İslam’da Usul & Kuran Ve Sünneti Anlamada Metot

Yazan
Oğuz Önder

Mukaddime

إن الحمد لله نحمده ونستعينه ونستغفره ونعوذ بالله من شرور أنفسنا ومن سيئات أعمالنا من يهده الله فلا مضل له ومن يضلل فلا هادي له وأشهد أن لا إله إلا الله وحده لا شريك له وأشهد أن محمدا عبده ورسوله.
{يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلا تَمُوتُنَّ إِلَّا وَأَنْتُمْ مُسْلِمُونَ}
{يَا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالاً كَثِيراً وَنِسَاءً وَاتَّقُوا اللَّهَ الَّذِي تَسَاءَلُونَ بِهِ وَالْأَرْحَامَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَقِيباً}
{يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَقُولُوا قَوْلاً سَدِيداً، يُصْلِحْ لَكُمْ أَعْمَالَكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَمَنْ يُطِعِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ فَازَ فَوْزاً عَظِيماً} أما بعد:
إِنَّ أَصْدَقَ الْحَدِيثِ كِتَابُ اللَّهِ، وَأَحْسَنَ الْهَدْيِ هَدْيُ مُحَمَّدٍ، وَشَرُّ الْأُمُورِ مُحْدَثَاتُهَا، وَكُلُّ مُحْدَثَةٍ بِدْعَةٌ، وَكُلُّ بِدْعَةٍ ضَلَالَةٌ، وَكُلُّ ضَلَالَةٍ فِي النَّارِ

Neden Usul Öğrenmeliyiz

Öncelikle öne almamız gereken asıl mevzu “İslam’da Usul” değil de, bahsedilen bu usulü neden öğrenmemiz gerektiğidir. Okuyucuların da bildiği üzere, Allah (azze ve celle) kitaplarını indirmiş ve onları, insanlara açıklaması için peygamberlerini göndermiştir.
Onlar gönderilmiş oldukları topluma, Allah’ın kendilerine emrettiği gibi risaleti anlatmış ve yine kendilerine emredildiği gibi gönderilmiş oldukları topluluklara da hiçbir zaman bir zorba ve zorlayıcı kimseler olmamışlardır. Bunların arasında ise en faziletlisi olan, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan nebimiz (s.a.v) vardır.
O, Allah’ın indirmiş olduğu kitabı gereğince açıklamış, risaleti tebliğ etmiş, emaneti eda etmiş, ümmete nasihat etmiş, Allah yolunda hakkı ile cihat etmiş ve hakkı ile rabbine ibadet etmiştir. Emrettiklerini ve nehyettiklerini bizatihi kendisinden telakki etmiş oldukları ashabı ise, gereğince kendisine yar ve yoldaş olmuşlardır.
Peygamber ve sahabeden sonra gelen kimselerin arasında ise fitne vuku bulmuş ve bununla İslam’ın aslına fesat bulaştırmak isteyip Müslümanları ayrılığa düşürmek istemişlerdir.
Ortaya atmış oldukları bu fitne ile kısmen istemiş oldukları şeyi başarmışlardır. Hicri 80’den sonra fıkhı ayrılıklar ortaya çıkmıştır. Bu ayrılık ise ta ki hicri 500 ve 600’cü yıllara kadar devam etmiştir. Bu süreçte birçok kitap telif edilmiş, farklı guruplar atışmalarda bulunmuştur. Bunların en önde gelenleri kelam ehli ve felsefecilerdir. Bunların münakaşası hadis ehline karşı olmuştur. Yine hicri 200’lerin başında “Kuran mahlûktur” fitnesi vuku bulmuş, bunun savunuculuğunu ise bazı emirleri ve devlet adamlarını arkalarına alarak ehli kelam ve felsefeciler yapmıştır. O dönemde Ahmed b. Hanbel’in karşısında kendisini alt etmek için ellerinden geleni yapmak isteyenlerin başında da Ahmed b. Ebi Duad ve el-Cahiz isimli kelamcılar vardır. Bunlar bu fitnenin başını çekmeleri ve arkalarında devlet adamlarının olmasından dolayı “Kuran mahlûktur” sözünü kabul etmeyip reddeden, başta Ahmed b. Hanbel olmak üzere birçok ilim ehlini kırbaçtan geçirmişlerdir. Hâlbuki günümüz felsefecileri ve müsteşrikleri kendilerine en çok zulmedenin hadis ehli olduğunu iddia etmişlerdir. Lakin tarihe bakıldığında İslam da birçok fitnenin başını çekenler ve hadis ehline yapmadıklarını bırakmayanlar ta kendileridir. Her zaman galip gelen ise Allah’ın izni ve kendilerine vermiş olduğu ilim ve inayet ile hadis ehlidir. Onlar zulümleri ile ortaya çıkmış, hadis ehli de ilimleri ile ortaya çıkmıştır. Yapılan bunca zulüm, onların akıllarını kullanmayıp Allah resulün’den gelen emir ve nehiylere kesin olarak inanmaları ve bunu, olan güçleri ile insanlara öğretmelerinden dolayı olmuştur.
Bunlar kesinlikle İslam’ın asıl muradının ne olduğunu anlayamayan kimselerdir. Yine bunlar hadis ehli gibi usulü öğrenmemiş ve sahabe gibi İslam’ı yaşamaya çalışmamışlardır. Bunun sonucunda ise, ancak hadisi ve ehlini inkâr etmişler, öyle ki sünnetin bizatihi kendisini inkâr etmişlerdir.
Eğer bizler, İslam’ı gerçekten hakkı ile yaşamak istiyorsak, Selefin bağlı kalmış olduğu menhece ve İslam’ı en iyi şekilde öğretmek için ortaya koymuş oldukları usule ve kaidelere bağlı kalmamız ve öğrenmemiz gerekmektedir. Tabi bizler bunu, kesinlikle ilim ehlinin öğrenip uyguladığı gibi yapamayız. Bunu ise şu başlık altında açıklayalım.

“İlim Öğrenmek Her Müslümana Farzdır” Hadisi Nasıl Anlaşılır?

Allah Resulü (s.a.v) hasen derecesinde gelen bir hadiste söyle buyurmaktadır:

“طلب العلم فريضة على كل مسلم”

İlim talep etmek, her Müslümana farzdır.”
Hadisin zahirinde de görüldüğü üzere “İlim” ve “Müslümanlar” diye iki farklı lafız geçmektedir.
Genel olarak Müslüman diye tesmiye edildiğin de, buna peygamberlerin dışında dört sınıf insan dâhil olmaktadır. Bunlardan

  • 1- Âlim
    Bunun İslam literatürün de genel olarak şöyle tarif edilmiştir: Şer’i hükme ulaşmak için gayretinin tamamını sarf edip, ona ulaştıktan sonra da Kitap ve Sünnet’in delillerinden istinbat edip hüküm çıkaran kimseye denir. Yine:
    “Kitap ve Sünnet’in naslarına vakıf olması, sünneti iyi bilen hatta oradan hüküm çıkaracak kadar mütemekkin bir kimse olması, sahih ile zayıfın arasını ayırt etmesi, nasih ve mensuh ilmine vakıf olması gerekmektedir.”
  • 2- İlim talebesi
    Bu mevzunun tarifi aslında basit, lakin çok uzundur. Bundan dolayı fazla tafsilata girmeye gerek yoktur. İlim talebesi Kuran ve Sünneti anlama yolunda, riyadan uzak duran, ilim yolunda niyetini Allah için halis kılan, öğrenmiş oldukların da gereken tevazuyu gösteren, tahsil etmek istediği şeyde vaktinin çoğunu ona ayıran ve tahsilinde bir yarış içerisinde olan kimseye denir.
  • 3- İlim talebesi olmaya namzet olan kimseler
    Bu kimseler ise diğer ikisinin arasında olan kimselerdir. Kuran ve Sünneti öğrenip yaşayan ve sonra da bunu gerektiği gibi insanlara tebliğ etmeye gayret gösteren insanlardır. Bunlar ilim ehlinden istifade etmeye çalışan insanlardır. Lakin ilim talebeleri gibi sürekli ilim ehlinin dizlerinin dibinde oturan ve vakitlerinin çoğunu onların yanında harcayan kimseler gibi değillerdir.
  • 4- Avam
    Bu gibi kimseler Kuran ve Sünneti genel hatları ile öğrenebildiği kadar öğrenip, daha sonra da öğrendiği ile de yaşamaya çalışan kimselerdir. Bunlardan ise beklenen sadece İslam’ı Allah’ın istediği ve Allah Resulünün gösterdiği şekilde yaşamalarıdır.
    Hadisin mefhumuna gelince ise, “İlim” kelimesi umum olarak âlimler ve ilim talebeleri için söz konusu olan bir kelimedir. İlim talebeliğine namzet olan ve avam olan kimseler için vucubiyet ifade edecek bir kelime değildir. Lakin burada öyle bir anlam vardır ki, bu da her dört kısmı da içerisine alır.
    Âlim için kastedilen, ilmini Allah için öğretmesi ve gereği gibi ilmi ile amel etmesidir. İlim talebesi için ise ilmini sadece Allah rızası için öğrenmesi ve niyetini sadece Allah’a has kılmasıdır. Diğer ikisi için kastedilen ise, Kuran ve Sünnette okudukları ve öğrendikleri nasları, anlayıp onlarla gereğince amel etmeleridir. Nitekim Allah resulü (s.a.v) umum olarak zikretmiş olduğu bir hadis de şöyle buyurmuştur:

