عن عبد الله ابن سلام قال : خرج رسول الله ( صلى الله عليه وسلم ) على اصحابه ، وهم يتفكرون في خلق الله
Allah Resulü bir gün ashabının yanına geldi. Onlar ise وهم يتفكرون في خلق الله Allah’ın yarattıkları hakkında düşünüyorlardı.
فقال : فيم تفكرون ؟ قالوا نتفكر في خلق الله : قال : لا تفكروا في الله
Allah’ın zatı hakkında düşünmeyin.
Allah’ın yarattıkları hakkında düşünün.
سَالِمِ بْنِ عَبْدِ اللَّهِ عَنْ أَبِيهِ Salim babası Abdullah dan şöyle naklediyor:
تَفَكَّرُوا فِي آلاءِ اللَّهِ Allah’ın nimetlerini, fadlını düşünün وَلا تَفَكَّرُوا فِي اللَّهِ Allah’ın zatı hakkında katiyetle düşünmeyin.
أَوَلَمْ يَنظُرُوا۟ فِى مَلَكُوتِ ٱلسَّمَٰوَٰتِ وَٱلْأَرْضِ وَمَا خَلَقَ ٱللَّهُ مِن شَىْءٍ وَأَنْ عَسَىٰٓ أَن يَكُونَ قَدِ ٱقْتَرَبَ أَجَلُهُمْ ۖ فَبِأَىِّ حَدِيثٍۭ بَعْدَهُۥ يُؤْمِنُونَ[1]
“Onlar yerin ve göğün aralarında, içinde ne varsa Allah’ın yarattıklarının ihtişamını görmüyorlar mı? Mümkündür ki ecelleri yaklaşmıştır bunların. Bütün bu delil, ayet, hadis, sözlerden sonra başka neye inanacaklar ki?”
[1] تفسير ابن ابي خاتم
4659
حدثنا أبي ، ثنا أبو الجوزاء أحمد بن محمد بن عثمان ، ثنا عبد الصمد ابن عبد الوارث ، ثنا عبد الجليل بن عطية القيسي ، ثنا شهر بن حوشب ، عن عبد الله ابن سلام قال : خرج رسول الله ( صلى الله عليه وسلم ) على اصحابه ، وهم يتفكرون في خلق الله فقال : فيم تفكرون ؟ قالوا نتفكر في خلق الله : قال : لا تفكروا في الله ، ولكن تفكروا فيما خلق الله
[1] A’raf Suresi 185
فِيهَا ثَلَاثُ مَسَائِلَBurada üç mesele vardır, anlaşılması gereken. الْمَسْأَلَةُ الْأُولَى birincisi ise; أَمْرُ اللَّهِ تَعَالَى بِالنَّظَرِ فِي آيَاتِهِ Allah burada yarattıklarına nazar edilmesini, bakılmasını emrediyor. وَالِاعْتِبَارِ بِمَخْلُوقَاتِهِ فِي أَعْدَادٍ كَثِيرَةٍ مِنْ آيِ الْقُرْآنِ görüldüğü gibi kainatta itibar edilmesi gereken, Kur’an’ın ayetlerinin kat kat üstünde kainat kitabının ayetleri vardır. أَرَادَ بِذَلِكَ زِيَادَةً فِي الْيَقِينِ burada yakinin şeksiz, şüphesiz, tereddütsüz olan bir imanın, ziyadesini murad etmiştir. Sağa sola bakın derken. وَقَوْلًا فِي الْإِيمَانِ، وَتَثْبِيتًا لِلْقُلُوبِ عَلَى التَّوْحِيدِ bu da kalplerde Tevhidin imani mertebede tespitini sağlar. Yani yakin ne kadar artarsa imanda, tevhit de de kişinin o denli tatbiki artar. وَقَدْ رَوَى ابْنُ الْقَاسِمِ عَنْ مَالِكٍ İbnul Kasım Malik den naklediyor قِيلَ لِأُمِّ الدَّرْدَاءِ: مَا كَانَ أَكْثَرُ شَأْنِ أَبِي الدَّرْدَاءِ؟ Ebu Derda nın en çok meşgul olduğu şey ne idi diye sorarlar. Yani kendisine, Ebu Derda nın hanımına. قَالَتْ: كَانَ أَكْثَرُ شَأْنِهِ التَّفَكُّرَ “onun en çok meşgul olduğu şey tefekkür idi” diyor. قِيلَ لَهُ: أَفَتَرَى الْفِكْرَ عَمَلًا مِنْ الْأَعْمَالِ؟ denildi ki sen düşünmeyi amellerden bir amel sayıyor musun? Yani bu bir amel midir? Kastı yani ibadet
midir? قَالَ: نَعَمْ. هُوَ الْيَقِينُ. Yani amelden de daha öte, amellerin uygulanmasında insana güç, istidat veren bir yakindir. Diyor.
