Değerli kardeşlerim … ! etrafımızda arzı endam eden en çirkin arızalardan birisi de, Allah’u Azze ve Celle’nin varlığını birliğini kabul edenlerin sadece bu itirafları ve kabullenmelerinin kendilerini kurtaracağını zannetmeleridir.
Diğer bir ifadeyle ; sanılıyor ki, Allah’ın varlığını ve birliğini kabul etmek, Allah’a iman ve kurtuluş için yeterli bir vesiledir.
Bu acı gerçeği gördüğümden dolayı, ben inşaAllah bu paylaşımımda gerek Allah’ın varlığını, birliğini inkar edenlere ve gerekse sadece O’nun varlığını birliğini kabul etmenin, Allah’a iman için yeterli bir vesile olduğunu zannedenlere birşeyler anlatmaya çalışacağım… Şüphesiz ki başarı Allah’tandır.
Değerli kardeşlerim … ! konumuza temel olarak delil kabul edilen bir Ayeti celilesinde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır :
وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِن بَنِي آدَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنفُسِهِمْ أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى شَهِدْنَا أَن تَقُولُواْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِينَ
“ Rabbin Ademoğlunun sırtlarından zürriyetini çıkarmış ve onları kendi nefisleri üzerine şahit tutarak ; “ ben sizin rabbiniz değil miyim ? “ diye onlara hitabetmişti. Onlar da : evet ; biz buna şahidiz demişlerdi. İşte bu, yarın kıyamet günü, bizim bundan haberimiz yoktu, dememeniz içindir. “
A’raf : 172
Zikri geçen bu Ayet’i celilenin tefsiri ile alakalı bir hadisi şerifte şöyle anlatılmaktadır :
{ … İbn Abbâs’tan, onun da Peygamber s.a.v den rivayetine göre ; Peygamber s.a.v şöyle buyurmuştur : Allah Teâlâ daha insanlar Âdem’in sulbünde iken onlardan Nu’mân da – yani Arafat’da – söz almıştır. Onun sulbünden yarattığı her zürriyyeti çıkarmış, önünde yaymış, saçmış, sonra onlarla yüzyüze konuşarak : Ben sizin Rabbiniz değil miyim ? demişti. Onlar da şöyle demişlerdi : Evet, biz buna şahidiz. Allah’ta buyurdu ki : Kıyamet günü bizim bundan haberimiz yoktu demeyesiniz, veya Bizi, bâtıla dalanların yaptıkları yüzünden helak mı edeceksin ? demeyesiniz diye, bunu böyle yaptık. }
Ahmed : 1 / 272 – 2451.n – Hakim : 2 / 325 – İbni ebi Asım Süne : 202.n – Beyhaki esma ve sıfat : 326 – 327 – Taberi tefsir : 4.c.145.s – el Albani sahiha : 1623.n
İşte bu Ayeti celile ve onu tefsir eden hadisi şerifte de anlatıldığı gibi ; Allah’u Azze ve celle insanlığın babası olan Ademi ve onun zürriyetini taa ruhlar aleminde teker teker çıkarmış ve onları karşısına alarak ; أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ “ “ ben sizin rabbiniz değil miyim ? “ buyurmuş ve onlar da ; evet ! ne demek tabi ki sen bizim rabbimizsin, diye bunu ikrar etmişlerdir.
İşte Allah’u Azze ve Celle taa orada, Adem ve onun sülbünden gelecek olan bütün insanlığı, kendi Rablığı ve Rabbaniyeti hususunda şahit tutmuş ve onlarda bunu kabullenmişlerdir.
Her ne kadar bu itiraf, – bu kabullenme – insanoğlunun hatırlayamadığı veya aklına gelmediği bir olayda olmuş olsa, bunu temiz fıtrat sahipleri kabullenmişlerdir. Veya bununla neyin kasdedildiğini anlayıp kavramışlardır.
Çünkü insanın yaşadığı bir takım hakikatler vardır ki, illa onu hatırlayamaması o olayın yaşanmadığı anlamına gelmez.