نضر الله امرأ سمع مقالتي فوعاها ثم أدها كما سمعها

“Allah, benden bir söz işitip onu belleyen, daha sonra da onu olduğu gibi aktaranın yüzünü ağartsın.”Bu hadisin mantukundan ortaya çıkan hüküm ise, okuduğumuz ayet ve hadislerle ilk olarak iyice anlamak, daha sonra onlar ile amel etmek ve olduğu gibi aktarmak farz olan bir ameldir. Bu hüküm ise bu dört kısmı da kapsamaktadır.
Bundan dolayı, ilim öğrenmek, gerektiği kadar, gücünün yettiği kadar herkesin üzerine farzdır. Bu ise Teaddüd eder. Yani âlimin öğreneceği ilim ile avamın öğreneceği ilim arasında büyük fark vardır. İlim ise umum olarak zikredilmiştir. Âlimin öğrendiği de ilim, avamın öğrendiği ilim olarak sayılmıştır.
Bunun için hepimizin üzerine vacip olan şey kuran ve sünnet ilmini iyice öğrenmek ve onunla gerektiği gibi amel etmektir. Bizler kuran ve sünneti öğrenirken karşımıza çıkıp sorun gibi gözüken şeyleri ancak Selefin sünneti korumak için koymuş oldukları kaideleri ve usulleri uygulayıp anlayarak çözebiliriz. Bu da ancak iyi bir hadis okuyucusu olmakla mümkün olabilir. Öyle ise mevzuya bu kaidelerin nasıl kullanılacağını göstererek ve bunlara örnek teşkil edecek şeyleri de misallendirerek gösterelim.

Hadislerde Ki Murad Edilen Manayı Anlamak

Bilindiği gibi Allah azze ve celle kerim olan kitabını birçok ayetinde bulunduğu gibi Araplara ve Arapça olarak indirmiştir. Nitekim kendisi ayetinde şöyle buyurmuştur:

{إِنَّا أَنزَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لَّعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ}

“Muhakkak ki biz onu, sizler akledesiniz diye Arapça bir kuran olarak indirdik.” (Yusuf: 2) Burada anlaşılması gereken asıl mesele ise, Allah bu kitabı indirdikten sonra, Araplardan bu kitaptan öğüt almalarını ve kendilerine göndermiş olduğu peygambere uyup emrettiklerini yapmalarını, nehyettiklerinden de içtinap etmelerini emretmiştir. Asıl olarak Arapça çok zengin ve manası, belagati oldukça derin olan bir dildir. Bundan dolayı Kureyş ahalisi dönemlerinde, Arapların arasında Arapçayı en iyi konuşan ve bu dilin kaidelerine en çok bağlı kalan kimselerdi. Buna rağmen Allah Kuran’ın mefhumunu hiçbir zaman peygamberlerinin dışında onlara yüklememiştir. Onlar Arap olmalarına rağmen kuranın açıklaması, kuranın onlara indirilmesine rağmen, Arap olmalarına rağmen hiçbir zaman onlara bırakılmamıştır.
Hal böyle iken daha doğru bir şekilde Arapça bilmeyen Araplara nasıl bırakılmış olsun? Ve yine hal böyle iken sonradan Arapça öğrenmiş olan Acemlere nasıl bırakılmış olsun? Bugün hadis inkârcılarının tamamı kurana kendi manalarını vermeye çalışmakta ve kurana kendi kafalarına göre mefhum yüklemeye çalışmaktadırlar. İşte bundan dolayıdır ki, onlar Arapları ve getirdiklerini asla kabul etmemişlerdir.
Bu meseleyi bizim tarafımıza yoracak olursak, bizler Kuranı ve Sünneti okurken orada gördüğümüz, gerekse mübhem olan, gerekse de mufassal olan hadis ve ayetleri hiçbir zaman kafamıza göre anlayamayız. Nasıl Kuran’a bir mefhum yüklemek ki- o da vahiydir- peygamberin işi ise, Allah resulünün hadislerine de bir mefhum yüklemek, onun tezkiye etmiş olduğu kimselerin işidir. Burada kastettiğimiz kimseler tabi ki de ilk başta sahabelerdir. Sahabe Allah resulünden vahyi direkt olarak telakki ettikleri için, o günün amellerini ve ahkâmını en iyi onlar anlamış ve yaşamıştır. Kendilerinden daha sonra gelen insanlar da ki- onları da sahabe tezkiye etmiştir- sahabeden Allah Resulünün sözlerini direkt olarak onlardan, yalansız bir şekilde telakki etmişlerdir.
Kuran’ı ve Sünneti yaşama da asıl olan şey oradan kafamıza göre okuyup anladığımız şeyler ile amel etmek değil, Allah resulünün ve ashabının bize gösterdiği şekilde amel etmek ve aktarmaktır. Bu aynı Allah’ın resulüne kuranda dediği söze benzemektedir. Nitekim kendisi şöyle buyurmuştur:

{إِنَّا أَنزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَا أَرَاكَ اللَّـهُ ۚ وَلَا تَكُن لِّلْخَائِنِينَ خَصِيمًا}

“Biz sana kitabı, insanların arasında sana Allah’ın gösterdiği şekilde hükmedesin diye indirdik, sakın hainlerden taraf olma.” (Nisa: 105) Bu mesele bizim hayatımızda öyle aşağı mesabeye indirilmiştir ki, okunulan hadislerde bile zahiri üzere alınmış, hadisin alt yapısında neyin kastedildiğini ve hangi olaya binaen söylendiği umursanmaz olmuştur. Bu bölümde inşallah, bazı hadislerin zahirinde okunulduğu zaman farklı bir şeyin anlaşıldığı, lakin olayın alt yapısında çok daha farklı bir şeyin olduğunu ortaya koyacağız. Meselenin kısası, hadislerin illetinde nelerin kastedildiğini anlatmaya çalışacağız.

