بسم الله الرحمن الرحيم

Muhammed Ebu Zehrâ’nın İddialarına Cevaplar
Dr. Sâlih b. Fevzân

İmam Muhammed b. Suûd Üniversitesi Müdürü Abdullah b. Abdu’l-Muhsin et-Türkî’nin
Önsözü
Bazı müslüman topraklarında cehaleti, taklîd ve taassubu körükleyerek, müslümanların zihnini karıştıran yıkıcı mezheplerin, yaygın faaliyetlerinin tehlikesini herkes bilmektedir. Zamanla yok edilerek sayılarının azlığına rağmen bu güruhun serbest bırakılması, islâmiyet ve müslümanların gidişatını etkilemelerine ve sapık cereyanlarını yaymalarına neden olacağından büyük bir tehlike arzetmektedir.
Bu zararlı oluşumlarla mücadele etmek, fikirlerinin sapıklığını ve inançlarının yanlışlığını, Allah ve Rasulü’nün yoluna olan zıtlığını ortaya koymak bütün müslümanlar üzerine düşen bir görevdir.
Ehl-i Sünnet vel-cemaat mezhebini ortaya koymak, dinin bütün meselelerine getirdiği izâhları anlatmak ve ehl-i sünnet akîdesinin hakk’a olan uygunluğunu ispat ederek, şeytanın süsleyip insanlara hoş gösterdiği zararlı inançların ve sapık mezheplerin fikirlerini ve doğrudan ayrılma nedenlerini ortaya koymada, bu metod en etkin vesilelerden biridir.
Yahûdî ve Münafıkların, İslâm’ı içten yıkmak ve tahrip amacıyla islama girdikleri ve sapık (bid’at) mezheplerin vucuda gelmesine gayret ettikleri günden beri, Allâh Azze ve Celle İslâm akîdesini savunacak, batıl mezheplerin inanç ve zararlarını ortaya koyacak, bunların İslâm akîdesine ve şeriatına nasıl ters düştüğünü izah edecek insanlar göndermiştir.
Bugün, başta İmam Muhammed b. Suûd İslâm üniversitesi olmak üzere çok sayıda İslâmî üniversite, selefi sâlihin’in mezhebi olan ehl-i sünnet mezhebini bilimsel düzeyde ortaya koyacak, bunun esaslarını öğrenmek isteyene öğretecek ve dünyanın dört bir tarafında bulunan müslümanların hem istifadesi, hem de sapık mezheplerden kendilerini korumaları için gerekli olan bu bilgilerin değişik dillere tercüme edilmesini üstlenecek yeterli ilmi donanıma sahiptir.
Doktor Salih Fevzân, “Sırat-ı Müstakîm (Doğru yol)” adlı bu serinin ilk bölümünde bütün Peygamberlerin ortak davası olan tevhîd hakikatini ele almış ve bu konuda ortaya atılan şüpheleri izâle etmişti.
İkinci sayıda, ise, La ilahe illallah’ın anlamı, fert ve toplum düzeyindeki gereklerini ve etkilerini ele aldı.
Doktor Fevzân, İslâm ümmetinin hakk’a yönlendirilmesi ve irşâdı, akideyle ilgili olan tahrifât ve sapık mezheplerin, yaymaya ve halkın zihnine yerleştirmeye yeltendiği bid’at ve hurafeleri, izâle konusundaki çalışmalarına devam etmektedir.
Doktor Fevzân, bu çalışmasında önemli yeni bir konu gündeme getirektedir. O da bazı kinci çevrelerin, Şeyhu’l-islâm İbn Teymiyye ve Muhammed b. Abdulvehhâb hakkındaki iddialarına ve ortaya attıkları şüphelerle ilgili konulara daha ziyâde Muhammed Ebu Zehrâ’nın ‘ Çağımızda Siyâsi ve İtikâdî İslâm Mezhepleri Târihi ’ ve ‘ Fıkıh Mezhepleri Târihi ’ adlı kitaplarındaki iddialardan hareketle verdiği cevaplardır.
Doktor Fevzân, Ebu Zehrâ’nın bu çalışmalarındaki iddialarını nakle değil, daha ziyâde, islâh hareketinin yayılmasından, insanların karanlıklardan nur’a çıkartılmasından korkan ve inandıkları bid’at ve hurâfelerin yayılmasına zemin hazırlayan, böylelikle karanlıkta kalmasını arzulayan, İbn Teymiye ile İbn Abdulvehhâb’ın her zaman ve her yerde saptırıcı düşman ve muhalifleri tarafından ortaya atılan söz ve iftiralara istinat ettiğini ortaya koymaktadır.
Doktor Fevzân, Ebu Zehrâ gibi bir araştırmacıya yakışan metodun, bizzat İbn Teymiyye ve İbn Abdulvehhâb’ın kitaplarına müracaat ederek iddialarını teyid için sayfa numarası ve hatta satırı da belirterek ortaya koymak olduğunu, bununla ancak inandırıcı olabileceğini söylemektedir. Kendisine ait fikirleri veya saptırıcı muhâliflerin iddialarını ortaya atmak ise, hiçbir şekilde ilmi araştırma tekniklerine uygun değildir.
