Bir Rabbın ve yaratıcının varlığını kabul ve itiraf her insanoğlunda fıtri bir eğilimdir.

Bu fıtri bir eğilimi biz Arapça, “ غَرِيظَةُ الفِطْرِيَّ “ diyoruz.

Bir Rabb’ın ve Yaratıcının… Önce Rabb’ı zikretmemiz sonra Yaratıcıyı zikretmemiz… Yani الرَبُّ kelimesi  الخَالِقُkelimesi ikisi de Allah Azze ve Celle’ nin isimlerindendir.

Rab kelimesini zikretmemiz “Ben sizin Rabb’ınız değil miyim?” diye Allah azze ve celle, ruhlar âleminde kıyamete kadar yaratılacak her insana hitap ettiği şekliyle “ Ben sizin Rabbı’nız değil miyim?”

“Evet sen bizim Rabb’ ımızsın” diyorlar.

Rab, mecazi olarak da kullanılan bir kelimedir. Mecazi olarak kullanılan bir kelime derken neyi kastediyoruz?

İnsanlar için de bu kelime kullanılır. Rabbu’l-beyt gibi rabb’ul-mihne (bu işin uzmanı) denildiği gibi Rab kelimesi mecaz anlamında kullanılır. Veya  رَبّfiilinin failine de  مُرَبِّيderiz. Terbiye eden, eğiten, öğreten anlamında kullanılır.

Türkçede, rabbın mecazi şekli sadece cemi olarak kullanılır. o da “bu işin erbabı” dedikleri gibi. Çünkü rab Türkçe’ de dendiği zaman sanki pek hoş olmuyor şeklinde düşünürler. Tabi Rab Arapça bir kelime olduğu için bir Türkçe kullanırken bunu bazen yanlış anlaşılabilecek bir halde kullanabiliyoruz.

Bir Rabbın ve yaratıcının varlığını kabul ve itiraf…

Kabul tabiaten vardır. İtiraf ikinci merhaledeki konumudur. İtiraf etmeden kabul edebilirsin ama bu kabul geçerli olmayabilir çoğu zaman. Bunun içindir ki Kuran’ı Kerim’de قُولُوا آمَنَّا بالله  “iman ettik deyiniz” diyor. Yani insanlardan iman ettik demelerini istiyor. Firavundan da isteniliyor, Ebu Talipten de isteniliyor.

Mesela Firavun kabul ediyordu. İtiraf etmiyordu. Biliyordu da zaten. Ona sebep İsra Suresinde Musa(as) diyor ki:

لَقَدْ عَلِمْتَ مَا أَنْزَلَ هَؤُلَاءِ إِلَّا رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ

İsra Suresi 102

“(Musa Firavun’a:) “Pek âlâ biliyorsun ki, dedi, bunları, birer ibret olmak üzere, ancak, göklerin ve yerin Rabbi indirdi.” diyor. Bu kabul ettiğini gösterir.

Ebu Talip Allah Resulü’ nün hakta olduğunu kabul ediyordu. Şiirlerinde bunu itiraf etmişti. Ama kendisinden kelime-i tevhid telaffuz edilmesi istenilince “Kureyş’in yaşlı kadınları, ölüm korkusundan Ebu Talip bunu dedi demeyeceklerini bilseydim bunu derdim.” diyor Müslim’de ki hadisi şerifte.

Görüldüğü gibi burada kabul ve itiraf farklı şeylermiş. “Kabul”, onun için farklı kullandık bu kelimeyi. Kabul ve itiraf farklı şeylerdir.

Ve her insanoğlunda bu fıtri bir eğilimdir. Yani fıtraten, yaratılışında zaten bir Rabbı kabul etme eğilimi var. Bir yaratıcıyı kabul etme eğilimi var. İstisnasız insan olarak yaratılan herkeste bu vardır. Müstesna yoktur.

Bazen ad değiştirir. Buna tabiat ana der, modern ifade ile enerji diyorlar, daha modern kristal diyorlar bu güce. Bir güç var. Bunu isimlendirmekten korkuyorlar bazen. “Allah” dediğin zaman bu, onları ürkütüyor. Çünkü her şeyi ile birisine teslim olduklarını, teslim olmaları gerektiğini düşünüyorlar. Bu ise onları isyan ettiriyor.