  • a- Deve idrarının içilmesi meselesi
    Bu mesele asırlar boyunca bazı insanlar tarafından öyle anımsanmıştır ki, deve idrarının içilmesini bir gelenek haline getirmişler, öyle ki bunu severek içer olmuşlardır. Hâlbuki bu mesele asla bu şeklide değildir. Meselenin aslı şöyledir. Enes b. Malik’ten gelen rivayette şöyle söylemiştir.
    “Ureyne ve Ukle kabilelerinden bir grup Medine’ye gelerek Müslüman oldular. Medine’nin havası onlara dokununca Peygamber onlara deve idrarı içmelerini öğütledi. Adamlar develeri dağıttılar ve çobanı da öldürdüler. Peygamber onları yakalattı, ellerini ve ayaklarını kesti, gözlerini oydu, çölde susuz ölüme terk etti. Biz onlara su vermek isteyince, Peygamber bizi engelledi.” Buhari Tıp, Müsned (3 c. /107/163)
    Nesai’nin lafzında şu varıdır: “Öyle ki renkleri sapsarı oldu ve karınları büyüdü.”
    Bu hadiste açıkça şu anlaşılmaktadır: Eğer buna muhalefet edecek veya bunu müspet yönde tafsilatlındıracak bir hadis bulunmazsa, bu hadis bu şekilde alınır.
    Yani Allah Resulü (s.a.v) onlara, Medine havasının kendilerini rahatsız etmelerinden dolayı veya belli bir hastalığa müptela olmalarından dolayı deve idrarını ve yanında sütünü içmeyi emretmiştir. Bu hadiste ki illet yani kasıt, deve idrarı içmenin fazileti değil, hastalık olduğunda deve idrarının şifa olacağıdır. Yoksa bugün bazı Arapların yaptığı gibi, deve idrarını içmeyi alışkanlık haline getirip onun ile yıkanmak değildir.
    Aksi takdirde böyle bir amelin dinde ki cevazını konuşacak olursak, Allah Resulünün ve ashabının hayatlarında iken deve idrarını sürekli olarak içtiklerine delil göstermek zorunda kalırız ki, bu da çok muhal bir durumdur. Allah en iyi bilendir.
  • b- “İyilikler kötülükleri giderir” meselesi
    Yine bu meselenin fıkhında toplumumuzun büyük bir sıkıntısı vardır. Öyle ki hadisi sadece zahirine göre almışlar ve bu sebeple de günaha girmeyi alışkanlık haline getirmişlerdir. Buhari (Hadler bölümü)’de zikredilen hadiste Enes b. Malikten şöyle buyrulmuştur:
    “Ben Allah Resulünün yanında iken bir adam geldi ve dedi ki: “Ey Allah’ın Resulü! Ben bir günaha bulaştım, bir kadını öptüm ve ona dokundum, bunun haddini bana uygula” bunun üzerine namaz vakti geldi ve Allah resulü namazını kıldı. Namaz vakti bitince o adam tekrar kalktı ve “ Ben bir günaha bulaştım, bunun haddini bana uygula” dedi. Allah Resulü ile sen bizimle namaz kılmadın mı diye sordu. Adam: Evet! Dedi. Allah Resulü de: İşte bu senin haddindir.”
    Daha tafsilatlı olan diğer bir rivayette ise şöyledir: “Kalk iki rekât namaz kıl, muhakkak ki iyilikler kötülükleri giderir.” Bunun üzerine adam sorar: “Sadece benim için mi?” Allah Resulü de: “Hayır! Ümmetimden bu günahı işleyen herkes içindir.” Dedi.
    Bu rivayeti aynı şekilde Müslim ve diğer imamlar da nakletmişlerdir.
    Burada bizim ümmetimizde düşülen hata şudur: bu hadisten istinbat edilerek sürekli hata işlenmektedir. Lakin bunun Allah Resulü döneminde vuku bulmasının nedeni, bir sahabenin gaflete düşerek bir günaha girmesi ve bu hükmü uygulamadan önce de Allah Resulünden had istemektedir. Çağımızın insanları ise bu hadisi delil getirerek, bilerek günaha giriyor, daha sonrasında bu hadiste ki bu hükmü istismar ediyor.
    Yine bu, kişi bir günah işlerse, bu hüküm onun için geçerli olmaz demek değildir. Nitekim Allah Resulünün dediği gibi “tüm ümmet için” geçerli olan bir şeydir. Lakin bu gaflet anında ve teammüdün olmadığı zaman geçerli olan bir meseledir. Diğer taraftan bilerek yapılırsa bu günahların o kişiyi kuşatacağını ve her küçük günahın büyük bir günaha götüreceğinin büyük bir delili olur. Bu günahta ısrar edilirse Allah’ın mağfiret etmemesi muhtemeldir. Çünkü buna delalet eden nususlar vardır. Niketim kendisi Kuranda şöyle buyurmuştur:

{ بَلَىٰ مَن كَسَبَ سَيِّئَةً وَأَحَاطَتْ بِهِ خَطِيئَتُهُ فَأُولَـٰئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ }

“Her kim bir günah kazanırsa, bu günahta onu kuşatırsa, o zaman cehennem ehlinden olur. Onlarda orada devamlı olarak kalırlar.” (Bakara: 81)
Görüldüğü gibi ayette günah işleyip, bu günahta ısrar edenlerin, cehennem de devamlı kalacakları haber verilmektedir. Bu iş bizim için hayır gözükürken şerre dönüşebilir. Bunun bilerek yapılması bizim için büyük bir zarar olabilir. Allah ayetinde şöyle buyurmaktadır:

{وَمَن يَكْسِبْ إِثْمًا فَإِنَّمَا يَكْسِبُهُ عَلَىٰ نَفْسِهِ ۚ وَكَانَ اللَّـهُ عَلِيمًا حَكِيمًا}

“Her kim bir günah kazanırsa, ancak kendi nefsi aleyhinde kazanmış olur. Allah her şeyi bilendir ve hikmet sahibidir.” (Nisa: 111)
Bundan dolayı yapılan her hata ve günahtan sonra tevbe edilip bağışlanma dilenmelidir. Lakin hata ve günahta ısrar edildiği zaman Allah’ın kuranda bahsetmiş olduğu hükümlere dâhil olunması uzak bir ihtimal değildir.
Diğer bir taraftan, eğer bu hadis, günahın sürekli olarak işlenip, sonrasında iyilik yapmaya delil geliyorsa, Allah resulünün ashabından ve günah işleyen o gencin hayatından, bu hükmü uyguladıktan sonra, aynı günaha bir daha düştüklerinin de delilini getirmemiz gerekir. Hâlbuki bu sair rivayetler de açıkça kanıtlanmıştır.
Allah resulünden zina etmek için izin isteyen gence Allah Resulünün ne dediğini ve sonrasında gencin ne yaptığını hatırlayalım. Nitekim Allah resulü kendisine “Senin bacınla ve annen ile zina edilmesini hoş görür müsün?” cevabına karşılık genç için söylenenler şunlardır: “Biz onu bir daha bir kadına bile bakarken görmedik.”
İşte bu sahabenin, uyarıdan sonra günahı tamamen terk ettiğine açık bir delildir. Yine önceki hadisten çıkacak olan delil şudur: eğer bizler günah işledikten sonra iyilik yapma mevzusunda bu konuyu delil getiriyorsak, aynı şekilde sahabenin de o ameli işledikten sonra, o ameli tamamen terk etmesini de kendimize bir örnek ve delil edinmemiz gerekmektedir. Aksi takdirde Allah günahında ısrar edenler için cehennemde devamlı olarak kalmayı vaad etmiştir.
Sonuç olarak her küçük bir büyüğe, her büyük günahta sonucunda kişiyi şirke kadar götürebilir. Allah doğrusunu en iyi bilendir.

Çelişki Gibi Görülen Hadislerin Anlaşılması
Bu meseleye bazı getireceğimiz örnekler gerçekten çok kapsayıcı ve uzun olan örneklerdir. Ancak biz bize yetecek ve mevzumuzun içeriğini dolduracak şekilce örneklendireceğiz.
Çelişki gibi görülen hadisler aslında herhangi bir tenakuz içermemektedir. Bu yalnız bizde ki bilgi kısırlığından dolayı çelişki gibi gözükmektedir. Bu bölümde ise sadece hadis inkârcılarının ve usulden yoksun bazı gereksizlerin bize karşı reddiye olarak zikrettikleri hadisleri zikredeceğiz ve kısaca bunların aslında çelişmediğini sadece çelişki gibi gözüktüğünü anlatacağız.

