لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ
O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.
Katiyetle hiçbir şey ona benzemez. Bu tekid içindir. Bu ayet teşbihi reddeder. Yani teşbih, tecsim hepsini reddeder.
Ayetin ikinci kısmı ise;
وَهُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ
Buda tahrifi, tatili reddeder. Yani tahrifi, tatili, tekyifi reddeder.
Yani لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ dediğimiz zaman bu teşbih, tecsim, tekyifi reddeder.
وَهُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ ise tahrif ve tatili nefyeder.
Onun için biz isim ve sıfatlarda imanımızın esasının şu kaideler üzerine bina edildiğini söyleriz. Ama talide yani bir ayetten çıkartılan kaidenin dışında söyleriz bunu. Tahrifsiz, tatilsiz, teşbihsiz, tekyifsiz iman ederiz.
Hiçbir isim ve sıfat hakkındaki imanımız bu dört şeye ters düşer olmamalıdır. Bu isim ve sıfatlardaki kaide. Buna ters düşmeyeceksin.
Tahrif ise ya lafzın tahrifi veyahut mananın tahrifidir. Lafzın tahrifi doğrudan doğruya oraya bir şey ekleyememelerine rağmen ama anlamında aynen istivayı “istevlaa” dedikleri gibi. Yani istiva etti yerine istila etti. Manası ise o ayetin yanlış anlaşılacağı, insanların sapıtma sebebi olacağı düşüncesi ile yanlış kullanıldığı, bunun doğru anlamı ise budur derler, böyle anlamak gerekir diyerek o lafzı, manaen tahrif etmeleridir.
Bizdeki vukuu bulan tahrif ekseriyetle manadadır. Lafzen oraya koyamamalarına rağmen mesela Yahudiler için “hıtta” diyecekleri yerde “hınta” dediler. Ona nun’ul Yahudiye denilir. İbn Kayyım o mevzu hakkında bir kaside yazmış. Bir harf sokuşturuyorlar.
Bizimkiler lafza bunu sokuşturamıyorlar. Ama lafızdaki tahrif olarak ifade edilir. Bunlar isteva yerine istevla deyip lam’ı koyuyorlar. Buna da İbn Kayyım “lam’ul cehmiyye” olarak kaside yazıyor tahrifte.
Ama manadaki tahrife gelince ayetteki hadisdeki geçtiği şekliyle bunu ele alırsak bu yanlış anlaşılır, sapıtma dalalet buda açıkça ayette olduğu için söylemesine rağmen insanlara sapık diyorlar. Müşebbihe, Mücessime diyorlar. Hatta selef bu mevzuda bu ayeti zikrettikten sonra tecsim, teşbih nedir diyor. nasıl tecsim ve teşbih olur. Allah’ın eli var demek tecsim değildir. Allah’ın eli benim elim gibidir dersen tecsimdir veyahut teşbihtir.
Adamlar tutuyorlar bunlardan bu son gelenlerden mesela geçen Müfid Yüksel de demiş bu Osman Ed-Darimi var ya akideye dayalı kitabı olan Ebu Muhammed Zahid el-Kevseri gibi Ebu Ğudde gibi adamlar İbn Huzeymenin Kitabut tevhidine, Ahmed İbn Hanbele…
Ahmed ibn Hanbele haşimi derler bunlar. Yani tecsimci anlamındadır. Hatta burada Ebu Bekir Sifil, İhsan Şenocak bile bunları dillerine doladı. Böyle yaklaşmaya çalışıyorlar hatta senelerce Ahmed’i övdükleri gibi onların tanıdıkları Ahmed bizim tanığımız Ahmed değil diyorlar. Onlar başka bir Ahmedi gündeme getiriyorlar Ahmed İbn Hanbeli kastederek. Çünkü haşeviyye diyorlar onlara.
Ve selef tecsim, teşbihi anlatırken Allah azze ve cellenin herhangi bir sıfatını alıyor, benim bu sıfatım gibi yani Allah’ın ilmi benim ilmim gibi eli benim elim gibi dersen yani gözü benim gözüm gibi dersen teşbih olur diyerek bunu anlatırlar.
Ehli sünnet de bazı tali izahlarla mesela Allah azze ve celle kendisini semi ve basir olarak vasfediyor, kullarına da فَجَعَلْنَٰهُ سَمِيعًۢا بَصِيرًا biz insanı gören ve işiten kıldık diyor.
Görüldüğü gibi zatı için tesbit ettiği sıfatları yarattığı kulları için de tesbit ediyor. Burada isimdeki müştereklikten başka şeyleri yok. Bazen de buna sebep deriz isimlerdeki müştereklik müsemmadaki müşterekliği gerektirmez.
