İslamiyet te ahde vefa akitlere riayeti imanın gereği kabul eder, anlaşmalara riayet etmeyi, gerekenleri yerine getirmeyi, sözünün erleri olmayı emreder.
Öyle İse Ahd Nedir?
Ahd: Vaad etme, peyman, misak ve vasiyet anlamındadır.
İki taraf arasında yapılan sözleşmelere, yapılan mukaveleye de ahd denir. Ahd yapmanın yani ahidleşmenin insanlar arasında inşa edilen biçimine “muâhede/antlaşma” denir.
Ahd, ayrıca hem yemin hem de kesin söz verme anlamındadır. Allah ile İsrâiloğulları arasında yapılan ahdin hükümlerini ihtiva ettiğinden dolayı, Yahudi ve Hıristiyan kutsal kitaplarına Ahd-i Atîk ve Ahd-i Cedîd denilmiştir. (Hristiyanlar tevrata ahd-i atik, İsa’ya verilene Ahd-i cedid derler)
Vefa Nedir:
Vefa: Sözünde durmak, ödemek anlamındadır.
Kur’ân’da ahde uygun hareket edilmesi imândan sayılmış, Allah ile yaptıkları antlaşmaya sadık kalanlara büyük ödüller vaad edilmiş,
اِنَّ الَّذينَ يُبَايِعُونَكَ اِنَّمَا يُبَايِعُونَ اللّهَ يَدُ اللّهِ فَوْقَ اَيْديهِمْ فَمَنْ نَكَثَ فَاِنَّمَا يَنْكُثُ عَلى نَفْسِه وَمَنْ اَوْفى بِمَا عَاهَدَ عَلَيْهُ اللّهَ فَسَيُؤْتيهِ اَجْرًا عَظيمًا
“Sana bîat edenler ancak Allah’a bîat etmiş olurlar. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Verdiği sözden dönen kendi aleyhine dönmüş olur. Allah’a verdiği sözü yerine getirene, Allah büyük bir mükâfat verecektir.” (Fetih, 48/10.)
Allah’a karşı ahitlerini hiçe sayanların âhirette hiçbir nasip alamayacakları haber verilmiştir
اِنَّ الَّذينَ يَشْتَرُونَ بِعَهْدِ اللّهِ وَاَيْمَانِهِمْ ثَمَنًا قَليلًا اُولئِكَ لَاخَلَاقَ لَهُمْ فِى الْاخِرَةِ وَلَايُكَلِّمُهُمُ اللّهُ وَلَا يَنْظُرُ اِلَيْهِمْ يَوْمَ الْقِيمَةِ وَلَا يُزَكّيهِمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَليمٌ
“Şüphesiz, Allah’a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir karşılığa değişenler var ya, işte onların ahirette bir nasibi yoktur. Allah kıyamet günü onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temizlemeyecektir. Onlar için elem dolu bir azap vardır.” (Al-i İmrân, 3/77. )
ve verdikleri sözü yerine getirmeyenler hüsran ehlidirler:
.اَلَّذينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللّهِ مِنْ بَعْدِ ميثَاقِه وَيَقْطَعُونَ مَا اَمَرَ اللّهُ بِه اَنْ يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِى الْاَرْضِ اُولئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
“Onlar, Allah’a verdikleri sözü, pekiştirilmesinden sonra bozan, Allah’ın korunmasını emrettiği bağları (iman, akrabalık, beşeri ve ahlâki bütün ilişkileri) koparan ve yeryüzünde bozgunculuk yapan kimselerdir. İşte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir.” (Bakara, 2/27)
Değerli Kardeşler!
İnsanlar arası ilişkilerde güven unsurunun hâkim olabilmesi için yegane garanti vasıtası ahde vefâdır. Bu yüzden, Allah Teâlâ, Kur’an’da, insanların toplum hayatının gereği olarak birbirleriyle yaptıkları sözleşmelerin esaslarına uygun hareket etmelerinin, verdikleri sözleri mutlaka yerine getirmelerinin önemi üzerinde ısrarla durur.