Örneğin insanın ana rahmindeki hayatını hatırlayamaması veya doğumundan sonra annesinin onu emzirme dönemini hatırlayamaması, bu olayların yaşanmadığı anlamına gelmez.
İşte Alemlerin rabbi olan Allah’ın kudret ve kuvvetinde olan bu olay da, illa hatırlanmıyor diye vuku bulmamış bir olay kabul edilmez. Bu işi ancak akli selimini Allah’ın istediği şekilde kullananlar anlayabilirler.
Çünkü Allah c.c Ademi nasıl yoktan varetme gücüne sahip ise, onun zürriyetini bir çırpıda karşısına dizip onları toplama gücüne de sahiptir.
Ve yine akıllara durgunluk veren bu kainatı nasıl ki yoktan vareden ve onların nizamını sağlayan O ise, Ademi ve onun sülbünden gelecek olan bütün insanların ruhlarını teker teker neşretmesi de yine O’nun kudretinde ve kuvvetinde olan bir iştir.
Hulasa bizim Rabbimize olan imanımız ve teslimiyetimizden dolayı bunu kabulümüz çok basittir… Çünkü – Biraz öncede ifade ettiğimiz gibi – ; bu olayı ancak akli selimini Allah’ın ihsan ettiği ölçüde kullananlar anlayıp kavrayabilirler.
Değerli kardeşlerim … ! konumuzla ilgili zikretmiş olduğumuz Ayeti celileye tekrar dönüyoruz ve orada zikredilen ; “ ben sizin rabbiniz değil miyim ? “ sorusuna ve o soruya verilen cevap olan “ evet ! sen bizim rabbimizsin “ sözünün üzerinde dikkatlice durmak istiyoruz.
Çünkü burada, insanoğlu daha bu aleme gelmezden önce Allah’ın Rabblığını kabul ve itiraf etmiştir.
Burada akla gelen soru ; acaba Allah’ın rablığını ve rabbaniyetini kabul ve ikrar ne demektir ?
Değerli kardeşlerim … ! Allah’u Teala’nın rabblığını kabul ve itiraf demek ; Her şeyden önce ;
= O’nun varlığını ve birliğini kabul etmek demektir.
= O’nun halıklığını – yani yaratıcılığını – kabul etmek demektir.
= O’nun razıklığını – yani rezzak olduğunu – kabul etmek demektir.
= O’nun muhyil ve mumit – yani öldüren ve dirilten olduğunu – kabul etmek demektir.
= O’nun Mudebbiru’l emr – Yani, kainattaki bütün mahlukatın ihtiyacını anında tedbir ve tedarik edenin O – olduğunu kabul ve itiraf etmek demektir.
İşte bütün insanlık, daha bu aleme gelmezden evvel Allah’ın Rabblığını ve rabbaniyetini taa orada kabul ve itiraf etmiş ve sonra da bu aleme gönderilmişlerdir… Yani selim bir fıtratla bu aleme gelmişlerdir.
İşte bizim fıtratı selime dediğimiz olay budur. Bu olay, bir proğram halinde insanlara taa orada işlenmiştir. Onun içindir ki Allah Rasulü s.a.v bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurmaktadır :
“ Her doğan çocuk – İslam – fıtratı üzere doğar. Ancak anne ve babası onu ya Yahudi yapar, ya Hıristiyan yapar, ya Mecusi yapar ya da müşrik yapar“
Buhari : 10.c.4653.S – Müslim : 8.c.2658.N Hadisteki “ … Ya da müşrik yapar … “ ifadesini : Acurri Şeria’da zikreder.
Demek ki insanoğlu tertemiz bir fıtratla bu aleme geliyor. Yani bu kainatı yoktan vareden birinin varlığını, birliğini kabullenmiş olarak bu aleme geliyor.
İnsan ; O büyük zatın, yaratıcı, öldürücü ve diriltici olduğunu kabullenmiş olarak bu aleme geliyor.
