Evet, Allah teala, mümin kuluna kötü amellerini söyler ki ona olan af­fetme lütfumı bildirmiş olsun. İçinden geçirerek açığa vurduğu ve gizlediği şey­leri de bu şekilde kıyamette mümin kuluna bildirecek sonra da onu affetme lüt­funda bulunduğunu kendisine haber vercektir. İşte âyet-i kerimede “O dilediği kimseyi affeder” ifadesinden maksat, budur. Ancak münafıkların içlerinde sak­ladıkları imana dair şek ve şüpheleri, kâfirlerin ise inkârları, âhirette kendilerine açıkça bildirilecek ve içlerinde gizledikleri nifak ve yalanlarından dolayı hesaba çekilip cezalandırılacaklardır. Âyet-i kerimenin “Allah, dilediğine ise azabe-der.” ifadesi, Abdullah b. Abbas ve Mücahidin de dediği gibi bu çeşit insanları gösterir. Müminlerin ise sadece içlerinden geçirdikleri günahlardan dolayı so­rumlu olmayacakları, Resulullahın şu hadis-i şerifinden anlaşılmaktadır.

“Resulullah, Aziz ve Celil olan Allah tealanın şöyle buyurduğunu söyle­miştir: “Kulum güzel bir amel işleyeceğini içinden geçirir de onu yapmayacak olursa ben onun karşılığında mutlaka bir sevap yazarım. Şayet düşündüğü iyili­ği yapacak olursa onun karşılığında mutlaka bir sevap yazarım. Şayet düşündü­ğü iyiliği yapacak olursa onun karşılığında kendisine on sevap yazarım. Kulum kötü bir amel işleme niyetini içinden geçirir de onu yapmayacak olursa ben onun bu düşüncesini affederim. Şayet onu işleyecek olursa ben ona yaptığı ka­dar günah yazarım. [225]

Taberi devamla diyor ki: “Bütün bu izahlardan anlaşıldığı üzere âyetin tefsiri şöyledir: “Ey insanlar, sizler, içinizde bulunan şeyleri açıklayıp dışarı vursanız da veya saklayıp gizli tutsanız da içinizde bulunan şeyden dolayı Allah sizi hesaba çekecektir. Mümin kuluna içinden geçirdiği kötülüğü affettiğini bil­direrek ona lütuftu bulunduğunu beyan edecek, münafıkları ise, yaratıcısının birliği ve Peygamberinin hak oluşu hakkındaki içlerinden geçirdikleri şek ve şüphelerden dolayı cezalandıracaktır.”

Âyet-i kerimenin sonunda “Allah her şeye kadirdir.” buyurulmaktadır. Yani, “Allah, mümin kulun içinden geçirdiği fakat yapmadığı kötü amel işleme niyetini affetmeye de kadirdir. AH ahin birliği ve Peygamberinin hak oluşu hak­kında içinden şüphe eden kâfiri cezalandırmaya da kadirdir. Bunların dışındaki şeyleri yapmaya da kadirdir. [226]

 

285- Peygamber ve müminler, rabbi tarafından Peygambere İndirile­ne iman ettiler. Hepsi de AHaha, meleklerine, kitaplarına, Peygamberleri­ne, iman ettiler. “Allahm Peygamberlerini birbirinden ayırdctmcyiz.” (de­diler.) “İşittik ve itaat ettik, rabbimiz affını dileriz, dönüş sanadır.” diye­rek yalvardılar.

Peygamber Muhammed, rabbi tarafından kentlisine indirilen Kur’ana iman etti. Müminler de. Hepsi Allaha, meleklerine, kitaplarına ve Peygamberle­rine iman ettiler. Onlar: “Biz bütün Peygamberleri tasdik ediyoruz. Onların bir kısmına iman edip diğerlerini inkâr ederek, Yahudi ve Hristiyanlann yaptıkları gibi onlar arasında ayırımı yapmayız.” derler. Onlar “Biz rabbimizin sözünü işittik ve emrine itaat ettik, ey rabbimiz, günahlarımızı ört, onlara aldırma, dö­nüşümüz sanadır.” dediler.

Katade diyor ki “Bize anlatıldığına göre, bu âyet-i kerime nazil olunca Resufullah “Peygambere, rabbi tarafından kendisine indirilene iman etmek yara­şır.” demiştir.