Ahde vefanın Müslümanların karakteristik özelliklerinden olduğunun altını çizen Kur’ân-ı Kerîm, ahde vefayı, insanın bireysel ve toplumsal hayatının önemli ve uyulması zorunlu unsurlarından biri olarak telakki eder:
“… يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اَوْفُوا بِالْعُقُودِ
“Ey iman edenler! Akitlerinizi yerine getirin…” ( Mâide,5/1.)
Kur’ân, ahitlerin yerine getirilmesi hususunda çok titiz davranır. Ahit, hem Allah’ın insanlara teklif etmiş olduğu hükümler ve hem de insanların Allah’a karşı veya Allah adına diğerlerine karşı yerine getirmeyi taahhüt etmiş oldukları hususlar olduğu içindir ki, Allah Teâlâ, bu hususta
وَاِذَا قُلْتُمْ فَاعْدِلُوا وَلَوْ كَانَ ذَاقُرْبى وَبِعَهْدِ اللّهِ اَوْفُوا ذلِكُمْ وَصّيكُمْ بِه لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ..
“ (Birisi hakkında) konuştuğunuz zaman yakınınız bile olsa adil olun. Allah’a verdiğiniz sözü tutun. İşte bunları Allah size öğüt alasınız diye emretti.” (En’am,6/152)
Allah’a ve insanlara verilen her söz ve taahhüt bir sorumluluğu gerektirir. Ahde vefa göstermeyenler Allah’a karşı sorumludurlar:
وَاَوْفُوا بِعَهْدِ اللّهِ اِذَا عَاهَدْتُمْ وَلَا تَنْقُضُوا الْاَيْمَانَ بَعْدَ تَوْكيدِهَا وَقَدْ جَعَلْتُمُ اللّهَ عَلَيْكُمْ كَفيلًا اِنَّ اللّهَ يَعْلَمُ مَا تَفْعَلُونَ . وَلَا تَكُونُوا كَالَّتى نَقَضَتْ غَزْلَهَا مِنْ بَعْدِ قُوَّةٍ اَنْكَاثًا تَتَّخِذُونَ اَيْمَانَكُمْ دَخَلًا بَيْنَكُمْ اَنْ تَكُونَ اُمَّةٌ هِىَ اَرْبى مِنْ اُمَّةٍ اِنَّمَا يَبْلُوكُمُ اللّهُ بِه وَلَيُبَيِّنَنَّ
.لَكُمْ يَوْمَ الْقِيمَةِ مَا كُنْتُمْ فيهِ تَخْتَلِفُونَ
“Antlaşma yaptığınız zaman, Allah’a karşı verdiğiniz sözü yerine getirin. Allah’ı kendinize kefil kılarak pekiştirdikten sonra yeminlerinizi bozmayın. Şüphesiz Allah yaptıklarınızı bilir.
Bir topluluk diğer bir topluluktan daha (güçlü ve) çoktur diye yeminlerinizi aranızda bir hile ve fesat sebebi yaparak, ipliğini iyice eğirip büktükten sonra (tekrar) çözüp bozan kadın gibi olmayın.
Allah bununla sizi ancak imtihan eder. Hakkında ayrılığa düştüğünüz şeyleri kıyamet günü size elbette açıklayacaktır. “ (Nahl,16/ 91-92.)
Ayetlerden anlaşıldığına göre, antlaşma yapan taraflar arasındaki güç dengesi ne olursa olsun, temel ahlâkî ilke, verilen sözün mutlaka yerine getirilmesidir. Kendinden güçlü olana verilen sözü yerine getirip, zayıf olana verilen söze riayet etmemek, ahlaksızca bir tutumdur. Çocuklara verilen sözde buna dahildir.
Zikredilen âyetlerden de anlaşıldığı üzere, Kur’ân, sözünde durmayı ve antlaşmalara riâyeti imanın bir gereği saymıştır.