Mesela biz Belçikalı Abdulkadir ile Belçika’da Türklerin gittikleri bir doktor vardı. Bir münasebetle ona tebliğe gitmeye başladık. Haftada bir gün ikimiz ona uğruyorduk bir şeyler anlatıp gidiyorduk. Bir gün gittiğimizde bize dedi ki: “ İnsanlığı, kâinatı, bu evreni yaratan bir gücün olduğuna inanıyorum” dedi. “ ve bunu da en güzel anlatanın( O’nu, Yaratıcıyı) sizin dininiz olduğunu anladım” dedi. “Ama kabul etmek çok zor geliyor. Beni korkutan; şu yasak bu haram bu helal demeniz” dedi.

Onunla sanki kendisinin esir olduğunu düşünüyor. Onu kabul edersen onun düzenine uyma zorunda kalacaksın. Çünkü bir düzeni kabul ettiğin zaman bir gücü otoriteyi onun düzenine uymayı da kendiliğinden kabul ediyorsun. Aksini yapman mümkün değil. “Bu haram bu yasak demeniz korkutuyor dedi.” Dedim ki:

“Bakın. Biz 1400 senedir buna inanıyoruz dedim -Kuran’ı Kerim-. Size bir şey soracağım, geçen La Science dergisinde şöyle bir yazı çıktı. Orada kadın hastalıklarından bahsediyor. Kadının en çok hastalığına sebep olan, en tehlikeli hastalığa sebep olan rahim kanserinden bahsediyor. Rahim kanserinin de en çok hayız anında eşiyle münasabet-i cinsiyeden bulaştığını yazıyor. Bunu şimdi hükümet yasaklamayı düşündü ve yasakladı. Bir erkek, eşine hayızlıyken yaklaşmak istediği zaman eşi reddedip mahkemeye verebiliyor. Buna ne dersin dedim”

“Bilimsel dedi.”

“İlmen bu sabit ama bak biz 1400 senedir bu yasağı uyguluyoruz dedim. İlla bu kadar teferruatını bilmemiz gerekmiyor bizim. Rabbimiz yasakladıysa mutlak bunda bizim için bir hayır var. İşte imanla senin bilimin arasındaki fark bu dedim. Sen bunun zararından korkarak kaçıyorsun. Biz ise Rabb’imiz yasakladığı için ona itaat ediyoruz. Farkımız bu. Neden korkuyorsunuz ki dedim? Bir şey size şu yasak dendiğinde illa onun bir zararını bahsederek mi size kabul ettirmesi gerekiyor.”

Onun için kabul ve itiraf… Kabul vardır ama itiraf etme büyük bir cüretkârlıktır. Bu imandır çünkü Ebu Talip kalben yeğeninin hakta olduğunu kabul etmiş olmasına rağmen şiirlerinde bunu itiraf etmesine rağmen ama sözlü bunu söyleyemiyor. Demek ki kalpte ki yetmiyor burada.

Firavun ne zaman itiraf etti? Boğulurken etti dimi? Boğulmadan önce de bir Rabbı biliyordu. Yeri, göğü yaratanın O olduğunu biliyordu. Bütün hakkı indirenin Musa’ya indirdiği kitabı da indirenin o olduğunu biliyordu ama itiraf etmiyordu. Ne zaman itiraf etti? Kızıldeniz’ de boğulma anında

“ Ben şimdi Musa’nın Rabbine, Beni İsrail’in Rabbine inandım dedi” Allah da ne diyor?

“ Şimdi mi?”

Bu olayı anlatırken de hatırladığım kadarıyla İbn Abbas naklediyor. Taberani de sahih bir rivayet Cibril diyor ki:

“Muhammed, O an beni görseydin” diyor. Firavun beni İsrail’in ve Musa’nın Rabbine inandım derken denizden kum alıp ağızına tıkıyordum. Allah’ın rahmeti ona ulaşmasın diye” diyor.

Yani insanda Bir Rabbın ve Yaratıcı’nın varlığını kabul ve itiraf her insanoğlunda fıtri bir eğilimdir. Bu her insan da vardır. O zaman bununla neyi görüyorsunuz.