  • 1- Oruçlu iken kan aldırılır mı?
    Zikredilen hadis: “Kan aldırmak, yapanın da yaptıranın da orucunu bozar.”
    Bunun karşısında çelişki olarak görülen hadis: “Peygamberimiz oruçlu iken kan aldırmışlardır.”
    Bu iki rivayette sahih olarak gelmiştir. Lakin burada daha sonra zikredeceğimiz bir usul vardır. Bu da burada kan aldırmaktan asıl kastedilen hacamat yaptırmaktır. Lakin bu konuya açıklık getiren bir mevzu daha vardır ki, bu da ilk rivayet nesh olduğu üzeredir.
    İbn Hazm şöyle demiştir: “Bu haberin gelmesi ile birinci haber nesh olmuştur.”
    Bunu bu şekilde İmam Şafii “İhtilaf-ul Hadis” adlı kitabının (2/108)’den ve “el’Umm” kitabının haşiyesinde tasrih etmiştir. Yine İmam Sehavi bunu “el-Mekasıd” kitabında İmam Şafiye isnad etmiştir.
    Daha sonrasında Enes’den gelen nakilde ise şöyle buyruluyor: “Ben önceleri oruçlu olan kimsenin hacamat (kan aldırmasını) kerih görürdüm. Cafer b. Ebi Talib ise oruçlu iken hacamat olmuştur. Bunun üzerine kendisi peygamber onun yanına uğramış ve demiştir ki: “bu ikisi hacamat olmuştur” sonrasında peygamber (s.a.v) oruçlu iken hacamat yaptırmasına ruhsat verdi. Bunun üzerine Enes (r.a)’da oruçlu iken hacamat yaptırdı.”
    Bu rivayeti Darekutni ve Beyhaki rivayet etmişlerdir. Yine Darekutni (2/183)’de şu hadisi zikretmiştir: Enes’ten gelen nakilde: “Peygamber (s.a.v) hacamat yapan da yaptıranın da orucu bozulmuştur dedikten sonra oruçlu iken hacamat yaptırmıştır.”
  • 2- Ayakta su içme meselesi
    Yine bu meselede birçoğu gereksiz bir niza içine düşmüş ve her zaman olduğu gibi yanılmışlardır.
    İlk olarak hadiste şöyle geçmektedir: “Peygamber ayakta su içilmesini yasakladı.”
    Reddiye olarak verdikleri diğer hadiste ise şöyle demektedir: “Peygamber’i sizin benim gibi ayakta su içerken gördüm.”
    Birinci rivayette Peygamber (s.a.v) ayakta su içmeyi yasaklamıştır. Yani içtinap gerektiren bir nehiy vardır. Bu hadisleri ise şu şekilde açıklayabiliriz. Müslim (2814)’de gelen nakilde Peygamber şöyle buyurmuştur:
    “Sizden her birinize kesinlikle yanına yakındaş olarak bir cin ve yakındaş olarak bir melek verilmiştir. Şöyle dediler: “senin cinin yok mu ey Allah’ın resulü? Allah resulü ise şöyle buyurdu: “Benim de mi? evet ama Allah bana yardım etti kendisi Müslüman oldu. Bana hayırdan başka bir şey emretmiyor.”
    Bu rivayetten anlaşılanı, şu iki vecih ile anlatmaya çalışalım:
    1- Allah resulünün diğer hadiste ki nehyi, terk edilmesini icap ettiren bir hadistir. Çünkü peygamberin ayakta su içmesi kendisine zarar vermez. Çünkü bu, kendisine has bir ameldir. Lakin bunu bizden yasaklamıştır.
    2- “Peygamberi ayakta içerken görüm” rivayeti ise Ali (r.a)’dan mevkuf olarak varit olmuştur. Lakin nehyeden hadis ise direk olarak peygamberin ağzından çıkmıştır. Bağlayıcılık yönünden ele alırsak Ali (r.a) hadisi kendisine aittir. Ve red olunmaz. Çünkü bizleri hiçbir zaman Allah resulünün ayakta su içtiğini inkâr etmedik. Bilakis sözünün ameline mukaddem olduğunu söyledik. Bunun içindir ki, Ali (r.a) sözü burada bize şunu açıklar; Kendisi peygamber (s.a.v)’den nehy olarak varit olmuş hadisten haberi yoktur. Hal böyle iken Allah resulünü de kendisine has olan bir ameli, yani ayakta su içerken görünce de peygambere ittiba ettiğini düşünüp, amel ettiği gibi aktarmıştır. Burada Ali (r.a)’nun sözü kendisine aittir ve Merfu’ hadis vuku bulmuşsa mevkufa iltifat edilmez.
  • 3- İhramlı iken nikâhlanma meselesi
    Çelişik olarak gösterdikleri iki hadis:
    “Peygamber Meymune ile evlendiği zaman her ikisi de ihramlıydı.”
    Diğer hadis ise:
    “İhramlı olan bir kişi (hacda olan) ne evlenebilir, ne kız isteyebilir, ne de başkasının nikâhını kıyabilir.”
    Birinci rivayet İbn Abbas (r.a)’dan Nesai (2839)’da gelmektedir. Lakin işin fıkhi boyutuna girmeden önce bu rivayetin şaz olduğunu belirtmekte fayda vardır. Yani kendisinden daha sahih olan bir rivayete ters düşmüştür.
    Diğer rivayet ise Nesai (2842)’ de, İbn Mace ise (1966) numaralı hadiste geçmektedir ve sahihtir. Birinci Rivayeti kabul etmemizin sebebi, kendisinden daha sahih olan bir rivayete ters düşmesinden dolayıdır. Çünkü bu usulde mukarrer kılınmıştır. Şayet ikisi de sahih olsaydı, o zaman şu şekilde olurdu. Daha önce de açıkladığımız gibi, Allah resulünün ihramlı iken meymune ile nikâhlanması kendisine has bir durum, bize bunu yasaklaması da içtinap gerektiren bir durum olurdu. Lakin birinci rivayet şaz, yani zayıftır. Bundan dolayı çelişkiye iltifat edilmez.
  • 4- Ölü hayvanın derisinin kullanılması meselesi
    Çelişki diye gösterilen iki hadis:
    “Peygamberimiz ‘Deri işlendi mi temiz olur’ dedi. Sonra ölü bir koyuna rast geldi ve ‘Onun derisinden faydalansanıza’ dedi.
    İkinci hadis: “Peygamberimiz ‘Ölü hayvanın ne derisinden ne de sinirinden faydalanınız’ dedi.
    Açık olarak leş hükmünde olan hayvanın derinden ve tüylerinden faydalanmak caizdir. Birinci hadisin manası ve sıhhati bize bunu göstermektedir. Lakin bu rivayetleri çelişkili gören insanların bunu bilerek yaptığı ve Allah resulüne bizatihi kendileri iftira attıkları ortaya çıkmıştır. Çünkü Ahmed b. Hanbel’in “müsned’in” de ikinci rivayet olarak ortaya koyulan hadis sabit değildir.
    Buna rağmen İbn Kudame “el-Muğni” adlı kitabının (1/89)’ da şöyle demiştir: “Leş hükmündeki hayvanın derisinin kullanılması meselesinde muhalefet eden birisini bilmiyoruz.”
    Bu mevzu da örnek olarak anlatacaklarımız kesinlikle çok fazladır. Ama mevzunun uzamaması ve okuyucuyu sıkmaması için ileride bahsetmek üzere bu başlığı sonlandırıyorum.
  • 5- Allah Resulünün Kavli
    Bilindiği gibi bu başlık, sünnet teriminin içine dâhil olan bir başlıktır. Bunlar ise Allah Resulünün:
    • Sözü
    • Fiili
    • Takriri
    Diye üç kısma ayrılırlar. Ancak bizim bu başlın altında işleyeceğimiz konu, Allah resulünün sözüdür. Bu konuda ise Allah resulünün sözlerinde bazı kısımlar vardır. Mesela “Nehiy” kelimesi hangi manaya gelir. Yine “Emir” ile “Teşvik” arasında ki farklar nelerdir. Bunlar bu mevzunun en öneli kısımlarıdır.
    a- Nehiy (النهي)
    Ebu Hureyre’den gelen nakilde Allah resulü (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

{ إِيَّاكُمْ وَالظَّنَّ، فَإِنَّ الظَّنَّ أَكْذَبُ الحَدِيثِ، وَلاَ تَحَسَّسُوا، وَلاَ تَجَسَّسُوا، وَلاَ تَحَاسَدُوا، وَلاَ تَدَابَرُوا، وَلاَ تَبَاغَضُوا، وَكُونُوا عِبَادَ اللَّهِ إِخْوَانًا}