Rasulullah de verilen sözün önemi üzerinde titizlikle durmuş ve sözde durmayı ve antlaşmalara riâyeti imanın bir gereği ve dinî bir görev saymıştır. Bu konuda . Rasulullah şöyle buyurmuştur:
“Ubâde b. Sâmit”ten nakledildiğine göre, Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Bana kendi adınıza altı şeyin güvencesini verin, ben de size cennetin güvencesini vereyim: Konuştuğunuzda doğru söyleyin, söz verdiğinizde sözünüzü tutun, size (bir şey) emanet edildiğinde ona riayet edin, iffetinizi koruyun, gözlerinizi (bakılması yasak olandan) sakının ve ellerinizi (haramdan) çekin. ”
(HM23137 İbn Hanbel, V, 323) – Mişkat 4870 – Elbani: Sahih
“-1470
اضمنوا لى ستا من أنفسكم أضمن لكم الجنة : اصدقوا إذا حدثتم و أوفوا إذا
وعدتم و أدوا إذا ائتمنتم و احفظوا فروجكم و غضوا أبصاركم و كفوا أيديكم ” .
قال الألباني في ” السلسلة الصحيحة ” 3 /454
Kur’an’da, verilen sözün yerine getirilmemesi Allah katında en çirkin davranışlardan biri hatta önde geleni olarak takdim edilmektedir:
(2) يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لَا تَفْعَلُونَ
كَبُرَ مَقْتًا عِندَ اللَّهِ أَن تَقُولُوا مَا لَا تَفْعَلُونَ
“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük gazap gerektiren bir iştir.” (Saf,61/ 2-3.)
İşte bundan dolayı olsa gerek ki, Allah adına verilen ahdin bozulmaması istenmiştir.
Değerli Kardeşler!
Verilen sözün yerine getirilmesi Kur’an’ın emridir. Müslümanın sözü senet gibidir. Aleyhine de olsa verdiği sözü yerine getirir. İnanan insan verdiği sözden caymaz. Sözden caymanın münafıklık alameti olduğunu bilir.
Rasulullah:
İbnu Amr İbni’l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:”Dört haslet vardır; kimde bu hasletler bulunursa o kimse halis münafıktır. Kimde de bunlardan biri bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendinde nifaktan bir haslet var demektir: Emanet edilince hıyanet eder, konuşunca yalan söyler, söz verince sözünde durmaz, husumet edince haddi aşar.” [Buharî, İman 24, Mezalim 17, Cizye 17; Müslim, İman 106, (58); Ebu Davud, Sünnet 16, (4688); Tirmizî, İman 14, (2634); Nesâî, İman 20, (8, 116).]
Mü’minlerin vasıflarını bildiren Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
.وَالَّذينَ هُمْ لِاَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَ
“Yine onlar ki, emanetlerine ve verdikleri sözlere riâyet ederler.” (Mü’minun, 23/8)
Kulluğun en başta gelen özelliği bu… Sözünü yerine getirmek…
.يُوفُونَ بِالنَّذْرِ وَيَخَافُونَ يَوْمًا كَانَ شَرُّهُ مُسْتَطيرًا
“O kullar adaklarını yerine getirirler. Kötülüğü her yanı kuşatmış bir günden korkarlar.” (İnsan, 76/7)
Allah subhanehu örnek gösteriyor:
.وَاذْكُرْ فِى الْكِتَابِ اِسْمعيلَ اِنَّهُ كَانَ صَادِقَ الْوَعْدِ وَكَانَ رَسُولًا نَبِيًّا
“Kitap’ta İsmail’i de an. Şüphesiz o sözünde duran bir kimse idi. Bir resül, bir nebi idi.”(Meryem, 19/54)
İsmail a.s.’ın beğenilme özelliği burada sözüne bağlılık…
Rasulullah’ın, Hudeybiye şartlarına uyması da örnek verilebilir. (Buhari 2732’de Ebu Basir’in teslim edilme süreci)
Atalarımızdan: “Bir söz, ya ölüm veya ona yakın bir felaketle yerine getirilmezse mazur görülebilir”
Adak
Verdiği sözde durmamaktan söz ederken bu bağlamda adaklardan da söz etmekte yarar vardır. Çünkü adak, kişinin dinen yükümlü olmadığı halde bir ibadeti yapacağını va’detmesi veya Allah’a söz vermesi demektir.