Bundan önceki âyetin izahında da zikredildiği gibi bazı müfessirlere göre bundan sonra gelen âyet-i kerimeler, insanların içlerinden geçirdikleri şeylerden dolayı hesaba çekileceklerini bildiren bundan önceki âyetin, sahabilere ağır gel­mesi üzerine nazil olmuş ve insanların fiilen yaptıkları şeylerden sorumlu ola­caklarını beyan etmişlerdir.

Abadullah b. Abbas, bu âyette zikredilen ve “Kitaplar” mânâsına gelen kelimesini şeklinde okumuştur. Bu kıraata göre âyetin mânâsı “Allanın kitabına iman ettiler.” demek olur ki, bu kitaptan maksat da Kur’an olur. Ancak, burada geçen “Kitap” kelimesini cins isim kabul edip bütün kitapları kastettiği de zikredilmektedir. Taberi, birinci kıraat şeklini tercih et­miştir.

Hakim b. Cabir diyor ki: “Bu âyet-i kerime Resulullaha indirilince Cebra­il dedi ki: “Aziz ve Celil olan Allah, seni de ümmetini de güzel bir şekilde övdü. Sen rabbinden dile dileğin sana verilir.” Resulullah da rabbinden bundan sonra gelen âyetin ifade ettiği mânâyı diledi. [227]

 

286- Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği ile mcs’ul tutar: Herke­sin kazandığı iyilik lehine, yaptığı kötülük ise aleyhinedir. Rabbimiz, eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bizden ön­cekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Rabbimiz, bize gücü­müzün yetmediğini de taşıtma bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et. Sen bizim mcvlamızsın, kâfir topluluğa karşı bize yardım et.

Allah her can sahibini, onu güçsüz düşürecek veya sıkıntıya sokacak her­hangi bir şeyle yükümlü tutmaz. Bilakis, gücünün yettiği ile mükellef tutar. Ki­şinin yaptığı hayır kendi lehine, şer de kendi aleyhinedir. Deyin ki: “Ey rabbi­miz, şayet unutur veya bir hususta kasıtsız olarak hata edersek sen bizim kusu­rumuza bakma. İhmalimizden dolayı bizi cezalandırma, Ey rabbimiz, bizden önceki Yahudi ve Hristiyanlara yüklediğin gibi sen bizlere, altından kalkamaya­cağımız, bizleri sıkıntıya sokacak yükler yükleme, Ey rabbimiz, sen bizleri gü­cümüzün yetmeyeceği amellerle yükümlü tutma. Kusurlarımızı affet. Günahla­rımızı Ört. Bizi rezil etme ve bizleri, her şeyi kaplayan rahmetinle kapla. Sen yardımınla bizim dostumuzsun. Çünkü biz sana iman ediyoruz, sana itaat ediyo­ruz. Sen, kâfirlere karşı bize zafer nasibet. Senin birliğini inkâr ederek putlara ve tağutlara tapanlara karşı bizleri galip getir. Çünkü biz, senin taraftarın olan müminleriz.”

Ayet-i kerimede “Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği ile mes’ul tu­tar.” buyurulmaktadır. Burada zikredilen “Güç yetirme”den maksat, zorlanarak veya sıkıntıya düşerek güç yetirme değil normal bir halde güç yetirmedir.

Abdullah b. Abbas âyetin izahında şunları söylemiştir: “Burada zikredi­len “Kimse”den maksat, müminlerdir. Allah müminlere dini hükümleri geniş kılmış ve bu konuda şöyle buyurmuştur: “Allah size, dininiz İsi amel a bir güçlük yüklemedi. [228] “Allah size, kolaylık diler. O size zorluk dilemez. [229] “Gücü­nüzün yettiği kadar, Allahtan korkun, emirlerini dinleyin ve itaat edin. [230] Ab­dullah b. Abbas ve Süddi, “Kişinin içine doğan vesveseler gücünün dışında olduğundan bunlardan sorumlu değildir.” demişlerdir.

Âyet-i kerimede “Herkesin kazandığı iyilik kendi lehine, yaptığı kötülük ise aleyhinedir.” buyurulmaktadır. Abdullah b. Abbas kulun kazandığı amelin, eliyle veya ayağıyla yapacağı ameller olduğunu söylemiştir.

