Müslümanların başına bela olan musibet ve belalardan bir tanesi de ; din adına sonradan ihdas edilen şeylerdir… Ve bunların içerisinde en tehlikeli olanları ise ; Tasavvuf, tarikat adı altında ortaya atılan şeylerdir…

İşte o çirkin – hatta şirk olan – bid’atlerden bir tanesi de Rabıta olayıdır… Bu çirkin bid’at ve uygulama, ne Allah Rasulü s.a.v döneminde ve ne de Rasulullah s.a.v’in fevatından sonra sahabe döneminde görülmüş bir şey değildir…

1 – RABITANIN TANIMI VE DİNDEKİ YERİ …

Râbıtayı İslam’a maletmeye çalışanlar ve ona bazı izahlarla belli bir boyut kazandıranlar, yakın tarihte yaşamış olan Nakşibendî şeyhleridir. Bunlardan, Halid’i Bağdâdî’ye mal edilen açıklamada şöyle denilmektedir :

“ Tarîkatta râbıta : Mürîdin, Allah’da fânî olmuş bulunan şeyhinin şeklini hayâlinde sürekli canlandırmasıyla onun rûhâniyetinden yardım istemesi demektir. Bu da mürîdin edeplenmesi – yani saygılı olmaya alışması – ve tıpkı şeyhinin yanında bulunuyormuş gibi gıyabında da ondan feyiz alabilmesi için lüzumludur. Çünkü mürîd, şeyhinin şeklini hayâlinde canlandırmakla ancak huzur bulur, nurlanır ve bu sayede çirkin davranışlarda bulunmaktan da sakınır. “

Tarifini yaptığımız bu ibarede geçen kelimelerin anlamını da verirsek herhalde – konuyu anlama açısından – daha güzel olacaktır.

Fânî olmak : Bir tasavvuf terimidir. Sûfîler arasında genel olarak « Allah’da fânî olmak » ya da « fenâfillâh » şeklinde de ifade edilmektedir.

İstimdat : Tarîkatların hemen tamamında ve özellikle Nakşibendî Tarîkatında çok önemli bir inanış şekli olan « Rûhâniyetten istimdâd » ya da günümüzün Türkçe’siyle ( Evliyaların ruhundan yardım dilemek ), kaynağını Animizm’den alır. « Animizm, ataların ruhlarına tapma esasına dayanan politeist bir inançtır. »

Bk. Halid Bağdâdî, Risaletun fi Tahkiki’r-Râbıta Raşahât’ın kenarı, s. 221

Vird : Şeyh tarafından mürîde telkin edilmiş ve günün belli saatlerinde tekrarlanması istenmiş olan rûhânî ödev demektir. Bu ödev, belli sözlerin yüzlerce hatta binlerce kez tekrar edilmesiyle yerine getirilir.

Râbıta : İse ondan önce yapılan zihinsel bir hazırlanmadır.

2 – RABITANIN İSBATI İÇİN ÖNE SÜRDÜKLERİ DELİLLER …

Halid Bağdâdî, ” Risâle’tun Fi Tahkiki’r-Râbıta “ adı altında sırf râbıta konusunda yazdığı bir kitapçıkta şöyle demektedir :

“ Ulularımızdan kimisi, tasavvuf terbiyesini gerek kendine, gerekse başkasına uygularken sadece râbıta ile yetinirdi. Çünkü bu, Allah’da fânî olmanın – yani Allah’da eriyip yok olmanın – hazırlık aşaması olan şeyhde erimek için en yakın yoldur. “

Onlardan, râbıtayı Allah’ın şu sözlerine dayandıran da vardır : 

 يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَكُونُواْ مَعَ الصَّادِقِينَ   

“ Ey iman edenler ! Allah’tan sakının ve doğrularla beraber olun. “  Tevbe : 119.Ay.