“Zandan kaçının, şüphesiz zan, sözlerin en yalanıdır. Birbirinizi arkadan soruşturmayın. (aranızda) casusluk yapmayın. Birbirinize hased etmeyin. (haksız yere) buğz etmeyin. Birbirinizin arkasından konuşup araştırmayın. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun.” (Buhari / Edeb, Müslim / Edeb)
Görüldüğü gibi bu hadiste, peş peşe bazı nehiyler vardır. Burada kastedilen ise Müslümanların birbirlerini arkalarından vurmamalarıdır. Bu da bunun, en ednasından en alasına kadar geçerlidir. Bu, sünnette (معقولة المعنى) “manası akledilen” diye tesmiye edilen kısma girer. Yani Allah resulünün bu nehyinin arkasında ki ictimai mefsedeleri, insanoğlu rahatlıkla anlayabilir ve bu meselede akıllı davranabilir. Şöyledir ki: Allah resulü (s.a.v) bunlardan nehyetti, çünkü hased, casusluk ve arkadan konuşma gibi şeyler, Müslümanların arasına tefrika sokan, iki kardeşi birbirine düşüren şeylerdir denilebilir. Bunun için nehyetmesi de muhtemeldir de denilebilir.
Aksi takdirde, Allah resulünün neyhyettiği şeyi yapmak ve bunda müdavim olmak kişiyi harama sokar. Bundan dolayı şunu söyleyebiliriz: Nehyin akabinde tahrimiyet vardır. Çünkü bu gibi hadislerin içeriğinde (النهي المحض) “çok sert bir nehiy” veya “ciddi bir kaçındırma” vardır denilir. Bu da genel olarak arkasında tahrimiyeti (haramlılığı) mucib kılan şeylerdendir.
b- Emir (الأمر)
Ahmed b. Hanbel “el-Müsned” (17144)’de şu hadisi tahric etmiştir: Irbad b. Sariye’den gelen nakilde:

أُوصِيكُمْ بِتَقْوَى اللهِ وَالسَّمْعِ وَالطَّاعَةِ وَإِنْ كَانَ عَبْدًا حَبَشِيًّا، فَإِنَّهُ مَنْ يَعِشْ مِنْكُمْ يَرَى بَعْدِي اخْتِلَافًا كَثِيرًا، فَعَلَيْكُمْ بِسُنَّتِي وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ، وَعَضُّوا عَلَيْهَا بِالنَّوَاجِذِ ، وَإِيَّاكُمْ وَمُحْدَثَاتِ الْأُمُورِ، فَإِنَّ كُلَّ مُحْدَثَةٍ بِدْعَةٌ، وَإِنَّ كُلَّ بِدْعَةٍ ضَلَالَةٌ

“Size, başınıza Habeşli bir köle bile emir tayin edilse işitip, itaat etmenizi tavsiye ederim. Sizden her kim yaşarsa, birçok ihtilaflar görecekler. Size, sünnetime ve raşid olan halifelerimin sünnetine uymanızı emrederim. Onlara azı dişleriniz ile yapışın. Sonradan çıkan şeylerden sakındırırım. Çünkü her sonradan çıkan şey bidat, her bidat da sapıklıktır.”
Burada ise Allah resulü ashabına “size emrederim” sözünü kullanmıştır. Bu da bize, burada ki emri yerine getirmenin üzerimize vacip/farz olduğunun bir delilidir. Aksi takdirde yapılmayacak olursa, hadiste de dendiği gibi bidata sapmak kolaylaşır ve sonunda sapık olan kimselerden sayılırız. Allah en iyi bilendir.
c- Teşvik (الحث)
Ebu Hureyre’den gelen nakilde Allah resulü şöyle buyurmuştur:

لَوْلاَ أَنْ أَشُقَّ عَلَى أُمَّتِي لَأَمَرْتُهُمْ بِالسِّوَاكِ

“Eğer Ümmetime zorluk olmayacağını bilsem, onlara misvak kullanmalarını emrederdim.”
Diğer bir lafızda ise: “Her namazın önünde misvak kullanmalarını emrederdim.” (Buhari, Cuma 7. bab)
Bu hadiste de görüldüğü üzere Allah resulü (s.a.v) ümmetine misvak kullanmayı emretmemiş lakin emrin bir alt derecesi olan teşvik etmiştir. Emrin aksi haramdır, lakin teşvikin aksi haram değildir.
Yine bu hadisten çıkan hükümlerden bir tanesi de: Eğer Allah resulü (s.a.v) onlara misvak kullanmalarını emretseydi, onu yapmak zorunda kalırlardı. Allah resulü (s.a.v)’de bunu şüphesiz biliyordu ki, “onlara emrederdim” cümlesini kullanmıştır. Yani Allah resulü onlara bunu emrettiği an, onu terk etmeyip yapmakta zorlanacakları için emretmekten kaçınmıştır. Bu da daha önce zikri geçen emrin vucubiyet gerektirdiği bahsine açık bir şekilde delil olmaktadır. Böylece bu iş, emir olmaktan çıkmış, Allah resulünün ashabına önemli bir teşviki olarak kalmıştır. Allah en iyi bilendir.

  • 6- Allah Resulünün Fiili
    Bu konuya örnek teşkil edecek birçok hadis bulunmaktadır. Lakin biz bir kaçını zikrederek konuya açıklık getirmeye çalışacağız.
    Bu konuda Allah resulünün fiiline ters düşen, yine kendisinden olan bir söz bulunmadığı takdirde bizler, Allah resulünün ameli olan o konuda, yapmış olduğu şeye muhatabız ve bununla sorumluyuz.
    Buhari’nin (Şehadet bölümü)’de geçen rivayette Bilal (r.a) Allah resulü (s.a.v)’in “Kâbe’ye girip orada iki rekât namaz kıldığını gördüğünü” haber vermektedir. Lakin Fadl’dan gelen nakilde ise kendisi şöyle demiştir:
    “Allah resulü Kâbe’nin içinde namaz kılmamıştır.” Burada asıl alacağımız hadis, Bilal (r.a)’nun hadisidir. Çünkü burada, Allah resulünü namaz kılarken görmüştür. Lakin diğeri görmemiştir. Bu ise bize, Kâbe’ye girildiği zaman iki rekât namaz kılınmasını göstermektedir. Çünkü bunun aksine Allah resulünün sözü veya tam tersine bir amel olmadığı için peygamberin yapmış olduğu bu amele ittiba göstermek her Müslümanın üzerine vaciptir.
    Aynı şekilde Hac bahislerinde gelen nakillere bakıldığı zaman Allah resulü şöyle buyurmuştur:

خذوا عني مناسككم

“Hac menasiklerinizi benden alın.”
Yani hacda yapılacak şeyleri bana bakarak öğrenin demektir. Bu meseleye baktığımız da, Allah resulünün fiiline nispeten, sözlü olarak çok fazla hadisini göremezsiniz. Bundan dolayı Allah resulünün ashabı hac yapmayı, direkt olarak Allah resulüne bakarak öğrenmişlerdir. Buda bize şunu öğretir: Hac bahsine dair yapılacak olan amellerin aksine peygamberden kavli veya ameli bir nas varit olmadıkça bizler, Allah resulünün hacda uyguladıklarını muhatabız.