Adakta insan Allah’a söz veriyor. Şu işim olursa, hastalıktan kurtulursam, çocuk askerden dönünce…yoksula yardım edeceğim veya kurban keseceğim diyor. İşi olunca verdiği bu sözü tutması ona borç oluyor. Allah Teala buyuruyor:
“…وَلْيُوفُوا نُذُورَهُمْ …
“…adaklarını yerine getirsinler...”(Hac,22/29.)
Bir hadiste:
Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın şöyle söylediğini işittim:”Kim Allah’a itaat etmeyi adarsa hemen itaat etsin. (adağını yerine getirsin) Kim de Allah’a karşı günah işlemeyi adarsa, sakın isyan etmesin.( bu adağını yerine getirmesin)” [Buharî, Eyman 28; Muvatta, Nüzur 8, (2, 476); Ebu Davud, Eyman 22, (3289); Tirmizî, Nüzûr 2, (1526); Nesaî, Eyman 28, (7, 17); İbnu Mace, Kefarat 16, (2126).]
Hadislerde Rasulullah, Allah’a itaat kabilinden adakların yerine getirilmesini emretmiş, Allah’a isyan veya ma’siyet kabilinden olan konularda adakta bulunulmamasını, şayet yapılmışsa buna uyulmamasını istemiştir.
Bir hadiste:
“Allah’a isyan olan şeylerle, insanoğlunun mülkünde olmayan şeylerde yaptığı adaklara uymak yoktur” (Müslim, Nüzûr 8, (1641); Ebu Dâvud, Eymân 28, (3316).]) (Uymak arapça metinde vefa kelimesi kullanılmış)
Bazı hadislerinde de Rasulullah’in adakta bulunmayı hoş karşılamadığı görülür.
Vefa: Sevgiyi sürdürme, dostluk bağlılığı
Vefakar: Sevgisi geçici olmayan, hakikatli
Süleym b. Amir der ki: Muâviye ile Bizanslılar arasında bir anlaşma vardı. Muâviye, Rum diyarına doğru yola çıktı. Anlaşma süresi bitiminde onlarla savaşacaktı. O arada bir at veya Acem atı üzerinde: “Allahu Ekber! Allahu Ekber! İhanet değil vefa gerek!” diyen bir adam çıkageldi. Baktıklarında o adamın Amr b. Abese olduğunu gördüler. Muâviye onu çağırtıp durumu ona sorunca, Amr dedi ki: “Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurduğunu işittim: “Kimin bir toplulukla bir anlaşması varsa, anlaşma süresi bitinceye veya karşılıklı olarak anlaşmayı bozduklarını birbirlerine bildirinceye kadar bu bağı (anlaşmayı) ne yeniden bağlasın, ne de çözsün.” Bunun üzerine Muâviye geri döndü. (يَقُولُ : اللَّهُ أَكْبَرُ وَفَاءٌ، لَا غَدْرٌ)
Tirmizî (1580) – Ebû Dâvud (2759)- Sahih
Cübeyr der ki: Rasulullah (sallallahu aleyhi vesellem) Bedir esirleri hakkında: “Mut’im b. Adiy şayet hayatta olsaydı ve şu kokmuş kişiler hakkında aracı olsaydı, onun hatırına şu esirleri kendisine bırakırdım” buyurdu. Buhari 3139
Ebu Bekir’e olan vefası: Siz beni yalanlarken o tasdik ediyordu.