Tarîkat silsilesiyle Halid Bağdâdî’ye bağlı olan Muhammed Emîn el-Kurdî de râbıtayı kanıtlamaya çalışırken önce şu ifadeyi kullanmaktadır :

Bu konuda gerek Ayet, gerekse hadis olarak mevcut bulunan deliller ise bilinemeyecek gizlilikte değildirler. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır :

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَابْتَغُواْ إِلَيهِ الْوَسِيلَةَ

“ Ey iman edenler ! Allah’tan sakınınız ve O’na, vesîleler arayınız …. “  Maide : 35.Ay.

Bu Ayet-i kerîmeyi, daha önce anlatılan merasim çerçevesi içindeki uygulanışıyla Rabıtaya delil gösteren, yalnızca bu şahıs değildir. Bilindiği kadarıyla bütün Tasavvuf ehl’i – her nasıl ikna olabiliyorlarsalar tabi ! – bu Ayet’i Rabıtaya delil getirirler…

Delil olarak ileri sürdükleri bir de şu meâldeki Hadis-i şerif vardır :

“ Kişi sevdiği ile beraberdir. “   Buhari : 13.c.6128.s 

İşte bu delilleri ileri sürerek Nakşibendiler, Rabıtanın Kur’ân’a ve sünnete dayandığını büyük bir ısrarla iddia etmektedirler…

Bu konunun daha güzel anlaşılması açısından, öncelikle Rabıta ve Murabıt kelimelerinin anlamlarını zikretmekte fayda vardır.

3 – RABITA VE MURABIT KELİMELERİNİN MANASI …

Bir çok muteber sözlük ve kaynaklarda « Murâbıt » kelimesinin ne anlama geldiğini şu şekilde tarif edilmektedir :

1 – El-Mu’cem’ul-Veciz :

“ Rabata – fiilinin türevlerinden – Murâbata ve rıbât : Stratejik noktada ve düşmanın sızabileceğinden korkulan mevkide sürekli bulundu, nöbet tuttu demektir. “

2 – El-Mu’cem’ul-Arabiy’yul-Esâsî :

“ Rabata – fiilinin türevlerinden – Murâbata ve rıbât : Ordu, Stratejik noktada ve düşmanın sızabileceğinden korkulan mevkide sürekli bekledi, demektir.”

3 – Mu’cem’u Lûgat’il – Fukahâ :

“ Murâbata’ da bulunmak … : Olağanüstü bir durum için, düşmana karşı ülke sınırları üzerinde yerleşmek beklemek, nöbet tutmak demektir. “

4 – Lisân’ul – Arab :

“ Murâbata kelimesi temel olarak : Karşıt iki ordunun, stratejik bir mevkide, bineklerini yerleştirmeleri anlamına gelir. Bunlardan her biri, diğerine karşı alarm halinde bulunur. Bu nedenle stratejik noktalarda yerleşip nöbet beklemeye – ve karargâh kurmaya – murâbata adı verilmiştir.”

İşte Arap ve İslâm Dünyası’nda kullanılan yukarıdaki lûgatlarda Murâbata budur ve bu görevi yapan kimseye de yine Araplar tarafından Murâbıt denmiştir.

“ Temel anlamda murâbata : Karşıt iki ordudan her birinin, kendi mevkiinde karargah kurmasıdır. Onlardan her biri, diğerine karşı alarm halinde bulunur. Dolayısıyla stratejik noktalarda yerleşip nöbet beklemeye Rıbât adı verilmiştir.

Sâğânî tarafından ve el- lisân adlı kaynakta aktarıldığına göre, Murâbata’nın anlamı budur. Daha sonraları stratejik noktalarda nöbet beklemek manasında kullanılmıştır. Bazen de bizzat savaşa mahsus atlara Rıbât adı verilmiştir. Bu cümleden olarak Allah Teâlâ kitabında buyuruyor ki :

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اصْبِرُواْ وَصَابِرُواْ وَرَابِطُواْ وَاتَّقُواْ اللّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ

“ Ey iman edenler ! sabredin ve direnin ; Murâbata yapın – yani alarm durumunda olun – ve Allah’dan sakının ki başarıya eresiniz.“  Ali İmran : 200.Ay.