Doktor Fevzân, bu iddia ve yalanlara cevap vermekle, İbn Teymiye ve İbn Abdulvehhâb’ın ortaya yeni bir mezhep çıkarmadığını, ancak islâm davetinin birer müceddidi olduklarını onların, itikâdta selef-i salihin’in ehl-i sünnet ve’l-cemaatın itikâdı ve furuâtta da Ahmed b. Hanbel’in mezhebi üzere bulunduklarını, hiçbir konuda bu iki mezhebin esasları dışına çıkmadıklarını ifade etmektedir.
Yine her iki imamın, kabirleri putlaştıranlar, mevlidci ve bid’at ehli olanlar ve kabirlerin üzerine kubbe yapmayı teşvik edenlerle ilgili fikirlerinin, ne kadar isâbetli olduğunu, Nûh aleyhisselam’dan Muhammed (s.a.s.)’e kadar bütün peygamberlerin, vasıtasız bir şekilde ibadetin sadece Allâh’a yapılması gerektiği hakîkatını tebliğ için gönderildiklerini ifâde etmiştir.

Allâh Azze ve Celle Doktor Fevzân’ın gayret ve çalışmalarını faydalı kılsın, Şeyh Muhammed Ebu Zehra’yı bağışlasın, bizi ve bütün müslümanlara hakkı bilip tabi olmayı, Allâh’ın kitâbı ve Rasûlü’nün sünnetine uymayı salâh ve hidâyet yolu olan doğru yolda yürümeyi nasip ve müyesser eylesin. Doğru yola ileten odur.

İmam Muhammed b. Suûd İslâm Üniversitesi Müdürü
Abdullah b. AbdulMuhsin et-Türkî

giriş

Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberlerini hidâyet ve hak din ile gönderen Allâh’a hamdu senâlar olsun. Şâhit olarak O yeter. Allâh’tan başka ilâh olmadığına ikrâr ve tevhîd yönüyle şahâdet ederim ki, O tektir, ortağı da yoktur. Ve yine şahâdet ederim ki Muhammed (s.a.s.) O’nun elçisidir. Allâh’ın salât ve selâmı onun ehli ve ashâbı üzerine olsun.
Meşrû sınırlar içirisinde âlimlerin hakları gözetilmeli ve onlara hürmet edilmelidir. Zira Allâh Azze ve Celle şöyle buyurmaktadır:
( يَرْفَعُ اللهُ الّذِينَ آمَنوُا مِنْكُمْ وَالّذِينَ أُوتوُ الْعِلْمَ دَرَجاَتٍ )
( Allah sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir ).[1]
Yine aynı şekilde :
( قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذيِنَ يَعْلَمُونَ والَّذِينَ لاَ يَعْلَمُون َ)
( De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? )[2] Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur:
( وَ إِنّ الْعُلَماََءَ وَرِثَةُ اْلأَنْبِياَءِ ـ وَ فَضْـلُ الْعَالِمِ عَلَى الْعاَبِدِ كَفَضْـلِ الْقَمَر ِعَلَى سَــاِئرِ الْكََـواَكِبِ )
( Âlimler peygamberlerin vârisleridir. Âlim kişinin âbid’e olan üstünlüğü ay’ın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir ).[3]

Özellikle de Allâh’ın dinini tecdîd eden ulemâ, hikmetli ve etkili hitâbetleriyle Allâh’ın yoluna samimice çağıran, batılla mücadelesini güzel bir üslupla sürdüren bu davet ehl-i ulemâya hürmet etmek üzerimize vaciptir. Onların üzerimizdeki hakları: onlara uymak, saygılı davranış içersinde bulunmak, rahmetle anmak, onlar için duâ etmek ve yerine getirdikleri görev, beyân ettikleri hak şeyler ve reddettikleri batıl nedeniyle onlara karşı bu şekilde olmalıyız.

Ancak bunun yerine, yanlış inanç ve kin sebebiyle insanları davetten yüz çevirten veya alimlerin düşmanı olan kimselerin sözlerine kanılmasını öngören, ilim ve telifte acemî olan bazı parazit yazarların, alimleri beri oldukları ithamlarla kınadıklarını görmekteyiz.

Bunlardan biri, Muhammed Ebu Zehrâdır. İtikâdî ‘İslâm Mezhepleri ve Fıkıh Mezhepleri Tarihi’ adlı eserlerinde, Şeyh’ul-İslâm İbn Teymiyye ve Muhammed b. Abdulvehhab ile ilgili asılsız iddialar gördüm. Ebu Zehrâ, ıslâh hareketinden ve insanların karanlıklardan nur’a çıkartılmasından korkan, ve böylelikle karanlıkta kalmalarını arzulayan ve hurâfelerinin yayılmasına zemin hazırlayan sürekli düşman kimselerin iddialarını bu iki davetçi ve islahlı imâma yöneltmektedir.
