Akide bir iki asırdan sonra selef tarafından kullanılagelmiştir. Akide dediğimiz zaman, fıtrat iman tevhit bu üçünü de içerir.

Biz İslam akidesini veyahut inancını üç bölümde ele alırız dedik. Birisi fıtrat, ikincisi iman, üçüncüsü de tevhittir yani Allah’ı birlemek.

Fıtrat Yaratılıştan Sahip Olduğumuz Eğilim ;

إني خلقت عبادي حنفاء كلهم ben kullarımın hepsini hanifler olarak yarattım yani hakka meyilli, hakkı kabul edebilecek hakka uyum sağlayacak bir istidat kabiliyet üzere yarattım diyor.

Fıtrat mevzusunda geçmişteki ümmetler içinde pek farklı fahiş sorunlar olmadığı için malum bir bilgi olduğu üzere telakki edilmiştir. Yani fıtraten bir yaratıcının varlığını kabul etme. Dikkat ederseniz bir yaratıcının varlığını kabul fıtri bir eğilimdir.

غارزة الفطري diyoruz. İnsanlardan südur eden inkar ve küfür sözleri sadece muğalatadan, laf cambazlığından ibarettir. Tabi bu muğalata olmasına rağmen bazılarının zihinlerini karıştırabiliyor mu? Karıştırıyor. Ne denli bilgisiz malumatsız kalmışsa o nispette zihinleri karıştırır.

Bu da gösteriyor ki asrımızın en büyük belası insanların fıtri değerlerden kopmaya başlamasıdır.

Çünkü ilmin her çeşidinin intişafında bunların intişafı hep küfür ehlinin elinde olduğu için hepsini küfrün lehine kullanmışlardır. Yani bir din düşmanı, dinsiz bir şeyler keşfetmiş, bulmuş hemen bunu dinsizlik adına kullanıyor. Tabi ki bunları şeytanın yönlendirmesi de mevzu bahistir.

Bazen bunlar mantıklı geliyor, neden dünyada hep zulüm gören Müslümanlar? Görünene bakıyoruz, yanlış algılama, telakki yanlış bir kurguyu gündeme getiriyor. Şimdi neden Müslümanlar zulüm görüyor derken bu zulmün başında zalim olarak gördüğünüz tamamen gayrı Müslümlerdir, İslam düşmanlarıdır. Kendi zalimliklerini de itiraf etmektedirler. Ama onların zulmüne fırsat veren Müslümanların pısırıklığıdır. Bazen Müslümanlar bu mevzuda maşa olmuş. İslam düşmanları bilgilendikçe işin kurnazlığını tercih eder yani doğrudan doğruya Müslümanlara zulüm etmektense Müslümanları birbirlerine zulüm eder noktaya getirmişlerdir.

Hatta bunu bazı sohbetlerde şu şekilde söylüyoruz, Müslüman idarecilerini zulme alıştıran, zulüm etmeye eğiten batılılardır. Aynı anda da zulüm edilen Müslümanların hamisi kesiliyorlar. Müslümanlar bunun farkına varmıyorlar. Sahip oldukları imkanlar nispetinde de diyelim ki haberleşme, muhaberat yani medyaya sosyal medyaya sahip oldular. Şuan düşünün sosyal medya en korkunç nükleer silahtan daha tehlikelidir.

Biz bunu hayra dönük önemsememişizdir, hep şerrini gördüğümüz için insanları şerden sakındıracağımız yerde bu vesileden sakındırmışızdır. Halbuki bizim yapmamız gereken şey şerden sakındırmaktır.

Onun için bizler tevhidi, akideyi üç esas üzere ele alırız,

Fıtrat;

yaratılıştan sahip olduğumuz değerler. Mücadele de bunların selameti için yanı fıtrat-ı selime. Bozmadan onları aslı üzere bırakmak. Allah’ın yarattığını değiştirmemeye çalışmaktır.

Arkasından da gelen iman, herkese göre bir inanç sistemi olabilir akidenin başında dediğimiz gibi ama bizim kastımız maksadımız yaratıcının istediği gibi inanç sistemi, iman. Bunu da vahiy ile nebilere yolladığı vahiy yolu ile insanlara bildirmesidir.