  • 7- Allah Resulünün Takriri
    Allah resulünün ashabında bir amel görüp, sessiz kalmasına veyahut menfi bir söz söylememesine “takriri sünnet” denir.
    Buna Tirmizi’de geçen Bilal (r.a) hadisinin örneğini verebiliriz. Ebu Bureyde’den gelen nakilde Allah resulü şöyle buyurdu:
    “Dün (rüyamda) cennete girdim. Ey Bilal senin ayak seslerini işittim. Seni cennete sokan nedir? Her abdestten sonra iki rekât namaz kılarım” dedi. Bu hadisi Tirmizi Rivayet etmiştir.
    Burada Allah resulü Bilal’e (r.a) sessiz kalmıştır. Böylece bu amel ümmette kabul görmüş ve Allah resulünün takriri ve tasvibi olarak telakki edilmiştir.
    • Bu konuda bazı şüphelere cevap
    Bazıları bu hadiste tasvip olmadığını ve bu amelin bizzat peygamberden Merfu olarak varit olduğunu söylemişlerdir. Getirmiş oldukları hadis de Buhari de geçen Ebu Hureyre den gelen nakilde Allah resulü: “Her kim benim aldığım gibi güzelce abdest alır ve sonra da iki rekât namaz kılarsa, geçmiş günahları affedilir.”(Buhari/Abdest babı)
    Birincisi: İmam Buhari’nin fıkhı, kendisini bu hadisin başına “Üçer kere uzuvları yıkamak babı” diye isimlendirmeye götürmüştür.
    İkincisi: İmam Tirmizi’nin fıkhı da kendisini Bilal hadisine “Abdest namazı” olarak bab başlığı atmaya götürmüştür.
    Eğer bu hadis Allah resulünden Merfu olarak gelmiş ise, Bilal (r.a) rivayetinde, neden Bilal’e sessiz kaldı? Hadisin zahirine göre Allah resulü, Bilal (r.a)’nun o amelinden haberi olmadığı için sessiz kaldı ve “Seni cennete sokan nedir?” sorusunu sordu.
    Diğer cevap ise: İki amelin mükâfatı farklı olarak zikredilmiştir. Çünkü eğer bu hadis Merfu olarak varit olmuşsa, Allah resulü Bilal (r.a)’a sormadan önce yapmış olduğu ameli kesinlikle biliyor olmalıydı. Sahih olan bu ameli de ümmetin tamamının abdest namazı diye telakki etmeleri bize yeterli savunmayı sunmaktadır.
    • Bir nükte
    Allah resulünün takriri vardır. Lakin bu sünnetten sayılır mı, yoksa sayılmaz mı konusuna gelince buna iki şekilde cevap verilir:
    Birincisi: Bir amelin sünnet olması arkasından sevap getirmesi gerekir.
    İkincisi: Allah resulünün Takririne dair gelmiş olan bütün naslar, ibaheye dair gelen şeylerdir. Cabir (r.a)’nun azil hadisi, Ka’b b. Malik’in tek elbise giyme meselesi, İbn Abbas’ın Allah resulüne keler ikram etmesi, gibi meselelerdir. Bunların her biri, eşyadan sayılır ve terkinde herhangi bir günah söz konusu değildir.
    Bu da bize, ancak ameli meseleler de, yani tevkifiyet gerektiren meselelerde, Allah resulünün dışından başka bir sahabeyi tasvip etmesi durumunda, o amelin sünnet olacağını göstermektedir. Bu konuda da delil olacak tek hadis Bilal’in hadisidir.
    Eğer bu böyleyse; Bilal’in amelinin aynısını, Allah resulü haber veriyor, lakin Bilal’in amelinden kendisi habersizdir. Sonuç olarak da iki amelin farklı ecirleri vardır. Yine aynı şekilde bu amelinde terki sonucunda herhangi bir günah yoktur. Takririn sünnet olabilmesi için, yani sevap getiren bir şey olması için, ancak ameli bir mevzu olup, Allah resulünün tasvibinden geçmesi gerekmektedir. Buna da ancak Bilal hadisi delil olmaktadır. Bunun dışında ki rivayetler Allah resulünü takririne delil değildir. Allah en iyi bilendir.
  • 8- Allah Resulünün Fiili İle Kavli Çakışırsa Hangisi Alınır
    Bu konu daha önce de geçtiği gibi, Allah resulünün fiili ile kavli çakıştığı zaman alınacak olan onun kavlidir. Bu mevzuyu “Çelişkili gibi görülen hadisler” bölümünde işlemiştik. Yine bu mevzuya delil teşkil edecek mevzulardan birisi de ayakta su içme meselesidir. Yine bu mevzu daha önce zikredilmişti.
    Bazı, ilimden bir haber olan hadis inkârcıları, Allah resulünün kendisine has kılınan birçok amelini ve o amelden de Allah resulünün nehyetmesini delil getirerek sünnete ifsat sokmaya çalışmışlardır. Allah hamdolsun ki, hadis ehlinin özelliklerinden biriside onlara, onların yanından bile geçemeyeceği bir üslup ve ilimle karşı durmalarıdır. Onlar ise, gütmüş oldukları bu amaçta, hiç bir zaman tevfikiyet bulamamışlardır.
  • 9- Kuran İle Çeliştiğini Söyledikleri Bazı Hadisler
    Yine bu ahmak hadis inkârcılarının düştüğü hatalardan biri de, inkâr etmek için çabaladıkları hadisleri, doğru düzgün okuyup anlama istidadına sahip olamamışlardır. Hâlbuki kişi bir meseleyi araştırıp, onda bir sıkıntı gördükten sonra ona reddiye vermeye kalkışacaksa, o mesele hakkında yeterli bir bilgiye sahip olmalı ve hiçbir nüansı gözünden kaçırmamalıdır. Lakin bu ahmaklar bunu bile başaramamışlardır. Bunların getirdikleri deliller başlıca şunlardır:
    a- Ahirette baldırın açılması meselesi
    Allah kuran da şöyle buyurur:

{ليس كمثله شيئ}

“Onun hiçbir benzeri yoktur.”
Buna ters olduğunu iddia ettikleri hadis:
“Allah ahirette Peygamberlere kimliğini kanıtlamak için bacağını açıp baldırını gösterir.”
Bu ahmaklığa iki türlü cevap verilir:
1- Bu hadiste, kurana ters düşen bir kelime bile yoktur. Nitekim bu Müslim’in rivayetidir ve sahihtir. Çünkü Allah’ın bir benzerinin olmaması ile ahirette baldırını açıp göstermesi hakkında en ufak bir çelişki ve alaka yoktur.
2- Aksine bu ahmaklar, Kuran’ı gerçekten hakkı ile okuyor olsalardı, inkâr ettikleri şeyin hadis olduğunu değil, bizatihi kuran olduğunu görürlerdi. Bu da Allah’ın şu kavli ile sabittir:

{يوم يكشف عن ساق ويدعون إلى السجود فلا يستطيعون}

“O gün baldırlar sıvanır ve onlar secdeye davet edilirler de buna güç yetiremezler.” )Kalem: 42)
Burada Allah’ın ahirette baldırının açılacağı malumdur. Bütün ümmet bunu kabul ile telakki etmişlerdir. Hadis ise, bunu açıklayıcı mahiyetindedir. Bu da hiçbir şekilde terslik olmadığının en büyük delilidir.
b- Resim meselesi
Allah Kuran’da şöyle buyuruyor:

{إن الله لا يغفر أن يشرك به ويغفر ما دون ذلك لمن يشاء}

“Allah kendisine hiçbir şeyin ortak koşulmasını affetmez. Bunun dışındakileri ise, dilediğini affeder.”(Nisa: 48)
Ters düştüğünü söyledikleri hadis:

كل المصورين في النار

“Her tasvir edici cehennemdedir.” (Buhari/Müslim)
Bu meseleye olan reddiyelerinde akidevi bir sıkıntı mevcuttur. Bu da; bu ahmaklar Allah’ın şirki hiçbir şekilde affetmeyeceğini biliyorlar lakin Allah’ın yarattığına benzetme amacı ile veya ona benzeyecek şekilde resimler yapmanın ona şirk koşmak olduğunu bilmiyorlar. Bunlar sanki Allah resulünün sünnetinde, Kuran’a bizatihi lafız ile ters düşen bir ayet bulamadıkları için dışarıdan dolanıyorlar ve kafalarına göre muarız bazı cümleler kurarak ifsat çalışmaları yapıyorlar.
Bu hadiste Kuran’ın bu ayetine ters düşen herhangi bir cümle yoktur. Allah doğrusunu en iyi bilendir.
Bu ve bunun gibi birçok saçmalıklar bunların yanında mevcuttur. Eğer bunlara cevap vermeye kalkarsak mevzu derinleşir ve diğer konulara yer kalmaz.