Eğer insanoğlu bu gibi sahip olduğu değerlerde ortak yani müşterek ise o zaman, o insanın inanmasında bunu kullanabiliriz, ona tebliğde bunu kullanabiliriz. Hatta bazen hakkın kabulünde daha önce de dediğim gibi ilk başta yaptığımız derslerde, bir bedevi gelip, Allah Resulü’ne Müslim’de Buhari’de iman bahsindeki hadisi şerifte “ Muhammed! Yeri göğü hiç yoktan yaratan mı senin Nebi olarak yolladı diyor.” bak şimdi Allah’a inanmak imanın şartlarından, Resullere inanmak da ama Resule imanı ne ile pekiştiriyor ne ile sağlamasını yapıyor? “Yeri ve göğü hiç yoktan yaratan mı seni nebi olarak yolladı” diyor. Çünkü ona inananın onun adına yalan söylemesi mümkün değil. Ve buna sebep Allah Resulünün yalan söyleyemeyeceğinden, söylemeyeceğinden çok emin olarak bunu soruyor.

Onun için İnsan ve Kendi varlığı

İnsan ve kendi varlığı. Bununla ne demek isteriz?

Var olan insanın, varlığını inkârı mümkün mü? Hayır.

Peki kendi varlığını inkar edemeyen başka var olanların varlığını inkar eder mi? Edemez, etmemesi gerekir.

Hatta ben Allah diye bir şey kabul etmiyorum diyene diyor ki:

“ Neyi kabul etmiyorsun?”

“Allah’ın varlığını.”

“Zaten olmasa inkâr edemezdin ki diyor. Demek ki var ki inkâr ediyorsun.”

Çünkü insanın, yaratıcısını inkârı dahi onun varlığını ispata yeterli bir delildir. Çünkü katiyetle fiili inkâr edemeyenin faili inkâr etmesi mümkün değildir. Mef’ûlü inkâr etmeyen katiyetle faili inkâr edemez. Etmesi mümkün değildir.

İnsan ve kendi varlığı

Allah azze ve celle insana hatırlatma niteliğinde

أَفَحَسِبْتُمْ أَنَّمَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثًا وَأَنَّكُمْ إِلَيْنَا لَا تُرْجَعُونَ

[المؤمنون: 115]

“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirmeyeceğimizi mi sandınız?”

Bu gösteriyor ki insan abesten maksat hedefi olmadan gaye olmadan bir sebebi olmadan başıboş ve kendi kendine mi oluştuğunuzu zannediyorsunuz yani sizi bir yaratan var bir gaye ile yaratıldınız.

Şimdi insan ve kendi varlığı dedik.

İnsan ve etrafındakiler – 2.başlık

İnsanın etrafında ne varsa onlar da bir gaye için yaratılma

الَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللَّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلًا

سورة آل عمران 190

“Onlar ayakta, oturarak, yan gelmiş yatmış bir şekilde Allah’ı zikredenler, ananlar,  yere göğe yaratılanlara bakıp; ‘Rabbim sen bunları batıl bir şekilde, gayesiz yaratmadın’ ”

Çünkü insan bunu kendisinde düşünmeye başladı mı ister istemez etrafındakilerde de bunu düşünecektir. Yani kendisini abes başıboş gayesiz olarak gelmediğini düşündüğü andan itibaren etrafındakilerin de böyle olduğunu düşünecektir. Onun için insanın zannı, kuruntusu ben böyle düşünüyorum böyle zannediyorum diye beklentisi;

أَيَحْسَبُ الْإِنْسَانُ أَنْ يُتْرَكَ سُدًى

Kıyamet 36

“İnsanoğlu kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?”

Yani abes olarak ta yaratılmadınız başıboş ta bırakılmayacaksınız. Yani gayesiz hedefsiz yaratılmadınız. Öyle mi yaratıldığınızı düşünüyorsunuz. Hem bir de bana dönmeyeceğinizi mi…? Geri döndürüleceksiniz. Bunların bir hesabı var. Sonra insan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır diyor?

أَلَمْ يَكُ نُطْفَةً مِنْ مَنِيٍّ يُمْنَى

Kıyamet 37

“O, döl yatağına akıtılan meninin içinden bir nutfe değilmiydi?”

Menideki nutfeyi anladınız mı? Milyonlarca nutfe var o birkaç damlalık meninin içinde,  onun bir tanesi insan oluyor (dölleniyor)

Yani rahimlere bırakılan bir meniden sadece bir nutfe değil miydin? Buydun.

ثُمَّ كَانَ عَلَقَةً فَخَلَقَ فَسَوَّى

Kıyamet 38

“Sonra bu alaka aşılanmış yumurta olmuş derken Allah, onu insan biçiminde yaratıp şekillendirmiştir” diyor. Ondan bir çift yani erkek ve dişiler yarattı diyor.