Abdullah İbni Dînâr’ın Abdullah İbni Ömer’den bir rivayeti:
Bir defasında İbni Ömer Mekke’ye gitmek üzere yola çıktı. Deveye binmekten usandığı zaman üzerinde istirahat edeceği bir merkebiyle, başına sardığı bir de sarığı vardı. Bir gün İbni Ömer eşeğin üzerinde dinlenirken bir bedeviye rastladı. Ona:
– Sen falan oğlu falan değil misin? diye sordu.
Adam: – Evet, deyince eşeği ona verdi ve:
– Buna bin, dedi. Sarığı da ona uzatarak, bunu da başına sar, dedi.
Arkadaşlarından biri İbni Ömer’e: – Allah seni bağışlasın. Üzerinde dinlendiğin eşek ile başına sardığın sarığı şu bedeviye boşuna verdin, deyince İbni Ömer şunları söyledi:
– Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i “İyiliklerin en değerlisi, insanın babası öldükten sonra, baba dostunun ailesini kollayıp gözetmesidir” buyururken duydum. Bu adamın babası, (babam) Ömer radıyallahu anh’in dostuydu.
Müslim, Birr 11-13.(2552)- Tirmizi 1903
ZAFER GÜNAL 2022
Mayıs 2022 Yarpuzda yaptığım dersten sonraki ilaveler:
Ebû Râfi’ bildiriyor: Kureyş, beni Resûlullah’a (sallallahu aleyhi vesellem) gönderdi. Ancak Allah Resûlü’nü (sallallahu aleyhi vesellem) görür görmez kalbime İslam (a girme isteği) düştü. “Ey Allah’ın Resûlü! Vallahi artık onların yanına asla dönmem!” dediğimde, Rasulullah (sallallahu aleyhi vesellem): “Ben verdiğim ahdi çiğnemem ve elçileri yanımda tutmam! Ancak geri dön, eğer içinde hâlâ şu anki istek durursa buraya gelirsin” buyurdu. Geri döndüm. Daha sonra da Rasulullahın (sallallahu aleyhi vesellem) yanına dönerek müslüman oldum.
Ebu Davud 2758 – S.Sahiha 2/702
Adı Bilinmeyen Bir Kadına Vefa
İmrân’dan şöyle nakledilmiştir: ” Rasulullah ile (sallallahu aleyhi ve sellem) birlikte bir seferdeydik. Geceleyin ilerlemeye devam ettik. Gecenin sonlarına geldiğimiz zaman düşüp uyuduk. Bir yolcu için bundan daha tatlı bir uyku olamazdı. Sabahleyin ancak güneşin sıcağı bastırınca uyanabildik. İlk önce falanca, sonra filanca, daha sonra ise öteki falanca uyandı. (Ebu’r-Racâ uyanan ilk üç kişinin isimlerini zikretmiştir ancak Avf unutmuştur.) Dördüncü olarak ise, Ömer uyandı.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) uyuduğu zaman uyandırılmazdı. Çünkü uyuduğu esnada ne olduğunu (vahyin gelip gelmediğini) bilmiyorduk. Ancak Ömer uyanınca insanların başına gelen durumu anladı. Kendisi sert tabiatlı biriydi. Bu yüzden tekbir getirdi. Tekbir getirirken sesini yükseltti. Yüksek sesle tekbir getirmeyi sürdürdü. Nihayet Ömer’in tekbir seslerini duyan Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) uyandı. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) uyanınca Ömer, ona gidip insanların başına gelen durumu anlattı. Allah Rasûlü ‘Hiçbir zararı yok’ veya ‘Bir şey olmaz, haydi yola koyulun’ dedi.
Bunun üzerine insanlar yola çıktı. Biraz yürüdükten sonra, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) konakladı ve abdest suyu istedi. Sonra abdest aldı. Namaz için ezan okundu. Daha sonra Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) insanlara namaz kıldırdı. Namazı bitirip yönünü çevirince toplulukla birlikte namaz kılmayan bir adamın insanlardan ayrı durduğunu fark etti. Ona ‘Ey falanca! Neden cemaatle birlikte namaz kılmadın?’ diye sordu. Adam, ‘Cünüp oldum, yanımda da su yok’ dive cevap verdi. Bunun üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), ‘Toprakla teyemmüm al! Bu sana yeter’ buyurdu.