Bu söz, yukarıdan beri zikrettiğimiz bu ayet hakkındaki izah “İbn-ul Arabi el-İşbiri ye ait “Ahkam-ul Kur’an” isimli kitabında naklediyor bunu.
قال بعض السلف seleften bazıları dediler ki مازال المؤمنون يتفكرون فيما خلق ربهم müminler Rablerinin yarattıklarını düşünmeye devam ettikleri sürece حتى أيقنت قلوبهم بربهم yani Kalpleri Rablerine imanda yakini artar yani temeli oturur. Bu sözü de Ebu Naim El-Asbahani “Hilyet-ul Evliya” da nakleder.
Yakin
Allah’ın yarattıklarını temaşa ve tefekkür le elde edilen bir mertebedir. Yani şeksiz, şüphesiz, tereddütsüz bir iman ancak Allah’ın yarattıklarını temaşa yani seyretme, gözetleme sonra da tefekkür etmek ile elde edilen bir mertebedir. Burada da;
وَكَذَٰلِكَ نُرِىٓ إِبْرَٰهِيمَ مَلَكُوتَ ٱلسَّمَٰوَٰتِ وَٱلْأَرْضِ وَلِيَكُونَ مِنَ ٱلْمُوقِنِينَ
Allah azze ve celle İbrahim ile arasındaki kıssaya dönük “Böylece biz Yakinen inananlardan olması için İbrahim’e göklerin ve yerin melekutunu(ihtişamını) gösteriyorduk.[1]
[1] Enam 75
Bu da gösteriyor ki; Gökleri, semaları bunlarda olan ve ikisi arasında ki olanların temaşası, seyredilmesi gözlemlenilmesi, kişinin yakinen iman etmesini sağlıyor. Çünkü görme yani bakma(temaşa) فَلَمَّا جَنَّ عَلَيْهِ ٱلَّيْلُ gece karanlığı basınca ٱلْءَافِلِين رَءَا كَوْكَبًا ۖ قَالَ هَٰذَا رَبِّى ۖ فَلَمَّآ أَفَلَ قَالَ لَآ أُحِبُّ bu İbrahim’i bir düşünmeye sevk ediyor. Daha önce zikrettiğimiz bu ayet burada düşünmeye, bir şeyler söylemeye, bunun vasıtası ile bir şeyler anlamaya çalışıp ama yıldızlar kaybolduktan sonra “Ben zail olanları sevmem” diyor. Bir noktaya vardırıyor. Neden? Aradığı o değilmiş. Ay’ı gördüğünde de aynı şeye sebep oluyor ama bu iki şeyi düşünme akabinde belli ki düşünerek, tefekkür ederek elde edemeyeceği şeyler bunlar. Ne yapıyor bu onu? Bir teslimiyete sevk ediyor. Yani Ay da kaybolduktan sonra ben batanları sevmem diyor. İkinci kez eğer Rabbim bana doğru yolu göstermez, kendisini tanıtmazsa لَأَكُونَنَّ مِنَ ٱلْقَوْمِ ٱلضَّآلِّينَ Bende haktan sapmış topluluklar gibi olurum. Bu iki şeyi gözlemleme, akibeti görme, onun bu da değil, ben batanları sevmem kendi gayreti ve emeği ile elde edemeyeceğini anlayınca her halde teslim olmaktan başka çare yok. Buna sebep “eğer Rabbim bana doğru yolu göstermezse , kendini tanıtmazsa, bilmem gereken şeyleri öğretmezse ben bunu kendi kendime elde edemiyorum. O zaman haktan inhiraf etmiş topluluklardan olurum” diyor. فَلَمَّا رَءَا ٱلشَّمْسَ بَازِغَةً قَالَ هَٰذَا رَبِّى güneşi görme o sözü söyledikten sonra. Ayetin tertibi bunu gösteriyor. Güneşi de doğduktan sonra görünce قَالَ هَٰذَا رَبِّى sonra هَٰذَآ أَكْبَرُ yukarıdakilere nispeten bu daha büyük yani semada seyrettiklerinin en büyüğü. Büyüklüğü bir şeyin emaresi olarak görmeye çalışır. فَلَمَّآ أَفَلَتْ bu da batınca قَالَ tekrar yukarıdaki gibi ٱلْءَافِلِين لَآ أُحِبُّ