Biz fıtrata birinci misak yani ahit üzere gelenler. Her doğan çocuk;

كل مولود يولد على الفطرة derken bunu kastediyoruz. Fıtrat üzere dünyaya gelenler. Tabi ki bunun yanında fıtraten sahip olduğumuz değerler ile eğilimimiz ile bilmeden dünyaya gelişimizi çeliştirmemek, çakıştırmamak gerekir.

Çünkü Allah bizi analarımızın karnından hiçbir şey bilmeden çıkarmıştır. Şimdi fıtraten sahip olduğumuz değerler ile bu bilgisizliğimizi karıştırmadan birinci misaktaki bilgiler, duygular diyelim sahip olduğumuz değerler mesela sevgiyi bize anlatır korkuyu da anlatır, buğuz etmeyi de anlatır, sığınmayı da anlatır değil mi? Bunların hepsini biliriz. Ama Allah’ın bir yaratıcının varlığını biliriz o yaratıcının sıfatlarına dair bir bilgimiz olmaz. Belki bu yaratıcılığı var ediş, var oluş şeklinde anlıyoruz. Mesela bazı insanlar mevcudatın var oluşu dediği zaman bunun ucunu kendi kendisine oluşan bir şey şeklinde bağlayabilir ama bizim perde arkasında böyle bir şeyimiz olmadığı için biz hemen yaratıcıyı bir varlık varsa onu var eden bir güç de var deriz. Hemen sahibine bağlarız velev ki onu bazı sıfatları ile tanıyamasak bile.

Allah azze ve celle Resulünü Muhammed aleyhisselatu vesselam’ı yolladığında da Mekkeliler bilmelerine rağmen onlara böyle sorgulayarak;

وَلَئِن سَأَلْتَهُم مَّنْ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ[1]  onlara kendilerini kimin yarattığını, yeri göğü kimin yarattığını sorsan لَيَقُولُنَّ اللَّهُ Allah diyecekler diyor.

Ve bu sefer,  فَأَنَّىٰ تُؤْفَكُونَ nasıl o zaman saptırılıyorsunuz. Yani bir yaratıcıyı bilen birisinin bu denli bir sapıklık yapması mümkün değildir.

فَأَنَّىٰ تُؤْفَكُونَ nasıl saptırılıyorsunuz, nereden saptırılıyorsunuz?

Birinci misak bu biz vahyin gelişine, Resulün yollanılışına vahyin gelişine ikinci misak diyoruz. O zaman birinci misaktaki kainat kitabını okuma, idrak etmeye çalışma ile bu mevzuda devamlı bize klavuzluk edecek vahye de sahip oluyoruz. Çünkü kitabın aslı ;

ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَۚ ف۪يهِۚ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ[2]  bu kendisinde şüphenin tereddütün, teşvişin olmadığı bir Kitaptır. Yani هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ Allah’ tan korkanlar için, emirlerini yapıp nehiylerinden sakınanlar için bir klavuzdur diyor. Kuran rehberdir.

Yani navigatör diyebiliriz. Bize yolumuz gösteriyor. Nerede ne yapmamız gerektiğini, nasıl davranmamız gerektiğini, orada ne söylememiz gerektiğini, sükut mu etmemiz gerekiyor bir şeyler mi dememiz gerekiyor kuran bize bunu öğretiyor. Biz buna ikinci misak diyoruz. İmana. Bu yani bir tasdik ile başlar. Kitabın kabulü tasdik ile başlar ama bir yaratıcının varlığını zaten biz ruhlar aleminde tasdik etmişiz. Bu tasdikin akabinde onun yarattıklarını görerek bunu biz ikrar ediyoruz.