  • 10- Sahabenin Ameli Bağlayıcı Mıdır?
    Bu cümle mutlak olarak zikredildiğinde yanlış yerlere çekilebilir. Bundan dolayı bu kesinlikle mutlak değildir. Bunu ise şöyle açıklayabiliriz. Sahabenin ameli sevap yönünden bizi ilgilendiren bir kavramdır. Yani Allah resulünden Merfu bir amel varid olmamış, lakin ziyade olarak sahabenin ameli mevcut ise, bunun yapılması takdirinde sevap varit olabilir.
    Bu meyanda sahabenin ameli iki yerde faydalıdır:
    1- Allah resulünden, o söze ters Merfu bir rivayet olmadığı zaman
    2- Sahabenin ameli, peygamberin yapmış olduğu bir amele tebyin yani açıklık mahiyetinde geldiğinde, sevap getirebilir.
    İşte bu noktalarda sahabenin amelini bağlayıcı olarak görürüz. Bunların dışında sahabenin ameli kesinlikle bağlayıcı değildir. Sünnette bunun için birçok örnek sahabe davranışı görebiliriz. Buna örnek olarak gösterebileceğimiz bazı hadisler şunlardır:
    a- Ebu Hureyre’nin abdest aldığında kolunu yukarı kadar yıkaması ve bunu, abdest uzuvlarına cehennem ateşi dokunmayacak hadisine bina etmesi
    b- Sahabenin birçoğunun üzerine vacip olmamasına rağmen, ibadetlere olan düşkünlükleri, bizlere bu dinin nasıl yaşanması ve Allah resulünün nasıl örnek alınacağını açıkça göstermiştir.
  • 11- Sahabenin Amelinin, Allah Resulünün Sözlerinin Yanında Ki Değeri
    Bu konu bazı insanlar indinde anlaşılmaz bir konu olmuş, hatta onlar, bu konuda vehme düşüp, eğer olsaydı sahabenin amelini Allah resulünün ameline tercih etmeyi uygun görmüşlerdir. Lakin böyle bir mevzu asla sahabe indinde müteammiden vuku bulmamıştır. Şöyle ki, sahabe hiçbir zaman hiçbir amel ile Allah resulü (s.a.v)’e ters düşmemiştir. Ancak orada, öyle bir amel vardır ki, sahabe o amel ile hayrı murad etmiş ve Allah resulünün herhangi bir ameline dayandırmıştır. Bu konuyu ise iki başlık altında ele alabiliriz:
    1- Hükmen Merfu haber nedir?
    2- Sahabe icmasının hükmü

a) Hükmen Merfu nedir?
Bu kaide hadis usulü ile müteallik bir kaide olup, Sahabe’nin gaybi bazı haberlere dair rivayet ettikleri, yani kendilerinden söyleme ihtimalleri olmayan bazı eserlerin ıstılahta mevkuf, lakin hükmen Merfu olmasına denilir. Yani sahabenin söylemiş olduğu söz, kesinlikle başıboş gaybi bir söz değil, Allah resulünden duymuş olduğu, lakin bizatihi Merfu olarak varid olmamış olan hadistir.
Bu da bize, sahabe bazen, Allah resulünün ahlakından muamelatından ve günlük amellerinden alıntı yaptıklarını ve bunu bize aktardıklarını gösterir. Gaybi meselelere gelince; bunlar, Allah resulünden ligayrihi duyulmuş, sahabe tarafından aktarılmış lakin mevkuf olduğu kadar Merfu olarak sabit olmamıştır. Sahabenin tamamının “udûl” yani adaletli olmasından ve yalan söyleme ihtimallerinin olmamasından dolayı da, şöyle deriz: Bu mevkuftur. Lakin hükmen merfudur. Çünkü sahabenin böyle gaybi bir mevzuyu kafalarından söyleme ve yalan atma ihtimali olmadığı için bunu kesinlikle Allah resulünden duymuş veya farklı yollar ile elde etmiştir.
b) Sahabe icmasının hükmü
Bu konuda Zerkeşi şöyle demiştir: “Sahabenin icması, İcmayı kabul edenler arasında ihtilafsız hüccet olan bir şeydir. Onlar bu konuda en hak sahibi olan insanlardır.”
Yine bu konuda Sahabenin farklı meziyetleri ve hususi olan amelleri vardır. Herhangi bir amel konusunda sahabenin birçoğunun ittifakı varsa bu bağlayıcıdır ve sahabenin icması olarak kabul edilir. Bu konuda ise Davud ez-Zahiri ve kendisinden yüksek derecede etkilenen İbn Hazm da şöyle demişlerdir:
“Sahabenin icması, diğer kendisinden sonra gelenlerin icmasına mukaddemdir. Diğerleri ise kabul edilmez. Sahabenin icması üzerinde ise ittifak edilmiştir.”
Zahiri yönü ağır basan bir imam bile Sahabenin icamasını kabul etmiştir.
• Bir nükte
Daha önce de geçtiği gibi bu mevzu insanların ihtilaf ettiği bir mevzudur. Bunu anlarken mutlak olarak değil, ancak bazı kaidelere göre anlayabiliriz. Bu kaidelerden bir tanesi de Sahabenin icması olarak kabul edilen bir amel de, Allah resulünden gelmiş olan Merfu bir habere ters düşmemesi mevzu bahistir. Şayet merfuya ters düşerse kabul edilmez ve reddedilir.
Bunun ile alakalı olan ziyade bir mevzu da:
• Medine ehlinin ameli hüccet midir?
Bu konuyu, tıpkı sahabenin icması gibi kabul edenler genellikle Malikilerdir. Malikiler ise, bu konuda bazı nakledilen hadisleri ve eserleri zikrederek, Medine ehlinin amelini delil getirmişlerdir. Bu, Ezan meselesi, Sa’a meselesi ve farz namazların da besmeleyi dışarıdan okumanın terk edilmesi meselesi gibi şeylerdir. Kendileri ise bunu ihtilafsız ve şüphesiz hüccet kabul etmişlerdir. Çünkü kendileri, Medine ehlinin Allah resulüne ters bir söz söylemediklerini ve ters bir amel işlemediklerini savunmuşlardır. Bunu ise İbn Teymiyye “Mecmu’ul Feteva” adlı eserinin (20/204-306) numaralı mevzusunda zikretmiştir.
Buna misal olarak; Malikiler Hanefi ve Hanbelilere muhalefet olarak, hamile bir kadın, namaz esnasında kan görürse namazı bırakır” diyerek medine ehlinin icmasını örnek getirmişlerdir.
Yine aynı şekilde; İmam Şafi ve dışındakiler Meyve ve sebzelerden zakat verileceğini kabul ederken, İmam Malik bunu Medine ehlinin ameli uyduğunu zikrederek kabul etmemektedir.
Görüldüğü gibi bu mevzuda teferrüd edenler genellikle Medineli olmaları hasebi ile Malikilerdir. Bu ise hiçbir zaman Sahabenin icması ile bir görülmez. Hüccet olan sadece Sahabenin icmasıdır. Bunun dışındakiler ise bağlayıcı değildir.