وَأَعِدُّواْ لَهُم مَّا اسْتَطَعْتُم مِّن قُوَّةٍ وَمِن رِّبَاطِ الْخَيْلِ تُرْهِبُونَ بِهِ عَدْوَّ اللّهِ وَعَدُوَّكُمْ وَآخَرِينَ مِن دُونِهِمْ لاَ تَعْلَمُونَهُمُ اللّهُ يَعْلَمُهُمْ وَمَا تُنفِقُواْ مِن شَيْءٍ فِي سَبِيلِ اللّهِ يُوَفَّ إِلَيْكُمْ وَأَنتُمْ لاَ تُظْلَمُونَ

“ Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. Bununla, Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bunların dışında sizin bilmeyip Allah’ın bildiği diğer – düşmanları – korkutup – caydırasınız. Allah yolunda her ne infak ederseniz, size eksiksiz olarak ödenir’ ve siz haksızlığa uğratılmazsınız. “   Enfal : 60.Ay.

Bu Ayeti celile hakkında tefsirciler der ki : Dininizde kalmak için dayanın ; Düşmanlarınıza karşı direnin ve murâbata yapın – yani savaşa hazırlıklı olun.- savaşmak ve bineklerinizle irtibat halinde olmak – onları savaşa hazır tutmak – suretiyle cihada devam ediniz.

Ayrıca, tamamen cihad konusunda yazılmış kaynaklardan biri olan, İbn’un-Nahhâs’ın ” Müsîr’ul-Ğarâm ilâ dâr’is-Selâm Fi Fazâil’il-Cihâd ” adlı eserinde “ rıbât “, “ murâbıt “ ve “ murâbata “ terimleri hakkında şu önemli bilgiler verilmektedir :

“ Rıbat “ dan amaç : Düşmanın sızabileceği tahmin edilen stratejik bir mevkide cihad yapmak – yani silahlı savunmada bulunmak – ya da nöbet beklemek niyetiyle bir insanın kendini rapt etmesi – o arazide devamlı yerleşmesidir – ; veya – güvenliği sağlamak için – Müslüman asker sayısını artırmaktır. “

Yazar, devamla şöyle diyor :

“ Doğrusunu Allah bilir, ama bana öyle geliyor ki : Kim sırf kafirlere karşı muhtemel bir silahlı mücadeleye katılmak üzere ya da nöbet beklemek amacıyla bir sınır bölgesinde murâbata yapar ve istediği zaman bu yerden zahmetsiz olarak ayrılabilirse işte bu kişi murâbıttır ve ribât bekleme sevabına nail olur. “

Yine aynı kaynakta şöyle bir açıklama yapılmaktadır : Muhammed b. Atiyye, tefsirinde şunları kaydetmiştir :

“ Sözün doğrusu şudur ki, râbıta denen şey, Allah yolunda düşmana karşı mücadele etmektir. Bu kelimenin aslı – atı bir yere bağlamak – demek olan “ rıbât “ dan türemiştir. Ondan sonra da ister süvari, ister piyade olsun, İslâm topraklarının sınır boylarında askerlik yapan kimselere “ murâbıt “ adı verilmiştir.”