Ondan sonra hepsi ali olarak gelir asıl bu şimdi.
Bu adamlar nasıl isim ve sıfat inkarcısı oluyorlar tecsime gitmekten yani Allah’ın eli var dediğinde adamlar hemen tecsim, teşbih şüpheleri ne varsa toptan zihnine geliyor. Bundan kurtulmak için.
Geçenlerde de bir kısmını vermiştim hatırladığım kadarıyla, bundan korkarak ne yapıyorlar? İnkara gidiyorlar. Ya Muattıla oluyorlar ya Mütefevvide oluyorlar. Müfevvide, Allah neyi murat ettiyse o diyoruz, Allah’ın öyle bir sıfatı var demiyoruz.
Veyahut bunlar anlamsız deyip tatil etme, Muattıla, atıl kılma. Bu taifeler isim ve sıfatlarda sorunları olan taifelerdir. Bunlar isim ve sıfatların hiçbir anlamı yokmuş gibi yaklaşırlar.
Buda şimdi ölçüdür. Ondan sonra Kitap ve Sünnetteki zikredilen ne kadar isim ve sıfat varsa biz hakiki manada alır, katiyetle tahrife, tatile, tekyife gitmeyiz. Tekyif, teşbih ve tecsimden keyfiyet nasıl diye sormayız. Teşbih ve tecsim eş anlamda kullandığımız kelimelerdir. Bunlara gitmeyiz.
Ve hiçbir şekilde bu ayetlerin Allah azze ve celle tarafından yanlış kullanılarak indirildiğini haşa düşünmemiz mümkün değil.
Çünkü onlar tevil ederken lafzın zahiri ile ele alırsak yanlış anlaşılacağını söylüyorlar. Adam bu sefer teşbihten, tecsimden korkarak inkara gidiyor.
Bu ölçüsüz hareketleri ne yapıyor şimdi daha önce de dedik, bizi Allaha Kur’an da sünnette geçen bir sıfatıyla mesela “nefsimiz elinde olan Allaha yemin olsun ki” bu Allah Resulü tarafından, sahabe tarafından, selef tarafından çokça kullanılan yemin sigasıdır. والذي نفسي بيده “nefsim elinde olana yemin olsun ki” diyor. bundan kasıt Allah’tır.
Bunlar ne diyorlar şimdi “nefsim kudret elinde olan” diyor. bir tevil ekliyor. Kudret elinde olan diyor. halbuki Allah Resulünün dediği gibi nefsim elinde olana.
Şimdi bir kelime asli, ait olduğu lugatta arıza arz ederse başka dillerde de arıza arz eder. Allah Resulü, sahabe, ondan sonrakiler bu gibi ayet, hadisleri naklederken buna böyle dememiz gerekir diye bir anlam koymuyorlar. Çünkü yanlış anlaşılmaya gerek hiçbir hali yok bunun. Nefsim elinde olana emin olsun ki diyorlar. Buda neyi gösteriyor bu cümle, bu kelimeler çokça kullanılıyor.
Ama onlar bunu tevile gidiyorlar. Kudret olarak tevil ediyorlar.
Dönelim İbn Teymiyye buna felsefecilere, bu tiplere verdiği reddiyeler cümlesine baktığımız zaman bu adamlar sahabenin ilk devrinde, ondan sonraki devirde isim ve sıfatlar hiç sorun olmamış. Baktığınızda görürüsünüz hiç sorun olmamış hicri üçüncü asırda bu sorun başlıyor. Nasıl başlıyor? Birinci asrın sonlarında ikinci asrın başlarında Yunan felsefesine ait kitapların tercümesi ile. İshak el kindi Arap feylesoftlardan birisidir. Onun ile bu fitne girmiştir. Yani İbn Sina olsun, Farabi olsun bunun gibileri Arap asıllı olmayanlardan çıkan feylesoftlardır İslam alemini ifsad eden. Bu kitaplar yani Yunan felsefesine ait kitaplar en çok Abbasiler devrinde gündeme gelmişlerdir. Orada isim ve sıfatlara baktığınız zaman tamamı onun hakkında çok konuşmuştur felsefeciler. Aynı anda yunan felsefesinin menşeini, “Selefilik 5” dersinde mi ben bunu vermiştim?