Ve yine bir insan ; O büyük yaratıcının rızıkları veren ve kainatı idare eden olduğunu kabullenmiş olarak bu aleme geliyor.
Hulasa, Allah’u Tealanın rabblığı ve rabbaniyeti neleri içerisine alıp onları ihata ediyor ise, insan bunları kabul ve ikrar etmiş bir şekilde bu aleme gelir.
İşte bunun adı fıtratı selimedir. Bunun diğer bir ifade şekli ise ; İnsanın, Allah’ın varlığını birliğini kabul edip, O’nun rububiyetini itiraf edebilecek bir asıl üzere yaratılması demektir.
Bunun en açık delillerinden bir tanesi de ; insanların bazen fıtratlarına uygun sözler sarfetmeleridir.
Örneğin isim ve sıfatlar konusunda kendilerine Allah’ın gökte, semada veya Arş’ta olduğunu anlatmaya çalıştığımız kimseler, bunu sohbet anında kabullenmeseler bile, bir de bakarsınız ki fıtratları ile baş başa kaldıklarında :
“ Ya böyle yapma arkadaş üzerimizde Allah var “
“ Ya sen yukarıda Allah’tan da mı korkmuyorsun “ veya
“ Böyle deme üzerimizde Allah bizi gözetiyor “ şeklinde ifadeler kullanırlar.
Ve yine bu anlamda ; çevresinden henüz etkilenmemiş küçük bir çocuğa ; Allah nerede ? diye sorsanız, size ; ya yukarıda, Ya gökte ya da eliyle yukarıyı işaret ederek kendisini yaratan Allah’a uluv sıfatı verecektir.
İşte bu, o çocuğun bozulmayan tertemiz fıtratıdır. Çünkü onu taa ruhlar aleminde bu asıl üzere techiz etmiştir Rabbi.
Ama ne yazık ki, az önceki zikredilen hadisi şerifte de ifade edildiği gibi, ana ve baba onu bu temiz fıtratından uzaklaştırırlar. Yani kendileri fıtratlarını bozdukları gibi, çocuklarını da ona göre yetiştirmeye çalışırlar.
Bu da neyi gösteriyor … ? Demek ki insanı fıtratından uzaklaştıran toplumudur, yaşadığı mıntıkadır veya çevresindeki insanlardır. Çünkü toplumu veya çevreyi oluşturan insanlar – hadiste bahsedilen üç sınıftır – yani anne, baba ve evlattır.
Ama unutulmamalıdır ki, fıtratın bu şekildeki tahrifi, – yani bozulması – hesabının verileceği ciddi bir arızadır. Çünkü Allah’u Azze ve celle o insandan birinci misakta söz almıştı. Ben sizin rabbiniz değil miyim ? sorusuna o insan taa ruhlar aleminde evet cevabını vermişti. Ayrıyeten o kimse, “ yarın kıyamet günü benim bundan haberim yoktu “ sözünü de dememesi için uyarılmıştı.
Değerli kardeşlerim … ! şunu asla unutmamak gerekir ki, insanın Fıtratını bozması bu konudaki cahilliğinden dolayı değildir… Bundan dolayı da asla bu konuda mazur sayılamaz… Onun bu duruma düşmesinin sebebi şüphe, tereddüt ve teşvişden dolayıdır… Yani gerçek anlamda kalbinin ve aklının itiraz ettiği bir şey değildir bu.
Bu arıza, toplumunda gördüğü veya öğrendiği şeyleri konuşarak onlara alışmasından dolayıdır. Bu tip söz ve tavırlar, bilinçli ve şuurlu bir şekilde söylenen söz ve tavırlar değildir.
Öyleyse şu hakikatın asla unutulmaması gerekir ki ; Rasul gelmese bile, birinci misakın mes’uliyeti insanın o cılız omuzlarında hala yüklüdür. Eğer onu bozduysa, bunun hesabını mutlaka verecektir. Çünkü bu ona taa ruhlar aleminde öğretilmişti. Dolayısıyla, öğretilen şeylerin inkar edilmesi makul değildir.