“ Murâbıt “ teriminin, sınır boylarında askerlik yapan kimse demek olduğunu kesinlik derecesinde te’yid eden birkaç hadisi’i şerif de şöyledir :

“ … Rasulullah s.a.v buyurdu ki : Sınır boyunda bir gün bir gece ribât yapmak – yani nöbet beklemek – bir aylık süreyi oruç ve namazla ihya etmekten daha hayırlıdır. Ve her kim sınırda, murâbatada bulunurken – yani nöbet beklerken – ölürse bu sevabın aynısına yine nail olur. Aynı zamanda – şehit gibi o da – rızıklandırılır. “    Müslim : 6.c.1913.n

“ … Sehl bin Sa’d es-Saidi r.a dan. Rasulullah s.a.v buyurdu ki : Sınır boyunda bir gün Allah için növbet beklemek – yani rıbât yapmak – Dünyadan ve onun üzerindeki her şeyden hayırlıdır…… “    Buhari : 6.c.2716.s

 “ … Ebu Hureyre r.a dan. Rasulullah s.a.v buyurdular ki :

– Allah’ın hataları silmeye ve dereceleri yükseltmeye vesile kıldığı şeyleri size söylemiyeyim mi ? . Evet ey Allah’ın Rasulü, söyleyin dediler. Bunun üzerine s.a.v saydı :
– Zahmetine rağmen abdesti tam almak. 
– Mescide çok adım atmak. 
– Namazı beklemek. İşte bu ribâttır, işte bu ribâttır. İşte bu ribâttır. “

Müslim Tahâret : 41/251 Muvatta Sefer : 55/1/161 Tirmizi Tahâret : 39/52 Nesâi Tahâret : 106

4 – RABITA YAPMA KEYFİYETİ …

Bunların ihdas ettikleri ve zorla Kur’ana ve Sünnete kabul ettirmeye çalıştıkları bu bid’atın uygulama şekline de şöyle bir göz Atarsak, bunun İslama ne kadar ters düşdüğünü daha da güzel anlamış oluruz.

Değerli kardeşlerim … ! gerek sistematik bir ayin biçimi olan ” Hatme havecegan “ olsun gerekse şeyhin rûhânî bir ödev olarak mürîde verdiği herhangi bir ders, vird, telkin, emir ve tâlimat, bunların hepsi tarîkat protokolünde zikrin kapsamına girer… Yani bunların hepsi, ya da herhangi biri, tarîkatın avam dilinde genel bir tabirle, ” zikir “ olarak adlandırılır. Dolayısıyla râbıta da Tarikatlar da bir zikir şeklidir…

Rabıtanın uygulanışı sırasında mürîdin oturuş biçimi, fiziksel ve zihinsel durumu ile yer, zaman ve ortam çok önemlidir. Bu durumları şu şekilde özetlemek mümkündür :

A – Abdestli olmak :

Râbıta yapan kimsenin, özellikle Hatm-i Havacegan halkasında bulunuyorsa – her şeyden önce – abdestli olması gerekir… Nitekim bu âyin genellikle sabah, ikindi ve yatsı namazlarından sonra düzenlendiği için halkaya katılan mürîdlerin hepsi zaten abdestli olurlar.

B – İnâbeli olmak :

Yani mürîdin, mürşid olarak kabul ettiği şeyhe, ya da vekiline önceden bey’at etmiş olması gerekir. Buna, tarîkat dilinde “ El almak ” da denir. Zaten bütün Tasavvuf ehline göre bir şeyhe bağlanmayan kimsenin öncüsü şeytanın ta kendisidir…  Hani toplumda sık sık kullanırlar ya : “ Şeyhi olmayanın şeyhi, şeytandır “ …

Şeyhlerden kimisi, aynı tarîkata bağlı olsalar bile kendisinden el almamış bulunanları – yani başka bir şeyhin mürîdlerini – , yönettiği ” Hatm-i Havâcegân “ halkasına kabul etmez… Bazıları ise bu konuda herhangi bir ayırım yapmazlar. Dolayısıyla tarîkatın bütün kurallarında olduğu gibi bu noktada da hemen hemen her şeyhin yorumu ve protokolü farklıdır. Ancak halkaya oturan mürîd, her halükârda râbıtasını kendi şeyhine yapar. Bu vesile ile şunu da belirtmek gerekir ki kendi ifadelerine göre ;

« Tarif edilen şekilde fenâ ve bekâ mertebelerine ulaştıkları şehâdetle sabit olmayan kimseler her ne kadar zikir tâlimine mezun ve memur olsalar da kendilerine râbıta ettiremezler »