Muhammed Ebu Zehrâ gibi hakikatı araştıran birine bir, İbn Teymiye ve Muhammed b. Abdulvehhab hakkında bu iki imamın muhaliflerinin sözlerine değil, bizzat eserlerine müracaat edip iddialarını kitap adı ve sayfa numarası vererek delillerle temellendirmesi yakışırdı. Bu şekilde iddialarının doğruluğu konusunda tam bir kanaat hasıl olurdu. İçinde bulunduğumuz asır bilimsel araştırma tekniklerinin ortaya konduğu bir asırdır. Bilimsel araştırma tekniklerine bağlı kalmayan gelişi güzel bir şekilde ortaya söz atan kimsenin iddiası artık kabul edilmemektedir. İnsanı sınırlaması gereken bir nokta da başkası hakkında ithâm ve asılsız sözler söyler ve yazarken ahiret’te Allâh’ın hesap sorması olmalıdır. Allâh Teâla şöyle buyurur:
( وَلاَ تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنّ السّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤاََدَ كُلُّ أُولَئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْؤوُلاً )
( Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur ).[4]
Yine şöyle buyurur:
( يَا أَيّهـَا الّذِينَ آمَنوُا إِنْ جَاءَكُمْ فَاسِقٌ بِنَبَأٍ فَتَبَيَّنوُا أَنْ تُصِيبوُا قَوْمًا بِجَهَالَةٍ فَتُصْبِحوُا عَلَى مَا فَعَلْتُمْ نَادِمِينَ )
( Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber getirirse, onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz. )[5]
Ancak Şeyh Ebu Zehrâ bütün bunları bilmemezlikten gelmiş ve her iki imam, Takiyyüddin İbn Teymiye ve Muhammed b. Abdülvehhâb hakkında, düşmanları olan hurafeci kimselerin zıddına söyledikleri şeylerden berî oldukları halde, batıl ithâm ve uygunsuz saldırılara dayanarak, bilimsel araştırma tekniklerine bağlı kalmadan,ve Allah’ın böyle bir işe kalkışana vadettiği azabından hiç korkmadan bunları nisbet etmiştir. İleri sürdüğü suçlamaları cevaplarıyla birlikte sizlere sunuyoruz. Allâh’tan bizlere hakkı hak olarak gösterip ittiba etmeyi ve bâtılı da bâtıl olarak gösterip sakınmayı nasip etmesini niyaz ediyoruz.

Ebu Zehrâ’nın İbn Teymiye ile İlgili İddiaları

1- Sayfa 187’ de İbn Teymiye’nin selef mezhebine ilâvelerde bulunduğunu ve bunların yanlış düşüncelere götürdüğünü söylemektedir.
İbn Teymiye’nin (kendi kafasından veya kendinden) uydurduğu fikirleri selef mezhebine ilâve ettiği iddiası bir iftiradan ibaret olup son derece tehlikeli bir iddiadır. Allâh İbn Teymiye’yi böyle bir tehlikeden korumuştur. O bir şey ilâve etmediği gibi nefsinden de hiç bir şey uydurmamıştır. Zira o, (bütün hayatı boyunca) insanları selef mezhebine dâvet etmiş, selef yolunu sadâkât ve ihlasla müdafaa etmiştir.
Kitap ve risâlelerinin, kendisinden önceki imamların kitaplarında zikrettiklerine uygunluğu bunun en büyük delilidir. O, kendisinden önceki imamların sözlerini nakletmiş ve bunları esas kaynaklarına ilâve etmeden ve eksiksiz olarak ircâ etmiştir. Ebu Zehrâ, bu konudaki iddialarını teyid eden bir tek örnek dahi vermemiştir.
2- Sayfa 193’ te ise şöyle demektedir:
« Bunun üzerine İbn Teymiye, selef mezhebinin, Kur’an ve sünnet’te varid olan fevkiyyet, tahtiyyet, arşa istiva, vech, yed, muhabbet, buğz gibi sıfatların harfiyyen zâhirî üzere, te’vil edilmeksizin sabit kılmak olduğunu söylemektedir. Peki bu tanımlama selef mezhebini gerçekten tanımlamakta mıdır?