Demiyor. Bu sefer kavmine dönüp, يَٰقَوْمِ إِنِّى بَرِىٓءٌ مِّمَّا تُشْرِكُونَ “ben sizin bütün bu şirk koştuklarınızdan beriyim” diyor. Hala kendisine gösterilmeyen bir ortamda ama nihayetinde bu gibi sözlerin şirk olacağını biliyor, anıyor, idrak ediyor yani babalarımız bizden evvel ortak koşmuş, bizim günahımız ne? Çünkü o, onun kavmi içinde babası da var, tabi ki yakın akrabaları olan kimseler de var “ ben sizin hepinizin bu ortak koştuklarınızdan beriyim” diyor. Yapması gerektiği şey teslimiyet yukarıdaki halden daha ziyade;
إِنِّى وَجَّهْتُ وَجْهِىَ لِلَّذِى فَطَرَ ٱلسَّمَٰوَٰتِ وَٱلْأَرْضَ حَنِيفًا ۖ وَمَآ أَنَا۠ مِنَ ٱلْمُشْرِكِينَ
Ben hanîf olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah´a çevirdim ve ben müşriklerden değilim.[1]
“Ben yüzümü, yönümü yeri, göğü hiç yoktan yaratana döndüm. حنيف yani hakka taraftar, meyilli olarak. Ben sizin gibi müşriklerden değilim.”
[1] Enam 79
و منها buradan anlaşılması gereken meselelerden birisi de زبيدة الإيمان imanın geniş anlamı ile her merhalenin akabinde biraz daha ziyadeleşerek tezahür ettiği görülüyor. فتفكر يستدل به المرء عل ما لالله بصفة الكمالي و الجلالي burada ben batanları, kaybolanları sevmem derken bu bir noksanlıktır. Ayetlere baktığımız zaman
لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ onu uyuklama almaz. Bir noksanlık yoktur. Unutkanlık, pişmanlık böyle hiçbir şey yoktur. Tefekkür ne yapıyor?
فتفكر يستدل به المرء عل ما لالله من بصفة الكمالي و الجلالي azametine delalet ediyor tefekkür. Kemali hamlıyor. و يعلم انه لا يخلق أحد كخلق الله hiç kimse Allah’ın yaptığı gibi yapamaz. ولا يدبر كتدبره صبحانه و تعال o yarattıklarını yani yaptıklarını yapıp, onları kendi başlarına bırakmamış. Hadi gidin rızkınızı kendiniz temin edin, hayatınızı kendiniz böyle böyle devam ettirin diye kendi hallerine bırakmamış ولا يدبر كتدبره صبحانه و تعال yani hiçbir kimse onun yarattıklarıyla ilgilendiği gibi ilgilenmez. و كل ما تدبر الأقل في هذه المحلقات yani akil, akıllı bir kişinin, aklını kullanan bir kişinin bu mahlukatın üzerinde düşündüğü gibi her düşündüğünde (15:34 Arapça var) düşündükçe onun iyi yönünü görmeye başlar veyahut hikmetler açılmaya başlar ona. (15:50 Arapça var) bu tefekkür le şunu öğrenir, bilir ki, (15:53 Arapça var) hakla, hak üzere yaratılmış, batıl değil. Hepsinin bir gayesi ve hedefi var. (16:06 Arapça var) bütün bunlar yani her ayet bir sahife (16:17 Arapça var) ve buda gösteriyor ki Allah bunun her biri ile haber verdiklerinin doğruluğunu tasdik ettiriyor. Ondan sonra kendinden haber veriyor. Ve vahdaniyetinden bilgiler sunuyor. (16:40 Arapça var) yani ahkamul Kur’an sahibi diyor ki tekrar yani onun zaten bu (16:50 ayet var) o söz tekrar ediliyor, yukarıdaki. Allah bakmayı, görmeyi emrederken itibarı, ibret almayı da buna sevk ediyor. Yarattıklarının adetine baktığınız zaman bunların adetlerini saymak da mümkün değil. Çünkü yarattıklarının, yaptıklarının ihtiyacını gideren birisi yarattıklarının ne kadar adet olduğunu kendinden gayrı için buda bir sorundur. Çünkü unutması, ihmali mevzu bahis. Ve sonra (14:48 Arapça) bunula beraber yakindeki ziyadeliği bu yakindeki olan ziyadelik imandaki sağlamlaşma, artma da