Burada izaha gitmeden evvel sen başıboş yaratılmadın. Hedefsiz yaratılmadın. Etrafındaki hiçbir varlık zaten böyle yaratılmamıştır. Ve insan kendisinin bir de böyle başıboş bırakılacağını mı sanır.

O zaman bunu genellediğimizde etrafında ne görürsen dimi? Neyi görebildiysen mutlak onun varlığı abes gayesiz hedefsiz değildir. Başıboş yaratılmamıştır velev ki bunları kendi hareket ve sekanatı içerisinde de görseniz kendi yapısı içerisinde de görseniz.

Mesela hassaten din karşıtları bunu kullanıyor, Müslümanlar da güya bunu olumlu kullanırmış gibi evrendeki eko denge dedikleri bir şey var.

Yani âlemde tabi yapıda her ne kadar çok farklılık da olsa zıt şeklinde de olsa bu dengedir. Bu tabii dengedir. Bu denge tabiatından soyutlanır çıkarılır uzaklaştırılırsa, o dengeye biz bozulmuş denge diyoruz. Hiçbir kimse de bu dengeyi kolay kolay sağlaması mümkün değildir. Hatta öyle bir denge ki buna biz bazen tezatların ahengi diyoruz.

Tezatı anladınız mı ne? Ters. Ama ahengi var. Mesela insanda şekerin çıkması da zarar, inmesi de. Bak bu tezatın ahengi, ortası. Tansiyon çıksa da zarar inse de zarar. Hepsi böyledir insanda. Yani öyle bir denge kuruyor ki yani toptan vücudun dengesini düşünün Türkçe kristal diyorlar, orta kulakta kayo dedikleri şeyler var. Onlar yerinden oynadı mı insan düşer. Buna kayo diyorlar. Türkçe kristal diye şey yapıyorlar. O oynadı mı yerinden insan dengeyi kaybeder ayakta duramaz. Ve onun içinde baya dinlendirirler insanı o kayolar oynadığı zaman, kristaller. Yani tezatların ahengi var.

Bu her ne kadar en uç noktada birbiriyle çekişir görünse bile. Mesela bir akrep düşünün hemen korkarsınız neden? Soktuğunda öldürebileceğinden. Ama bak yeryüzünde akrep sokmasından ölen bir milyonda bir değildir.

Sudan korkar mı? Korkmaz. Ama suda boğularak ölen daha fazladır. Ama akrepte bu tabiatta bir denge unsuru. Ne için yaratıldığını biz bilsek de bilmesek de hiç önemli değil. Bu onun keyfiyet, mahiyeti hakkında hiçbir değişiklik yapmaz. Bunu şöyle de ifade edebiliriz:

Kâinattaki yaratılan her şey, mutlak bir şey için yaratılmıştır.

Mesela yine bunu şöyle açalım: Her otun, yaratılışında faydalı olduğu bir şey vardır. İlla bilmemiz gerekmiyor, insanlar keşfederek bunu buluyorlar çoğu zaman. İlla onu bilmiyoruz diye, gayesiz hiçbir işe yaramıyor olduğunu düşünemeyiz. Ama olduğu yerde o, onun dengesidir onu bilmemiz gerekir.

Mesela aynen ki insanlar burada sebzenin, meyvenin genetik yapısını bozarak başladılar. Bu dengeyi bozmadır. Senenin her günü domates yemeye kalkarsan organik domates yiyemezsin. Ama Allah’ın yarattığı başlangıç sonuç biçiminde buna razı olursan yani senede 3 ay domates yemeye razı olursan o zaman organik yersin. Ama bundan istifade edebilir misin yine? Bizim yaptığımız gibi poşetleyip kışa konserve yapıyorsun veyahut salçasını yapıyorsun bunu böyle yapıyorsun. İktisaden bu bir sorun Türkiye’de bütün dünyada. Ama iktisaden bu sorunu kaldırman için bunu yapman gerekiyor.

Şimdi Erbakan’ın bir tezi vardı: Devlet teşvikleri üreticiye olmalı tüketiciye değil. Neden?

Bütün insanları yüzde 95 i tüketici, yüzde5 üretici konumunda. Halbuki her insan kendi yapısında üretici olmalı. Tabiatı mahvettikten sonra Avrupalı anlıyor; evine balkon çıkmış, 4-5 tane teneke koymuş(saksı), toprak getirmiş ona tutmuş iki tane domates fidesi iki tane biber koymuş yazın yiyeceği domatesi oradan elde ediyor bu adam üretici. Zaten şu domatesin birini kökleriyle çıkarsak bir saksı toprak bulursunuz besleneceği toprak bu zaten başka bir şey değil.