Buna şöyle cevap veririz : İbn Teymiye’den önce, Hicri dördüncü asırda selef mezhebini bu şekilde tanımlayan hanbelî ulemâsı olmuştur. »
( Ebu Zehrâ iddialarını şöyle sürdürmektedir ) :
« O dönem uleması onlarla tartışmış, dolayısıyla böyle bir itikâdın teşbih ve tecsim’e götüreceği sonucuna varılmıştır. Nasıl götürmesin ki, çünkü hissi olarak işâret etmek caizdir. Bundan dolayı hanbelî fıkıhçılardan Hatip İbnu’l- Cevzî onlara karşı çıkmış, bunun, selef ve Ahmed İbn Hanbel’in görüşü olamayacağını söylemiştir. »
Ebu Zehrâ’nın sözleri bu şekilde son bulmaktadır. Bu sözler açıkça yanılgı ve yalan unsurlar içermektedir, bunun açıklaması ise şöyledir:
a- Ebu Zehrâ, İbn Teymiye ve Hanbelileri, Allâh’ın sıfatları konusunda selefin söylemediği ve itikât etmediği şeyleri, selef mezhebine nisbet etmekle ithâm etmektedir. Bu son derece batıl bir iddiadır. Zira İbn Teymiye ve Hanbelilerin söyledikleri, dört imamın ve diğer alimlerin söz ve kitaplarında da mevcuttur. İbn Teymiye bu görüşleri onlardan nakletmiş ve bunları kaynaklarıyla birlikte zikretmiştir. Bugün bu kaynakların geneli, insanların ellerinde mevcuttur. Bu konuya örnek olarak Risale-i Hameviyye’ye müracaat edilebilir.
b- Ebu Zehrâ, İbn Teymiye’nin selef düşüncesine, Allah’ın tahtiyyet ile vasıflandırılması fikrini nisbet ettiğini iddia ederek şöyle der:
« İbn Teymiye, Kur’an’da vârid olan fevkiyyet ve tahtiyyet gibi şeylerin ispat edilmesinin, selef mezhebi olduğunu söylemektedir ».
Bu ise, Kur’an’a ve İbn Teymiye’ye yalan isnâd etmektir. Zira Kur’an-ı Kerim’de Allâh’la ilgili olarak tahtiyyet kelimesi kullanılmamıştır. Allâh bundan yücedir, zira bu Allâh Teâla’nın şanına yakışmaz. İbn Teymiye’de ne böyle bir şey söylemiş ve ne de selef’e nisbet etmiştir. Bunlar tamamen Ebu Zehrâ’nın karıştırması ve bocalamasıdır.
c- Ebu Zehrâ bununla, Kur’an-ı Kerim-i tecsîm, teşbîh ve Allâh’a uygun olmayan unsurları içermekle, selefi de Kur’an ve sünnette Allâh’la ilgili olarak vârid olan fevkiyyet, istivâ ale’l arş, Allâh’ın eli, yüzü, Allâh’ın sevmesi, buğzetmesi gibi sıfatlara itikâd etmemekle ithâm etmiş olmaktadır. Zîra ona göre bu sıfatlara itikâd etmek olduğu gibi teşbîh ve tecsîm’e götürür. Bu iddia, Kur’an’ın batıl unsurlar içerdiği ve selef’in, akîde gibi önemli bir konuda Kur’an ve sünnete muhalefet ettiği sonucuna götürür ki bundan sonra ne kalır. O zaman selef hangi konularda Kur’an ve Sünnet’e muvâfakat etmiştir? Ebû Zehrâ herhangi bir delil zikretmemiş, bunun yerine İbnu’l- Cevzî’den bazı alıntıları nakletmiştir. İbnu’l-Cevzî’nin ifadeleri ise, iki yönden hüccet olamaz.
1- Zîra İbnu’l-Cevzî, itikâd ve sıfatlar konusunda selef akîdesine aykırı davranmakla tanınmış bir insandır. Bundan dolayı bir muârızın iddiasını hasmının aleyhine doğrudan delil almak doğru değildir.
2- Ayrıca, başta Ahmed İbn Hanbel olmak üzere selef imamlarının sözleri İbnu’l-Cevzî’nin iddialarını çürütmektedir. Bu ifâdeler, bugün insanların elinde bulunan, İbn Teymiye’nin de kendilerinden nakil’de bulunduğu kitaplarda mevcuttur.
d- Ebû Zehrâ şöyle demektedir:
« Allâh’a hissî işâretler nisbet etmek câiz oluyorsa teşbîh ve tecsîme nasıl götürmez ». Yâni, Kur’an ve sünnet’te vârid olan, Allâh’a ait sıfatları isbât etmek teşbîh ve tecsîm’e nasıl götürmez ? demektedir.
Hadis-i şerif’te yukarı cihete doğru Allâh’a parmakla işaret edildiği sabittir. Nitekim insanlar arasında Allâh’ı en iyi bilen Peygamber (s.a.s.) de vedâ haccındaki hutbesi esnasında bu şekilde işarette bulunmuştur. Bu da Ebû Zehrâ’nın iddiasına göre teşbîh ve tecsîm’e götürür. Halbuki bu bâtıl bir iddiadır. Bu da bâtıl bir vehim yüzünden sahih bir hadis ile çarpışmadır. Dolayısıyla Allâh’a, yukarı cihete doğru işarette bulunmak ve O’nu Kitâb ve Sünnet’te vârid olan kemâl sıfatları ile nitelendirmek teşbîh’e götürmez. Çünkü hiçbir şey O’na benzemez. O’nun hiç kimse ile paylaşmadığı kendi zâtına hâs sıfatları vardır.