Tabi bu sefer, konu ile alakalı geniş bir malumatı olmayanlar tarafından şu gibi sorular gündeme geliyor ve deniliyor ki ;
“ Peki bu anlattıklarınız doğru ise, nedir etrafımızdaki bazı insanlardan duyduğumuz Allah’ı inkar eden veya O’nun varlığını kabul etmeyen tipinde sözler … ? Halbu ki – sizin anlattığınıza göre – bu insanlar da aynı şekilde taa ruhlar aleminde Allah’ın varlığını, birliğini ve O’nun Rablığını kabul etmişlerdi “
Cevap olarak diyoruz ki ; biraz önce de ifade ettiğimiz gibi bunların inkarları, şüphe, tereddüt ve teşvişe dayalı bir inkardır. Yani kalbi ve aklı, onun lisanından sudur eden bu tip sözler ile asla ittifak halinde değildir. Dolayısiyle Allah’ı inkar eden, O’nun vucudiyetini kabul etmeyen kimi görürseniz görün, muhakkak ki o kimsenin bu inkarı muğalata iledir.
Hatta buna misal verilirken, muğalata ile Allah’ı inkar edenlerin başında Fravn gibi bir mel’unden bahsedilir.
Musa ve Harun bu mel’une gidip Allah’ın emirlerini tebliğ etmeye başladıklarında Fravn der ki :
قَالَ فِرْعَوْنُ وَمَا رَبُّ الْعَالَمِينَ
“ … senin alemlerin rabbi dediğin de kim ? … “ Şuara : 23.Ay
Halbuki biraz önceki anlatılanlara göre bu sözü söylememesi gerekirdi Fravn’un… Çünkü ruhlar aleminde Allah’u azze ve cellenin ; ben sizin rabbiniz değil miyim, dediğinde, Fravn da ; evet sen bizim rabbimizsin, diyenlerin arasında idi.
Peki bu sözü nasıl diyebildi Fravn ? … Veya bu sözü söylerken gerçekten Alemlerin rabbini bilmiyor muydu bu kimse … ?
İşte kalplerin özünü bilen Rabbimiz Allah’u azze ve celle, Fravnun bu sözünde yalancı olduğunu ve kalbi ile dili arasında bir ittifakın olmadığını bizlere şöyle haber veriyor.
Musa ona cevap veriyor ve diyor ki :
قَالَ لَقَدْ عَلِمْتَ مَا أَنزَلَ هَـؤُلاء
“ – ey Fravn – Sen aslında çok iyi biliyorsun bu – emirleri – kimin indirdiğini … “ İsra : 102.Ay
İşte Rabbimizin bu ifadelerinden anlaşılıyor ki, Frav’nun o inkar sözü, sadece muğalatadan ibaretti … Onun Musa’ya karşı konuştuğu o sözler gerçeyi yansıtan ifadeler değildi … Hatta hatırlarsanız kızıl denizde boğulmaya başladığında, Fıtratındaki o doğruları itiraf etmeye başlamıştı.
Rabbimiz Fravnun son halini şöyle haber veriyor bizlere :
ً حَتَّى إِذَا أَدْرَكَهُ الْغَرَقُ قَالَ آمَنتُ أَنَّهُ لا إِلِـهَ إِلاَّ الَّذِي آمَنَتْ بِهِ بَنُو إِسْرَائِيلَ وَأَنَاْ مِنَ الْمُسْلِمِينَ
“ ……. Nihayet Fravn boğulacağını idrak edince şöyle demişti : İsrail oğullarının iman ettiğinden başka ilah olmadığına iman ettim. Ben de Müslümanlardanım. “ Yunus : 90.Ay
İşte Fravn’un fıtratı gereği bu ifadeleri kullanması açıkça gösteriyor ki, onun Musa ve Haruna karşı kullandığı inkara dayalı sözleri, sadece muğalatadan ibarettir.