Bu konuda bazı şeyhlerle halîfeleri arasında polemikler ve tartışmalar bile cereyan etmiş, hatta önemli bir olay diye yakın tarihin Nakşibendîlerine ait kitapçıklarda yer almıştır…

C – Kapıyı kitlemek :

Aslında kapının içerden kitlenmesi sırf râbıtaya bağlı bir kural değildir. Nakşibendîlere göre bu, ” Hatm-i Havâcegân “ âyininin bir ayrıntısıdır. Bununla beraber râbıta yalnız başına bile yapılsa yine de sakin bir yer tercih edilir. Şu var ki – yukarıda da değinildiği üzere – râbıta, ” Hatm-i Havâcegân ” âyininin kurallarından biri olduğu için bu merasimin bir öğesi olarak icra edilirken zaten kapı kitli bulunmuş olur. Yakın tarihin Nakşibendî şeyhlerinden İsmet Garîbullah, « İnâbe böyle ta’lîm etti ol mâh, Kapanmak kapı sünnettir ol âgâh » mısralarıyla tarîkatın bu kuralını anlatmaya çalışmaktadır.

Ç – Ortamı Karartmak :

Vakit gece ise ışıkları söndürmek, gündüz ise pencerelere perde germek suretiyle ortam karartılır, ya da en azından loş hale getirilir… Ancak bunlar özellikle ” Hatm-i Havâcegân “ âyininin yapıldığı mekân için söz konusudur. Tek başına râbıta yapan kişi, oturduğu yerde başından aşağıya bir çarşaf, ya da puşu gibi bir şey örtmek suretiyle de bu ortamı sağlayabilir.

D – Ters Teverruk Oturuşu İle Oturmak :

Bunun şekli şöyledir : Şafiî Mezhebinde, namazdaki son ka’denin tam tersi olarak diz üstü oturulur ; sol ayak dik tutulur ; – yani topuk yukarıda, parmak uçları ise yerdedir. – sağ ayağın parmak uçları da – köprü gibi duran – sol bacağın altından biraz dışarı çıkarılır. Bu durumda sağ baldır tamamen yere yapışıktır, vücut zorunlu olarak sol tarafa doğru eğimlidir ve eller namazda olduğu gibi yine dizler üzerinde bulundurulur. Bu oturuş şeklinin, yakın tarihte yaşamış olan bazı Nakşibendî teorisyenleri tarafından öngörüldüğü anlaşılmaktadır.

E – Gözleri Yummak :

Gerek ” Hatm-i Havâcegân “ sırasında, gerekse mürîdin tek başına yaptığı râbıtada gözler yumulur. Hem hatim âyinini yöneten şeyh veya temsilcisi, hem de mürîdler aynı şeyleri yapmak durumundadırlar. Mürîd, hatim dışında ve yalnız başına râbıta yaparken de yine gözlerini yumar.

F – Nefesi Kontrol Altına Almak :

Râbıta yaparken ağız kapalıdır, soluk burundan alınır. Nakşibendî Tarîkatı’nda başlıca iki çeşit zikir vardır. Bunlardan biri sözlü zikir olan vird’dir, diğeri ise zihinsel zikir olan ” râbıta “ dır ki her ikisinde de nefes kontrol altında bulundurulur.

G – Sabit ve Hareketsiz Durmak :

Yakın tarihte Nakşibendî Tarîkatı’na yeniden şekil verenler, Hatm-i Havâcegân, zikir, râbıta ve benzeri âyinlerin uygulanışı sırasında mürîdin hareketsiz durmasını, ah, vah gibi ızdırap ve hüzün ifade eden sesler çıkarmamasını ve inlememesini şart koşmuşlardır… Onlara göre bu tür davranışlar şeytanın giriş kapısı ve nefsânî duyguların doyuma ulaştırılması olarak nitelenmiştir.