Tecsîm tabirine gelince bu, Allâh hakkında isbât ve nefyi vârid olmayan, selefin de hakkında hiç konuşmadığı sonradan ortaya çıkan bir tabirdir. Ancak Kur’an ve Sünnet’te var olan, Allâh’ın teşbîh ve temsîlden tenzîh edilmesidir. Selef’in de Allah’ı tenzih ettiği şeyler bunlardır.
3. Ebu Zehrâ Tefvîz’i[6], İbn Teymiye’ye nispet etmekte ve kitabının 195. sayfasında şöyle demektedir: « İbn Teymiye’ye göre en sağlıklı yol, kendisinin iddia edip selef’e nisbet ettiği tefvîz yoludur. İbn Teymiye, lafızları harfiyyen zâhirî anlamlarıyla tanımlar, bu zâhirî anlamı kelimenin asıl manası olarak kullanır. Fakat şunu da belirtir:
« Bu lafızlar, (Allâh’ın sıfatları) sonradan (yaratılmış) olanlar gibi değildir » der. Bundan sonrasını Allâh’a tefviz eder ve yorum yapmaz. Bu konuda yorum (tevil) yapmanın da yoldan sapmak olduğunu söyler. İbn Teymiye bununla tefsir ve tefviz’i cem ettiğine inanmaktadır. Nasları zâhirî manasıyla tefsir etmekte, hâdis’lerden (yaratılmış olanlardan) Allâh’ı tenzîh etmektedir. Keyfiyet ve nitelikte de , tefvîz yoluna gitmektedir ».
Görüldüğü gibi bu sözlerde bir çok karıştırmalar, tutarsızlıklar ve İbn Teymiye’ye iftiralar bulunmaktadır. Bu durumda iki ihtimal görünmektedir:
Birincisi, Ebû Zehrâ ya İbn Teymiye’nin bu ifadelerini anlamamış, ya da anlamış ama zihinleri bulandırmayı ve gerçekleri tahrîf etmeyi amaçlamıştır.
Zîra İbn Teymiye, diğer kitaplarında selef mezhebinin, kendisinin ve hakkı arayan herkesin yol olarak benimsediği, inandığı bir mezheb olduğunu beyân etmiş ve naslar konusundaki telakkisini şöyle açıklamıştır:
« Sıfatlarla ilgili naslar zâhirlerine göre değerlendirilir ve lafızlarının delâlet ettiği manalara göre tevîlsiz ve tahrîfsiz tefsîr edilirler. Sıfatların keyfiyeti ise, Allâh’a havâle edilir. Zîra Allâh’tan başka kimse bunların anlamını bilemez. Bu, selef ulemasının kitaplarında bu şekilde kabul edilmiş olup, sıfatlarda mananın malum, keyfiyetin meçhul olduğu onlardan sahih senetlerle rivayet edilmiştir.
Tefvîz, keyfiyet için söz konusudur. Manalara gelince bunlar bilinir ve tefsir olunabilirler. Bunlarda tefvîz ve kapalılık yoktur. Nasların delalet ettiği manalar çerçevesinde Allâh’ın sıfatlarını ispat etmek, Allâh’ın mahlukatına benzemesini gerektirmez. Çünkü O’nun kendisine ait ve şânına lâyık sıfatları vardır. Mahlûkâtın da kendilerine göre sıfatları vardır. Zihinlerde Allâh’ın sıfatları ile mahlukatın sıfatları arasında var olan külli manadaki ortaklık, gerçek ve hârici keyfiyetteki ortaklığı gerektirmez. Zaten Allâh kendisi için bu sıfatların var olduğunu belirtmiş, fakat zâtından yaratılanlara benzerlik ve denkliği nefyetmiştir ».
لَيْسَ كَــمِثْلِهِ شَـْيءٌ وَ هُوَ السَّـميِعُ الْبَصِـيرُ ) (
( O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir,
görendir ).[7]
Burada, Allâh işitme ve görmeyi zâtı için ispat etmiş, her hangi bir şeyin de Onun benzeri olduğunu nefyetmiştir. Bu diğer sıfatlar içinde böyledir.
Bütün bunlar göstermektedir ki, Ebû Zehrâ ve benzerlerinin iddia ettiği gibi, sıfatların ispatı, teşbîhi gerektirmez. Garip olan şudur ki Ebû Zehrâ, İbn Teymiye’nin Allâh’ın sıfatlarının O’na lâyık olarak ispatı konusundaki fikirlerini çürütmek için, ona muhalif olan Gazâlî, Mâturîdî ve İbn’ul Cevzî’nin görüşlerini delil getirmektedir. Onların mezhebini tercih ederek şöyle der:
« Bundan dolayı biz, Mâturîdî, İbnu’l Cevzî ve Gazâlî’nin yolunu tercih etmekteyiz ».
Böylece Ebu Zehrâ, selef mezhebini bırakarak bunların mezhebine yönelmektedir. Ama o, hakkı bâtıl ile, güzel olanı da çirkin olanıyla değiştirmiştir.