Herkes üretici, aynı anda tüketici, ama insan önce en azından yüzde 30 kendisi üretici olmalıdır. İnsanlar bundan evvel üretici konumundaydı hatta bizim küçüklüğümüzü hatırlıyoruz biz oyuncaklarımızın üreticisi idik. Düşünün ağaç getirirlerdi bana kütük ben onları babamın takımlarıyla keserdim şöyle teker gibi bir yumurtaya iki yumurtaya teker keserdim ben. Tel teker yapmak istediğimizde Zomana’dan geçen telgraf telleri vardı onu keserdik. Jandarma da evlere yoklamaya gelirdi kim kesmiş diye onu dağda bir yere gömerdik bir iki ay almazdık onu getirmezdik.

İnsan yapısında üreticilik olmalı. Yani insanların ekserisinde üreticilik olmalı. Birisinde değilse birisinde olmalı. Bu toplumda denge unsurudur bakın. Bu tezatların ahengidir. Bu olması gerekir bu dengeyi kurmuş.

Erkeği yaratmış, bir de dişiyi yaratmıştır. Bu birbirini tamamlayan unsur olarak geliyor. Ondan sonra burada Allah’ın gücünü görüyorsunuz yaratılan bir şeyin devamlı gayesi etrafında döndüğünü. Yani bir ziraat için toprak önemli mi? Güneş önemli mi, su önemli mi? Ama bir saksıya hangi çekirdeği ekerseniz ekin o çıkar. Patlıcan koyarsan patlıcan, biber koyarsan biber, kelek çekirdeği koyarsan kelek çıkar. Maharet nerede?

Ama o çekirdekte asıl, o bir çekirdeği elinize aldığınızda

“sizi rahime bırakılan bir menide sadece içinden bir tanesi idiniz milyonlarda biri”

Bir çekirdek te aynı külli içinde barındırır. Yani bir incir çekirdeğini düşünün dedim. Ektiğinizi, incir çıktığını düşünün orada birkaç sene sonra binlerce incir her çekirdeğin içinde binlerce çekirdek her çekirdeğin öyle olduğunu düşünün.

Aslında kâinatta ki zerrede bile bir âlem var. Yani hatta normal anlatırken bizim dünyamız bile bu âlemde bir toplu iğnenin başı kadar bile değil. Ama onun içine bak neler var.

Onun için hiçbirşey gayesiz değil. Şimdi bu kısmına, şu izahı yaptıktan sonra geçeyim.

İnsanoğlunun sadece kendi varlığı dahi kendisini var eden bir kudretin varlığına delil olarak yeter. Onun insan ve kendi varlığı dedik ayrıca insan ve etrafındakiler.

İnsan ve etrafındakiler

أَوَلَمْ يَتَفَكَّرُوا فِي أَنْفُسِهِمْ مَا خَلَقَ اللَّهُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا إِلَّا بِالْحَقِّ وَأَجَلٍ مُسَمًّى وَإِنَّ كَثِيرًا مِنَ النَّاسِ بِلِقَاءِ رَبِّهِمْ لَكَافِرُونَ

سورة الروم 8

“Kendi kendilerine, Allah’ın, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları ancak hak olarak ve muayyen bir süre için yarattığını hiç düşünmediler mi? İnsanların birçoğu, Rablerine kavuşmayı gerçekten inkâr etmektedirler.”

Onlar düşünmüyorlar mı kendilerindeki olanları yani kendine bak diyor sonra etrafındakiler

مَا خَلَقَ اللَّهُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ

Allah’ın yaratığı yedi kat gök yedi kat yer ve ikisi arasında إِلَّا بِالْحَقِّ bunları bir hak bir gaye ile yaratmış   وَأَجَلٍ مُسَمًّى belli bir vakte kadar.

وَإِنَّ كَثِيرًا مِنَ النَّاسِ بِلِقَاءِ رَبِّهِمْ لَكَافِرُون

“buna rağmen insanları bir çoğu, Rablerine kavuşmayı gerçekten inkâr etmektedir.” Bununla onlar düşünmüyorlar mı diyor. Yani kendi kendilerine Allah’ın gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları ancak hak olarak ve muayyen bir sure için yaratığını hiç düşünmediler mi? Burada insanı neye sevkediyor?