Öyleyse tekrar etmekte fayda vardır ; Allah’ı inkar eden veya O’nun varlığına, birliğine ve rububiyetine dil uzatan kişinin sözü, lisanından başka bir yere tecavuz etmemektedir. Ve bunu söylerken de şuur üzere değildir o insan. Bu kimse aynen, mecnunun veya aklını zayi eden bir kimsenin konuştuğu gibi konuşan bir insandır.
Veyahut da, yaşamış olduğu mıntıkadaki toplumunun şuursuzca kullandığı ifadeleri kullanan ve onları tekrar eden bir kimseden başkası değildir bu insan.
Daha doğrusu bu insan ; şeytanın mikrofonunu elinde tuttuğu operlodan başka bir kimse değildir.
Bazen şahit olunduğu gibi bu tip insanların ağızlarında ; sizin şu ilah dediğiniz şeyi gösterinde inanalım … Allah’ı getirinde tanışalım … Veya gidipte geri gelen mi var … gibi sözler dolaşmaktadır.
Ama Unutmayın ki bu gibi sözler, o insanların yaşamış olduğu toplumda çok çok kullanıldığından dolayı kendillerine sirayet eden sözlerdir. Değilse bu gibi sözler, şuurlu ve basiretli bir şekilde söylenen sözler değildir.
Allah ıslah etsin bugün memleketimizin Adana yöresinde, Haşa Allah’a küfretmek adeta alışkanlık halini almıştır … Bu insanlar o çirkin ifadeleri etraflarında çokca duyduklarından dolayı düşünmeden ve şuursuzca söylemektedirler…
Bu kimselerle, aklını ve kalbini devreye sokarak bir sohbet oluşturacak olsanız, inanın onların inkarlarının ve küfürlerinin sadece ve sadece dillerinde olduğunu sizlerde göreceksinizdir… Örneğin Allah’a küfredeni uyarıpta ; “ arkadaş sen ne yapıyorsun … ? Allah’a küfredilir mi hiç “ deseniz, inanın hemen kendine gelip ; “ vallahi doğru söylüyon beni kızdırdığı için ağzımdam kaçtı öyle “ , diyeceklerdir… İşte bu onun fıtratının gereği bir itiraftır.
Yani anlayacağınız bu tip insanlarla yeterki akıllarını devreye sokarak bir sohbet oluşturun … İnanın kendilerinin ortaya attığı nazariyeleri dahi, yine kendilerinin çürüttüğüne şahit olursunuz.
Örneğin ; Allah’ı inkar edenlerin kullanmış oldukları en büyük silahları ; tesadüf teorisi – veya diğer bir ifadeyle – tesadüf nazariyesidir. Yani, bu alemin varlığını tesadüfe bağlamalarıdır. Rastgele, kendi kendine varoldu demeleridir.
Ama aklını ve kalbini devreye sokupta, onunla bu alemde varolan herhangi bir şey hakkında ; onun rastgele veya desadüfen olduğunu söyleseniz, sizi inanın delilikle itham edecektir.
Yani deseniz ki ; bu masa veya bu dolap tesadüfen, rastgele ormanda ağaç iken kesildi, biçildi, pulanyaya verildi ve neticede kendi kendine bu hale geldi, deseniz. İnanın size gülmeye başlayacaktır.
Halbuki kabullenmeyip güldüğü bu teori, kendi teorisidir. Çünkü bu alem tesadüfen oldu diyor bu kimse… Dolayısiyle kendi teorilerini yine kendileri çürütmektedir bu zavallılar.
Bu alemde sadece bir zerre sayılan herhangi bir şeyin tesadüfen olduğunu kabullenemeyen bu tipler, milyarda bir dahi olsa tesadüfe yer vermeyen bu kainattaki olayların meydana gelmesini tesadüfe bağlamaları gerçekten çok garip bir olaydır.