( بِئْـــسَ لِلــظّاَلِـمِينَ بَــدَ لاً )
« Zalimler için bu ne fena bir değiştirmedir »![8]
4. Ebu Zehrâ, mecâzı sahâbe’ye nisbet etmekte ve şöyle demektedir:
« Sahâbe, gerçek anlamıyla tefsir ettikleri gibi, gerçeğin kastedilmesi mümkün olmadığı zaman mecâz ile tefsîr ederlerdi ».
Ebu Zehrâ sahâbe hakkında böyle konuşmuş, onlara Allâh’ın kelâmını tefsîr konusunda mecâza sapmayı nispet etmiş ve gerçek manayı terkettiklerini söylemiştir. Sanki o bununla, sahâbe’ye sıfatların nefyini ve bu konuda vârid olan nasların gerçek manaları dışında manalara hamledildiğini nispet etmek ister gibidir.
Delilsiz bir şekilde Allâh Resûlu’nun (s.a.s.) sahâbesine ancak bu kadar iftira edilir. Bu, sadece bâtıla destek olmak ve hevaya uymaktır ki, İbn Teymiye’yi, ithamdan beri olduğu bir konudan sahâbe’yi ithama geçmektir. Çünkü mecâz, hem dil ve hem de tefsîr konusunda delil olmayanlar – yâni arap olmayan unsurlar – acemler tarafından sonraları ortaya çıkarılmıştır.
5- Ebû Zehrâ kitabının 199. sayfasında İbn Teymiye’ye, Allâh’ın insana kötülük (şer) yapma imkanı vermediğini söylediğini nispet ederek sözüne şöyle devam ediyor:
« İbn Teymiye bu konuda üç hususu gündeme getirmektedir ki üçüncüsü şudur; Allâh Teala, iyilik yapma imkanı tanır, ondan hoşnut olur ve onu sever. Kötülük yapma imkanı vermez ve onu sevmez. O, bu hususta Mutezile’den ayrılmaktadır ».
Bu, İbn Teymiye’ye iftiradır. Çünkü o, hayrı ve şerri takdir edenin Allâh olduğuna inanan diğer imamlar gibi düşünmektedir. Allâh’ın istemediği hiçbir şey onun mülkünde cereyan etmez. Şer ise, kulun kötü temayülleri (tasarrufları) sebebiyle Allâh’ın kaderi ve kevnî iradesinin tecellisi ile vukû bulmaktadır.

( وَ أَمـَّــا مَنْ بَخِــــلَ وَاسْــــتَغْنىَ وَ كَــذَّبَ بِالْحُسْنـَى فَسَــنُيَسِّرُهُ لِلْعُــسْرى )
« Kim cimrilik eder, kendini müstağni sayar, en güzeli de yalanlarsa, biz de onu en zora hazırlarız ».[9]
Peygamber (s.a.s.) ise şöyle buyurmaktadır:
( اعْـــمَلوُا فَـكُلٌّ مُيَـسَّرٌ لمِــَا خُــلِقَ لَــــُه )
« Amel ediniz herkez yaratıldığı şey için, kendisine kolaylık gösterilmiştir ».[10]
6- Sayfa 199-200’de İbn Teymiye’nin şöyle dediğini iddia etmektedir:
« İrâde ile emir arasında mulâzemet (bağlayıcılık) yoktur. Allâh taati ister ve onun yapılmasını emreder. İnsandan sadır olan mâsiyeti istemez, onu nehyeder. Allâh’ın mâsiyete irâdesinin taalluku ise, masiyetin sebepleri noktasındadır ».
Ebû Zehrâ’nın İbn Teymiye’ye nispet ettiği « irâde ile emir arasında mulâzemet yoktur » ifadesi mücmel bir ifade olup, açıklanması gerekmektedir. Bu ifade şöyle olmalıdır:
« Şer’i emirlerle kevnî irâde arasında mulâzemet yoktur » Allâh bazen kevni olarak istemediğini şer’i olarak emredebilir. Kafirden iman etmesini istemesi bunun gibidir. Bazen de şer’an emretmediğini kevni olarak isteyebilir. İnkâr ve mâsiyet gibi.
İrâde, kevnî ve şer’î olarak iki kısma ayrılır. Emir de, kevnî ve şer’î olmak üzere ikiye ayrılır. Muhabbet ve kızma kevnî irâde ve kevnî emrin gereklerinden değildir. Fakat muhabbet ve rızâ şer’î irâde ve şer’î emrin gereklerindendir. Bu taksim Kitap ve Sünnet delilleri üzerine kurulmuş selefin metodu olup, İbn Teymiye’nin metoduyla uyuşan metottur. Zira Allâh Teâlâ mâsiyeti emretmez, onu istemez ve şer’an ondan razı olmaz. Ancak O, mâsiyeti isteyerek onu, kevnen ve kaderen emretmiştir. Zira Allâh’ın hakimiyetinde istemediği hiç birşey vukû bulmaz.