Âyet-i kerimede: “Rabbimiz, eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi sorumlu tutma.” buyurulmaktadır. Allah teala bu beyanıyla, mümin kullarına, kendisine nasıl dua edip yalvaracaklarını öğretmektedir, ve onlara duyurmakta­dır ki: “Siz bana yalvarmak isteğiniz zaman deyin ki: “Ey rabbimiz, eğer bizler, üzerimize farz kıldığın bir ameli işlemeyi unutacak olur da yapmazsak veya bi­ze yasakladığın bir şey hakkında yanılır da kasıtsız bir şekilde onu yanlışlıkla işleyecek olursak sen bizi hesaba çekme.” Peygamber efendimiz bir hadis-i şeri­finde şöyle buyurmuştur:

“Şüphesiz ki Allah, ümmetimden hata etmenin, unutmanın ve kendisine zorla yaptırılan şeyin sorumluluğunu kaldırmıştır. [231]

Taberi diyor ki: “Eğer denilecek olursa ki”Allah îeala, kullarını unuttuk­ları şeylerden veya hataen işledikleri şeylerden sorumlu tutacak mıdır ki, âyet-i kerimede: “Rabbimiz, eğer unutacak ve yanılacak olursak bizi sorumlu tutma.” Duyuruluyor? Cevaben denilir ki “Unutma iki kısma ayrılır. Birisi, kulun kusuru ve ihmalinden kaynaklanan unutmadır. Diğeri ise, kulun hafızasında tutmaktan âciz oluşundan ve aklî zaafıyetinden meydana gelen unutmadır. Kulun kusuru sebebiyle meydana gelen unutmada, kulun, Allanın emrettiği şeyi terketmesi söz konusudur, İşte kulun, rabbinden bağışlamasını istediği unutma budur. Al­lah tealanın, Hz. Âdemi cezalandırıp cennetten çıkarmasına sebep olan unutma da bu türdendir. Allah teala, bu hususta şöyle buyurmuştur: “Yemin olsun ki biz Ademe daha önce emretmiştik. Fakat o bunu unuttu. Biz onu kararlı görme­dik. [232]Yine Alah tealanın, şu âyette zikrettiği “Umıtma”da bil türdendir. “Onlar dinlerini eğlence ve oyun edinenler ve dünya hayatına aldananlardır. Bu güne kavuşacaklarını unuttukları ve âyetlerimizi inkâr ettikleri gibi biz de bu­gün onları unutacağız. [233] Evet, kul k endi kusuru yüzünden. Allanın ona farz kıldığı bir emri unutup ta yerine getirmeyecek olursa, rabbinden bu kusurunun bağışlanmasını isteyecektir. Ancak kul, rabbinin emrini yerine getirmemek ku­surunda herhangi bir inkâr veya şirke düşecek olursa, iman etmedikçe rabbinden af dilemesi yersizdir. Zira, Allah teala, kendisine ortak koşanı affetmeyeceğini bildirmiştir. Kul inkârı ve şirki olmaksızın, sadece kusurundan dolayı Allanın emrettiği bir şeyi yapmaması halinde, Allahtan bu kusurunun affını diler. Mele-sa, Kur’anı ezberledikten sonra başka şeylerle meşgul olarak onu unutması veya onu okuyamam ası yahut herhangi farz olan bir namazı veya orucu başka şeyler­le meşgul olarak unutması ve yapmaması halinde, onları hatırlayınca, rabbinden bağışlanmasını ister.

Kulun hafızasının acizliğinden veya aklının yetersizliğinden dolayı yü­kümlü olduğu bir kısım şeyleri unutması ise, o kul için bir günah sebebi değil­dir. Kulun bu tür unutmalarından dolayı rabbinden af dilemesi gerekmez. Çün­kü o, işlemediği bir günahın affını istemiş olur. Mesela: Kul Kur’anı Kerimi, bü­tün isteğiyle ezberler onu okur fakat başka şeylele meşgul olduğundan değil sa­dece zekâsının acizliğinden dolayı ezberlediğini unutacak olursa, sorumlu ol­maz ve bundan dolayı Allahtan af dilemesi icabetmez.

Âyette zikredilen ve “Yanılma” diye tercüme edilen hata da iki kısımdır. Birincisi, kulun, yasaklandığı şeyi iradesiyle ve kasıtlı bir şekilde yapmasıdır ki, kul bundan sorumludur. Bu hata, inkârdan kaynaklanmadıkça kul, rabbinden bunun affını dileyecektir. Hatanın ikinci şekli ise, bilgisizlikten veya yanlış tah­minden meydana gelen hatalardır ki Allah teala, kullarını işte bu gibi hatalardan dolayı sorumlu tutmamıştır. Mesela kişinin, Ramazan ayında, henüz fecir vakti­nin girmediğini zannederek sahur yemeğini yemesi veya bulutlu bir günde belli vaktin girmesini beklerken vakti kaçınnasi bu gibi hatalardandır.