  • 12- Sahabenin Arasında Ki Tefadul Farklılıkları, Hadisleri Tercih Etmemiz De Sebep Midir?
    Bizler ilk önce, hadis nakleden Sahabeler’e muhatabız. Yani hadis nakleden sahabeler bizim için öncelikli önem arz etmektedir. Ehlisünnetin inancında olmadığı gibi, bizim inancımızda da sahabe arasında mutlak bir ayırım yapmak yoktur. Bizler ancak bunu, mukayyed olarak anlayabilir ve tercih edebiliriz. Bunu şöyle açıklayabiliriz.
    Hz. Ömer faziletli, izzetli ve cennet ile müjdelenmiş on sahabeden biridir. Lakin oğlu olan İbn Ömer ile aralarında bir fark vardır. Bizler hadis rivayetinde oğluna yani İbn Ömer’e daha farklı itimat ederiz. Lakin babası Ömer kendisinden daha faziletlidir. Çünkü kendisi hakkında gelmiş olan Merfu övgüler ve cennet ile müjdelenmesi bunun en büyük kanıtıdır. Fakat oğlu kendisinden daha fazla hadis rivayet edip, hadis rivayet eden sahabeler arasında ki mümeyyiz mekânını almıştır.
    Yine bakıldığı zaman, Ebu Bekir (r.a) ümmetin sıddıkı ve emini, imanı Allah resulü tarafından övülmüş bir sahabedir. Lakin kendisi, kendisinden seneler sonra, Allah resulünün vefatından üç sene önce Müslüman olmuş olan Ebu Hureyre gibi değildir. Çünkü Ebu Hureyre birçok sahabenin yapmadığı fedakârlıklar yapmış ve sahabenin arasında en çok hadis rivayet eden kimse olmuştur. Fakat fazileti bakımından tabi ki de Ebu Bekir ile karşılaştıramaz.
    Hadisi tercih edilir mi? sorusuna gelince biz de deriz ki:
    Eğer farklı bir ziyade veya kendisine has olan bir amel, Allah resulüne daha yakın olan bir sahabeden gelirse, tercih sebebi olabilir. Mesela; Allah resulünün hanımları ile ilgili olan meseleler de aldığımız ve genellikle hadisini diğerine tercih ettiğimiz sahabe Hz. Aişe (r.ah)’dir. Bu konuda Sünen kitapların da çokça örnek bulunmaktadır. Dileyen “Suya su gerekir” hadisi gibi bazı mevzulara müracaat edebilir. Allah en iyi bilendir.
  • 13- Istılahta “Farz” Terimi
    Bu terimin İslam fıkhında oldukça geniş ve önemli bir yeri vardır. İlim ehli tarafından ve umumi olarak şöyle tarif edilmiştir: “Farz; kişinin kendisi ile mükellef olduğu, amel etmesi gerektiği ve terkinde küfre gireceği, yapması takdirin de ise ecir kazanacağı ameldir.”
    Bu terim ise ikiye ayrılır:
    1- Farz-ı Kifaye
    2- Farz-ı Ayn
    Farz-ı Kifaye: Toplumda belli bir güruhun amel etmesi ile diğerlerinin üzerinden farziyeti düşen kısımdır.
    Bunda da örnek olarak “Cihad” meselesini delil getirebiliriz. İslam da bazı belli bölgelerde cihad ilan edilmiş olabilir. Toplum da belli bir mücahit gurubunun harbe gitmesi ile diğerlerinin üzerinden sakıt olabilir. Veya İyiliği emredip kötülükten sakındırma da bunun içindedir. Bunu yapmaya salahiyeti olan her kimse üzerine farzdır. Lakin bilindiği gibi bunu ümmetin içerisinden herkes yapamaz. Veya ümmetin ihtiyacı olan bazı işlerde çalışmak gibi şeyler buna dâhildir.
    Farz-ı Ayn: Kendisinde Farzın şartlarının müteveffir olduğu takdir de, her Müslümanın üzerine vacip olan, amel edilmesi şart olan kısımdır. Buna İslam’ın beş şartını dâhil edebiliriz. Bunlar her Müslümanın yapması gereken farzlardır.
    Diğer manada ise, Allah resulünün emrettikleri farz olarak alınmak zorundadır. Bunu daha önceki bahiste işlemiştik.
  • 14- Istılahta “Vacip” Terimi
    Birçok İslam âliminin, başlarında İmam Cuveyni olmak üzere, tarif ettikleri gibi Vacip:
    “Yapılması takdirin de sevap getiren, terki takdirin de ise, ceza uygulanan ameldir”
    Buna İslam da birçok amel dâhil olabilir. Bazıları ize, bazı amellerin farz mı yoksa vacip mi diye ihtilafa düşmüşlerdir. Lakin bu da daha önce geçtiği gibi Allah resulünün bizatihi sözlerinden alınıp, uygulanan bir ameldir. Emir ise vacip, değil ise teşvik içerir.
    15- Vaad Ve Vaid Meselesinin Usul-İ Yönü
    “Vaad” ile ilgili olan hadisler, lafızları bakımından ikiye ayrılır:
    • Vaad

1- Her kim böyle yaparsa, ya da böyle derse cennete girer
2- Her kim böyle yaparsa, ya da böyle derse, Allah ona cehennemi haram kılar.
Bunlara örnek olarak İmam Müslim Sahihinde (93) Cabir (r.a) şunu rivayet etmiştir:

مَنْ مَاتَ ولا يُشْرك بِاللِه شَيْئًا دَخَلَ الْجنَّةَ، وَمَنْ مَاتَ يُشْرِك بِالله شَيْئًا دَخَلَ النَّارَ

Bir kimse Allah resulü (s.a.v)’e gelip, Ey Allah’ın resulü! Gereken iki şey nedir? Dedi. Bunun üzerine Allah resulü “Her kim Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmadan ölürse cennete girer. Her kimde Allah’a şirk koşarak ölürse, cehenneme girer.”
Diğer rivayet ise Muaz b. Cebel rivayetidir. Onu da İmam Buhari ve İmam Müslim Sahihlerinde rivayet etmişlerdir. Muhtasar olarak rivayet:

مَا مِنْ أَحَدٍ يَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ وَأَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللَّهِ، صِدْقًا مِنْ قَلْبِهِ، إِلَّا حَرَّمَهُ اللَّهُ عَلَى النَّار

“Her kim ki kalbinden sıdkı ile Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim de onun kulu ve resulü olduğuma şahitlik ederse, Allah ona cehennemi haram kılar.”
Bu hadisler ise “vaad” meselesinin hadislerde ki lafızlar bakımından kaça ayrıldığını göstermektedir.
• Vaid
Bu ise beş çeşittir:
1- Bazı büyük günahlara, “Küfür” lafzının ıtlak edilmesi
İmam Buhari ve İmam Müslim Sahihlerinde Abdullah b. Mesud’un rivayerini şu şekilde zikretmişlerdir:

سباب المسلم فسوق، وقتاله كفر

“Müslümana sövmek fısk, onu öldürmek ise küfürdür.”
Cerir b. Abdullah’ın hadisinde ise: “Benden sonra kâfirler olarak dönmeyin, bir birlerinizin boyunlarını vurmayın.” Demiştir.
Ebu Zerr’in rivayetinde ise Allah resulü şöyle buyurmuştur:
“Kendisini, bildiği halde babasından başkasına nispet eden kâfir olmuştur.”
2- Bazı büyük günah işleyenlerden imanın nefyedilmesi
Yine Buhari ve Müslim’in rivayetin de Ebu Hureyreden şöyle gelmektedir:

لا يزني الزاني وهو مؤمن

“Mümin, mümin iken zina etmez. Mümin, mümin iken hırsızlık yapmaz.”
3- Bazı büyük günah işleyenlerden Allah resulünün beri olması
Yine Buhari ve Müslim şunu rivayet etmişlerdir:

من حمل علينا السلاح فليس منا

“Her kim bize silah doğrultursa, bizden değildir.”
Yine aynı şekilde Müslim Ebu Hureyreden şunu rivayet etmiştir:

من غش فليس منا

“Her kim aldatırsa, bizden değildir.”
4- Bazı büyük günah işleyenler için cennetin nefyedilmesi
Huzeyfe’den gelen nakilde Allah resulü şöyle buyurmuştur:

لا يدخل الجنة قتات

“Yol kesiciler cennete giremez.”
Yine Cubeyr b. Mutim’den gelen nakilde Allah resulü şöyle buyurmuştur:
“Akraba ilişkilerini kesenler cennete giremez.”
5- “Vaid” yani ateş ile müjdeleme, bazı büyük günah işleyenler içindir
Ebu Umeme’den gelen nakilde Allah resulü şöyle buyurmuştur:

مَنِ اقْتَطَعَ حَقَّ امْرِئٍ مُسْلِمٍ بِيَمِينِهِ، فَقَدْ أَوْجَبَ اللهُ لَهُ النَّارَ، وَحَرَّمَ عَلَيْهِ الْجَنَّة

“Her kim bir Müslümanın hakkını (bildiği halde) yerse, Allah ona cenneti haram, cehenneme de girmesini vacip kılar.”
Yine Ali (r.a)’dan gelen nakilde Allah resulü şöyle buyurmuştur:

لَا تَكْذِبُوا عَلَيَّ، فَإِنَّهُ مَنْ يَكْذِبْ عَلَيَّ فليَلِجِ النَّارَ

“Bana yalan isnad etmeyin, her kim bana yalan söz isnad ederse, cehenneme girsin.”
Bu hadislerin tamamı Buhari ve Müslim’in hadislerindir ve sahihlerdir.
İbn Hacer ve Nevevi gibi bazı hadisçilerin de, bu gibi hadislere düşmüş oldukları şerhlerde söyledikleri bazı sözler vardır. Bunlardan:
“Bu hadiste büyük günah işleyenlerin cehennemde ebedi kalacağını ve kâfir olacağını söyleyenlerin reddi vardır.”
Allah en iyi bilendir.

سبحانك اللهم وبحمدك، أشهد ألا إله إلا أنت، أستغفرك وأتوب إليك

İslam’da Usul & Kuran Ve Sünneti Anlamada Metot

Oğuz Önder
30/Mayıs/2017
Akeseki/Yarpuz

Similar Posts