düşünülür. Çünkü bu yapılan amellerdeki ziyadeliği kastetmez o ammeleri yapmaktaki azmi kasteder yakin. (18:19 Arapça var) imanın gücü ve ve kalpte sebatını ayriyeten kalbin tevhit deki yani devamlı bu mahlukat üzerinde düşünme, tedebbür devamlı onun bir oluşuna, birlenmesine yönlendirir. Çünkü vahdaniyetinin birliği ne kadar oturmuşsa ona yakinin ziyadeleşmesi ile onu birleme de o bunda tek, o bunda tek, ondan başkası yok, ondan başkası yok diyerek. (18:56 Arapça var) ve bu da naklediyor, Ebu Derda ya denildi ki (19:03 Arapça var) sen tefekkür ü amellerden bir amel mi sayıyorsun? قال نعم هو اليقين bu yakindir yani kalbin amelidir. (19:23 Arapça var) tefekkür kulun yakine giden yoludur, vesilesidir. كما قال تعالى İbnul Arabi de bu ayeti kullanıyor.
كَذَٰلِكَ نُرِىٓ إِبْرَٰهِيمَ مَلَكُوتَ ٱلسَّمَٰوَٰتِ وَٱلْأَرْضِ وَلِيَكُونَ مِنَ ٱلْمُوقِنِين
“İşte biz böylelikle İbrahim’e yerin, göğün melekutun ihtişamını gösteriyorduk. Ta ki yakinen inananlardan olması için.”
İbnul Arabi de bunu delil getiriyor. (20:03 Arapça ) bu da şunu gösteriyor ki yaratılmışların güzelliği, eşgali, yaptıkları iş bunlar insanın Allah’ın yarattıklarının, azim bir gaye için yarattıklarının idrakı itkane sevk ediyor. (20:52 Arapça var) ona ibadette, onu birlemede bunu kastediyor gayret veriyor. (21:02 Arapça var) işte bütün bu yakin. Bütün bu bilgi kişinin azametini arttırıyor ve ayrıca da Allah’tan gayrına ibadetten alıkoyan en müessir bir unsur oluyor. (21:36 Arapça var) bilakis insanın yaratılışını düşüneni yani hiç yoktan var edilişi, topraktan bir nutfe, meni sonra ölüsüne baktığı zaman (21:56 Arapça var) artık burada aklının anlayabildiği, idrak edebildiği şeyler bunlar ki bunu da idrakten aciz tamamen köhnüne (22:20 Arapça var) ha düşüncesinin ötesinde, daha azim bir hedef için yaratıldıklarını gösterir. (22:33 Arapça var) Sizin kendinizde de bizzat bunları anlatan çok deliller var. Görmüyor musunuz? (22:45 Arapça var) insan kendisine de baksa mafsallarını, kendi iradesinin emrinde olduğunu hem de bunların birer İbadet kastıyla olduğudur. (23:12 ayet var) biz bütün ayetlerimiz kendilerinde ve kendilerinin dışında yani afaki deliller enfüsi deliller diyoruz ya enfüsi deliller bizzat kendisi ile doğrudan doğruya ilişkili olan afaki etrafındaki deliller. Buna sebep insan kainatın merkezinde, insan ve etrafındakiler diyoruz. (23:40 Arapça var) yani baka baka bunların cidden azim bir gaye için yaratıldıkları anlaşılıyor. (23.50 Arapça var) Rabbin sana yetmiyor mu? Bütün bunların hak oluşunu onun söylemesinde ve onun şahitliğinde.
عَنْ أَبِي الدَّرْدَاءِ Ebu Derda’ dan gelen bir nakilde;
قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، خَلَقَ اللَّهُ الإِنْسَ ثلاثة أصناف Allah insanları üç sınıf olarak yaratmıştır. صنفا كالبهائم yani hayvanlar tipinde.
لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيَنٌ لَا يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لا يسمعون بها.
Bu daha önceki zikrettiğimiz ayetteki tasnifi ele alıyor. Birisi bu.