H – Mürşidin Sûretini Zihinde Canlandırmak :

Bu kural râbıtanın özünü oluşturur. Diğerleri ise buna bağlı olarak ikinci derecede ayrıntı sayılırlar… Nakşibendilerde ve diğer tasavvuf ekollerinde « Tarîkat Âdâbı » diye sıralanan kurallar içinde en önemli unsur olarak râbıtadan söz edilirken bu nokta üzerinde daha ısrarlı bir şekilde durulmuştur.

Yapılan açıklamalara ve tarif şekillerine göre mürîd, bu ödevi yapmak için gerekli şartları yerine getirdikten ve gözlerini yumduktan sonra bütün dikkatini şeyhinin cismânî varlığı üzerinde toplamaya ve onun siluetini hayâlinde canlandırmaya çalışır… Nakşibendî Tarîkatı’nın, özellikle yakın tarihte oluşmuş Süleymancılık ve Menzilcilik gibi bazı kollarında şeyhin fotoğrafına bakmak suretiyle de râbıta yapılmaktadır… Mürîd bunu yaparken, şeyhinin nur deryası olduğuna inandığı kalbinden kendi kalbine bu nurların bir çağlayan gibi aktığını da aynı şekilde canlandırmaya gayret eder.

Râbıta yapanın konsantre olabilmesi, vecd halini yaşayabilmesi, – yani transa geçebilmesi – için onun, yukarıda anlatılanlara ek olarak – aynen gerçekmiş gibi – düşüneceği daha birçok şey vardır. Bunlardan bazılarını, Nakşibendî yazarlardan biri aynen şu ifadelerle açıklamaktadır :

“ Kendinizi vâkıa halinde ölü ve teneşir tahtası üzerinde, kefene sarılmış tasavvur edeceksiniz. Mezarda olduğunuz halde mürşidi, pîri, Allah ile aranızda vesîle ve vasıta mevkiindeki zatı düşünerek, onu yanınızda ve karşınızda farzederek onun yüce alnına, – yani iki kaşı arasına – gözlerinizi dikeceksiniz. O zatın ulu simasına hayâl hazinenizde yer verecek, onu kalbinizde hayâl yoluyla durduracaksınız. “

I – Mürşidin Rûhâniyetinden İstimdâd Etmek :

Râbıtanın çok önemli kurallarından birisi de işte budur… Nakşibendî ve sair ehl’i tasavvuf ruhânîlerine ait mektup ve kitapçıklarda bunun önemi sıkça vurgulanmıştır…

« Rûhâniyetten istimdâd » ‘ın ne demek olduğuna gelince bu, mürîdin şeyhinden himmet, bereket ve yardım dilemesidir… Bunun için şeyhin genç, yaşlı, sağ, ya da ölmüş olması arasında hiç bir fark yoktur…

Hatta ölmüş olan şeyhin, kınından çekilmiş kılıç gibi olduğu, bütün maddesel kayıtlardan sıyrıldığı ve işlevini daha süratle yapabilecek durumda olduğu, yine bu tarîkatların rûhânileri tarafından sık sık anlatılmıştır…

Dolayısıyla mürîdin râbıta yaparken içinden, şeyhinin sûretini canlandırmasıyla birlikte ondan yardım, himmet ve medet dilemesi râbıtanın kaçınılmaz bir kuralıdır.