Halbuki sizin verdiğiniz misali kabullenmezken o an fıtratı devredeydi bu insanın. Yani bir masanın rastgele olamayacağını dile getirirken, o an sizinle sohbet eden onun fıtratıydı.
Tabi bu sefer soruyoruz bizler ; peki nasıl oluyor bu masa veya bu dolap kendiliğinden bu hale gelemiyor da, sizin rastgele meydana gelmiştir dediğiniz bu kainat kendi kendine bu hale geliyor … ? Yani kendi ortaya attığınız bu nazariyeye göre bu iki durumun da aynı olması gerekmiyor mu … ?
Hulasa, aklını ve kalbini devreye sokmanız nedeniyle kendi teorilerini yine kendileri çürütmektedirler bu zavallılar.
Artık, – sohbeti eğer devam ettirirseniz – bu kimselerden bundan sonra sudur edecek sözler, şeytanın mikrofonunu elinde tuttuğu hoperlordan çıkan sözlerden başka sözler olmayacaktır… Veya da inadi küfürden başka bir şey olmayacaktır.
Ama unutulmamalıdır ki, yarın kıyamet günü bu tip insanların öne sürebilecekleri hiçbir mazeretleri olamayacaktır. Çünkü rabbimizin Ayeti celilesinde buyurduğu gibi :
“ … Benim bundan haberim yoktu … “ ben bunları bilmiyordum … şeklindeki sözler, bu tip insanlar için geçersizdir.
Değerli kardeşlerim … ! şeytan ve avaneleri, insanların fıtratlarını o kadar etkilemişler ve o kadar tahrif etmişlerki, kendi yoktan varoluşlarını ve bu aleme nereden ve nasıl geldiklerini dahi hiç düşünmeden, öldükten sonraki dirilmeyi dahi inkara kalkışmışlardır.
Rabbimizin kerim kitabında haber verdiği gibi :
“ …. Bu kemikler çürüdükten sonra, toz toprak haline geldikten sonra bunları kim yaratacak, kim diriltecek. “ İsra : 49.Ay
diyecek kadar basitleşmiştir insanlar …
Evet ne yazık ki bu sözler geçmişte söylendiği gibi zamanımızda da söylenmektedir. Halbuki bu sözleri söylememeleri gerekir bu insanların. Çünkü bu ifadeler fıtratlarına ters ifadelerdir.
Ama unutmayın ki – az önce de dediğimiz gibi – bu ifadeler, şuursuzca kullanılan ifadelerdir. Ve yine bu ifadeler, insanların çevrelerinden etkilenerek kullandıkları ifadelerdir.
Ve ayrıyeten sanmayın ki, bu konuda dilleri ile kalpleri arasında bir ittifak vardır. Bu asla söz konusu değildir. Bunun isbatı için bazı ifadelerle fıtratlarını kontrol etmeniz veya bu kimselerin kalplerini devreye sokmanız yeterli olacaktır.
İşte bundan dolayıdır ki Allah’u Azze ve celle, çevresinden etkilenerek bu yönlü sözler sarfedenlerin fıtratlarını devreye sokup düşünmeleri için onlara şu ifadeleri kullanır :
“ … Bunu ilk defa – yoktan – kim yarattı ise, yine o yaratacaktır…” İsra : 51.Ay
“ …. Bu O’na daha kolaydır ….. ” Rum : 27.Ay
Burada gördüğünüz gibi yüce yaratıcı ; “ bunları tekrar Allah yaratacaktır “ diye bir ifade kullanmıyor. Neden … ? Çünkü problem fıtri olduğu için onlara fıtratlarına yönelik bir cevap veriyor. “ Bunu ilk defa kim yarattı ise, yine o yaratacaktır ” buyuruyor. Çünkü bu sorunun cevabı onların fıtratlarında zaten var.
Halbuki inkar edilmesi gereken birinci yaratılış olması gerekirdi bu insanlara göre. Çünkü insanın yaradılışı yoktandır. Allah c.c ol demiş ve insan oluvermiştir.