Bir kısım âlimlere göre âyetin bu bölümünde kulun rabbinden, unuttuğu veya hata ettiği şeyleri affetmesini istemesi, kulun sadece rabbinin emrine uy­ması ve rabbinin davetine boyun eğmesi içindir. Burada kulların, yaptıkları dua­nın, affedilmeleriyle herhangi bir ilişkisi yoktur. Taberi, bu görüşte olan âlimlere katılmamaktadır.

Âyet-i kerimede “Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme.” buyurulmaktadır. Burada zikredilen ve “Ağır yük” diye tercüme edilen kelimesi, müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir.

a- Katade, Mücahİd, Abdullah b. Abbas, Süddi, İbn-i Güreye, Dehhak ve Rebi’ b. Enese göre buradaki kelimesinden maksat, “Ahit ve söz al-mak”tır. Bu izaha göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir. “Rabbimiz, biz­den önce gelen Yahudi ve Hristiyanlara, belli yükümlülükler yükleyerek, kendi­lerinden o işleri yapacaklarına dair ahit aldığın gibi bize de yapmaktan âciz ka­lacağımız yükümlülükler yükleyerek onları yapacağımıza dair bizden ahit alma. Zira onlar, verdikleri ahdi yerine getiremeyince sen onları cezalandırdın. Bizi de aynı akıbete düşürme

b- Ata b. Ebi Rebah ve İbn-i Zeyde göre burada zikredilen keli­mesinden maksat, tevbesi ve keffareti olmayan ve cezası ağır olan günahlardır. Bu izaha göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: “Ey rabbimiz, bizden ön­ceki ümmetlere, ağır günalar yükleyip onları domuzlara ve maymunlara çevirdi­ğin gibi bize de bu gibi günahlar yükleyip bizi de o durumlara düşürme.”

c- Reb’ b. Enes ve Malik’e göre buradaki kelimesinden maksat, ağır yük demektir. Müminler rablerinden, kendilerine ağır gelecek yükümlülük­leri yüklememesini istemektedirler.

Âyet-i kerimede “Rabbimiz, bize gücümüzün yetmediğini de taşıtma” buyrulmaktadır. Bunun mânâsı “Ey rabbimiz, sen bizleri, gücümüzün yetmediği ve kaldıramayacağımız amellerle yükümlü kılma.” demektir.

Âyet-i kerimenin bu son kısmı, kulların, Allah tealaya karşı nasıl dua edeceklerini öğretmektedir. Ve bu mübarek sure işte bu âyetlerle sona ermekte­dir. Bu âyetlerle sure arasında tam bir mutabakat vardır. Zira, surenin kapsadığı, namaz, zekat, oruç, hac, kısas, evlenme, boşanma, iddet bekleme ve alış veriş yapma gibi ilahi emir ve yükümlülüklerle, insanların âhirette görecekleri hesap ve ceza arasında büyük bir münasebet vardır. Bu itibarla Allah teala surenin so­nunda, yarattıklarından hiç birisini, gücünün yetmediği şeyle yükümlü kılmadı­ğını, onları ancak güçleri ölçüsünde sorumlu tuttuğunu böylece kullarına lütufta bulunduğunu bildirmektedir.

Bakara suresinin bu son iki âyetinin fazileti hakkında çeşitli hadis-i şerif­ler rivayet edilmiştir. Peygamber

“Bakara suresinin son iki âyetini kim bir gece okuyacak olursa o iki âyet onun için kâfidir. [234]

Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyuruyor: “Abdullah b. Abbas diyor ki:

“Bir gün Cebrail aleyhisselam Resulullah (s.a.v.) in yanında otururken yukarıdan bir gıcırtı işitti. Başını yukarı kaldırdı ve .şöyle dedi: “Bu bugün gökte açılan bir kapının gkcirtisıdir. Bu kapı bu güne kadar hiç açılmamıştı. Kapıdan bir melek indi. Cebrail: “Bu, yeryüzüne inen bir melektir. Bu, bugüne kadar yer­yüzüne hiç inmemişti.” dedi. Melek selam verdi ve Resulullaha şöyle dedi: “İki nur için müjdeler olsun sana. Bu nurlar ancak sana verildi. Senden önce hiçbir Peygambere verilmemişti. Bu iki nur, Fatihatül Kitap (Fatiha Suresi) ve Bakara suresinin sonudur. Sen, bunlardan okuduğun her âyetin sevabını mutlaka alırsın. [235]

 

[1] Maide suresi, 5/91

[2] Nisa suresi, 4/43

[3] Maide suresi, 5/90

[4] Nisa suresi, 4/43

[5] Maide suresi, 5/90

[6] Maide suresi, 5/90

[7] Nisa suresi, 4/43

[8] Maid’e suresi, 5/90, 91

[9] Ebu Davud K. el-Eşribe hab: 1, Hadis No: 3670/Tirmizi K. Tefsir el-Kur’an, sure: 2, bab: 7/Neseî, K. el-Eşribe, bab: 1

[10] Ebu Davud, K. ez-Zekât, bab: 45, Hadis No: 1691/Nesei, K. ez-Zekât, bab: 54.