Şeyh Elbani rahimehullah bu hadisin isnadında sorun vardır diyor. Yani isnadı zayıftır diyor. Burada cehennem ehli olan insanların cehennem ehli oluşlarının sebeplerinin kalplerinin fıkıh etmediğini, gözlerinin görmediğini ve kulaklarının işitmediğine sebep zikrediyor. Ayrıca burada sair sınıfları da zikreden bir rivayetle geliyor yine Ebu Derda, bunu İbn Merdeveyh zikrediyor tefsirinde. Bunun hakkında tam bir şey düşünemediğim için çünkü diğerinde Ayeti kelime var o bunun isbatı, böyle olduğuna dair. Senedinin zayıflığı burada buna tesir etmiyor.
Kalbin Fıtri boyuttaki amelleri, biz kalbi tasdik, itikad boyutunda kalbin amelleri derken tevekkül, sevgi gibi amelleri ona nispet ediyorduk ama kalbin fıtri boyuttaki amelleri akletme, tedebbür ve tefakkuh. Tedebbür kendinden daha alt seviyedeki olan, tefekkürü ihata ettiği için yani tefekkür , tedebbür demedim sadece tedebbürü aldık tefakkuh bunlar fıtri değerler olarak sair kalbi amellerin alt yapısıdır. Bunlar fıtri değerler buna asıl diyebilirsiniz. Yani tevekkülün kalbi bir amel olması ile bunlar karşılaştığında bunlar tevekkül gibi bir ibadetin de altyapısıdır. Bunlar ne kadar sağlam oturduysa tevekkül de o nisbette güçlü olur. Kasıt bu.
Kalbin fıtri boyuttaki amelleri bu başlık, kalbin salahı yani bütün hastalıklardan beri olması. Salahı yani kalbin sıhhatli olması vücuttaki sair azaların da sıhhatli olduğunun emaresidir. Yani kalp ne kadar sıhhatli ise sair azalar da o nispette sıhhatlidir.
Amir naklediyor;
سَمِعْتُ النُّعْمَانَ بْنَ بَشِيرٍ Numan İbn Beşir den işittim ki O da ben Allah Ve Resulünden şöyle işittim diyor;
الحَلاَلُ بَيِّنٌ helaller açıktır yani beyan edilmiştir وَالحَرَامُ بَيِّنٌ helallerin açık olması haramların da açık olmasını gündeme getiriyor. Yani haramlar açıklanmış, geri kalan hepsinin helal olduğunu düşündüğümüzden. وَبَيْنَهُمَا أُمُورٌ ikisi arasında öyle işler vardır ki مُشْتَبِهَةٌ benzeşenler فَمَنِ اتَّقَى المُشَبَّهَاتِ herkim şüpheli şeylerden sakınırsa اسْتَبْرَأَ لِدِينِهِ وَعِرْضِهِ dinini ve ırzını korur. وَمَنْ وَقَعَ فِي الشُّبُهَاتِ herkim ise şüpheli şeylere bulaşırsa وقع في الحرام haramda vukuu bulur. كَرَاعٍ aynen şu çoban gibi; يَرْعَى حَوْلَ الحِمَى، يُوشِكُ أَنْ يُوَاقِعَهُ aynen yasak bir arazinin sınırında koyun otlatan çoban gibi. Aniden bir dalgınlıkla koyunlar veyahut sürüsü hemen o yasak olan yere tecavüz edebilir. أَلاَ وَإِنَّ لِكُلِّ مَلِكٍ حِمًى iyi bilin ki her kralın bir merası vardır. وإِنَّ حِمَى اللَّهِ مَا حَرَّمَ Allah’ın merası da haramlarıdır. Yani oraya dokunulmaması, yaklaşılmaması أَلاَ وَإِنَّ فِي الجَسَدِ مُضْغَةً insan cesedinde, vücudunda bir et parçası vardır. إِذَا صَلَحَتْ o sıhhat buldu mu, istikamet buldu mu صَلَحَ الجَسَدُ كُلُّهُ ve bütün beden sıhhat bulur. İstikamet bulur. وَإِذَا فَسَدَتْ فَسَدَ الجَسَدُ كُلُّهُ cesed ifsad olduğunda ise bütün ceset ifsat olur. وَهِيَ القَلْبُ ve o kalptir diyor Allah Resulü Sallallahu aleyhi ve sellem.
Ebu Said – El Yarbuzi
Yazan: Ankaralı Mehmet