( وَ إِذاَ أَرَدْنـــَا أَنْ نُهْلِـكَ قَرْيَة ً أَمَرْناَ مُتْرَ فيِــهَا فَفَسَــقُوا فيِــهَا فَحَقَّ عَلَيْـهـاَ الْقَوْلُ فَدَمَّـْرنَــاهــَا تَدْمِيــرًا )
( Bir köyü helâk etmek istediğimizde, o köyün zenginlik sebebiyle şımarmış elebaşlarına – iyilikleri – emrederiz; buna rağmen onlar orada kötülük işlerler. Böylece o köy, helâke müstehak olur; biz de orayı darmadağın ederiz ).[11]
Yâni biz onlara kevnen ve kaderen emretmiş olduk.
( وَ مَنْ يُـرِدِ الله ُ فِتْـنَتَهُ فَلَنْ تمَـْلِكَ لَهُ مِنَ اللهِ شَـْيئًا )
( Allâh bir kimseyi şaşkınlığa –fitneye- düşürmek isterse, sen Allâh’a karşı, onun lehine hiç birşey yapamazsın ).[12]
( إِنْ كــَانَ الله ُ يـُـِريدُ َأنْ يُغْـوِيَكُـمْ هُوَ رَبـُّـكُمْ وَ إِلَيْــهِ تُـــْرجَــعُون َ )
Yine: ( Eğer Allâh sizi azdırmak istiyorsa, (Çünkü) O, sizin Rabbinizdir. Ve nihayet O’na döndürüleceksiniz ).[13]
7- S. 201’de kaderle ilgili sözlerini şöyle noktalamaktadır:
« Bunlar, İbn. Teymiye’nin cebr, ihtiyâr ve efâl-i ilâhiye’nin illetine dair sözleridir. İbn Teymiye, sürekli olarak fikirlerini ashâb ve tabiin gibi selef-i sâlihin’e nispet etmektedir ».
Ebû Zehrâ bu sözleriyle, İbn Teymiye’yi « selef mezhebinde olmayan » kendine ait fikirleri selef’e nispet etmekle itham etmektedir. Oysa gerçekler bu iddiayı tekzip etmektedir. İbn Teymiye, selef’in kitaplarında var olan ve onlardan sabit olan şeyleri onlara nispet etmiştir. İbn Teymiye, selef’e ait olmayan birşeyi onlara nispet etme konusunda Allâh’tan en çok korkan kimselerdendir. Ebû Zehrâ’ya gelince ya İbn Teymiye’nin kitaplarını okumamış ya da İbn Teymiye konusunda zihinleri bulandırmayı amaç edinmiştir.
8- s. 202 ve 206. sayfalarda, İbn Teymiye’nin, ölülere tevessül ve istiğasede bulunmak, teberrük ve ihtiyaçlarının ölülerden istenmesi için kabir ziyaretlerinde bulunma ve bu amaçla sefere çıkmanın yasaklanmasına dair sözlerini naklettikten sonra şöyle demektedir:
« İbn Teymiye bu sözleriyle cumhûr ulema’ya muhalefet etmiş, Peygamber (s.a.v.)’in kabrini ziyâret konusunda ise ulema’ya son derece ters düşmüştür. Biz sâlihlerin kabirlerinin ziyâreti ve onlara adak adama konusunda İbn Teymiye ile bir noktaya kadar hem fikiriz, ama Ravza-i Şerife’nin ziyareti konusunda ondan tamamen farklı düşünüyoruz. Zirâ İbn Teymiye, görüşünü Ravza-i Şerife’nin teberrük amacıyla ziyaretini yasaklaması putçuluğa şirke götüreceği endişesi üzerine binâ etmiştir. Bu ise, yersiz bir korkudur. Şayet bu, Muhammed (s.a.v.)’i takdis etmek ise, bu vahdaniyet peygamberini takdis etmektedir. Vahdaniyet peygamberinin takdisi ise, vahdaniyeti ihyâ etmektir. Bu da netice itibarıyla peygamberin gönderiliş amaçlarını takdis etmektir » dedikten sonra şöyle devam etmektedir:
« İbn Teymiye ve başkalarının naklettiği;
( لاَ تَشُـدّ ُالـّرِحـَالُ إِلاّ َ إِلىَ ثـَلاَثَـةِ مَســَاجِدَ , الَـْـمَسْجِدُ الحْـَرَامِ وَ مَـْسجِدِي هَـذَا , وَ الْـمَسْجِدُ اْلأقْـصى )
( Sadece üç mescidi ziyâret amacıyla yola çıkılabilir. Onlar da, Mescid-i Harâm, Mescid-i Aksâ ve benim mescidimdir )[14] mealindeki hadis, Peygamber (s.a.v.)’in, yanına defnedildiği mescidin şerefini ifâde içindir. Peygamber (s.a.s.) eşleri içinde kendisine evi en yakın olan Aişe (r. anha)’nın evine defnedildi. Bu ev mescide bitişikti. Şayet Peygamber (s.a.v.)’in kabrini ziyâret yasaklanmak istenseydi, Peygamber (s.a.v.) Bakî mezarlığı gibi daha uzak bir yere defnedilirdi. »
Daha sonra şöyle der: « Bize göre Peygamber (s.a.v.)’in kabri ile teberrük müstahsendir. Yakın olma ile kastettiğimiz, ibâdet veya ona benzer şeyler değildir, aksine bu teberrük, hatırlama ve ibret içindir ».