[11] Neseî, K. el-Bûyu”, bab: 84/Müslim, K. ez-Zekâl, bab: 41, Hadis No: 997

[12] Darimi, K. ez-Zekât, bab: 25

[13] Müslim, K. ez-Zekât, bab: 97, Hadis No: 1036/Timıizi, K. ez-Ztihd, bab: 2

[14] A’raf suresi, 7/199

[15] İsra suresi, 17/29

[16] Furkan suresi, 25/67

[17] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/529-537.

[18] İsra suresi, 17/34

[19] Enam .suresi, 6/152

[20] Nisa suresi, 4/10

[21] Ebu Davud, K. el-VasâyS, hab: 7, Hadis No:.287l/Neseî, K. el-Vnsflyn, bab: 11, Hadis No: 3699

[22] Nisa suresi, 4/6

[23] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/537-540.

[24] Maide suresi, 5/5

[25] Mümtahine suresi, 60/10

[26] Maide suresi, 5/4

[27] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/540-544.

[28] Müslim, K. el-Hayz, hab: lfi, U:kIis No: 302/Hbıı Havini, K. el-T:ılınrel, kıb: 102, Hadis No: 258/Tirnıizi, K. Tefsir cl-Kur’aıı, h:ıb: 23, Hadis No: 1977

[29] Rotori, K. el-ITnyz, hah: 5

[30] Müslim, K el-îtayz., hah: X Hadis No: 294

[31] Millim, K. el-Hayz, bab: 2, Hacüs Nn: 293

[32] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/544-549.

[33] Buhari, K. Tefsir el-Kıır’an, sure: 2, h;ıh: 39/Müslim, K. en-Nikâh, hah: 117, 118 Hadis No: 1435

[34] Timıizi, K. er-Racfâ, hah: 12, Ilaılis No: 1164/Ahıncıl b. Ilanhul, Müsneıl, c. 1, s. 86

[35] Ebu Davut K. en-Nikfıh, bab: 45, Hadis No: 2162

[36] Bkz. Ebu Davud, K. en, Nikâh, halı: 46, Hadis No: 2164

[37] Buharı, K. Tefsir el-Kur’an, sure 2, hab: W/Müultm. K. cn-Nikâh, hah: 117, 118,IIaılis No: 1435

[38] Ahmed b II Anbel, Müsned, e. 5, s. 305/Tirmizi,K Tevsiri el-Kur’an, sure: 2,bab: 25,Hadis No: 2979

[39] Tirmizi K. Tevsiri el-Kur’an, sure 2,bab: 26,Hadis No2980/Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1.s. 297

[40] Âl-i İmran suresi,

[41] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/549-556.

[42] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/556-557.

[43] Ebu Davud K. El-Hyman, bab: 7, Hadis No. 3254/Murvalla İmanı Malik K. Hl-eyman, bab: 5, No. 9

[44] Ebu Davtıd, K. el-Tuiak, bab: 7. Hadis No. 2191

[45] İbn-i Meçe, K. eUKaffarei, bab: 8 Hadis No. 2110

[46] Kasas Suresi, 27/55

[47] Furkan Suresi, 25/72

[48] Müslim, K. el Eyman, balı: 11, 12, 13, 14 1 indis No 1650

[49] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/5-10.

[50] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/10-13.

[51] Bkz. Buhari, K. es-Salah, bab: 18/ Müslim. K. ct-Talük. bab: 3 Hadis No. 1475

[52] İbn-i Kesir, e, 1 S. 269

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/13-16.

[53] ibn-ı Mi.ce, K. et Taharet ham: 115, Mntlis No. 620 Ayrıca Hhu U.vıı.i, K. ei-TahaaM, hah: 112, Hadis No. 269, 297/Nosei, K. el-Talıarct, hnb: 135/Tirmı/.i K ol-Talıaıet, hah” 94, lla-ılisNo. 126

[54] Talak Suresi, 65/1

[55] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/16-23.