Daha sonra Rasûlullah ilerlemeye devam etti. Bu defa insanlar ona gelip susuzluktan yakındı. Rasulullah (sallahu aleyhi ve sellem) yine konakladı ve falancayı (Ebu Racă bu kişinin adını zikretmişti. Ama Avf unutmuştur.) ve Ali’yi yanına çağırdı. Onlara ‘Gidip su arayın’ dedi. Onlar da, yola çıktılar. Derken devesi üzerinde su dolu iki büyük kırba arasına oturmuş bir kadına rastladılar. Ona ‘Suyu nerde buldun?” diye sordular. Kadın, ‘Dün bu vakitler su dolduruyordum. Adamlarımızı suyun başında bıraktık’ diye cevap verdi. Bunun üzerine ona ‘Haydi yürü bakalım’ dediler. Kadın Nereye?’ diye sorunca, ‘Allah Rasûlü’nün yanına’ diyerek karşılık verdiler. Bunun üzerine kadın şu kendisine sabii denen adama mı?’ diye sordu. ‘Evet, işte o kast ettiğin kişiye doğru gidiyorsun, haydi kımılda’ şeklinde karşılık verdiler. Nihayet kadını Rasulullah’ın yanına getirdiler ve aralarında geçen konuşmayı anlattılar. Bunun üzerine Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem): ‘Onu devesinden indirin’ buyurdu. Sonra bir kap isteyip kırbaların ağzından, getirilen kaba su boşalttı. Sonra kırbaların ağzını bağladı. Daha sonra kırbaların altında bulunan kapakları açıp insanlara şöyle seslendi: ‘Haydi hem siz için hem de (hayvanlarınızı) sulayın.’ Bunun üzerine dileyenler su içti, dileyenler hayvanını suvardı. Sonunda, cünüp olan adama bir kap su verildi ve Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ona, ‘Git ve bu suyu başından aşağı dök’ dedi.
Bu esnada kadın, ayakta durarak suyunun başına gelenleri izliyordu. Allah’a and olsun ki, kırbalardan su alma bitti. Yine de kırbalar bize, su alma işlemine başlamadan önceki halinden daha dolu görünüyordu.
Rasulullah ‘Onun için bir şeyler toplayın’ buyurdu. Bunun üzerine ashâb-ı kiram, biraz has hurma, biraz un ve biraz da kavut topladılar. Sonra bunları bir çıkına koydular. Daha sonra kadını devesine bindirip çıkını eline verdiler. Rasulullah de (sallahu aleyhi ve sellem) ona, ‘Gördüğün gibi senin suyundan bir şey eksiltmedik. Zira Hak Teâlâ, bizi suya kandırdı.’ dedi.
Nihayet kadın gecikmiş olarak ailesinin yanına vardı. Ona ‘Neden geciktin?” diye sordular. O da şöyle cevap verdi: “Şaşılacak bir şey oldu. İki adam karşıma çıktı. Beni kendisine sabii denilen adamın yanına götürdüler. Şöyle şöyle oldu. Allah’a and olsun ki, bu adam ya şununla bunun arasındaki (bu esnada orta parmağı ile şehadet parmağını göğe doğru kaldırmıştı. Bununla gök ile yeri kasdediyordu) en büyük sihirbazdır. Ya da, gerçekten Allah’ın elçisidir.’
Bu olaydan sonra Müslümanlar o kadının kabilesinin etrafında bulunan müşriklere baskın düzenliyorlardı. Fakat onun kabilesine ilişmiyorlardı.
Kadın bir gün kavmine, ‘Eminim ki onlar, size bilinçli bir şekilde ilişmiyorlar. Müslüman olmak istemez misiniz?” diyerek onları İslamiyet’e davet etti. Onlar da bu çağrısına uydular ve hep birden Müslüman oldular.”
Buhari, Teyemmüm 6 (344)