Varlığında ve etrafındakileri insanı düşünmeye sevkediyor.

Bunun için de biz tefekkürü, düşünmeyi, kulluğu genel anlamda tarif ederken insandan düşünce söz kasıt ve fiil olarak sudur eden her şeydir.  Demin okuduğum Ali İmran’da ki ayette de

الَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللَّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلًا

Az önce bir incir çekirdeği örnek verirken “düşünme” dedik. Bu düşünmenin de merhalelerini yani şöyle diyelim: düşünme, insanda fıtri bir haslet ise -ki öyle- o zaman düşünme de konuşma gibi görme gibi terakki ettirilmesi gereken beslenilmesi gereken bir haslet. Nasıl insanda konuşma kabiliyeti var. Ama insanı al doğar doğmaz bir çöle bırak veya çok basit bir dil kullanan bir toplumun içine bırak ona göre konuşur aynen tefekkür de böyledir.

İnsanlar bile bunu kendiliğinden kabul ediyor her insan aslında mütefekkir olması gerekirken “mütefekkir, aydın kişi, düşünür” belli başlı insanlara verilen unvan olmuş. Halbuki Kuran’a baktığınızda Allah, herkesin düşünmesi gerektiği söylüyor. Düşünen birisi olması gerektiğini söylüyor. Ama bizim düşünürlere(!) bakın. Onlar, garbın, batının, Avrupa’nın, Amerika’nın mütefekkirlerinin çöplüğünde eşinen mütefekkirler, bizimkiler sözde mütefekkirler. Yani onlar Avrupalı batılı mütefekkirlerin çöplüğünde eşinen…

Halbuki mütefekkir demek düşünür demek fikir üreten insandır. Bu da eğer eğitime tabi ise ki öyle olması gerekiyor düşünen insan. Allah düşünmek için bize -ileride gelecek- birçok emirler veriyor.

Mesela onlar deveye bakmıyorlar mı? Nasıl yaratılmış.

Bu cümlenin içinde neler var şimdi eylem olarak? Bakmanı görmeni istiyor. Sonra nasıl yaratılmış? Ve bu tefekkür işte tefekkür bunun için bir ibadet eylemi bir kulluk eylemidir. Onun için tefekkür düşünme, bir ibadet yani kulluk eylemidir. Ve bunun birçok yerde zikredildiğini “yere göğe bakmıyor musunuz? Veya gökyüzüne bakmıyor musunuz direksiz bir tavan olarak yani çatlaksız?

Kuran’ın 3 te birinin insanı düşünmeye sevk eden sözler kullandığını görürsünüz. Ve bu düşünceyi isterken bize bunu bazen bakmayı görmeyi diyelim ki:

أَلَمْ نَجْعَلْ لَهُ عَيْنَيْنِ (8) وَلِسَانًا وَشَفَتَيْنِ (9) وَهَدَيْنَاهُ النَّجْدَيْنِ (10)

Beled suresi

“biz ona iki göz vermedik mi? İki dudak, bir dil vermedik mi? Ve ona doğru yolu hatalı yolu göstermedik mi? “ diyor. Düşünmeyi istiyor burada.

İnsan ve düşünme devamlı beraber düşünülmesi gereken şeylerdir. Bakın şimdi eğer düşünme bir kulluk eylemi ise ki öyle, o zaman bu kulluğun önüne devamlı geçilmeye çalışılacağını da anlamamız gerekir. Şimdi bu, bir kulluk eylemi ise bizi yaratıcı tarafından bizden istenilen bir kulluk eylemi ise mutlak şeytan bu kulluğun önüne geçecek sebepler üretir.

Bak şimdi! İnsanlar, rahatlamak için düşünmek istemiyor. Hatta düşünmemek için içki içenlerin çoğuna bak “bazı şeyleri unutmak istiyorum düşünmek istemiyorum” diyor. Mutlak bunun karşı tarafını da göreceksiniz düşündürmeme.

Hatta bakın ekonomik kapital sistem bile insanların düşünmemesini sağlamak için gündeme getirilen bir sistem. Dikkat etseniz bunun farkına varacaksınız. Bir fiyat görürsünüz kapital sistemin düzeninde ona 99 lira der 100 lira demez 101 lira da demez. Psikolojiktir bu. Ve bunun içindir ki bizim toplumumuz düşünce asalağı diyebileceğimiz bir toplumdur. Düşünce asalağıdır.