[56] Bkz. Ebu Davud, K. et-Talak, bab: 10. Hadis No. 2195

[57] Ebu Davud, K. et-Talak, bab: 10, Hadis No. 2195

[58] Buhari, K; et-Talak, bab: 12

[59] Tiımizi, K. et-Talnk, bab: 11 Hadis No, 1187 / Ebtı Davııtl, K. cl-Tnliık, bsıh: 18, Hadis No. 2226 ibıı-i Mâe, K. et-Talak, b;ıb: 21, Ihulis No. 2055/Neseî, K. ut Talak, bab: 34

[60] NisaSurei, 4/20

[61] a) Bkz. Buhari, K. ct-Talak, bab, 4,43,44 / Müslim, K. el-Lian, bab: 1, Hadis No. 1492.K. et-Talak bab: 16, Hndis No. 1473 / Ehıı Davud, k. el-Talak, bab: 10 Hadis No. 2206, 2207 / Şcrh-i Ncvevi, C. 10 S. 7072 / İlam el-Murakkî’in G:3 S. 30T48 («hela el-Curide, Kahire baskısı) Neylül Eviar, çb.s. 255-264 (el-Bâbîel-Hâle’bi Kahire baskısı)

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/23-33.

[62] Ahmed b. Hanbel c. 6 S. ö2

[63] ebu Davud, K. en-Nikâh, bab: 15, Hadis No. 2067/1’irmizî, K. en-Nikâh, halı; 28, Hadis No.

II 19,1120 Neseîk, et-Tnlak, bab: B/ihn-i Miice, K. en-Nikfıh, bab; 32 Hadis No. 1935

[64] İbn-i Mâce, K. en-Nikfıh, bab: 13, IlnJis No. 1936

[65] Bkz. Beyayi ü.ssenayi, e, 4 s. 1989, 1990/ El-Bugnî, İhn-i Kudanıe, c 6 s. 645, 469

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/33-37.

[66] Bakara suresi, 2/151

[67] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/37-39.

[68] Tirmî, K,Tefsir el-Kur’an, sure 2, b;ıb: 27, Hadis No. 2981 / Buh:ıri K. Tefsir el-Kur’an, .sure 2, bab: 40

[69] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/39-41.

[70] Talak suresi, 65/6

[71] Talak .suresi, 65/6

[72] Ahkaf suresi, 46/15

[73] Ahkaf suresi, 46/15

[74] Ebu Hanifeye güre çotuğun iki buçuk yıla kadar emmesi halimle siil eninle ile ilgili iıiikiiın-lcr geçerlidir.

[75] Talak suresi, 65/7

[76] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/42-49.

[77] Müslim, K. et-Talak, bab: 56, Hadis No. 14S4 / Ebu Davud, K. et-Talak, bab: 47 Hadis No. 2306′

[78] Buhnri, K. el-Talak, bab:46

[79] Müslim, K. cl-Talak, hah: 63, Hadis Ne 1490

[80] Nesei, K. el. Talak, bab: 60

[81] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/49-53.

[82] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/54-56.

[83] Ahzab süresi, 33/49

[84] Bakara suresi, 2/237

[85] Bakara suresi, 2/241

[86] Bakara suresi, 2/241

[87] Bakara suresi, 2/2412

[88] Bakara suresi, 2/241

[89] îbn-i Mâce, K. et-Talak, babı 1 Hadis No. 2017

[90] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/56-61.

[91] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/65-64.

[92] Tilmizi, K. Tefsir el-Kur’nn, sure 2, bnb: 28, Hadis No. 2982

[93] Tinnizî, K. Tefsir el-Kur’an, sure 2, bnb: 29 Hadis No. 2983

[94] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur’an sure, bah: 31, Hadis No. 2985, Tirıjıizi, hadisin lınsen ve sîihih okluğunu, zeyd b. sabit, ütbe ve Ebıı Ilureyrcclen de rivayet edildiğini söylemiştir.

[95] Buharı, K. Tefsir el-Kur’an, sure 2. bab: 42/Mü.slim, K. el-Mcsacid, bab: 202, 205, Hadis No.627

[96] Buharı, K. Mevakit cs-Salah, bab: 14/Müslim, K. cl-Mesacid, bab: 200, I indis No.626

[97] Müslim, K. el-Msafirim, bab: 292, Hadis No. 830/Nesei, K. Mevakıt es-Snlah. bub: 14

[98] Buharı, K. Mevakit es-Sabah,bab: 14/ Müslim, K. el-Mesacid, bab: 200,201, Hadis No: 626

[99] Müslim, K. el-Mesacid, bab: 213,214, Hadis No. 634

[100] Ahmed b. I lanbel, Müsned, c.3 s,75

[101] Bahari, K. Tefsir eİ-Bur’;m, sure 2, bah: 4VTirmİzi, K. Tefsir el-Kur’aıı, sure 2 bnb: 32, Ha­dis No. 2986

[102] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/65-71.