Ama bunlar birinci yaratılışı unutup ikinci diriltilmeyi inkara kalkışıyorlar, bu ise makul bir şey değildir. Bunu inkar etmeleri için önce kendi varlıklarını kabul etmemeleri gerekir.
Hulasa değerli kardeşlerim, Allah’u Azze ve celle burada kalplerini ve akıllarını devreye sokamayan bu biçare zavallılara, fıtratlarına yönelik cevaplar vererek onların bu hakikatı hatırlamalarını istemiştir.
Yani ; ey insan iyi düşün … ! seni önce yoktan vareden kim … ? … Sen nereden geldin … ? … bunu iyi düşün, çünkü senin sorunun cevabı bunun içerisindedir.
Değerli kardeşlerim … ! hazır yeri gelmişken şunu da ifade etmek gerekir ki ; bütün bu anlatılanlar gösteriyor ki, bizler fıtratla alakalı meselelerde aklımızı düşünmek ve idrak etmek için kullanmalı, şer’i meselelerde ise, aklımızı naslara tabi kılmak için kullanmalıyız… Çünkü şer’i meselelerde akıl hakem değil mahkumdur.
Bundan dolayıdır ki ; Kur’ana ve Sünnete az da olsa fukufiyeti olanlar şunu açıkça göreceklerdir ki, Allah’u azze ve celle fıtri konularda bizim aklımızı sürekli kendi azametini izhar eden şeylere yöneltmeye çağırmıştır.
Yani ; “ … Yerin ve göğün yaratılışına bir bakın … “ demiştir. “ … Devenin yaratılışına bir nazar edin … “ demiştir. “ … Gece ve gündüzün ard arda nasıl geldiğine bir bakın … “ demiştir. “ … Semaların ve göğün yaratılışı mı daha azametli, yoksa sizin yaradılışınız mı daha azametli … diye bir düşünün demiştir.
İşte Allah’u Teala bu tip yönlendirmelerle sürekli bizim aklımızı devreye sokmaya çalışmıştır. Ama bu konuda inkarcılara bakacak olursanız, sizi ifsat etmek için aklınızı ve kalbinizi devre dışı bırakmaya çalışırlar. Neden … ? Çünkü aklınızı ve kalbinizi kullandığınızda hakikatleri yakalayacaksınızdır da ondan.
Halbuki Allah’u azze ve celle, “ … Biz bu Ayet’leri akıl sahiplerine indirdik … “ “ … Biz bu Ayet’leri akledesiniz, tefekkür edesiniz ve tedebbür edesiniz diye indirdik … “ buyurmaktadır.
Hulasa biz, Allah’u azze ve celle’nin bize müsaade ettiği yere kadar aklımızı kullanma, bunun ötesinde ise, aklımızı nassın isbat ettiği şeylere teslim etme mecburiyetindeyiz.
Başka bir ifadeyle, bizler fıtratımızın gereği meseleleri akılla, yaradılışımızın gereği meseleleri de nas’la halletmeye çalışacağız.
Değerli kardeşlerim … ! hazır yeri gelmişken sohbetimi şu ifadelerle kapatmayı faydalı görüyorum ;
“ Unutmayalım ki, bir toplumda Allah’ın istediği şekilde bir inanç ve amel yaşanmadığı sürece, onların fıtratlarının gereyi Allah’ı bilip tanımalarının kendilerine bir faydası asla olmayacaktır. “
İnsanlar, fıtratlarının gereği varlığını ve birliğini kabul ettikleri Allah’a boyun eğmedikleri ve bu boğun eğişleri deKur’an’a ve Sünnet’e uygun olmadığı sürece, kurtuluşları asla mümkün değildir.
Allah’u Azze ve Celle bizlere hakkıyla dinini yaşayan, sadece kendisine ibadet eden ve bu ibadetlerimizde de O’ndan başkasına en ufak bir pay, bir nasip ayırmayan kullarından olmamızı nasibeylesin.
Amin
Vel hamdu lillahi rabbil alemin
Tacuddin el Bayburdi