Onun için birinci misak dediğimiz fıtrata fıtratı selime. Eğer fıtrat, fıtri değerler arızalardan, şaibelerden korunmamışsa fıtratın bozulması çok tehlikelidir. Tamiri imkânsız, ıslahı imkânsız değil ama çok zordur. Zaten selim bir fıtrat olmadan sahih bir imanı bina etmek de mümkün değildir. Çünkü arızalı olacaktır. Dolduramadığın eksiler olacaktır. Anlamana mâni olan noksanlıklar olacaktır. Sahih bir iman olmadan, yani selim bir fıtrat olmadan sahih bir imanı gerçekleştiremiyoruz. Sahih bir iman olmadan da halis bir tevhidi gerçekleştiremeyiz. Çünkü sahih bir imanın üzerine ancak halis bir tevhidi bina ederiz. Nasıl ki selim bir fıtratla sahih bir imana ulaşmak mümkün. İmanın sahihliği de nedir? Devamlı biz söylediklerimizi, inandıklarımızı, yaptıklarımızı Kur’an’dan bir ayete, Hadis’ten Resul’ün bir sözüne dayamalıyız. Dayandırmalıyız.

O zaman sahih bir iman mümkün, sahih bir imanın gerçekleştirilmesi ile de halis bir Tevhid mümkündür. Eğer sahih bir iman yoksa halis bir tevhitte yoktur.

Allah(cc)yi fıtraten imanda bildirdiği nitelik ve sıfatları ile tanıyamazsak O’nu halis bir şekilde yani istediği gibi birleyemeyiz. Tevhid arızalıdır ve noksandır. Hatta birlediğini düşünen o kadar apuk supuk sözler ölçüler koyuyor ki O’nun zatını her şey zannediyor. Her şeyi bir görmeyi Tevhid zannediyor. Bunu daha pislikleri de var. Bunun daha pislik daha daha pislik olanları da vardır.

Onun için sahih bir iman olmadan biz halis bir tevhidi gerçekleştiremeyiz. Bu mümkün değildir. Onun için biz fıtrattan bahsederken, imandan bahsederken, tevhitten bahsederken mutlak imanın her cüzü tevhidin her cüzünde de mi? Diyelim ki “La ilahe illallah” derken Ondan başka ilah yoktur derken bütün isim ve sıfatları içinde. Allah’tan başka gaybı bilen yok, Allah’tan başka şifa veren yok, Allah’tan başka sevilecek ilah yok, Allah’tan başka güvenilecek ilah yok.


[1] Zümer 38

[2] Bakara 2

Tevhidi de zaten anlatırken biz üç bölümde sanki böyle bölüyoruz

Rububiyet Tevhidi: O’nu, Allah’ı Rububiyetinde birleme, yani Rabliğinde birleme

İsim ve Sıfatlarında birleme

Zatını birleme diye bir Tevhid eylemi yok. Bu O’nun vahdaniyetine iman anlamındadır. İşlense böyle bir bölüm Rububiyet Tevhidinde işlenir. Biz Allah’ı zatıyla birlemiyoruz. İsim ve sıfatlarıyla birliyoruz. Ama bu toplumda Tevhit Allah’ı zatında birlemeyi düşünüyorlar. Şirkte ikinci bir Allah kabul edersen o zaman şirke düştüğünü zannediyorlar.

         Biz O’nu zatında değil isim ve sıfatlarında birlediğimiz için herhangi bir isim ve sıfatının bir cüzünde O’na benzer, O’na eş, denk, nazir, nid kabul edersek bu otomatikman şirk oluyor.

Şimdi bizden evvelki ümmetlerden Mekkelilere baktığımız zaman Allah Resul’ünün daveti Mekkelilerin muhatap oluşunu dikkate alırsak Mekkelilerin yaratıcıları olarak bildikleri Allah’a nasıl ortak koştuklarını anlarız. İki yaratıcı mı kabul etmişler, hayır. Hatta bunu onun için ilah anlamında kullanırlar. Gelip soruyorlar sen diyor kaç ilaha inanıyorsun dokuz ilaha. Yalvarıp yakardığın hangisidir? Göktekidir diyor. Ebu Cehil ve avanesine

قولوا لا إله إلا الله

         Dendiğinde “yani biz bütün bu ilahları bir tek ilah haline mi getireceğiz?” Bu insanlar gösteriyor ki Allah’a zatında sorunları yok, sıfatlarında. İnkâr ederken de bazı sıfatları inkar ediliyor. Allah (cc) yaratıcılığı değil vahdaniyeti değildir. Bu isim ve sıfatlarında birleme akabinde de O’nu Uluhiyetinde birleme.