[103] Müslim, K. el-Miisafirin, bah: 305,306 Hadis No. 839/Tirmizi, Kes Salah hab: 398 HadisNo. 564

[104] Bahari, K-es. Sabah el-Havaf bab: 4

[105] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/71-73.

[106] Nesei, K. et-Tulak bab: 60

[107] Nesei, K. et-Talak bab: 62/İbn-i Mace K. et-Talak bab: 8, Hadis No. 2031

[108] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/73-76.

[109] Ahzab suresi, 33/49

[110] Bakara suresi, 2/236

[111] Bakara suresi, 2/236

[112] Ahzab suresi, 33/28

[113] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/76-77.

[114] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/77.

[115] Nisa suresi, 4/164

[116] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/78-80.

[117] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/80.

[118] Bakara suresi, 2/162

[119] Bkz. Ahmed b. Ilanbel, Miisnctl s.s. 146/Müslim, K. el-Cennız, bab: 89, Hiırfis No. 965 tbn-i Macc, K. el-Ticaret, bab: 27, Hadis Nn. 2200

[120] Tirmizi, K. el-Biiyil, bab: 73, Hadis No. 1314/Ebu Davud, K. el-Boyii, bab: 49, Hadis No. 3451 İbn-i Mace, K. et-Ticarel, bnb: 27, Hadis 2200

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/81-82.

[121] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/83-86.

[122] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/87-88.

[123] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/89-94.

[124] Buharı, K. el-Mcğazi, bab: 6

[125] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/94-97.

[126] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/97.

[127] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/98-104.

[128] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/104.

[129] DarinnK.es-Siycr, bab: 29 / Ahıned b. Hanbel C.l S. 503 Aynıca Bkz. Müslim K. cl-Me-sacid bab: 3 Hadis No. 521

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/104-106.

[130] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/106.

[131] Zümer suresi, 39/3

[132] Tirmizi, k. el Fedail el Kuran bab: 2 Hadis No. 2878

[133] Tirmizi K. el Fedaü el-Kur’an bab: 2 Hadis No. 2879

[134] Müslim, K. el-Müsafirin bab: 25S, Hadis No. 810

[135] Zümmer suresi, 39/3

[136] Zümmer suresi 39/67

[137] Bkz. Darimi. K. er~Rıkak, bab: 80 / Ebu Davud K. es-Suresi bab: 19 Hadis No: 4726

[138] Müninun Suresi 40/7

[139] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/107-112.

[140] Ebu Davud, K, el-Cihad, bab: 126, Hadis No. 2682

[141] ibn-i Kesir, C. 1 S. 310, 311

[142] Tevbe suresi, 9/29

[143] Tevbe suresi. 9/123

[144] Tevbe suresi, 9/73

[145] Felih suresi, 48/16

[146] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/112-115.

[147] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/115-116.

[148] Nahi suresi, 16/26

[149] En’am suresi, 6/83

[150] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/116-118.

[151] Bakara suresi, 2/243

[152] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/119-129.

[153] Baharı, K. Tefsir el-Kur’an sure 2, bab: 46/MUslihi, K. el-tman batı: 238 Hatife No. 151

[154] Zümer suresi, 39/53

[155] Bakara suresi, 2/260

[156] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/129-136.

[157] Müslim, K. el-îmare bah: 32, Hadis No. 1892/Neseî K. el-Cihad bnb: 36

[158] Ahıned b. Hanbel, Miisned, C. 4 S, 345, 346

[159] Ahıned b. Hantal, Müsnctl, C. 4 S. 332, 345, 346

[160] Bakara suresi 2/245

[161] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/136-139.

[162] Müslim, K. el-iman, bab: 171, Hadi No. 106/ Ebu Davud, K. el-Libas bab: 25, Hadis No. 4087

[163] Ahzab suresi, 33/58

[164] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/139-140.

[165] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/140.

[166] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/141-142.

[167] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/142-143.

[168] Buhari, K. Tefsir el-Kur’an sure 2, bab: 47

[169] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/143-145.