Ebû Zehrâ’nın sözlerinin amacı bundan ibârettir. Bütün bunlar, onun bu meseleleri nasıl birbirine karıştırdığını ve câhil olduğunu göstermektedir.
Biz de cevaben deriz ki ;
a. « İbn Teymiye, ölülere tevessül ve istiğâsede bulunmak, kabirlerden medet dilemek (teberrük) gibi konularda müslümanların cumhûr’una muhâlefet etmiştir ».
İbn Teymiyye bu sözleriyle müslümanların icmâına muvafakat etmiş, onlardan birine dahi muhâlefet etmemiştir. Müslümanlardan kastımız, sahâbe, tâbiîn ve faziletli devirlerde yaşayan ve güzellikle onlara tâbi olan ehl-i sünnet ve-l cemaattır. İbn Teymiyye’ye bu konuda ters düşenler daha sonraki dönemlerde gelen kabirci ve hurâfe ehlidir. Bunların muhalefeti hiç bir şey ifâde etmez. Ebû Zehra bu gibi insanların, müslümanların cumhûru olarak adlandırsa bile, cumhûr olamazlar. Nazarı itibâr alınan gerçeklerdir, isimlendirmeler değildir. Bunlar zâten islâm toplumu içerisinde istisna edilmesi gereken kimselerdir.
« Kabir ziyâreti ve kabirlere adak adanması vs. gibi konularda bir noktaya kadar İbn Teymiye ile hem fikiriz. »
Bu sözden anlaşılan onun kabir ziyaretleri ve kabirdekilere adak adanması ve ölülere istiğasede bulunmak hususunda İbn Teymiyye ile tam bir muvafakat içinde olmadığıdır. Ebu Zehrâ bu sözleriyle bu gibi konularda daha musâmahakar olduğunu ifade etmektedir. Halbuki bu, Allâh dışında birilerine ibadet etmek demektir ki, büyük şirk grubuna girer. Onun bu sözlerinde, şirk konusunda ne kadar gevşek olduğu ve akîdeyle ilgili konulara önem vermediği açıktır.
c. « Ravza-i Şerifenin ziyareti konusunda ise İbn Teymiyye’den tamamen farklı düşünüyoruz. Zira İbn Teymiyye, görüşünü Ravza-i şerifenin teberrük amacıyla ziyâretini yasaklaması putçuluğa götüreceği endişesi üzerine binâ etmiştir. Bu ise yersiz bir korkudur. Şayet bu, Muhammed (s.a.s.)’i takdis etmek ise, bu vahdaniyet peygamberini takdis etmektir. Vahdaniyet Peygamberinin takdis ise, vahdaniyeti ihyâ etmektir.»
Bu söze iki şekilde cevap verilebilir:
Birincisi; İbn Teymiyye, Ravza-i Şerife’de namaz kılmak kastıyla ziyâreti yasaklamıyor. Böyle bir şeyi ona nispet etmek doğru değildir. İbn Teymiye, diğer İslâm alimleri gibi sahih sünnetin muktezâsı olarak bunu müstehab görmektedir.
İkincisi; Şer’i maksadla Ravza-i Şerifeyi ziyâret etmek orada namaz kılmak amacına mebni olmalıdır. Peygamber (s.a.s.) hadisi şerifte:
( مَا بَـيْنَ بَيْتـِـي وَ مِنْبَــِري رَوْضَــةٌ مِنْ رِيــَاضِ الْجَــنَّةِ )
( Evimle minberimin arası cennet bahçelerinden bir bahçedir )[15] buyurmuşlardır. Ravzanın ziyâretinden amaç oradan medet ummak ve Ebû Zehrâ’nın zannettiği gibi Peygamber (s.a.v.)’i takdis etmek olmamalıdır. Zira böyle bir niyetle gitmek bid’attir, şirktir.
3. Takdis, aşırılığa kaçması durumunda yasak hâle gelir. Muhammed (s.a.v.)’in Peygamberlik vasfına karşı sorumluluğumuz onu sevmek, emrettiklerini yapmak ve nehyettiklerinden sakınmamızdır. Peygamber (s.a.v.) kendisinin takdis edilmesini ve aşırı övülmesini yasaklamıştır. Birisi kendisine ( Allah’ın ve senin dediğin olur ) diye hitap edince Peygamber (s.a.v.):
( أ جَعَلْتَني الله َ نِــدًّا ، قُــلْ مَا شَـــاءَ الله ُ وَحـْـدَهُ )
( Sen beni Allah’a eş mi koşuyorsun? ) diye kızmış ve ona ( sadece Allah’ın dediği olur )

Similar Posts