Normalde Yunan felsefesi de aslen Hint felsefesidir. Ve bu sefer oradan da bu isim ve sıfatları teşbihe gidenleri görüyoruz. Onlarda en çok teşbih vukuu buluyor. Hem de en aşırı şekliyle vukuu buluyor onlarda, Hint felsefesinde. Ve bunlar da bakıyorsunuz Tasavvufta hulul, vahdetil vücud dediğimiz pislik hem de tanrısal nitelik, sıfat kazanma budizim de bu daha çok gündeme geliyor, yani tanrısal nitelikler kesbidir, insan gayretle kazanabilir bunu. Bunun bazen çile ile riyazat ile kazanıldığı düşünülür Hint felsefesinde de var, Budizm de de var aynen Müslümanlara da geçmiş bu Tasavvufta. Buna çile diyorlar, riyazat diyorlar, inziva adı da geçer. Hatta bazen zaviyelerin bir çoğunda çilehane dedikleri bir bölüm vardır. Yere doğru kazılmış bodrum gibi, kırk gün oradan çıkmadan inzivada kalırlar buna nefsi terakki, keşif gibi şeyler derler.
Baktığınız zaman ikisinin birbirine tersliği farklı yönde gündeme geliyor. Çünkü bunlar isim ve sıfatları, ilahi sıfatları kul ile yaratıcıyı ayırt etme noktasında gündeme getirirler. Ama Tasavvufta ise yaratılan ile yaratıcı tek mantığı yürütülür. Belli bir zamana kadar bu düşünce Müslümanları yolduktan sonra bunun ikisini sentezliyorlar. Bunu yapan da Gazalidir. Bazen bakıyorsun Gazali ihyayı okurken ona tam bir sofi diyorsun. Sair kitaplarını okuduğun zaman ise tam bir feylosoft diyorsun. Aynı adamın eserleri ama farklı niteliklerde. Buna da onlar İşrakilik diyorlar. Hatta biraz daha ileri gidip felsefenin Gazalinin elinde hidayet bulduğunu söylüyorlar. İlmi kelam (kelam ilmi) olarak gündeme geliyor. Hatta bizzat Ebu Hanifenin kendisinden bile “her kim kelam ilmi ile uğraşır, onu öğrenirse o adam zındık olur” diyor. her kim kelam ilmi ile uğraşır, onu öğrenmeye çalışırsa o adam zındık olur diyor nihayetinde.
Hatta Ebu Hanifenin normal ilim tahsiline başlamadan yirmi sene bu ilmi tahsil ettiği söylenilir.
Mesela İbn Teymiyyenin “Hakaiku’t Tefsir” diye bir kitabı var. İki cilt halinde basılmıştır. Bu mevzuları hassasiyet ile işler. Hem sofilere reddiye verir niteliktedir bu kitaplar hem de kelamcılara.
Önce bu kaideleri bilip uygulayan mesele bizler de bu topluluklardan birisiyiz diyelim ki ben ama elhamdülillah ilk bir sene gibi bir zaman hariç hiç bu ayetleri okuduğumda, Allah azze ve cellenin eli dediğimde teşbihe kayan hiçbir yön olmamıştır. Aklıma o gelmiyor.
Çünkü Allah azze ve celle alimdir, kulları da alimdir. Aynı nitelikler ile vasfedilir. Kaideyi öğrenir, zihnindeki berraklık o zaman belli olur. Yani Ebu Bekir Sifil gibi, İhsan Şenocak gibi birisini düşün nefsimiz elinde olana yemin olsun ki dediğinde adamların renklerinin değiştiğini görürsün. Tövbe haşa diyecektir. Neden? Ondaki çağrışım bu. Çünkü eğitilmedikleri için. Fıtratları bozularak gündeme geldiği için. Buna sebep bu ayetleri bu kaideleri hazmettiğin zaman haşa Allah’ın sözünde hata olduğunu düşünmeyeceksin.
Allah bu sözleri neden indirmiştir? İnsanlara okunduğunda iman edip, imanlarının artması için. İnsanların yanlış anlayıp, yanlış yapmaları için değil. bu denli bir eğitime de mesela korkmayı normalde çocuklara anlatamıyoruz Allah dan korkmayı ama korkmak gerektiğini, korkulan birisi olduğuna dair anlam öyle giriyor ki bizde bazen anlatırlar çocuğun birisi böyle bir anlatımda diyor ki ben Muhammedi daha çok seviyorum, çünkü ondan korkmuyorum.
Halbuki bazen sakındırılan her şey müsbette korkmamayı gündeme getirir.
Allah dan korkma ona isyan etmekten sakınma anlamındadır. İtaat anlamındadır. Ona ittat ettikçe tabi ki Resulün öğrettiği menhec üzere hareket ederek ona ittiba var değil mi, resule ittiba ve Allah’ın da böylece bizi sevmesi.
Allah’tan korktukça Allah bizi seviyor.