[170] Bkz. Tirmizi, K. .Tefsir el-Kur’an, sure 2 bah: 33 Hadis No. 2987

[171] Âl-i İmran, 3/92

[172] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/145-148.

[173] Tirmizi, K. Tefsir el-Kıır’an Sure 2 bnb: 34, ftadiswı. 2988

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/148-149.

[174] Fâtır suresi, 35/28

[175] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/149-150.

[176] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/150.

[177] Buhari, K. ez-Zekat, bab: 16 K. el-Ezan, bab; 36, K. el-Hudvel bab: 19/Milslim, K. ez. Ze­kat bab: 91, Hadis No. 1031/Tirmizi, K. ez-Zühd. bab: 52, Hadü No. 2391

[178] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur’an sure 113, Hadis No. 3369/Ahmed b.Hanbel, Miisned C 5 S. 124

[179] Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. 5 S. 178, 179, 265

[180] Tirmizi, K. el-îmran, bab: 8, Hadis No. 2616 / tbn-i Mâce, K. ez-Zühd, bab: 22, Hadis No.4210

[181] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/151-153.

[182] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/153-154

[183] Buhari, K. Tefsir el-Kur’an Sure 2 bab: 48/Müslim, K. ez Zekat, bab: 102 Hadis No. 1039

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/154-156.

[184] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/157.

[185] Bakara suresi, 2/278

[186] Meseî K. ez-Ziynet, bab: 25 / Ebu Davud K. cl-Buyü bab: 4, Hadis No: 3333 Miisliiıı. K. el-Mtisakat.bab: 105,106, Hadis No. 1597, 1598 Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/158-159.

[187] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Cl S. 395,424

[188] Bakara suresi, 2/261

[189] Bakara Suresi, 2/245

[190] Buharı, K. ez-Zekat, bab: 8 / Müslim, K. ez-Zekât bab: 63,64 Hadis No. 1014

[191] Tevbe suresi, 9/104

[192] Bakara suresi, 2/276

[193] Tirmizi, K. ez~Zekât, bab: 28 Hadis No. 262

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/159-161.

[194] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/161.

[195] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/161-162.

[196] Müslim, K. el-Müsakat, bab: 106, Hadis No. 1598/Ebu davud, K. el-Büyük bab: 4 Hn, 3333

[197] İbn-i Mace, K. et Ticaret, bab: 58, Hn. 2273/Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.2 S. 353, 363

[198] îbn-i Mace, K. et-Ticaret, bab: 58 HN, 2274

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/162-164.

[199] Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.5 S. *İOO, 308 / Darimi, K. el-Büyii bab: 50

[200] Nisa suresi, 4/58

[201] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/164-166.

[202] înfiiar suresi, 82/19

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/167.

[203] Bakara Suresi, 2 / 238

[204] Bakara Suresi, 2 / 283

[205] Bakara suresi, 2 / 283

[206] Maide suresi, 5/6

[207] Maide suresi 5/6

[208] Mücadele suresi, 58/4

[209] Mücadele suresi, 58 / 3

[210] Bakara suresi, 2/283

[211] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/168-177.

[212] Maide suresi, 5 / 72

[213] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/178-180.

[214] Bakara suresi, 2 / 286

[215] Bakara suresi, 2 / 285

[216] Müslim, K. el-İman, bab: 199, Hadis No. 125 / Ahmed b, Hanbel Miisncd, C.2 S. 412

[217] Tinnizi, K. Tefsir eMCur’an sure 2, Hadis No. 2992

[218] Bakara suresi, / 225

[219] Nisa suresi, 4/123

[220] Ahmed b. Hantal, Müsned, C. 6 S. 218

[221] Bakara suresi, 2/286

[222] Nisa suresi, 4/31

[223] Hud suresi, 11/18

[224] Buharı, K. Tefsir el-Kuıır’an, sure 11, bab: 4

[225] Müslim, K. cl-Iman, bab: 205, Hadis No. 129

[226] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/180-187.

[227] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/188

[228] Hac suresi, 22/78

[229] Bakara suresi, 2/185

[230] Tegabün suresi, 64/16

[231] İbn-i Mâee K. et-Taîak bab: 16, Ilhdis No. 2043, 2045

[232] Tâhâ Suresi 20/115

[233] A’raf suresi, 7/5

[234] Buhari, K. d-Magnzi. bah: 12 / Müslim, K. c I -M üsn d rin, hah: 255, Mîkiis No. 807

[235] Müslim, K, el-Müsafirîıı bab: 254, Hadis No: 806

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/189-93.

 

 

Similar Posts