Bunu selef daha iyi anlaşılması için yanlış anlamalarını önüne geçmek için farklı tariflerde de bulunmuşlardır. Geçen birisini zikrettim. Mesela Allah (cc)yi fiillerinde birleme, fiillerimizde birleme.

Veyahut ibn-i Kayyım’ın (rh) da dediği gibi Tevhid: “Yaratıcı ile yaratılanı ayırt etmektir.” Öyle taifeler var ki, öyle taifeler sapık Fırka-i Dâlle dediğimiz taifeler var ki her şeyi Allah görüyor. Her şey bir yapmazsan tevhidi gerçekleştirmediğin ve şirke düştüğün söyleniyor. Hatta bunu çok net bir şekilde mesela Tilmesani kitabında: “Sizin kitabınız şirk dolu, bizim kitabımız tevhitten bahseder” diyor. Bunu çok açık netçe söyleyenler vardır.

Onun için biz hakkı öğrenip daha doğrusu bu akideyi, fıtratı, imanı, tevhidi yani adam tutuyor doğrudan doğruya inkara gidemiyor ama sözlerle bunu aynen şu an ki sübliminal eğitim sistemi var ya

لا موجود الا هو

diyor. La ilahe illallah’ın yerine

لا موجود الا هو

“Ondan başka bir şey yoktur bu alemde” bu ne demek oluyor? Gördüğün her şey O (haşa). Onun için ekseriyetle zikirlerinde hep huu ((هو kelimesini duyarsın “O” şeklinde.   

Tabi daha ileride haktan inhiraf etmiş daha nice bu denli dangalakça sözler duyacağız. Onun için bu akide İslam akidesi şeri ilimlerin en şereflisidir. Hatta bütün ilim ehli sözleri bunu öne çıkarmaya çalışmışlardır. Bunun dışında hiçbir şeyi önemsemeyeceksin bunu öne alacaksın.

العقيدة اول يا دعات  ey davetçiler önce akide. Önce akide.

Davetinde bunu önüne çıkarmalısın. İhtimamında bunu öne çıkarmalısın. Anlatmada bunu öne çıkarmalısın. Her şeye dönünce insanların akidelerini tashih etmeleri gerekir. Hele bu ortam, Şeyh Elbani’nin dediği gibi, önce tashih el-Akide. Akideyi tashih. Ne anlama gelir? Bu toplumun akidede ki her bildikleri yanlış değil. Ama yanlışlar var. Davetimizi bunların akidelerini toptan sapıklık kabul ederek işe başlayamayız. Sahih olan ile olmayanı birbirinden ayırt ederek. Biz yanlışları düzeltmek ile mükellefiz. Onun için önce tashih el-Akide.

  Sonra, akideyi tashih ettikten sonra. Artık üst seviyeye geçme, terakki etme düşüncesi gündeme gelebilir. Tasviye dediğimiz şey, böyle girer. Bu akidesi sahih olanların içinden akideyi öğretebilecek akideye davet edebilecek, yani bir üst kaliteyi seçmedir. Üst kaliteyi seçmedir.

  Eğitiminde genel yüzü nasıl olmalı? İlk tertipte, öncelikli diyoruz ya öncelikli olarak bütün insanları davetimiz olan akideye muhatap edinmek. Sonra bunların içerisinden tasvif, seçilmiş eğitilebilecek kimseleri üst boyutta eğitip, davetçi çoğaltmaktır, anlatanı çoğaltmaktır.

Ama maksat bütün insanların akidesini düzeltmektir. Sonra bunların içinden bunları akideyi öğretecek kimseleri yetiştirmektir. Buda eğitim ile.

Vaz ve irşad tipi dediğimiz şeylerle hele bu ortamda, Şeytanın çok hoşuna giden bir üsluptur. Çünkü insanlar bununla avunuyorlar. Düşünün güzel sedalı bir kişinin Kuran okumasıyla duygulanan ve ağlayan birisini görüyorsunuz. O, öyle bir iş görüyor ki o vaziyet gözünü batılı esas tehlikeyi görmekten alıkoyuyor, engelliyor. Bulunduğu halinde çok güzel bir hal olduğunu kabul ediyor, yani sahih  hatta seni bile aldatır. Hatta tevhidi bilmezsen böyle birisini gördüğünde yani samimi insan dersin. Samimiyet bu değil. Yani ihlas bu değildir.