Bu şartlar bir şeyhten diğerine çoğalıp azalabilir, yani değişebilir. Nitekim bazı şeyhlerin, yolculuk sırasında veya çalışırken bile virdlerini çekebileceklerine ve râbıtalarını yapabileceklerine ilişkin mürîdlerini serbest bıraktıkları, daha doğrusu onları bu durumlarda da boş bırakmak istemedikleri bilinmektedir…

Mürîd sık sık şeyhinin veya ona vekâlet eden yetkilinin sohbetlerinde sürekli telkinler alarak râbıta için hazır hale getirilir… Bu sohbetler bir çeşit şartlandırma seanslarıdır ; Son derece de etkilidir. Bu sırada oluşan mistik atmosfer içindeki mürîdin psikolojik durumu, ders ya da konferans izleyen bir dinleyicinin, hatta vaaz dinleyen bir mü’minin durumundan çok farklıdır. Mürîdin iç dünyasının derinliklerinde bu telkinlerle o kadar şiddetli etkiler uyandırılır ki râbıta sırasında o, kendinden geçmiş ve başka alemlere dalmış gibi olur…  Arvâsî’nin tabiriyle :

“ Mürîd, şeyhinin muhabbet alâkasıyla saatten saate onun renk ve kıvamı içinde olgunlaşır. Aksetme suretiyle de onun nurundan nur emer. Bu türlü faydalanma ve feyizlenmede, işin nasıl ve ne şekil olduğunu bilmek şart değildir. Kavunun güneş hararetiyle pişmesi gibi sâlik, mürşidin terbiyesinde yavaş yavaş gelişir. Zamanla bu gelişme kemâle erer. Rahmânî nefesin üflenmesine isti’dad kazanır. “

Mürşid râbıtası için, genellikle iki zaman vardır. Bunlardan biri “ Hatm-i Havâcegân “ âyini sırasında, diğeri ise her mürîdin yalnız başına yapmak durumunda olduğu vird denilen sözlü zikre başlamadan öncedir. Bununla beraber yine her şeyhe göre, râbıtaya ilişkin zamanlama değişebilir.

Esasen tarîkatta zikirle râbıta birbiriyle çok yakından alâkalıdırlar. Geniş anlamda râbıta da zikirden sayılmakla beraber ” Zikir “ terimi özellikle sözlü vird için kullanılır… Zikir de râbıta da tarîkatın temel kurallarındandır. Fakat daha önce de işaret edildiği gibi onlara göre râbıta zikirden çok daha önemlidir…

İşte râbıtanın uygulanış biçimi ve şartları hakkında elde edilebilecek en geniş bilgiler bunlardır denebilir…

Ama ne yazık ki bütün bu iddialar, te’viller, yorumlar İslamla ne uzaktan ve ne de yakından alakası olmayan uyduruk şeylerdir …  Batıl tezgahlarına malzeme olarak kullandıkları Ayet ve hadisler doğru, ama onlardan yaptıkları istimbatlar ise batıldır…

Çünkü zikri geçen Ayet ve Hadislerin öğretildiği ve yaşandığı dönemde – yani asrı saadette – böyle şeyler ne anlatılmıştır ne de yaşanmıştır …

Bununla beraber bizler için örnek ve önder olan sahabe toplumu, Allah Rasulü s.a.v’i Rabıta etmemişlerdir… Vefatından sonra O’nun Ruhaniyetinden yardım, imdat, medet istememişlerdir …

Hulasa en parlak devir olan Asrı saadet döneminde böyle şeyler asla ne yapılmış, ne anlatılmış ve ne de ima yollu ile de olsa bu gibi şeylerden bahsedilmemiştir.

Çünkü biz biliyoruz ki sahabe bu ümmetin en takvalı insanlarıydı … Allah’tan en çok korkanlarıydı … Allah Rasulü s.a.v’i en çok seven kimselerdi … Ama buna rağmen – az önce de ifade ettiğimiz gibi – o insanlar Allah Rasulü s.a.v’i asla rabıta etmemişlerdi… Onun ruhaniyetinden asla yardım istememişlerdir…

Onlar, kendileri için örnek ve önder olan Peygamberlerinden bu gibi inanç ve amellerin şirk ve küfür olduğunu öğrenmişlerdir…

Rabbim bütün Müslümanlara doğruya, hakka ve hakikata uymayı nasip eylesin…

              Amin

Vel hamdu lillahi rabbil alemin

                                            Tacuddin el Bayburdi

Similar Posts