Asalak çalışmadan insanların üzerinden geçinenlere derler. Ve düşünce asalağıdır. Ve herşey de insanın düşünmemesi için kurgulanmış, herşey . Halbuki düşünme ne olursa olsun insanı hayra götüren bir şeydir, kulluk eylemi yani ibadet eylemidir. O zaman insanları hakka davet ederken bence o insanların düşünmelerini düşüncelerini anlatabildim mi düşünme mekanizmalarını hareketlendirmek için muhatab edinmeliyiz. Çünkü Allah bize bakın! düşünün! diyorsa bunda büyük bir hikmet var.

Bu şekilde ölçüsüz düşünen diyelim. Ölçüsüz düşünen insan ölçülü düşünen insan arasındaki fark nedir?

Şimdi birçok insanın düşünür olduğunu görüyorsun. Filozof olduğunu da görürsün dimi. Allah’ı inkâr edenlerin ilk başında fizikçilerdir. Neye benzer biliyor musun?

Okyanusa pusulasız çıkman gibidir. Ömrün yetmez belki karşı sahile Amerika’ya ulaşman için eğer yıldızı takip etmezsen, bir pusulan olmazsa gidemezsin.

Ama pusulalı düşünme farklı bir ortamdır. Çünkü Allah neleri düşüneceğini sana söylüyor. Az sonra gelecek.

Düşünmeye sevk edecek amilleri de zikrediyor. Bakın yerde gökte ve ikisi arasında ne varsa bunları boşuna yaratmadı. Boş olmadığını düşünün. Önce iman etmen gerekiyor “her yaratılan şeyin bir gayesi var.” Biz bunu illa bilemeyebiliriz.

وَسَخَّرَ لَكُمْ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا مِنْهُ

“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendi katından bir lütuf olmak üzere size boyun eğdirmiştir. Yani sizin hizmetinize amade kılmıştır.”

Yerde gökte ne varsa hepsi sizin hizmetinize amadedir. Yani sizin emrinize, sizin onları kullanmanıza itaat etmeleri için inkiyad verilmiştir.

إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ

Ve bütün bunlarda, yani neler yaratmış neler… Gök tek adı, yedi kat gök tek adı, yer tek adı, ikisi arasındakiler tek ad, milyarca varlık var. Hepsi sizin hizmetiniz için…

“Elbette bunda düşünen topluluk için bunlar birer ayettir.”

O zaman insanoğlu önce, Kuran’ı öğrenmeden önce, Kuran ayetlerini okumadan önce insanlığın müşterek diliyle yazılmış olan Kâinat Kitabının Ayetlerini okumalı. Bunun için hepsine ayet diyor. Ayetin birçok anlamı var. Kelime anlamında olduğu gibi, Kuran’daki bir noktadan ikinci noktaya kadar olan ayettir. Ayrıyeten bu, hüccet anlamındadır ibretlik anlamındadır. Bunlar ayettir kâinat kitabının ayetleridir.

İleride o sözü anlayacaksınız sahabe: – imanda- “ Biz Kuran’ı öğrenmeden evvel iman etmeyi öğrendik. Kitabı okudukça imanımız arttı.” Biz diyoruz ki Allah subhanehu ve teala Şuara suresinde de” Sana vahyetmeden evvel sen iman nedir, kitap nedir bilmiyordun” diyor.

Bunların hepsi birer ayettir hem de kâinat dili insanlığın müşterek dilidir. Kâinat kitabındaki ayetler insanlığın müşterek anladığı tek dilde yazılmıştır.

Yani bir Çinliyi, bir Türkü, bir Arap’ı bir İngiliz’i yan yana koyup şu ağacı göstersen adını da bilir çeşidini de bilir bu müşterek dildir. Her ne kadar birisi buna ladin ağacı dese birisi sapen de dese birisi… Bazı ağaçlar da o mıntıka da yoksa insanların o mevzuda bildikleri kelime de yoktur. Asıl budur.

Biz buna kâinat kitabının ayetlerine insanlığın müşterek dili diyoruz.

İşte bunlar

وَسَخَّرَ لَكُمْ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا مِنْهُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ

Casiye 13

“ İşte O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendi katından bir lütuf olmak üzere size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda DÜŞÜNEN bir topluluk için….” Demek ki tefekkür eden bir topluluk için…

Similar Posts