  Onun için eğitim sistemini de. Dün size dedim. Allah Resulünün hadislerini okuduğunuz da her birinde eğitimin belli bir safhası öne çıkar. Bunu nerede biz göstereceğiz? Allah’ın Adem’in belini sıvazlaması olayı ile neyi açıklıyoruz. Hem akide göreceğiz aynı anda hem de tefsir usulü göreceğiz. Hem de hadis ilmini göreceğiz orada, aynı anda o ayeti Sünnetin Kuran’ın müfessiri yani tefsiri olduğunu da göstereceğiz. Bizim sorunumuz ne? Hepsinin bir arada olduğunu fark edememe, düşünememe fark edememedir. Şimdi ben size bir kase süt içirsem, aynı anda siz içerken ben bir bardak süt içiyorum, yoğurt yiyorum, ayran içiyorum, peynir yiyorum, tereyağı yiyorum diyebiliyor musunuz? Zaten bunun farkına varıyorsan sen yolu yarılamışsın demektir. Kuran Sünnette bu. Bir ayeti okurken, Kuran’ı anlamaya çalışıyorsun, Resul bunun hakkında ne demiş sahabe ne nakletmiş diye araştırırken hadis ilmini okuyorsun, ondan sonra hadiste buna yapılan açıklamaya bakın, fıkhetmeye bakıyorsun, mesele ya itikadidir, ya da amelidir.

  Ha dinin tamamı bun içindedir. Ama orada ondan sonrakilere baktığın zaman, ben diyor tefsirde uzmanım diyor. Hadisten anlamam diyor. Ben tefsirde uzmanım fıkıhtan anlamam diyor. Öküz, sen hadis bilmezsen ne tefsir bilirsin ne akide bilirsin ne de fıkıh bilirsin.

  Ha hepsini birden yapamayız, bu sözde biraz haklılık payları var. Bir acem bir topluluğuz, garip. Hafızlık, Araplardan daha az olması gerekir değil mi? Hafızlık bizde daha fazla ama hepsi odun yığını gibi. Arapaça’yı bilmiyor Kuranı anlamıyor. Arapların hepsi Arapça biliyor. O da anlamıyor Kuran’ı.

  Kendi tedavüldeki dilinde kullandığı bazı kelimeler ile örtüşmesine sebep anlıyorum diyor. Biz ne kadar Kuran’ın tefsirine hadis ile izahına muhtaçsak Arapça bilen bir Arap da Kuran’ın tefsirine hadisle o kadar muhtaçtır.

   Bunlar anlamadıkları şeyle ezberledikleri için onlar anladıkları halde amel etmediklerinden hesap verecekler. Yani bildikleri iş, yaptıkları iş, cürümlerini katmerleştiriyor. Bildikleri iş, sadece cürümlerini katmerleştiriyor.

  Onun için biz bir ders yaparken hepsine girme zorundayız. Akide denildiğinde fıtrat, iman, tevhid, geri dönüyoruz, selim bir fıtrat, sahih bir iman, halis bir tevhit. Biz bunu bir bütün olarak da anlatsak, cüz olarak da ele alsak fıtri bir haslet olarak sevgiyi biz mesela kulluk diyoruz, bir şema çiziyoruz değil mi? Bunu üçe ayırıyoruz. Fıtri bazda kulluk, imani bazda kulluk, tevhidi bazda kulluk diyoruz. Bunu cüz üzerinden örneklendirdiğimizde, kulluk eylemlerinden birisi nedir, sevgidir. Fıtratta sevgi zaten var, imanda sevgi ayette zikretmiş, tevhidde sevgi sadece onu sevmek. Bu da demektir ki, Allah’ı severken sadece onu sevmek, kulu severken Allah için sevmek. Bunları ayırt edebilmeliyiz.

Ebu Said – El Yabuzi 

Yazan :

Ankaralı Mehmet Şahin 

Bizleri Takip Edin

Akide Dersi 5

Similar Posts